Ömer Seyfettin

Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
11 Mart, 1884
Ölüm
06 Mart, 1920
Eğitim
Mekteb-i Harbiye-i Şahane (Kara Harp Okulu)
Burç
Diğer İsimler
Ayas, Camsâp, C. Nazmi, C. Nizami, Ç. Kemal, F. Nezihi, Feridun Perviz, Kâf-ı Farsi, Kaygusuz, M. Enver, M. Enver Perviz, Ömer, Perviz, Süheyl Feridun, Şi...

Hikâyeci (D. 11 Mart 1884, Gönen / Balıkesir - Ö. 6 Mart 1920, İstanbul). Ayas, Camsâp, C. Nazmi, C. Nizami, Ç. Kemal, F. Nezihi, Feridun Perviz, Kâf-ı Farsi, Kaygusuz, M. Enver, M. Enver Perviz, Ömer, Perviz, Süheyl Feridun, Şit, Tarhan, Tekin imzalarını da kullandı. Babası Kafkas kökenli Ömer Şevki Efendi, annesi İstanbullu Fatma Hanım’dır. Dört yaşındayken Gönen’de Mahalle Mektebine başladı. Medrese usûlü eğitim ailesinin hoşuna gitmediği için okuldan alındı ve Ayancık’ta o zamanın ilkokulu olan Sıbyan Mektebine başlatıldı. Burayı tamamlamadan annesinin eşliğinde İstanbul’a götürüldü (1892) ve Mekteb-i Osmani’ye kaydedildi. Bir süre sonra babası tarafından ortaokul dengi olan Eyüpsultan Askerî Baytar Rüştiyesine yerleştirildi. Burayı bitirince (1896) Edirne Askerî İdadîsine (lise), orayı bitirince de 1900’de İstanbul Mekteb-i Harbiye-i Şahane (Harp Okulu)’ye girdi ve 1903’te mezun oldu.

Mülazım-ı Sani (üsteğmen) rütbesiyle lk görev yeri ve merkezi Selanik’te olan Üçüncü Orduya bağlı İzmir Redif Tümeninin Kuşadası Redif (Yedek Asker) Taburuna (1903-07) atandı. Ardından İzmir’de Jandarma Okulunda öğretmenlik yaptı. 1909 yılı başlarında Üçüncü Ordu merkezi Selanik’e gönderildi; ancak bölge karışık olduğu için seferî görevlerle daima yer değiştirdi. Görev yerleri Makedonya Menlik kazası, Manastır Pirlepe kazası, Velmefce, Osenova, İştip, Demirhisar, Balâ, Razlık, Köprülü Köy vb.dir. 1912’de askerlikten ayrılarak Selanik’e gitti. Ancak Balkan Savaşı çıkınca yeniden askere alındı, üstteğmen rütbesiyle Garp Ordusunun 39. Alayına katıldı (14 Eylül 1912). Önce Komanova’da Sırplara, sonra Yanya’da Yunanlılara karşı savaştı. Kanlıtepe’de Yunanlılara tutsak düştü (1913). 20 Ocak-28 Kasım tarihleri arasındaki on aylık esirlik dönemi hakkında bilgi yoktur. 23 Şubat 1914’te askerlikten bir kez daha ayrılarak Kabataş Sultanisinde (lise) öğretmenliğe başladı. Ölümüne kadar bu okulda çalıştı (1914-20). Ayrıca İstanbul Üniversitesinde kurulan Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni üyeliği ve İstanbul Erkek Muallim Mektebinde edebî kıraat öğretmenliği de yaptı.

Otuz bir yaşında iken İttihat ve Terakki Fırkasının ileri gelenlerinden Dr. Besim Ethem Bey’in kızı Câlibe Hanım’la evlendi. 1916’da Fahire Güner adlı bir kızı doğdu. Eylül 1918’de eşinden ayrıldı. Hayatını, Kalamış Koyu’ndaki küçük köşklerden birinde tamamladı. Şubat 1920’de hastalandı, 4 Mart’ta Haydarpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine kaldırıldı, orada şeker hastalığına yenik düşerek öldü. Önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığına gömüldü, mezarlık tramvay garajına dönüşeceği zaman kabri Zincirlikuyu Mezarlığına (1939) nakledildi.

Ömer Seyfettin, edebiyata 14 Temmuz 1898’de Pul’da (sayı: 12) yayımlanan “Lâne-i Garam” şiiriyle adım attı. Bunu, on yedi ay sonra Mecmua-yi Edebiyye’de (1900) “Terane-i Giryan” ve “Hiss-i Müncemid” yayınlarındaki şiirleri izledi. İlk yazısı “Elektrik Lem’ası”, Mecmua-yi Edebiyye’de (Mart 1902); ilk öyküsü “Tenezzüh”, Sabah gazetesinde (13.4.1902) yayımlandı. İzmir’de bulunduğu dönemde Baha Tevfik, Şahabettin Süleyman, Hakkı Tarık Us ve Yakup Kadri’yle tanıştı. O yıllarda İzmir’de çıkan Serbest İzmir, Sedat ve Muktebes gazete ve dergilerinde yazıları yayımlandı. Baha Tevfik’in yönlendirmesiyle Batı edebiyatı ve düşüncesiyle ilgilenmeye başladı. İzmir’den ayrılıp Rumeli’ye geçince İttihat ve Terakki Fırkasıyla ilişki kurdu. 1909-12 yıllarında şartlarının uygun olmamasına karşın okumaya ve yazmaya ara vermedi. Bu dönemde, daha çok şiir, günlük, az sayıda öykü yazdı ve Fransızcadan çeviriler yaptı. Bunları, Selanik ve Manastır’da çıkan Bahçe, Kadın, Hüsün ve Şiir; İstanbul’da çıkan Eşref, Musavver Hâle, Piyano dergilerinde yayımladı.

Meşrutiyet’in ilanından (1908) hemen önce Selanik’ten Ali Canip’e edebiyatın bir amacı olduğunu, dilin buna hizmet ettiğini anlatan bir mektup yazdı. Bu, Millî Edebiyat dönemini başlatan bir mektup olarak sayılabilir. Çünkü Genç Kalemler dergisinin içeriğini değiştirmesine aracı oldu. Derginin kadrosunda Ömer Seyfettin ve Ali Canip’ten başka İttihad ve Terakki’nin genel merkez üyesi Ziya Gökalp de vardı. Üçü, Millî Edebiyat akımının öncüleri oldular. Ömer Seyfettin, Millî Edebiyat akımının kuruluş bildirgesi sayılabilecek Yeni Lisan adlı yazısında (11.4.1911) Servet-i Fünûn edebiyatının ağır ve güç anlaşılır diline karşı çıkarak halkın konuştuğu dille yazmanın gerekliliğini savundu. Bunun edebiyattaki ilk örneklerinden biri de Genç Kalemler’de yayımlanan Bahar ve Kelebekler hikâyesi oldu. Aynı dergide yayımlanan ikinci hikâyesi Pamuk İpliği, onun Edebiyat-ı Cedidecilerden ayrılığını belli etti. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, ilkesi “Halka doğru gitmek, halk için çalışmak” olan Türk Sözü dergisinde başyazarlık yaptı.

Hikâyelerini, çoğunlukla, Yeni Mecmua’da (ilk sayı 1917), daha seyrek olarak da Şair (1918-19), Vakit, Türk Dünyası, Akşam (1918-20) dergi ve gazetelerinde yayımladı. Yeni Mecmua’da yoğun olarak sekiz ay yazdı. Ardından yazmaya başladığı edebî incelemeleri Vakit, Zaman, Diken, Büyük Mecmua, İfham, Yeni Dünya, Türk Kadını gazete ve dergilerinde yayımladı. Ömer Seyfettin, İttihad ve Terakki Fırkası içinde yükselmeye niyet etmedi, Hürriyet ve İtilafçılarla da dostluk kurdu. İttihadçılar tutuklanmaya başladığında kaçmadı, ama tutuklanmadı da.

Konularını çocukluk anıları, gündelik hayattaki gözlemleri, halk menkıbe ve efsaneleri ile daha çok tarihten alıp millî duyguları işlediği yüz kırk kadar hikâyesini üç yıl (1917-20) gibi kısa bir süre içinde yazdı. Yazarlık açısından en verimli dönemi 1913-20 yılları arasıdır. Anadolu Romanı adını verdiği Yalnız Efe hikâyesini önce Büyük Mecmua’da tefrika etti. Kitaplarının çoğu ölümünden sonra çıktı. Yeni Mecmua’da yayımlanan hikâyeleri, başlangıçta tarihî-epik bir tarzda idi. Zamanla yerini güncel olaylara yönelik mizahî hikâyeler aldı. Hayatının son yıllarında Kadıköy, Kalamış, Bahariye çevrelerinde yaşayanların alafranga yaşamını, millî değerlerden uzaklığını mizahî hikâyelerinde malzeme olarak kullandı.

Yayımlanmış eserlerinden başka dergi sayfalarında kalan Balkan Harbi Ruznamesi adlı günlüğü 1927’de Hayat Mecmuası’nda (sayı: 26), Ömer Seyfeddin’in Anı Defterinden Tahir Alangu tarafından Yeni Edebiyat dergisi özel sayısında (sayı: 5, Mart 1970), Ömer Seyfeddin: Günlük, Türk Dili Dergisi’nde (sayı: 127, Nisan 1962) yayımlandı. Yayımlanmamış Canlar ve Patlıcanlar, Temaşa dergisinde (sayı: 20, Mart 1920) çıkmış İhtiyar Olsam da.., Katil Kim, Nasreddin Hoca, Telgraf adlı piyesleri vardır. Yalnız Efe adlı romanın bir kısmı Yeni Mecmua’da tefrika edildi, ama kitap olarak yayımlanmadı. Ararken, Sultanlığın Sonu ve Foya adlı üç romanı yayımlanmadı. Gustave le Bonn’un eserlerinden faydalanarak hazırladığı psikoloji kitabı Psikoloji ve Beş Türlü Mantık yayımlanmadı ve ele geçmedi. İvan Vazof, Catulles Mendes, Maupassant, F. Coppée, Georges Corteline, Edmonde Amicis, de Lisle, Maksim Gorki gibi şair ve yazarlardan çevirdiği şiir ve yazılar yanında gazete ve dergi sayfalarında kalmış on yedi mensur şiiri ile dil, edebiyat, Türkiyat, ahlâk, aktüalite gibi konularda yazdığı muhtelif makale, fıkra, deneme ve polemik yazıları vardır.

“Efruz Bey’ine dikkatle bakın, bu kahramanın hayat ve hâdiseler karşısındaki düşünüşünü tahlil edin; onda Ömer Seyfettin’inin kendi kendini yuğurarak sanat potasında nasıl pişirdiğini görürsünüz.

Bu sanatkâr, bakarken orta, düşünürken gerçekten büyüktür. Derler ki Fidyas, bir tek tırnaktan, o tırnağın sahibi olan aslanı mermerde canlandırırmış. Ömer de en küçük bir vesileden, çok kere bir hiçten psikolojisi, mantıki birbirinden üstün hikâyeler yaratırdı.

Onu otuz altı yaşında kaybettik. Dalları meyvelerinin ağırlığı ile esneyip sarkmış bir ağaçtı. Gür bir yıldırım onu yere serdi. Onun ölümü, eceli kanlı bir cinayet iğrençliğine sokmuştur.” (Hakkı Süha Gezgin)

 “Onun hikâye tekniğinde Guy de Maupassant’ın tesiri olduğu açıktır. Bu Fransız yazarı, II. Meşrutiyet sonrası Türk hikâyeciliğine tesir etmiştir. Ancak tesir kelimesini tema, konu, şahıs kadrosu ve hikâyede bir durumdan diğerine geçişte başvurulan anlatma oyunu ile sınırladığımız takdirde, Maupassant ile Türk hikâyecileri arasındaki ilişkinin pek büyük olmadığını görürüz. Maupassant’dan Türk hikâyeciliğine gelen asıl unsur, mekân-insan ilişkisinin okuyucuda gerçeklik duygusu uyandıracak tarzda tanzimi; hikâye zamanının düzenlenmesi ve olayın mekân-insan ilişkisi gözden uzak tutulmadan geliştirilmesidir.” (Şerif Aktaş)

“Türkçeciliği hiç bırakmaz Ömer Seyfettin. Köken Türklüğüne de yönelmediğinden olacak ‘Türkçeleşmiş Türkçedir!’ kuralına uyar ve yerleşmiş sözcükleri kökenlerine bakmaksızın alır kabul eder. Sözcüklerin kökleri değil, kullanılıp kullanılmadıkları önemlidir onun için. Ölçüsü de konuşma dili. Yani halk / millet. Bu halk / millet, Türkçe konuşur ve Müslümandır. Türklüğü buradan gelir. ‘Genç Kalemler’in, Ömer Seyfettin’in ve azınlıklar dışında hemen herkesin paylaştığı görüşlerdir bunlar. Siyasal amaç ise sınırları korumak, İmparatorluğun parçalanmasını önlemek. Yani Osmanlılık anlamında bir Türklük söz konusu Türklük.” (Necati Mert)

Bir geçiş dönemi öykücüsü olarak Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki değişim ve yaşanan çarpılmalar, çözülmeler, gelişmeler, fikir tartışmaları onun öykülerinde yer bulur.  Ve her biri tarihi, sosyolojik değer taşırlar. Evlilik kurumu, maziye bakış, burjuvazinin oluşumu, Batılılaşma, dinsel bakıştaki değişim, dönemin fikir akımları, aydınları öykülerde ağırlıklı olarak işlenir.” (Necip Tosun)

ESERLERİ:

ROMAN: Ashab-ı Kehfimiz (1918), Efruz Bey (1919), Harem (1918).

HİKÂYE: Yüksek Ökçeler (1926), Gizli Mâbed (1926), Bahar ve Kelebekler (1927), Beyaz Lâle (1938), Asilzâdeler (1938), Bomba (1938), İlk Düşen Ak (1938), Dalga (1943), Nokta (1956), Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür (1958).

Ölümünden sonra hikâyeleri Bilgi Yayınevi’nce konu benzerlikleri esas alınarak 1970-73’te şu on kitaplık dizide toplandı: Efruz Bey (1970), Kahramanlar (1970), Bomba (1970), Harem (1970), Yüksek Ökçeler (1970), Kurumuş Ağaçlar (1971), Yalnız Efe (1971), Falaka (1971), Aşk Dalgası, Beyaz Lale, Gizli Mabed. (Hikâyeleri çeşitli yayınevleri tarafından değişik adlarla yayımlanmaya devam etmektedir).

ŞİİR: Ömer Seyfettin’in Şiirleri (der. Fevziye Abdullah Tansel, 1968).

DENEME (Muzaffer Uyguner tar. der.): Dil Konusunda Yazıları (1989), Sanat ve Edebiyat Yazıları (1990), Olup Bitenler, Toplumsal Yazılar (1992), Türklük ve Türkçecilik Yazıları (1993).

İNCELEME: Türk Masalları (1906), Millî Tarihimizden Çıkarılmış Ameli Siyaset (Tarhan takma adıyla,1912), Turan Devleti (1914), Yazmak Sanatı (1919).

ANI: Ömer Seyfeddin: Türklük Ülküsü (haz. Sakin Öner, 2. bas. 1977).

BROŞÜR: Vatan! Yalnız Vatan (Ziya Gökalp, M. Nermi, Kâzım Nami, Ali Canip’le, 1911).

TİYATRO: Mahçupluk İmtihanı (hikâyeler ekli olarak, 1938).

KAYNAKÇA: Hikmet Dizdaroğlu / Ömer Seyfettin (1964), Tahir Alangu / Ömer Seyfettin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı (monografi, 1968), Mehmet İsmet Binark / Ömer Seyfettin Bibliyografyası (N. Sefercioğlu ile, 1970), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri II (1972), Muzaffer Uyguner / Ömer Seyfettin (1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Atilla Özkırımlı / Ömer Seyfettin (1992), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Ertuğrul Efeoğlu / Ömer Seyfettin’in ‘Tekinsiz’ Bir Öyküsü Perili Köşk (Hürriyet Gösteri, Ocak 2005), Ömer Seyfettin’in hazin hikayesi (sabah.com.tr, 3.7.2014), Dilek Üğüden / Sahipsiz Biri Gibi Ölen ve Cesedi Kadavra Yapılan Ünlü Yazarımız Ömer Seyfettin’in Hazin Hikayesi (listelist.com/omer-seyfettinin-cesedi, 11 Temmuz 2016).

Bahar ve Kelebekler'den

Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,

"Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konuşalım."

Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,

"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:

"Okuduğun ne, kızım?"

"Bir roman."

"Neden bahsediyor?"

"Hiç."

Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:

"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"

Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,

"Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte..." dedi.

Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

"Adı ne?

"Desenchanté..."(*)

"Ne demek?"

"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek."

"Onlar kimmiş?"

"Biz... Türk kadınları..."

Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?" dedi. "Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."

Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

"Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?" diye sordu.

"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardı. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: 'Fazıla, edibe, şaire, akıle....' idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!"

Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,

"Peki, büyükanneciğim" dedi, "bu kitabı atayım... Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum."

"Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."

"Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"

Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... ah hele kırmızı feraceler... baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi. (…)

(*) Fransız romancısı Pierre Loti'nin eseri.

                                                                      (Genç Kalemler dergisi, c. II, 1326/1911, sayı: 26)

Yüksek Ökçeler'den

Hatice Hanım pek genç dul kalmış, zengin bir hanımcağızdı. On üç yaşındayken altmış altı yaşında bir kocaya vardığı için izdivaç denen şeyden nefret etmişti. işte hemen hemen on sene vardı ki, erkeğin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vantuz, tentürdiyot, yığınlarından yapılmış pis, abus lanet bir heyula şeklinde gelirdi.

— Gençler başkadır! diyenlere

— Aman, aman... Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker? diye haykırırdı. Başlıca merakı temizlikle namusluluktu. Göztepe’deki köşkünü hizmetçi Eleni ve evlatlığı Gülter’le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oğlanı tepeden tırnağa kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de, Güller de, son derece namusluydular. Kileri kilitlemezdi, paraları meydanda dururdu. Hele Mehmet’in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakmazdı. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmadığı için işi gücü adamlarını teftişti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfağa inerdi. Derdi ki:

— Benim gibi olun! Ben kimseyle görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!

Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfağında ona misafir, hemşeri filan hatta yabancı bir kedi bile gelmiyordu. Hatice Hanım belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım’ın temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduğu için de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Adeta bir cambaza dönmüştü.

Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayağı burkulmadan bir aşağı bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesine uğradı. Çağırdığı doktor ilaç falan vermedi.

— Bütün rahatsızlığına sebep, bu ökçelerdir, hanımefendi, dedi, onları çıkarın. Rahat, yünden yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.

Hatice hanım, doktorun tavsiye ettiği bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi falan geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat tam vücudu rahat ettiği sırada ruhu derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni’yi kendi diş fırçasıyla ağzını yıkarken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet’i, et günü olmadığı halde bol bir sahan külbastısı yerken yakaladı.

— Ne oldu bunlara yarabbim? Bunlara ne oldu, bunlara? diyordu.

Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlığını, yolsuzluğunu tuttu. Hele Mehmet’i komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. O gün her tarafı kilit, kürek altına aldı.

— Bakalım şimdi ne çalacaklar? dedi. Hakikaten çalınacak bir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfağa doğru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince azacık daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başında kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş, kalın kollarını her ikisinin bellerinde halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın rezaletini görmemek için hemen gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapağı olmadığı için konuştuklarını duymamazlık edemedi.

Mehmet diyordu ki:

— Ülen Gülter, artık sen şeker filan getirmiyorsun!

Gülter:

— Her taraf kilitli ne yapayım? diyordu. Mehmet, tuhaf bir şapırtı içinde Eleni’ye de:

— Ülen gece niçin gelmiyorsun? Sana helva yapıp saklıyorum, sualini soruyor. Eleni:

— Yakalanacağız, vire! Sonra hanım bizi koyacak! diye çırpınıyordu.

Aralarında çıtır çıpır bir bir hasbihal başladı.

Hatice Hanım gözünü açmıyor, yüreği çarparak merakla dinliyordu. Gülter:

— Ah, o terlikler! dedi, her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katından kımıldadığını duyardık...

Hasbihal uzadıkça kendi göremediği başka rezaletlerin mufassal hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı, gözlerini açtı:

— Sizi alçak, hırsız namussuzlar! Defolun şimdi evimden! diye haykırdı.

Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı attı. Aşçı, işçi artık eve ne kadar adam aldıysa hepsi arsız, hırsız yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rast gelmedi. Malı, mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin arsızlıklarını, uğursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu.

Benzine kan geldi. Vakıa yine başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceğini düşünerek doktora kendisini göstermiyor:

     Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya...diyordu. (…)

SAHİPSİZ BİRİ GİBİ ÖLEN VE CESEDİ KADAVRA YAPILAN ÜNLÜ YAZARIMIZ ÖMER SEYFETTİN’İN HAZİN HİKAYESİ

SAHİPSİZ BİRİ GİBİ ÖLEN VE CESEDİ KADAVRA YAPILAN ÜNLÜ YAZARIMIZ ÖMER SEYFETTİN’İN HAZİN HİKAYESİ

 

DİLEK ÜĞÜDEN

 

Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin, aynı zamanda da edebiyatımızın en çok okunan yazarlarındandır. Ve sadece 36 sene yaşamış olmasına rağmen, Türk Edebiyatı’na birçok eser kazandırmıştır. Ancak bu ünlü yazarımızın hayat hikayesi, ne yazık ki çok hazin bir sonla bitmiştir…

*Hikaye, yıllar önce Derin Tarih Dergisi’nin bir sayısında yer alan Ümit Bayazoğlu imzalı makalede anlatılanlara göre hazırlanmıştır.

Ömer Seyfettin 23 Şubat 1920’de şeker hastalığından dolayı, Haydarpaşa Hastanesi’ne kaldırılmış ve yaklaşık iki hafta sonra da bu hastanede son nefesini vermişti

Kadıköy dolaylarındaki kiralık evinde yalnız yaşayan Ömer Seyfettin’in yakalandığı şeker hastalığından ne kendisinin ne de doktorların haberi vardı. Çünkü o zamanlar ne diyabet ne de insülin biliniyordu. Seyfettin yemek yiyemiyor, günden güne zayıflıyordu. Onunla ilgilenen isimse en yakın arkadaşı Ali Canip olmuştu. Ali Canip, Seyfettin’in yanına sık sık uğruyor, yemesi için de kendi evinden yemek getiriyordu.

O zamanlar insülin ve diyabet bilinmediğinden, genç yazara doktorlar bol bol portakal, mandalina yemesini; üzüm hoşafı içmesini tembihliyorlardı

Ömer Seyfettin, şeker hastalığı yüzünden sık sık ateşleniyor ve eklem ağrıları çekiyordu. Her hastaneye gittiğinde de kendisine romatizma tedavisi uygulanıyordu. Ve de bol bol şekerli meyveler yemesi. Hal böyle olunca da Seyfettin’in durumu giderek ağırlaştı.

Durumu giderek kötüye giden Seyfettin, hastanede yattığı süre boyunca gözlerini hiç açmadı ve uzun zamandır görmediği kızını sayıklayarak öldü…

Ölümünün ardından onun bedenini kadavra olarak kullanmak istediler; çünkü ünlü yazarı hastanede kimse tanımıyordu; bu yüzden de sahipsiz bir ölü olduğunu düşündüler

Bu fotoğrafta ünlü yazarın cesedini görüyorsunuz. Etrafında tıp öğrencileri bulunuyor ve fotoğraf çekildikten biraz sonra da bir hastane hademesi onun cesedinin başını kesiyor.

Fotoğraf gazetelerde yayımlandıktan sonra, Seyfettin’i tanıyanlar hastaneye koşup başı olmayan cesedi kurtarmaya çalıştılar ama artık her şey için çok geçti…

Arkadaşlarının, ölümünden sonradan haberdar olduğu Seyfettin’in cenazesi, Kuşdili’nde Mahmud Baba haziresinde toprağa verildi

Ama ünlü yazarın cesedinin başına gelenler bu kadarla da sınırlı kalmadı: Onun kemikleri ölümünden 19 yıl sonra Asya’dan Avrupa’ya taşındı

Gerekçe ise, Mahmud Baba haziresinin üzerinden yol geçecek olmasıydı! Bu yüzden Seyfettin’in mezarı, 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledildi.

Kısacık yaşamına birçok eser sığdıran ve Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Ömer Seyfettin, yalnız başına öldü ve öldükten sonra da hiçbir şekilde değer görmedi…

Edebiyatımızın bu ünlü isminin başına gelenler, böyle önemli isimlere, değil hayattayken; öldüklerinde bile hakettikleri değerin verilmemesinin acı bir kanıtı ne yazık ki.

KAYNAK: Dilek Üğüden / Sahipsiz Biri Gibi Ölen ve Cesedi Kadavra Yapılan Ünlü Yazarımız Ömer Seyfettin’in Hazin Hikayesi (listelist.com/omer-seyfettinin-cesedi, 11 Temmuz 2016).

Yazar: DİLEK ÜĞÜDEN

BAHAR VE KELEBEKLER'E DAİR...

 

 

 

BAHAR VE KELEBEKLER'E DAİR...

 

ALİ CANİB

 

Bir sene zarfında Ömer Seyfeddin'in üç cilt küçük hikâyesi intişar etti: Yüksek Ökçeler, Gizli Mabed ve son haftalarda çıkan Bahar ve Kelebekler. Bizim edebiyatımızda münekkit kudret ve selahiyetini haiz bir kimse olmadığı için bu eserler hakkındaki hükmü, edebî ammenin verdiği rağbet ve revaçtan istintac etmek en bitarafane bir tarzdır. Yüksek Ökçeler'le Gizli Mabed nüshalarından bir iki yüz kadar kaldı. Bahar ve Kelebekler'in satımı bine yaklaştı. Şunu her şeyden evvel arz etmek isterim ki seneler geçtikçe edebî kabiliyeti daha ziyade anlaşılan, bugün bizzat mecmua sahibi genç bir şaire: "Türk edebiyatının son zamanlarda yegâne küçük hikâyecisi Ömer Seyfeddin'di. Onun öldüğü günden beri Türkçe küçük hikâye yazılmıyor, yazılanlar hâlâ bazı kalem tecrübeleridir. Bunların arasında çok güzel olanlar da bulunabilir; fakat henüz bir hikâyecimiz olmadığına şüphem yok. Bunu bir edebiyat mecmuası çıkaran bir adam sıfatıyla herkesten fazla ben hissediyorum. Zannediyorum ki Ömer Seyfeddin yaşasaydı bugün Türkçeye hariçten hikâye nakletmeye bu kadar mecbur olmayacaktık, belki kendi lisanımızdakilerin tercüme edilmesini gurur ile bekleyecektik" dedirten bu müstesna gencin yalnız hikâyeleri değil, makaleleri, hatırat kabilinden yazdığı defterleri, hususi mektupları, bilaistisna tamamen neşredilecektir. Beğenen, beğendiğini okur. Türk edebiyatında bir merhale vücuda getiren adamın hiçbir satırı matbuat sahasına çıkmaktan mahrum bırakılamaz. Kaldı ki Ömer Seyfeddin ne yazmış ise edebî ammemizde hararetle karşılanmıştır.

Bahar ve Kelebekler muharriri -bu onun yeni lisanla yazdığı ilk hikâyedir- sade Türkçenin umumîleşmediği zamanlarda hayli itirazlara duçar olmuştu. Kendisi hatırat defterinde 8 Kânunısani 1918 tarihiyle şunları yazıyor: "Herkes benim lisanımı pek çıplak buluyor. Çünkü ben tabiî lisanı kendime örnek yapıyorum. Tabii lisan konuşulan lisandır. Eski nesrin Arapça, Acemce terkiplerden ve tasarruf edilememiş ecnebi kelimelerden aldığı lüzûcet tabii lisanda yoktur. Lisanımızın bünyesinde 'med' yoktur. Hecelerimiz hemen umumiyetle kısadır, kuvvetlidir. Öyle uzun cümleleri Türk söyleyemez. Ben işte Halid Ziya'yla Cenab'ın alacalı, terkipli, cafcaflı nesrinden birdenbire bu ana kadar yazılmamış tabii lisana döndüğüm için herkesi şaşırttım. Yakub Kadri'yle Falih Rıfkı'da eski terkipli nesrin bu lüzûceti hâlâ var. Onların lisanı bu lüzûcet için beğeniliyor. Halbuki ben bunu bir kusur sayıyorum. Haklı mıyım, değil miyim? İleride belli olacak. Ben lisanımda, lisanın hususiyetini teşkil eden 'Türkîyyet'leri kullanırım. Bunu herkes 'argo' sanıyor. Argo 'külhanbeyi lisanı' demek. Fransızcada bir 'argo' var. Bir de 'galisizm' (gallicisme) denilen şekiller var. 'Galisizm' bu lisanların 'ornoman'ları (ornement) hükmündedir. Lisanımızda bir 'külhanbeyi lehçesi' var. Fakat kamusu o kadar kısa ki... Adeta elli kelimeyi geçmez diyebilirim. ...'nun Fransızcadan tercüme ettiği büyük bir argo kamusunu gördüm. İçinde binlerce kelime var. Onun için bizim 'külhanbeyi lehçesi'ni Fransızların argosuna benzetmek biraz fazladır. Ne kemiyet, ne keyfiyetçe aralarında bir müşabehet yoktur. Bizim argo balıkçılarla tulumbacılar tarafından söylenilen beş on tane Rumca yahut Ermenice kelimedir. Fakat bilakis 'ana sözleri'mizle rabıtaları olan o kadar çok 'Türkîyyet'lerimiz var ki... Bunların manalarını yalnız biz biliyoruz. Bunlar 'külhanbeyi' gibi küçük bir zümrenin değil, bütün bir milletin tabirleridir. Bir kaç misal getireyim:

İşler çatallaştı

İşler sarpa sardı

Karnı zil çalıyor

Çok acıkmış

Vurdumduymazın biri

Hissiz bir adam

Bu hususiyetleri argo zannetmek pek büyük bir hata... Ama şimdilik matbuatta bunu anlatmak mümkün değil. İşte ben lisanımızın 'ornoman'ları makamında olan bu hususiyetleri, tabiiliğin haricine çıkmayarak kullanmağa çalışıyorum. 'Argo' ile 'galisizm', 'külhanbeyi lehçesi' ile 'Türkîyyet' arasındaki farkı bilmeyenler beni 'külhanbeyi lisanı' kullanıyor sanıyorlar. Biraz hakları var. Çünkü şimdiye kadar tabii lisan, tabii lisanın hususiyetleri hep adilik telakki olunmuş! Edebiyattan çıkarılmış!... Eski uydurma mücerret nesre alışanlara tabii lisan hususiyetleri garip geliyor. Bir gün tabii bu nesre de alışacaklar. Fakat şimdiden: -Bu argo.. Bu adi.. hükmünü vermeseler..."

Zaman Ömer Seyfeddin'in tahminini pek çabuk meydana koydu. Bugün Bahar ve Kelebekler'deki hikâyelerin lisanını kimse yadırgamıyor. Başta Akşam gazetesine Rusçadan hikâyeler nakleden genç edip olduğu halde yeni nesirde Ömer Seyfeddin'in "Türkîyyet" tabir ettiği Türkçe hususiyetlerini kullananlar, kullanmakta zevk bulanlar çoğalıyor.

Bahar ve Kelebekler cildinin içindeki hikâyelerin pek "enteresan"larından biri "Fon Sadriştayn'ın Karısı"dır. Umumî harp içinde Yeni Mecmua'da çıkan bu eser Türkiye'de birbirine uymaz itirazlar, hiddetler, asabiyetler doğurdu. Ömer Seyfeddin 10 Kânunısani 1918 tarihiyle kendi hatıralarına şu satırları yazıyor: "Ben 'Fon Sadriştayn'ın Karısı'nı Yeni Mecmua'da neşr ettim. Büyük bir gürültü yaptı. Yalnız kadınların arasında değil, Almanların arasında da... Bir hafta evvel Celal Sahir'e yemeğe gitmiştim:

-Almanlar da anlamıyorlar dedi, dün telefonla Ömer Seyfeddin niye bizi tahkir ediyor diye bana soruyorlardı.

Kadınlar hep ayağa kalktı. Boyuna eve telefon ediyorlar, mektuplar da alıyorum. 'Nilüfer Sara' isminde bir hanım bana 'Seyfiştayn' diyor. Beni Alman propagandacılığı ile itham ediyor. Vakit gazetesi baş muharriri Ahmet Emin, dün vapurda beni gördü: 'Size yazılmış bir cevap var, Darülfünun talebesi hanımlardan' dedi. 'Hemen koyunuz' diye güldüm. Tabii hepsine en nihayet bir cevap vereceğim..."

Ömer Seyfeddin bu cevabı "Fon Sadriştayn'ın Oğlu"nu yazmakla vermiş oldu. Yine Bahar ve Kelebekler'de münderic olan bu hikâye Türk hanımlığına karşı müteessirane ve samimi bir tarziyedir.

Kariler zümresi bu mümtaz hikâyecinin hakkını tamamen vermiş oldukları halde burada izah ve tahlil etmek istemediğim türlü türlü sebeplerle bir kısım muharrirler senelerce onun eserlerini zem ile gözden düşürmeğe uğraştılar. Bakınız Ömer Seyfeddin bunlardan bazıları için ne diyor! "Her türlü taarruzları gözüme aldım. Hiç korkmadan yazıyorum. Aleyhimde -ama şifahî- bir cereyan var. Bana 'Pol dö Kok' (Paul de Kock) diyorlar. Bu cereyanın reisi: (...) fakat 'Hüda fırsat verir ise...' onu öyle bir iflas ettireceğim ki!... Aka Gündüz Bilecik'te sürgün... Oradan Karagöz'e manzumeler yazıyor. Bir destanında diyor ki,

Servet-i Fünun oldu ana mektebi!

Hakikaten bu gençler pek çocuk! (...) filan öyle bir tavırla lakırdı söylüyorlar ki kendilerini tanımayanlar gayet ihtiyar birtakım üstatlar sanacak. Halbuki bunların daha edebiyatta isimleri yok. Matbuat imzalarını tanımıyor. Yine benim için bir tarizi var: 'Ömer Seyfeddin ısmarlama hikâye yazmasa pek mümtaz bir hikâyeci olacak! Fon Sadriştayn'ın Karısı bunu ispat eder...' Bu sözü mülakatta Rıza Tevfik de söyledi. Ismarlama hikâye!.. Düşünüyor, düşünüyor, bunun ne olduğunu anlayamıyorum. Ben her şeyden, en ehemmiyetsiz bir katreden, bir cümleden bir hikâye, koca bir roman çıkarabilirim. Sanat hikâye ve romanı çıkardığım ehemmiyetsiz şey değil, benim o şey etrafında canlandırdığım hayattır!..."

Ben bu sözlere bir şey ilave etmek istemem; yalnız şunu söyleyeyim ki Ömer Seyfeddin'e bazılarınca isnat edilen bir kusur da onun "déscription"a (tasvir) ehemmiyet vermeyişidir. Hatta geçenlerde bir mecmua "Ömer Seyfeddin hikâyecilikte bir şeye en çok ehemmiyet veriyordu: Vakanın hareketi. İhtimal Ömer Seyfeddin'in meziyet ve noksanı buradadır. Ömer Seyfeddin'de vakalar daima canlı ve hareketlidir. Fazla tafsilat yoktur. Uzun tasvirlere, tahlillere hiç tesadüf edilmez. Bunun ifratı Ömer Seyfeddin'in hikâyelerinde biraz kuru ve yavan bir tesir bırakmıştır..."

Hikâyenin tekniğini bizim memlekette hemen herkesten iyi bilen Bahar ve Kelebekler sahibi "nuvel" (nouvelle) ve "kont"ta (compte) tasvirin mevki ve derecesini pek mükemmel tayin eden bir adamdır. Fakat uzun seneler Halid Ziya Beyin bitmez tükenmez tahlilleriyle ünsiyet eden genç ediplerimizden bir kısmına bu tarzda düşündükleri için hak vermesek bile "mazurdurlar" diyebiliriz. Ömer Seyfeddin'in bu husustaki estetiğine gelince onu şu sözlerle pek iyi anlatmıştır: "Edebiyatsız edebiyat!" Çünkü bu millet asırlarca edebiyatlı edebiyatla meşgul edilmiştir. Bu sisteme ilk darbeyi Ömer Seyfeddin vurduğu için onun bir kıymeti de bu noktada olsa gerek. Nitekim aynı mecmuanın büyük bir insafla tasdik ettiği üzere "Bahar ve Kelebekler Türkçede hiçbir zaman ismi unutulmayacak nefis bir cilttir".

Ömer Seyfeddin "edebiyatsız edebiyat" demekle Servet'i Fünuncularla muakkiplerinin terkip, teşbih, ifade şaklabanlıklarına tariz ederdi. Onun hiçbir hikâyesinde özenti yoktur. Sahsen nasıl nümayişi sevmez idiyse, hikâyelerinde de gösteriş için bir kelime yazmazdı. İşte birkaç muhtelif tasviri:

"Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem ve parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu."... "Karşı sahilde mor, farkolunmaz sisler altındaki dağlar... korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havaî hakikati gibi uçan martı sürüleri!"... "Zavallı yüzünü daha beter ekşiterek, uzamış tıraşlarını kaşıdı. Tepesi dökülmüş başı kocaman bir bilardo yuvarlağı gibi gayet muntazam, gayet parlak, gayet beyazdı."... "Vapur Sarıyer'e yanaşıyordu. Kalktık. Ufkî parmaklıkların arasından birer birer güverteye geçtik. Çömelmekten bacaklarımız öyle uyuşmuştu ki tıpkı oğullarına kız aramaya giden romatizmalı ihtiyar anneler gibi badikliye badikliye yürümeye başladık."

(Biti anlatıyor) "Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur... Muntazam adımlarla ilerler... Sefillerin içinde yaşar, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Tabiatı iyidir. Sakindir, ne sokar ne yaralar, yalnız gıdıklar." ... "Yavaş yavaş yaklaştığımız hürriyet tepesinin yapraksız ağaçları kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, gamlı iskelet gölgeleri gibi görünüyorlardı."

Dikkat eden kari derhal anlar ki Ömer Seyfeddin uzun, yorucu tasvirlerden şiddetle kaçınıyor. Neyi resmetmek istiyorsa bir iki fırça darbesini kâfi görüyor. Tıpkı Mopasan (Maupassant) gibi!... Her hikâyesinde ve bu meyanda Bahar ve Kelebekler'i teşkil eden parçalarında bütün kudret ve mahareti bilhassa bu noktada mündemicdir. Okuyan, kolaylıkla yazılabilecek şeyler karşısında bulunduğunu zanneder. Adeta kelimeleri, üslubu görmez; vakalarla meşgul olur. Fakat dikkat edecek olursa bu vakalar tabiattaki vakalardan daha mümtaz ve hususidir, orijinaldir, ekzantiriktir. Müstesna bir kafanın buluşlarıdır. Kendini göstermeyen üslup ise herkese nasip olmaz, bir mazharîyetin mahsulüdür. Öyle bir mazharîyet ki kendini göstermek istemediği halde derhal hissedilir. İnsana: "Bu Ömer Seyfeddin'in kaleminden çıkmıştır" dedirtir. İşte onun sanatı!..

(Hayat, 26 Mayıs 1927, sayı 26; Latin harflerine aktaran: Tamer Erdoğan, Virgül dergisi, sayı: 25, Aralık 1999).

 

Yazar: ALİ CANİB

ÖMER SEYFETTİN'İN HAZİN HİKAYESİ

ÖMER SEYFETTİN'İN HAZİN HİKAYESİ

 

SABAH GAZETESİ

 

Ünlü Türk hikayecisi Ömer Seyfettin’in hazin hayat hikayesi yayınlandı.

Derin Tarih Dergisi Temmuz sayısında yer alan Ümit Bayazoğlu imzalı makaleye göre, Ömer Seyfettin 23 Şubat 1920'de şeker hastalığından ötürü son durağı olacak Haydarpaşa Hastanesi'ne kaldırılmış, 6 Mart 1920'de ise bu hastanede son nefesini vermişti. Bayazoğlu ünlü yazar Ömer Seyfettin'in hazin ölüm hikayesini şöyle anlatıyor:

Şeker hastası olmuştu ve daha kötüsü bu maraz hızla ilerliyordu. Fakat bundan ne kendisinin ne de o devir doktorlarının haberi vardı.

Olamazdı da zira o zamanlar diyabet ve insülin dünyada bile bilinmiyordu. Her doktora gittiğinde şekerin yaptığı eklem ağrıları için romatizma tedavisi uyguluyorlar ve çıkarken sıkı sıkı tembihliyorlardı: "Aman azizim bol bol portakal, madalina ye, üzüm hoşafı iç" diye.

Böyle diye diye 23 Şubat 1920'de yazarı bir daha kalkmamak üzere yatağa düşürdüler. Ve Ömer Seyfettin 6 Mart'ta Haydarpaşa Hastanesi'nde "Ah Selanik!" diye inleye inleye son nefesini verdi. Nümayiş gibi kalabalık ve öfkeli bir cemaatin huzurunda cenaze namazı kılındıktan sonra Kuşdili'nde Mahmud Baba haziresinde toprağa verildi. Cenazesinden bugüne iki hatıra kaldı. Birincisi, Mahmud Baba haziresinin üzerinden yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı kaldırılacak ve 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledilecekti. Vefatından 19 yıl sonra kemikleri Asya'dan Avrupa'ya nakledildi.

İkinci ve en acısı, vefatından sonra cenazesi kimsesizlerin cenazeleri gibi Haydarpaşa Numune Hastanesi'ne kaldırılmış ve orada görevli Sivaslı bir hademe tarafından karnı yarılarak otopsisi yapılmıştı. Kadavrasının fotoğrafını ise kütüphane memuru çekmiş, etrafında toplananlar ilgisiz nazarlarla fotoğrafçıya bakmışlardı. Halbuki önlerinde yatan edebiyatımızın usta kalemlerinden birinin cenazesiydi. Bu ayıp bize yeterdi.

Bir ikincisini yetiştiremediğimiz Ömer Seyfettin sahipsiz ve yapayalnız ölmüş, cenazesi hastanede kesilip biçilmiş ve arkadaşları bundan çok sonra haberdar olabilmişlerdi. İnanmayan Yusuf Ziya Ortaç'ın Bir Varmış Bir Yokmuş: Portreler adlı kitabındaki ilgili bölüme baksın.

KAYNAK: Ömer Seyfettin’in hazin hikayesi (sabah.com.tr, 3.7.2014).

 

Yazar: SABAH GAZETESİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör