Halit Fahri Ozansoy

Yazar, Şair

Doğum
Ölüm
23 Şubat, 1971
Eğitim
Galatasaray Lisesi

Şair ve yazar. (D. 1891, İstanbul - 23 Şubat 1971, İstanbul) Şair, yazar, çevirmen ve tıp doktoru Mehmet Fahri Paşa’nın oğlu. İlk şiir bilgisini ailesinden ve çevresinden aldı. Bu sebeple şiirle çok erken yaşta ilgilenmeye başladı. Kendi söyleyişiyle yine o yaşlarda “ruhunun kapılarını mistik lirizme” açtı. İklokulu Tefeyyüz Mektebi’nde bitirdi. Ortaokula Bakırköy’de başladı, sonra yatılı olarak Mekteb-i Sultanî’ye (Galatasaray Lisesi) verilir. Buradaki Türkçe öğretmeni Ali Kâmi Bey, verdiği derslerle ve okuduğu şiirlerle Halit Fahri’nin şiir zevkinin gelişmesini sağladığı gibi, yazdığı şiirleri düzeltti ve onu teşvik etti. Halit Fahri, Galatasaray Lisesinde iken zatülcenp hastalığına yakalandı, bu yüzden okula devam edemedi. Filibe Elçiliğinde görev yapan amcası Ali Hilmi Bey’in isteği üzerine oraya gönderildi (1905). Orada bir süre tedavi gördükten sonra düzeldi ve Türk Rüştiyesine devam etti. Ayrıca özel Fransızca dersleri aldı. Filibe Rüştiyesinde Türkçe öğretmeni olan Zühtü Bey, Halit Fahri ile özel olarak ilgilendi. Amcasının İstanbul’a dönmesi üzerine, yeniden Galatasaray Lisesine başladı. Tevfik Fikret’in Galatasaray Lisesine müdür olduğu ve II. Meşrutiyet’in ilânı (1908) yıllarında, Halit Fahri bu okulda öğrencidir. İlk yazıları bu okulda çıkarılan Traje adlı dergide yayımlandı. Edebiyat öğretmeni olan Mösyö Bouche’un gayret ve yardımlarıyla, klasiklerin yanında Fransız romantikleri ile sembolistlerini de okumaya başladı. Böylece Fransız edebiyatını tanıma fırsatı buldu. Aruz ölçüsüyle yazdığı Sana adlı ilk şiiri Rübab (1912) dergisinde yayımlanmıştı. Aynı yıl, babasına ithaf ettiği Rüya adlı şiir kitabını çıkardı. Şehbal, Safahat ve Kehkeşan (1912-13) dergilerinde şiirlerini yayımlamayı sürdürdü. O dönem şiirlerinde ele aldığı konular, Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Âtî akımlarına has duyuş tarzı çevresinde düşünülecek cinstendir.  Millî Edebiyat akımına katılarak Yeni Mecmua'da (1917-18) yayımlamaya başladığı hece şiiriyle adını duyurdu.  

Halit Fahri, Galatasaray Lisesini 1914 yılında bitirdi. Aynı yıl, Darülfünûnda (Üniversitede) açılan ehliyet sınavını kazanarak Muğla Lisesi edebiyat ve felsefe öğretmenliğine (1914-16) tayin edildi. Bir yıl da Konya’da çalıştıktan sonra İstanbul’a nakledildi. Burada sırasıyla Üsküdar, Vefa (1918), Kadıköy (1919-26), Galatasaray, İnönü, Beyoğlu, Atatürk Kız Lisesinde (1926-56) görev yaptı. Ayrıca 1932 yılında, ek görev olarak İtalyan Ticaret Lisesinde Türk edebiyatı öğretmenliği yaptı. Atatürk Kız Lisesi edebiyat öğretmenliğinden yaş haddini doldurarak emekli (1956) oldu. Zincirlikuyu Mezarlığı’na gömülüdür.

Öğretmenliğe başladığı zaman, şiirde belirli bir olgunluğa ulaşmış, Ziya Gökalp’in teşviki ile hece vezni ve yalın bir Türkçe ile şiir yazmaya başlamıştı. Bu şiirlerini 1917-18 yıllarında Yeni Mecmua’da yayımladı. Böylece “Hecenin Beş Şâiri” arasında yer aldı. Aruzdan heceye geçişini ve bu yıllarda gerçekleştirmek istedikleri gayeyi şöyle anlatır:

“Biz aruzdan heceye geçerken muhakkak ki millî bir dâva güttük ve bu, ‘Hecenin Baş Şâiri’ diye tanınanlar arasında benim de bulunmama mühim bir âmil olmuştur. Yalnız şunu arz etmek isterim ki, heceye geçenler daha evvel aruz veznindeki şiirleriyle ve bu vezinleri gayet iyi kullanmalarıyla kendilerini tanıtmış bulunuyorlardı. Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Enis Behiç ve müsaadenizle ben... Benim Gülistanlar Harabeler isimli şiir kitabımdaki şiirler ve sonra Baykuş piyesi heceden evvelki tanınmamıza sâik olan eserler arasındadır. Bu noktayı belirtmekten maksadım şudur: Biz hececiler diye tanınanlar daha evvel aruzu sakatlamadan ve beğendirerek kullanabilmiş ve bu yolda eserler vermiştik.

“Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi ızdırapları içinde Ziya Gökalp’in irşatları ve millî duyguyu, millî hırsı telkin edişi bize gittikçe ilham kaynağı olmakta idi. Demek hece vezni basitlik değil, iç sesleri bulabilmek kudretidir. Her büyük şâirin 6+5’i de kendisi ile beraber yaşar ve beraber gider. Bunun için derim ki hece vezni bizim millî veznimiz olduğu kadar estetik veznimizdir de. İşte biz hececiler bu yola girince ilk zamanlarda aruza da veda edememekle beraber bu yoldan yürüdük. Gerek millî mevzularda, gerek lirik, pastoral mevzularda Emin Bey’in parmak hesabı yolunu bırakarak asıl yürümemiz lâzım gelen yolda yürüdük. Zengin kafiyeler birbirini kovaladı ve bugün gerek hecenin beş şâirinden, gerek onları takip edenlerden kalan şiirler ortaya çıktı. Bu suretle hece vezni zaman ile müstezatları ve serbest nazım nevilerini de içerisine alarak modern şiirimizin bugünkü yoluna kadar geldi.” 

  Ziya Gökalp’in görüşlerinin etkisine girmeden önce okuduğu Fransız sembolistlerinin etkisiyle şiirde musiki (ahenk) sorunu üzerinde düşünmeye başlamış ve yazdıklarında bu şiirsel olguyu uygulamaya başlamıştı. Halit Fahri, arkadaşlarıyla birlikte Rübab dergisinden ayrılıp Safahat adlı derginin çevresinde toplanmaya başladıkları günleri anlatırken, bu musiki merakına da değinerek şöyle der: 

“Efendim, o zamanlarda Fransız sembolistleri yeni görüşleri, duyguları ve anlatış şekilleri ile klâsizmi de romantizmi de batırmış çıkmıştı. E, bu yeni şiir cereyanına dayanılır mı? Biz de sembolist olmuştuk. Bu arada Paul Verlaine’in ‘Her şeyden evvel musiki’ diye başlayan şiiri vardır ya, işte o şiirle Verlaine’in ortaya attığı teze sarılmıştık. Tez doğrudur, şiir iç sesidir, şâir kendi içinde o sesi bulursa orijinaldir, bulamazsa demek ki şiire yeni bir ses getirememiştir. Mesela bizim edebiyatımızda yüce Yunus Emre’nin sesi kendininse, taklitçilerinin sesi kendilerinin değildir. Onun için Yunus unutulmaz, yaşar...”

Mütareke döneminde, on sekiz sayılık ömrü olan Nedim adlı haftalık bir dergi çıkarmaya (Mart-Haziran 1919) başlar. Dergide Falih Rıfkı, Ruşen Eşref, Yahya Kemal, Reşat Nuri, Faruk Nafiz, Ahmed Hikmet, Faik Ali, Ali Canip, Ahmet Refik ve Hakkı Süha gibi yazar ve şâirlerin yazı ve şiirleri yayımlanıyordu. Nedim’de hece ölçüsüyle yazılmış şiirler yanında aruzla yazılmış olanlara da yer vardı. Aynı yıllarda Yusuf Ziya Şâir adlı dergiyi çıkarıyor ve bu dergide yalnızca hece vezniyle yazılmış şiirlere yer veriliyordu. Bu sebeple, her ikisi de “Hecenin Beş Şairi” içinde yer alan Halit Fahri ile Yusuf Ziya arasında, şiirde vezin sorunları çevresinde tartışmalara yol açtı.

Halit Fahri, savaş yıllarına ait duygularını ifâde eden şiirlerini Cenk Duyguları (1917) adlı kitabında bir araya getirmişti. Bunu, fikir ve düşünce şiirlerinden oluşan Efsâneler (1919) adlı kitabı izledi, bu kitaptaki şiirlerinde Doğu mitolojisine geniş yer verdi.

Halit Fahri, daha sonraki şiirlerini Yarın (1921-22), Hayat (1926-28), Aydabir (1935-37), yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Servet-i Fünûn (1926-42), Çınaraltı (1942) dergilerinde yayımladı. Ayrıca Varlık ve daha çok da Hisar dergilerinde göründü. Uzun bir süre de İstanbul Şehir Tiyatroları dergisinin yönetmenliğini yaptı. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinden oluşan ilk kitabı Bulutlara Yakın (1920) adını taşır. Aruzla ölçüsüyle yazılmış şiirlerden oluşan Gülistanlar Harabeler (1922) kitabı daha sonra basıldı. Onun hece ile yazdığı en olgun şiirleri Paravan (1929) ve Balkonda Saatler (1931) adlı kitaplarında yer alır. Halit Fahri Ozansoy, tiyatro eserleriyle de edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir. Oyunları önce Darülbedayi'de (İstanbul Şehir Tiyatroları) sahnelenmişti.

Son şiir kitabı, eşinin ölümünden duyduğu acıyı ve bu sebeple içine düştüğü yalnızlığı dile getiren şiirlerinden oluşur. Ömrünün son yıllarında Hisar dergisinde Batıdaki tiyatro hareketlerini konu alan yazılarını, Tercüman gazetesinde de anılarını yayımladı.

ESERLERİ:

ŞİİR: Ruyâ (1912), Cenk Duyguları (1917), Efsaneler (1919), Bulutlara Yakın (1920), Zakkum (1920), Gülistanlar Harabeler (1922), Paravan (1929), Balkonda Saatler (1931), Sulara Dalan Gözler (1936), Hep Onun İçin (1962), Sonsuz Gecelerin Ötesinde (1964).

TİYATRO: Baykuş (1916), İlk Şâir (manzum, 1923), Sönen Kandiller (manzum,1926), Nedim (manzum, 1932), On Yılın Destanı (manzum, 1933), Ali Baba Yahut Kırk Haramiler (manzum, 1936), Oyuncaklar (manzum, 1936),  Fatma’nın Dileği (1938), Nesrin’in Üç Elbisesi (1939), Bir Dolaptır Dönüyor (manzum, 1958), İki Yanda (1970).

Ayrıca sahnelenmiş ancak basılmamış tiyatro eserleri ve çevirileri de vardır.

ROMAN: Âşıklar Yolunun Yolcuları (1939), Sulara Giden Köprü (1939), Yol Geçen Hanı (1946).

ANI: Edebiyatçılar Geçiyor (1939 / genişletilmiş olarak ve Edebiyatçılar Çevremde adıyla, 1970), Şehir Tiyatrosunun 50.Yılı: Darülbedayi Devrinin Eski Günleri (1964), Eski İstanbul Ramazanları (1968).

İNCELEME-ARAŞTIRMA: Yunan Tiyatrosu: Tragedia (1946), Fransız Edebiyatı ve Edebî Okullar (1955), Yardımcı Bilgilerle İncelemeli Batı Edebiyatı Örnekleri (1956).  

ÇEVİRİ: Bir Sipahi'nin Romanı (Pierre  Loti'den), Goethe’nin Aşkları ve Aşk Şiirleri (1936).

DERLEME: Güzel Yazmak Usulleriyle Edebî Kıraat Nümûneleri (1925), Edebî Kıraat Nümûneleri (1926), Ortaokul Eleme İmtihanlarına Hazırlık (1945).

İNCELEME-ARAŞTIRMA: Yunan Tiyatrosu: Tragedia (1946), Fransız Edebiyatı ve Edebî Okullar (1955), Yardımcı Bilgilerle İncelemeli Batı Edebiyatı Örnekleri (1956).  

KAYNAKÇA: Hikmet Feridun Es / Bugün de Diyorlar ki (1932), Ali Kemal Meram / Halid Fahri Ozansoy’un Şiirleri: Sulara Dalan Gözler (Uyanış-Servet-i Fünûn, 21 Nisan 1938), Ragıb Şevki / Halid Fahri ve Yeni Eseri: Sulara Dalan Gözler (Uyanış-Servet-i Fünûn, 19 Mayıs 1938), Mehmet Behçet Yazar / Halit Fahri Ozansoy: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı (1938), Mustafa Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar (1960), Yusuf Ziya Ortaç / Bizim Yokuş (1966), M. Türker Acaroğlu / Ozanlar ve Yazarlar (1967), Baki Süha Ediboğlu / Bizim Kuşak ve Ötekiler (1968), S. Osman Kocahanoğlu / Millî Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler (1976), İsmail Parlatır / Türk Ansiklopedisi (1977), Prof. Dr. Mehmet Kaplan / Şiir Tahlilleri I (7. baskı, 1981), Seyit Kemal Karaalioğlu (Resimli-Motifi Türk Edebiyatı Tarihi (c. 4, 1982), Metin Kayahan Özgül / H. Fahri Ozansoy (1986), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (Yay. Haz. Mustafa Everdi, 1999), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. II, 2000), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Birsen Pekçolak - Zeki Büyüktanır / Homeros'tan Günümüze Anadolu Destanları (2002), Şerif Aktaş / Büyük Türk Klâsikleri (cilt: 12, 2004). 

 

 

BUGÜNKÜ SÂDABÂD

Daha dün neşe verirken yâdı,

Gömelim ağlayarak kalbimize

Şimdi hicran dolu Sâdabad’ı.

Onu son matem unutturdu bize.

 

Ne o gözler ki siyah bir inci,

Ne peri yüzleri tül yaşmakta.

Ne de üç çifte kayıklar Haliç’i

Geçerek sessiz uzaklaşmakta.

 

Ne gazeller, ne de saz sesleri var.

Kim bilir hangi derinliklerde

İnce, kıvrak, asabî kahkahalar?

Laleler nerde?.. Çırağlar nerde?..

 

DENİZDE AY

İndi solgun ve ılık

Ay ışığı denizi

Bal rengi bir tatlılık

Çöktü gözlerinize.

 

Baktınız uzun uzun

Bu sulara baktınız,

Sulara ruhunuzun

Tadını bıraktınız!

 

Bu tatla aydınlanan enginlere aktınız!

MUM IŞIĞINDA

Gittikçe donuklaşan bir âlemin dışında

Bir rüyaya dalarız solgun mum ışığında.

Nineler bu ışıkta ördü dantellerini;

Saçlarının bu ışık öptü ak tellerini;

Bu ışıkta gözleri aydınlandı kızların;

Karanlığın bu ışık dağıttı korkusunu;

Yavrular bu ışıkta uyudu uykusunu;

Başında tel duvağı, göğsünde yaseminler,

Bu ışıkta soyundu nice taze gelinler;

Çerçevesi sedefle kakmalı aynalara

Bu ışıkla aksetti daha nice hatıra;

Nice anne çehresi, nice masum gülüşü,

Bazen de ağlar gibi bir dudak bükülüşü!

Demek ki ruhumuza uzak değil bu ışık;

İçinde parça parça benliğimiz karışık,

Bırakın parıldasın bari bir tek mısrada,

Hiç olmazsa Nedim’in çehresi gelir yâda

Gözlerimiz önünden geçer beyaz yaşmaklar,

Düşünürüz tülleri ateşleyen dudaklar,

Ve aynaya akseden alın kırışığında

Ölümü hatırlarız solgun mum ışığında.

HALİT FAHRİ’NİN ÇEVRESİNDEKİ EDEBİYATÇILAR

Edebiyatçılar Çevremde, çeşitli tarihlerde yazılmış ve gazeteler ile dergilerde yayımlanmış yazıları toplayan bir kitaptır. Bunun tabiî bir sonucu olarak bir bütünlük göstermemektedir. Onun bütünlüğü, yazarın anılarıdır. Bu anılar, elbette bir bütün teşkil eder. Ayrı ayrı zamanlarda ve çeşitli vesilelerle yazılmış olmaları bu bütünlüğü bozamaz.

Ozansoy, dil bakımından hiç de eskiye bağlı görünmüyor bu kitabında. Dili, konuşulan dilimizdir. Onların gençlik yıllarında edebiyatımızda, yazılarda görülen dili bırakmıştır Osansoy, Bir yanı ile yeni kelimelere de açıktır. Onun dilini belirtmek bakımından, Osman Cemal ile ilgili şu satırları alıyorum buraya: “Osman Cemal Kaygılı'nın üç büyük romanından biri 'Çingeneler' ismini taşır. Realizmin kuvvetli bir eseri olduğunda şüphe yoktur. Şaşılacak derecede tekniği de sağlam bir roman. Bunu yazmak için uzun yıllar çingenelerin arasına girerek ve onlarla dost olarak yaptığı incelemelere ne kadar hayran kalsanız, Emile Zola gibi yer yer realizmi taşarak natüralizme yaklaşan bir eser vücuda getirmek için çektiği mihnete daha çok şaşarsınız. Bunun karşılığında kaç para geçmiştir eline” (s. 105). Ozansoy, bu yazılarında bir sohbet havası içindedir.

Ozansoy, bugün unutulan bâzı yazarlarla ilgili anılarını da yazmakla, onları unutuluşun kucağından çıkarmış sayılabilir mi? Hakkı Süha'nın unutulduğuna iyiden iyiye üzülüyor yazar. Hakkı Süha, şair olarak gerçekten tanınmaz gençler tarafından; ama bir yazar olarak, öğretmen olarak elbette bilinir. Bir noktada anlaşmamız gerekiyor: yazarları ve şairleri unutulmaktan kurtaracak eserleri ve onların eserleri üzerine eğilecek yazarlardır. Ozansoy'un adlarını andığı, anılarını yaşadığı yazarların ve şairlerin bazıları gerçekten bir yana bırakılmıştır bugün. Fakat, geçinme derdinden uzak kalacak.ve incelemelerini yayımlayacak dergiler bulabilecek incelemeciler o eserlerin üzerine eğildikleri zaman gerçek değerler çıkacaktır ortaya. Bir zamanların genç kız çeyiz sandıklarında götürülen Zavallı Necdet adlı romanın değeri nedir?. Genç kalanın çeyiz sandıklarında gelin gittikleri eve götürülmesi mi, romanın tekniği mi, dili mi, anlatılan olayı mı? Zavallı Necdet neden okunmuyor bugün? Demek ki eskiyen bir yanı var. Belki de eskiyen yanı yok, unutmuşuz onu. Unutmuş olmamız da doğru mudur? O roman gerçekten unutulmalı mıdır? Bütün bunlar bir incelemenin sonunda ortaya çıkacak, çıkarılacak hususlardır.

Halit Fahri Ozansoy bu yorumlara girmemiştir kitabında, girmek istememiştir. O, yalnızca anılarını ortaya koymuştur. Yoruma gitmediği için kınamıyoruz onu. Ama, anılarını yazdığı, böylece bazı konulara ışık tuttuğu için övmeliyiz onu. Anılar, yorum değilse de yoruma temel olacak bilgiler, belgelerdir. Edebiyatçılar Çevremde bu yönden değerli bir kitaptır. Yazık ki yanlışlarla dolu olarak basılmıştır. Emeğin, yılların anılarının bu yönden de  değerlendirilmesi gerekirdi.

                                                                         (Hisar dergisi, sayı: 80, Ağustos 1970, s.24-25) 

Yazar: MUZAFFER UYGUNER

“HALİT FAHRİ OZANSOY’UN TİYATRO ESERLERİ”

Edebiyat-ı Cedide dönemi şiirinde gördüğümüz gerçek hayattan kaçma teması Halit Fahri’de rüyâ âlemine sığınma ve uzak diyarları arzulama şeklinde karşımıza çıkar. Şiirlerindeki egzotik sahne ve renkler bu tema çevresinde ele alınabilecek cinstendir. Ayrıca onda maziye ve gençlik hâtıralarına bağlılık da hissedilir. Şiirde ferdî duygulanmalarını esas alan Halit Fahri, tedirgin ve karamsar ruh hâlinin şâiridir denilse hata edilmez. Ana temalarından biri ölümdür. Karanlığın çeşitli görünüşleri, kar, tipi, gök gürültüsü, harabeler ve baykuş Halit Fahri’de mekânın ve tabiî manzaraların anlatılmasında çok başvurulan kavram ve kelimelerdir. O, aşk temasını bile işlerken kavuşma ânının neşesini değil ayrılığın hüznünü ifâde yolunu seçmiştir. Tabiattaki renkleri ve sesleri nüanslarıyla fark edebilen şâirde hüzün, bir bakıma, gözlemden kaynaklanan unsurları idare eden ve düzenleyen psikolojik hâl olarak karşımıza çıkar. O, her yerde ve her şeyde ince bir hüzün hisseder.

Ozansoy’un ilk telif eseri Baykuş, Darülbedayi tarafından temsil edilen (1917’de) ilk manzum tiyatro olması ve o yıllarda Ziya Gökalp’in tesiriyle Anadolu’ya olan eğilimi yansıtması bakımından önemlidir. Baykuş, tiyatro edebiyatımızda üzerinde en çok konuşulan eserlerden birisidir. Türk tiyatrosunda bir merhale olarak kabul edilir.

Bir Anadolu köyünde geçen Baykuş’ta insanın bilinmeyen güçler ve ölüm karşısındaki çaresizliği işlenir. Ölüm saldırgandır. Ölüm döşeğinde yatan Mehmet’e hekim getirmek için kasabaya giden Nail’i kurtlar parçalar. Oğlunun ağır ağır gözünün önünde ölüme gidişini seyretmekten başka elinden bir şey gelmeyen İhtiyar Köylü de cinnet geçirir.

1926’da yayınlanan Sönen Kandiller, 1926-27 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konulmuştur. Vaka, 1921-1922 yıllarında İstanbul’da Bostancı’da cereyan eder. Cihan Harbi’nin karamsarlığıyla kaleme alınan Baykuş’tan sonra, Sönen Kandiller, Anadolu’da İstiklâl Mücadelesi verilen dönemde geçer: Oyunda iki gencin ümitsiz aşkı konu edilir.

İlk Şâir, Ozansoy’un ikinci manzum oyunudur. 1923 yılında yayınlanan oyun dört perdedir. Vaka, efsanevî bir adada, çoban Kan Çelik’in, adanın melikesi Ay Melek’e olan ümitsiz aşkıdır. Yazar, mitolojik ve folklorik malzemeden yeterince faydalansa; ilişkiler ve çatışmalar zinciri iyi bağlansa ortaya çok mükemmel bir eser çıkabilirdi.

Cumhuriyet’in onuncu yılının kutlandığı günlerde, İstiklâl Harbi’ni ve inkılâpları ele alan pek çok eser yazılır. Bu tür oyunlardan On Yılın Destanı ise 1932 yılında Gazi’ye bir şükran ifadesi olarak kaleme alınmıştır. Oyun 1933 yılı 29 Ekim’inde İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından temsil edilmiş ve aynı yıl bastırılmıştır.

Türk şiirinin büyük ustası Nedim’in ölümüne kadarki kısa bir süreyi ele alan Nedim adlı oyun, 1928-29 tiyatro sezonunda Darülbedayi’de temsil edilmiştir.

1935 yılında yayınlanan Hayalet, psikolojik bir eser olmasına rağmen, cemiyeti de objektif bir biçimde yargılar. Bu oyunda fantastik bir tedai dünyasının kapıları aralanır. Hayalet mükemmel çatılı, zayıf dokulu ve şiiriyete harcanmış bir oyundur.

1958 yılında yayınlanan Bir Dolaptır Dönüyor, 3 perde 12 tablodan meydana gelmiş bir manzum komedidir. Oyunda, Karagöz kahramanları sahneye getirilir.

Mekânını kurarken ışığa çok önem veren Ozansoy, adeta mekâna ışıkla ruh verir. Öyle ki, mekânı ortadan kaldırsak, vakayı ışıkla çerçeveleyebiliriz. Işık seçimiyle aksiyonun gelişimini takip etmek mümkündür.

Yazarın dili bazen halk söyleyişine yaklaşan bir Türkçe’dir. Herşeyden önce bir şâir olan ve eserini bir şâir gibi kuran Ozansoy, her fırsatta, dramatiği şiire feda etmiştir. Kahramanların duygu ve düşüncelerini anlattığı bölümler adeta oyundan kopuk bir şiir parçasıdır. Bazen bir cümle, hatta bir kelimeyle ifade edilecek şeyler, mısralarca sürüp gider. Hemen bütün oyunlarında konuşan sanki kahraman değil, yazarın kendisidir ve bunu hissettirmekten çekinmez.

 (Büyük Türk Klâsikleri, 2004)

Yazar: Prof. Dr. ŞERİF AKTAŞ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör