Saffetî Ziya

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
Ölüm
25 Temmuz, 1929
Eğitim
Galatasaray Sultanisi (Galatasaray Lisesi)

Hikâye ve roman yazarı (D. 1875, İstanbul - Ö. 25 Temmuz 1929, İstanbul). Özel bir öğrenimden sonra Galatasaray Sultanisini (lise) bitirdi. Dışişlerinde görev alarak Hariciye Kalemi ve Tahrirat-ı Hariciye Kâtipliği yaptı. Daha sonra Şûra-yı Devlet (Danıştay) üyeliği, Hariciye Protokol Şefliği gibi görevlerde bulundu. Atandığı Prag Elçiliğine başlamadan, Büyükada’da verilen bir baloda kalp yetmezliği sonucunda öldü. Hikâyeleri 1896 yılında itibaren Servet-i Fünûn dergisinde ve bir ara çıkardığı Ziya adlı günlük gazetede yayımlandı. Konusunu zengin şımarıkların hayatı ile Beyoğlu eğlencelerinden alan oyun, roman ve hikâyeleriyle tanınmıştı.

ESERLERİ:

ROMAN: Salon Köşelerinde (1912).

HİKÂYE: Bir Tesadüf (1900), Bir Safha-i Kalb (1912), Hanım Mektupları (1913), Kadın Ruhu (1914), Silinmiş Çehreler Beliren Simalar (1924).

OYUN: Haralambos Cankiyadis (1912).

DİĞER: Adab-ı Muaşeret Hasbihalleri (1927), Dahili Teşrifat Rehberi (1928), Nasıl Giyinmeli (1929).

KAYNAK: Tahir Alangu / Servet-i Fünûn Edebiyatı Antolojisi (1958), Cevdet Kudret / Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (2. bas. 1970), TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

HATIRALAR

 

Bu isim bende en uzak ve uzun hatıralara yol açıyor. Zira 1900 senesi civarından, çocukluğumdan ta Paris’e gidinceye kadarki zamanıma ait Boğaziçi, Mektebi Sultanî ve Edebiyat-ı Cedîde hatıralarıma karışmıştır. Saffetî Ziya’nın babası Ziya Beyin ailesiyle benim ailemin çifte bir sıhriyetle çoğalmış bir dostlukları vardı. Bizde isimleri,”Boyacı köyündekiler” olan bu komşularımızla sık sık görüşürdük. Ziya Beyin ailesi o zaman alafrangalılaşan ailelerden biriydi. Yeni yaptırmış oldukları kuleli yalı - ki pek çirkindir -  alafrangalılığın olanca cazibesiyle şık ve güzel görünürdü; Saffetî bey babasının ismini kendi ismine ilâve eden ilk Türklerden ve o zaman Türklerin müdavimi olmadıkları Beyoğlu, balo, Fransız tiyatrosu ve suare âlemlerine dahil olan sayılı Türklerden biriydi. Yalıda kulelerin birinin altındaki yuvarlak ve büyük odasını bilirdim ama kendisine burada bir defa bile rasgelmemiştim.

Saffetî bey gençliğinde şıklığı ile meşhurdu: Açık renkli kalın İngiliz kumaşları ve Botterden olacak, kloş pardösüler, yakası kadife lâcivert makferlanlar, açık renk eldivenler giyer, kutusundan yeni çıkmış gibi fazla ütülü, renkli, Tepebaşı ve Beyoğlu caddelerinde dolaşır, bir aşağı, bir yukarı ve arada - şimdiki Türkuvazın bulunduğu Bonmarşenin içinden - bir sokaktan ötekine geçerdi. Bir gün o böyle her önünden geçtiği camekânda tuvaletini süzerek, memnun ve neşeli dolaşırken, arkasından yürüyordum ve haline baktım. Potinlerinin,  gömleğinin, boyunbağının, esvabının renkleri ve biçimleri kendisine alenî bir haz veriyor ve gözleriyle bu taşıdığı şeyleri âdeta yiyor gibiydi. Siyah, ince, uzun, uçları yukarıya doğru kalkık, tıpkı Edmond Rostand’ın meşhur bir resminde görüldüğü gibi bıyıkları vardı. Ve o zamanlar bu ince siyah saçlı, sivri bıyıklı genç “Aig Lion” şairini andırıyordu. Kendisinin de fraklı olarak alınmış bir resmi vardı ki bunu hem odasına asmış, hem akrabasından birisine vermiş ve her ikisinde de Saffetî Ziya ismi üstünde, şu cümleyi yazmıştı: “Gayet resmî!”

            Bir gün de, inanılmaz manzara! Saffetî  bey o şıklıktan âdeta  Frenkleşmiş haliyle Küçüksu deresinin sandalla gidilen son noktasında Hasan’ın salaş tiyatrosuna geldi ve bizim bulunduğumuz locanın yanında oturan birisine şu cümleyi söylediğini duydum: “Ben buraya “ide” almağa geliyorum, monşer!” Hattâ bu geliyorum bile,”r” Fransızca’ya çalan fena bir telâffuzla iyi çıkmadığından, - zira Saffetî Ziya bey biraz peltekti – “geliyoğum” gibi ecnebîlik, tasannuu kokan bir kelime oluyordu.

Bütün bir refah ve medeniyetin bu kadar sathî ve basit bir mahsul yetiştirmesi hazîndir. Fakat Edebiyat-ı Cedîde’nin zavallı muhitini git gide anlayamaz bir hale geliyoruz. O zamanlar her türlü tezâhüratında garplılaşmak o kadar seviliyor ve isteniyordu ki, iyi giyinip vakitlerini alafranga bir yerde çay içmekle geçiren adam1ar, medeniyet lâzımesini ifa etmiş gibi vicdânen müsterih ve memnun olurlar ve kendi kendilerine bir mübeşşir, bir örnek, bir mücâhit kıymet ve ehemmiyeti atfederlerdi. İstanbul’un böyle alafranga bazı mahalleri vardı ki buralarda yalnız bir seyran zevki değil, hem de yüksek bir medeniyete intisap etmiş olmanın gururu da tadılırdı.

O zamanlar Şûrâ-yı Devlet azasından olan Saffetî Ziya bey Sadrazam Sait Paşanın kızıyla evlenmiş fakat ayrılmıştı. Ona “Servet-i Fünûn” da bastırmış olduğu romana izafetle, “Salon Köşelerinde” muharriri denilirdi. Bir müddet sonra da “Hanım Mektupları” unvanlı hikâyelerini yine o mecmuada neşretmiş ve kısmen Fransızca’ya da tercüme etmişti. Edebiyat-ı Cedîde  kendi hareketine iştirak edenlere kuvvetli damgasını basardı. Harice karşı bir mekteb-i  edebiye'ye mensup görünmenin tesiri ne büyük oluyor!.. Bir gün yalıda rahatsız bulunduğu bir perşembe, kendisine “Servet-i Fünûn” getirmeyi ihmal etmiş olan kayınbiraderine karşı pek ziyade hiddetlenmiş olması bize bir hürmet ilka ediyordu. Onun üstünde bütün Edebiyat-ı Cedide’nin havası vardı. Ben onu böyle bir edip olarak takdir ederken daha pek çocuktum. O meşhur  romanını bile okumamıştım. Kitapları, hep edebiyata mâkuf  olacağını umduğum âtiye saklardım. Bu eseri yine anlamayacak bir yaşta okudum. Onun içindir ki pek beğenmiştim.   

Bütün bunlar bende hoş birer hatıra idi. Şimdi bunlara “tarihten evvelki vukûat” diyeceğim geliyor. Sonra meşrutiyet oldu. Saffetî Ziya, hafiyelere dair “Yıldız Böcekleri” diye âdi bir roman, “Haralambos Cankıyadis” diye, isminin kastettiği cinastan belli, diğer hâyîde bir roman neşretmişti. Eyvah, sukutu hayâle uğramıştım! Edebiyat-ı Cedîde’nin zarif muharriri bu muydu? Şimdi şahsen de tanışmıştık. Zavallı Saffetî Ziya bey! Ne iyi bir adama benziyordu. Nazik, kibar, hüsnü niyetle muttasıf, lakin mahdût ve havâi!

Sonra menhus harp seneleri başladı. Ve o umûmi harp içinde Berlin’e, sefirimiz Mahmut Muhtar Paşanın yanına gidip kalmış, tekrar uzun bir müddet matbuat âleminden uzaklaşmıştı. Nihayet mütâreke içinde avdetinde tekrar buluştuk. Ailesi yine Boyacı köyünde oturuyordu. Kömür az, köprüden son vapur erken kalkıyor, inanılmayacak kadar dolu, yan kamarasında da sigara içiliyor, herkes müşterek mübâhaseyi duyuyor: “Medeniyet demek konfor demek midir? – ki kendisi böyle derdi – “değil midir?” gibi bir mevzû üzerine bir münâkaşa. Asâbımı ve tahammülümü yoran ve bozan bu akşamlar için, o bir müddet sonra tekrar Avrupa’ya gitmek üzere veda ederken: “Ömrümde bu kadar lezzetli ve istifadeli saatler geçirmedim, o vapur akşamlarını pek arayacağım!” deyince şaşırdım.

Bir müddet sonra tekrar döndü, geldi, yevmî bir gazetede gençlerin edebiyatı takip etmediklerine, eskilerine hürmette kusur ettiklerine vesâireye dair çarşaf boyunda makaleler yazıyordu. Her fikir, her fikircik, ikizli, hattâ üçüzlü sıfatlarla uzun boylu üç dört cümle için de seriliyor, sallanıyor, dağılıyor, bir türlü kendini toplayamıyordu. Ve bu makaleler mâbâtlı olarak intişar ediyordu. Zavallı Saffetî Ziya bey! Kalemi ve edebiyatı hakkında yeni bir sukutu hayale uğradım. Ve sonra “Âdâbı Muâşeret” hakkında bir kitap neşredince, ki yegane ehemmiyet verdiği ve ihtisası olduğu bir şeydi, ne yapayım, onu artık ciddiye alamadım ve bu kitabını okuyamadım.

Saffetî Ziya şimdi orta yaşlı bir adamdı. Tekrar evlenmişti. Hayatından memnundu. Ankara’ya gelmiş, şehri ve idareyi pek takdir etmiş, ve nihayet “salon köşeleri”nden teşrîfat koltuğuna geçmiş, Teşrîfât Umum Müdürü olmuştu. Bu, kendi zevkine, tabiatına ve merakına uyan bir vazifeydi. Bu hizmette ifratı vazife perverlik olacak, hoppalığı ciddiliğe dönecek, kusuru bir meziyet sayılacaktı. O kadar vazifeşinastı ki, iyi bir hareketin teşrifata muhalif olabileceğini düşünse,- nasıl ki misalini gördük- bunu yapmaktan vazgeçerdi. Saffetli gözleri hâlâ gençliklerini muhafaza ediyordu. Bıyıklarını büsbütün kesmişti. Pek ziyade memnundu. Hemen evvelki perrân devirlerindeki kadar neşeli, çâlâk ve adeta raksândı. Hayatının en muvaffakiyetli devresine gelmişti. Ancak geçmiş seneler omuzlarında yaşlılığın çöküntüsünü hasıl etmiş, ve saçları beyazlaşmıştı. Hâla monokl takarak eski monden zara£etiyle giyiniyorsa da, vücudundan taşan bol kumaşlar ve boynuna sardığı fularlar ona bir nevi ihmal

ve acele hali veriyordu.

Hayat ve tecrübesi onu öyle hesabî bir burjuva yapmıştı ki, ekseriyetle söze ve tenkide karışmayan tok bir diplomat hali almıştı. Bazen cevap vermek istemediği sözleri hiç duymamış gibi sükûtla karşılardı. Bu, belki protokole muvâfıktı, fakat bu derece basit bir çareye tevessülünden adeta çocukluk karşısında gibi biraz merhamet duyuyordu.

Ölümü de hayatına benzedi. Fransızlar olsa “sans accent grave” diyeceklerdi. O zamana kadar gördüğüm diğer ölülerde bir ağırlık, güya bir hazırlanış duymuştum. Sanıyordum ki hariçten kazaen gelmeyen ölümün, içimizde bir hazırlanış devresi vardır. Saffetî Ziya’da bunun aksini gördüm. Ve o bana ne biçim hiçten oyuncaklar olup, nasıl birdenbire kırılıverdiğimizi gösterdi. Bir akşam Lebon’da refîkasına götürmek için hazırlattığı fondan paketini almağa acele ediyordu. Ve bana: “Bu gece adada balo var!” diye tebessüm ederek gitti. Ertesi sabah gazetede onun, o gece vefat etmiş olduğunu hayretle karışan bir teessürle okudum. Zavallı “Salon Köşelerinde” muharriri, bir salon köşesinde ve baloda, frakıyla, gayet resmi çalgı dinlerken fenalaşmış ve kendisine şüphe yok ki Boğaziçi, Beyoğlu,  Berlin, Ankara, hayatının zübdesini sunmuş olacak bir kadeh suyu içerken ve ötede daha susmamış mûsikî şüphesiz bütün ümitlerini ve hülyalarını kendinden söküp sonuncu bir guruba doğru sürüklüyor gibi gelirken her şeyin bitmekte olduğunu duyuran ancak iki üç dakikalık fâcianın  büyük buhranı içinde, birden bire ölüvermişti!

 

Hakimiyet-i Milliye, 7.8.1931

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör