Recep Seyhan

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Edebiyatçı

Doğum
Eğitim
Marmara Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü

Edebiyatçı, hikâye - roman- deneme yazarı.1954, Yeşilyurt köyü / Taşova / Amasya doğumlu. Marmara Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü mezunu. MEB’e bağlı okullarda Türk Dili Edebiyatı öğretmenliği yaptı, bir süre de idareci olarak çalıştı. Almanya’da, Bavyera Eyaleti’nde Ana Dili Tamamlama Dersleri öğretmeni olarak görev yaptı. Buradaki gözlem ve izlenimlerini daha sonra Augsburg Notları alt başlığıyla yazdı. Bu çalışma sonradan Çöp Kovasındaki Resimler adıyla yayımlandı. Bir süre de günlük bir gazetenin tashih servisinde musahhih olarak çalıştı.

1979’da Türk Edebiyatı dergisi ile başlayan yazı hayatı 1980’den sonra Mavera dergisi ile düzenli olarak sürdü. 28 Şubat döneminde uzun denilebilecek bir süre bir fetret dönemi geçirdi. Tekrar yazı hayatına döndü ve çalışmalarını kaldığı yerden sürdürdü. Bu süre zarfında Mavera, Ayane, Aylık Dergi, Kayıtlar, Dergâh, Yedi İklim, Türk Dili, Hece, Mahalle Mektebi, Dil ve Edebiyat gibi çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinde hikâye ve edebî yazılar yazdı. Güneşin Doğduğu Yerde adlı eseri ile 2013 ESKADER ödülünü aldı. İstanbul’da ikamet ediyor.

Anadolu insanının aile ve birey olarak hayatında meydana gelen sarsıntılar, çocuk duyarlılığı, dayatmalara karşı tepki ve kabullenişleri, inançlarına sığınma çabası, hikâyelerinde ele aldığı başlıca konular oldu.

İstanbul’da ikamet etmektedir.

 

Kişisel Web Site: recepseyhan.com.tr

 

 

ESERLERİ:

 

Öykü: Çiçekler Kesmişti Selâmı (1990, 3. Bas. 2015), Güneşin Doğduğu Yerde (2013, ESKADER hikâye ödülü; 2. Bas. 2016), Azazil’in Kapısında (2015), Metal Çubukların Dansı (2016), Zongo’nun Değirmeni (2019), Bir Sepet Hayal (2023).

 

Roman: Ebucehil Karpuzu (“15 Temmuz Romanı Jüri Özel Ödülü”, 2018).

 

Ders Kitabı: Edebî Metinler 1-2 (Bakanlık tavsiyeli, 1999).

 

Yayıma Hazırlama: Hatem Tayî Hikâyeleri (Osmanlı Türkçesinden yazı çeviri, 2016), Kelile ve Dinme (Mehdî Azer Yezdî, Güzel Çocuklara Güzel Hikâyeler, Çev. Nimet Yıldırım, 2017).

 

Deneme-İnceleme: Bana Hikâye Anlatma (Kuramsal yazılar, ontolojik - psikanalitik tahliller, 2017), Eve Giden Yolda (Osmanlı Kültürü Etütleri,  2019).

 

Gezi: Çöp Kovasındaki Resimler (Augsburg Notları, Gezi gözlem yazıları, 2017).

 

KAYNAKÇA:  İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007),  Şaban Sağlık / Hikâyesi Bilinmeyen İnsanların Öyküleri: Zongo’nun Değirmeni (2020), Recep Seyhan (recepseyhan.com.tr, 12.04.2020), Bilgi Teyidi (12.04.2020).

CÜMLE

CÜMLE

 

Recep SEYHAN        

 

Orta yere düşürülen cümle, bütün yüzleri önce ekşitti, sonra morarttı.

Herkes bir anda neye uğradığını şaşırmıştı.

İnsanlar, önce, şaşkın şaşkın birbirine baktı. Y de onlardan biriydi ve o da diğerlerine baktı.

Her bir bakış sahibi diğerine ‘bu cümle sana mı’ ya da ‘sana değilse kime’, der gibi bakıyordu ve cümleyi çevresinden ötelemeye çalışıyordu. 

Kimsenin üzerine almak istemediği cümle, kimliği ve gönderildiği adres belirsiz olarak kısa süre meydanda sahipsiz kaldı öylece.

Ne olduğunu anlamaya çalışan sorgulu bakışlar, giderek dehşetle büyümeye başlamıştı. Bakışlar, cümleyi sarf edene yöneldi sonra; o kime bakıyorsa cümle ona demekti çünkü.

Bütün bunlar saniyeler içinde oldu.

Üç kelimelik bir cümleydi hepsi.

Cümleyi gönderen, gözleriyle muhatap aldığı Y’ye, cümlenin kendisine gönderildiğini ve almasını beklediğini bakışlarıyla anlattı. Bu bakışlar, ‘sana söylüyorum, anlamıyor musun’ der gibiydi.

Y, bir anda hayatı boyunca duymak istemediği bir cümleyi sahiplenmekle karşı karşıya kalmıştı.

Muhatabın kendisi olmamasını umarak kısa bir tereddüt geçirdi yine de  ‘bana mı’ der gibi baktı gönderene; fakat karşı tarafın bakışları ‘evet gönderge sana’, diyordu.

  Y, üzerine bulaşan cümlenin oradaki varlığını ele geçirmek üzere hemen harekete geçtiğini anlamıştı. Cümle, saniyeler içinde direncini kırabilecek büyük bir güç elde etmişti; istemese de varlığını zorbalıkla ele geçirecekti, bu açıktı. Önce kalbine sonra kafasına doğru hızla ilerleyen cümlenin varlığındaki ilerleyişini durduracak gücünün tükenmekte olduğunu hissetti. Kabullenmekte zorlandığı bu gerçeği idrak ettiği bir sırada cümle de içeri girip varlığının iki önemli kalesini çoktan işgal etmişti.

İşgalci için yapabileceği hiçbir şey kalmadığını gören Y, çaresiz teslim oldu.

Orada bir dakika bile kalacak hâli kalmamıştı.

Kalktı, ardına da bakmadan çıkıp gitti.

Cümlenin girdiği yerlerde boş durmadığını; hemen harekete geçerek ciğerlerini sökmeye çalıştığını hissetti. Cümle, kısa süre sonra Y’nin ciğerlerine de sığmadı ve onu nefes nefese bıraktı.

Yolda bir kenara çekilip bir parkta oturdu, az soluklandı.

O sırada parkta kimse yoktu sanki olsa da hiçbir şeyi görmedi.

Nerelerden geçtiğinin, toplu taşıma araçlarına mı yoksa bir taksiye mi bindiğinin ayırdına varamadan, eve ne kadar zamanda ulaştığını da bilemeden kapıdan içeri girdi.

Geceler ve gündüzler boyu hep kendisiyleydi cümle artık: Y, cümlenin dolaştığı yerleri tahrip etmek için harıl harıl çalıştığını; kalbini çimdiklemeye, beynini tırtıklamaya başladığını da hissetti. Esasen o tek bir cümle, sadece kalbinde ve kafasında değil; yüzüne, kasılmalar ve morarmış bir renk; gözlerine, büyümüş bir gözbebeği; alnına, daralmadan mütevellit muhtelif çizgiler; kaşlarına, bir çatılma; ellerine bir titreme ve saçlarına bir ağarma olarak yansımıştı. Dahası karnında bir ağrı ve ayaklarında bir çözülme ve sırtında bir yük olarak vücudunun bütün bölgelerine dağılıp özenle yerleşmişti cümle.

Diyebiliriz ki o cümle girdiği ve yerleştiği yerde ilk geldiği gibi kalmamış, kısa sürede orada genişleyip genleşerek devasa bir güce de ulaşmış ve Y’yi yutma noktasına gelmişti.

Cümle, gittiği her yerde Y’nin yakasına yapışmakla kalmadı, o gece ve ilerleyen gecelerde onu uyutmadı da; hatta rüyalarında bile bir değnek veya bir sürahi ya da bir düğme kılığında yine o vardı.  Özellikle geceleri katlanarak büyüyor ve Y, yatağa sığmaz hâle geliyordu: Yatakta sağa ve sola dönüşlerinde cümle de kendisiyle sağa ve sola dönüyor, sırtüstüne geliyor, içine büzülüyor, yatağın içinde oturuyor, kalkıyor, evin içinde dolaşıyor sonra tekrar kendisiyle yatağa dönüyordu.

Ağır bir yük olarak gittiği her yerde kendisiyleydi artık.

Böyle birkaç gün geçti.

Üzerine bulaşan bu ifrit cümleyi böyle ne kadar taşıyabilecekti ki?

Bunun hesabını yapmanın bile feci olduğunu fark etti.

Görünen oydu ki cümle, içinde büyüyerek kendisini yok edecekti.

Bir çıkış yolu bulmalıydı, ama nasıl?

Geçen sürede, yakasına musallat olan o ifrit cümleden kendisini kurtarmanın yollarını aradı; fakat bir türlü bir çıkış yolu da bulamadı.

Cümleyi kalbinden ve kafasından çıkarttırabilseydi, keşke bu tıbben mümkün olsaydı… 

Hiç olmazsa beyninden… Beyninden kazınıp çıkartılabilseydi, diğer yerlerde tutunamazdı arık, bunu biliyordu.

Cümlenin, yerleştiği iki önemli merkezden tıbbî bir operasyonla çıkarılamayacağını biliyor olmanın çaresizliği içinde kıvrandı.

Derken o gün akşam, tam da aile sofrada iken, o cümle, Y’nin kalbini ve beynini parçalayarak yerinden çıktı ve esneyip genişleyerek çoğaldı; orada bulunan evin diğer bireylerinin kalbine ve kafasına anında yerleşti.

Cümle, ortalığa düşer düşmez, saliseler sonra, o sırada lokmayı ağzına götürmüş olanların boğazlarındaki yemek borularına geçit vermez bir duvar olarak indi ilkin. Lokmayı ağzına götürmemiş olanlar ise bir kaşığın taşıyamayacağı büyüklükte ve ağırlıkta bir yükün kaşıklarına bindiğini anlamakta gecikmediler. O kaşıklardan kimi, ağırlığa dayanamayıp yere düştü, kimi de usulca -yemek dolu olarak- kapların içine döndü veya sofranın bir kenarına bir cüruf gibi yığılıp kaldı.

Kendisini getiren evin bireyine ilk ulaştığında cümlenin onda yaptığı tahribat, bu kez, eksiksiz olarak sofradakilerde de gerçekleşmişti. Üstelik sofradakilerin beynine ve kalbine yerleşmekle kalmamıştı cümle; evin penceresine, perdelerin arasına, dolapların içine, tavan avizelerine; oradan tabaklardaki yemeklere hatta kaşıktaki lokmalara kadar her yere sirayet etmişti. Evin perdeleri bir anda ıssızlaşmıştı, pencereler puslanmıştı, dolaplar silikleşmişti…

Cümleyi getiren birey tam da bu noktayı düşünmüştü doğrusu; belki paylaşarak onu azaltabilirdi; ama durum tam tersi olmuştu: Pay edildikleri kişilere de eşit oranda ulaşmıştı cümle ve üstelik -hiç olmazsa kendisinde- bir eksilmeye de uğramamıştı. İllet cümle, -Y’de belirtileri somutlaşmamış olsa da- paylaşılmadan önceki geçen sürede az çok kilo kaybına uğramıştı. Oysa şimdi, kaybettiği kilolara bir anda kavuşarak eski ağırlığına ulaşmış; eskiyen hücreleri yenilenmiş ve üstelik her bireyde yeniden doğmuştu sanki.

Gerçek şuydu: Cümle, evdeki bireylerin de çabalarıyla tazelenip çoğalarak büyüdükçe büyümüş ve devasa bir güce ulaşmıştı, üstelik paylaşılmakla herhangi bir azalmaya da uğramadan.

Y, durumu fark ettiğinde cümleyi içinde saklamamakla ne kötü bir iş yaptığını düşündüyse de olan olmuştu.

Sonra o cümle, sofradaki bireyleri perişan etmekle kalmadı, sofrada ne varsa hepsini devirdi, darmadağın etti.

Cümlenin her bir bireydeki karşılığı faklı biçimlerde tezahür etti; kimi başka bir cümleyle; kimi de bir şey söylemeden tepkisini bir eylemle ifade etti:

 

Çocuklardan ikisi gözlerini sildi, diğerleri de kaşıkları ellerinde olduğu hâlde oldukları yere pısıp kaldılar.

Çocuklardan orta yaşta olanı, gözlerini herkesten kaçırarak ayağa kalktı ve höykürerek evden çıktı.

Adam A, hışımla kalktı ve evdeki herkesi infaz etti, sonra da kendisini.

Adam B, hışımla kalktı, bireylerden birini infaz etti ve çıkıp gitti.

Adam C, bireylerden birine şiddet kullandı; o sırada, oradakilerin çığlıklarına uyanan duvardaki resimler de çerçevelerinden fırlayıp bilinmeyen bir yere kaçıştılar.

Adam Ç, burnundan soluyarak ayağa kalktı ve bireylerden birine, derhal bu evi terk et, dedi.

Adam D, apar topar giyindi ve bilinmeyen bir eylem için bilinmeyen bir yere gitmek üzere evden rüzgâr gibi çıktı.

Adam E, haşlanmış bir yüzle bireylerden birine, gel benimle sen, dedi ve onu da yanına alarak evden ayrıldı.

Y, sofradan yüzü pancar gibi kalktı; bütün keşke’lerini meğer ve şayet’lerini de valizine koyup ortadan kayboldu.

Adam F, aile meclisini “cümle” gündemiyle acilen toplantıya çağırdı.

Kadın A, çocuklarını ve yaşanamamışlıklarını da yanına alıp evi terk etti.

Kadın B, bütün düşlerini ve tasarılarını örtülen kapının arkasında bırakıp evden çıktı.

Kadın C, kapıyı hatıralarının yüzüne çarparak evden çıktı ve doğruca adliyeye gitti.

Adam G, eşyaları hazırlayın, yarından itibaren bu şehri terk ediyoruz, dedi.

Adam Ğ, bu konuyu bir konuşalım, dedi.

 

Yemeğinizi yiyin çocuklar, dedi Y, o arada.

Çocuklardan en büyük olanı, az önce getirdiğin cümleyle karnımızı doyurduk, dedi.

 

 

İSKELEDE

İSKELEDE

 

Recep SEYHAN

 

Kimse yıllarca görmemiş, kimse farkına varmamış, orada, iskelenin girişinin hemen sağ köşesinde unutulmuştu sanki. Sadece bu da değil; unutanlar onu orada unuttuklarını da unutmuşlardı.

Ayaklar akıyordu hemen önünden; birbirine iltifat eden, telefonla konuşan, konuşurken karşısından gelene son anda çarpmamak için ani bir gerdan kıvırışla savuşup giden, içinden öyküler akan, yüzlerine sirke dökülmüş hareketli ölüler geçiyordu…

Çömelmiş olduğu o köşeden gelip geçenleri izliyordu sırtını iskeleye dayamış olarak.

Köşeye ilişmemişti de sanki oraya biri gelip yapıştırmıştı onu, orada öyle kımıltısız ve sessiz sadece duruyordu.

Gözleri, derin bir kuyunun içinde gizlenmişti sanki oradan; bir türlü seçilemeyen, mahiyeti de bilinmeyen uzak köşelere bakıyordu.

Dikkatle bakarsanız bir yere bakıp bakmadığından da emin olamıyordunuz, hatta eğilip yerinde inceleme yapmazsanız bir gözleri olup olmadığını kestirmek de zordu.

Bakışlarını uzaklardan çektiğinde asker postalına benzeyen ayakkabılarına bakıyordu uzun uzun; sonra ayakkabının gevşemiş bağcıkları ile oynuyordu.

Düşündüm ki baktığı yerden mor salılar, benzi atmış cumartesiler geçiyordu, ayakkabının bağcıklarına dolaşıp kalan saatler, gözlerinin feri çekilmiş zamanlar, bulutları yerinde donmuş bir gökyüzü; sonra sararmış ikindiler, lambaları yanmayan akşamlar geçiyordu; görülüp unutulmuş rüyalar, düşlenmiş gelecek zamanlar, sonra bir türlü gelmeyen o zamanlarda kullanılamayan tasavvurlar geçiyordu.

Paltodan bozma kaban görünümlü uzun ceketi is pas içindeydi ve uzun, dağınık, siyah saçları yağır bağlamıştı.

Bir anda kanatlarını çırpıp hareketlenen çevik bir kartal gibi yekindi ve hışımla ayağa kalktı. Kendisine iyice yaklaştığı anlaşılan tehlikeye doğru saldırıya geçecek gibi ileri atıldı fakat saldırmadı. Sadece kendisinin gördüğü boşluktaki yok’un yakasını toplar gibi ellerini yukarıdan kavuşturdu ve dişlerinin arasından  “sen benim kim olduğumu biliyor musun lan?” diye bağırdı.

Onun oradaki varlığını ilk kez görenler, kavga tonunda çıkan bu sesten tarafa, kaygı verici bir bakışla, mahalline yönelir gibi değil de rüzgârın çatıdan düşürdüğü bir çangala ya da her nasılsa oraya savrulup tıngırdayan bir atık eşyaya bakar gibi anlık bir göz kaymasıyla baktılar. Esasen, bakanların bakışı da sesin geldiği yere odaklanacak düzeyde bir bakış değildi.

Dolayısıyla oradan geçen -bir iki kişi dışında- kimse onun bu bağırışını duymadı ve ‘yok’ ile kavgasını ayırma girişimi de olmadı.

“Ben adamı lime lime doğrar, sonra parçalarını martılara yem ederim lan” diye kükredi bu kez yok’a doğru.

Yerinde efelenerek şöyle bir esnedi; sonra birkaç adım ileri çıktı ve sunturlu bir küfür eşliğinde yok’a doğru bir tekme daha savurdu.

O sırada sıradaki hamleler için gerilmiş bir yay gibi her an tetik durumdaydı.

Öyle bir süre bağırıp çağırdı, sonra geri yerine döndü ve çömeldi tekrar.

Bu sırada, ses tonunu düşürerek, beni istediği zaman kullanabileceği bir eşya sanıyor, diye sokurdandı.

Yok’a olan öfkesini bir süre bakışlarıyla sürdürdü oradan; sonra az önceki derin suskunluğuna gömüldü.

Kısa bir meşguliyetim oldu o arada, sonra baktım ki yerinde yok.

Tekme savurduğu boşluktaki o ‘yok’ da yoktu; ikisi de kaybolmuşlardı.

 

METAL ÇUBUKLARIN DANSI

METAL ÇUBUKLARIN DANSI

 

Recep SEYHAN

             

“Şu metal çubuklardan birinin yerinde olmak isterdim” diye düşünüyordu o sırada fakat düşündüğünü değil başka bir şeyi seslendirdi: “Makasımı gören var mı?”

Bu söylediğini de evde kimse işitmedi.

  Vaktiyle, eleğin gözeneklerine takılan kaba ayrıkların; yunup yıkanmış olarak veya şekil ve biçim değiştirerek yeni bir kalıpla, yıllar sonra karşısında durduğunu duyumsadı.    Metal çubuklardan örülmüş mekânlara, onların hükmettiği zamanlara erişmişti. Etrafta sadece türlü kılıklarda demir çubuklara dönüşmüş nesneler ve onların metalik sesleri vardı; insanlar kıran girmiş gibi her yerde metal çubukları geviyordu. Hayatın bütün ayrıntıları, harcanan bütün zamanlar ve emekler, verilen bütün mücadeleler o metal çubuklara ulaşmak ve onları temellük edinmek içindi. Bu çubuklara sahip olmak için insanlar birbirleriyle savaşıyor, gerekirse biri diğerini yok etmek için her şeyi yapıyordu.

  Metal çubukların bulunmadığı, onların konuşulmadığı ve varlıklarının hâkim olmadığı hiçbir mekân yoktu. Her yerde onlar vardı; sokaklarda, caddelerde, resmi ve özel bütün binalarda, iş yerlerinde, binaların önlerinde, altlarında, arkalarında, içlerinde; küçülüp mini kalıba girmiş olarak evlerin en mutena yerlerinde; havada, şehrin ve hatta ülkenin bütün kara parçalarında, denizin yüzeyinde… Sadece yetişkinler değil çocuklar da her yerde o metal çubukları geviyorlar, onları yiyorlar ve onunla büyüyorlardı. Öyle ki insanın ayakyolunda çıkardığı atıkların da metal olma ihtimali akla gelmiyor değildi.

  Metal çubukların ne kendisini ne de sesini elekten geçirmek mümkün değildi; onlarla ilgili göstergeler sadece bir algı ve sezgi olarak vardı; bunun farkındaydı. Dış dünyadan gelen sesler; motorlu araç sesleri, uçak, elektrikli süpürge ve bitişik binadan gelen matkap sesleri, az ötede yapılmakta olan bir inşaattan ulaşan araç gereç sesleri örmekte olduğu çorabın mil sesleriyle birleşerek metalik seslerin toplu dansına dönüşüyordu. (Bu sesleri çıkaran nesnelere önce “demir şeyler”, sonra “demir çubuklar” demişti aslında o; dolayısıyla “metal çubuk” veya “metalik” gibi ifadeler, kadının anlatıcı sıfatımıza açtığı kapılardan girdiğimiz yerlerde bize gösterdiklerinden ve anlatımlarından devşirdiğimiz adlandırmalardır.)

 

 

Metalik seslerden başka ses de yoktu ve bu seslerin arasında yok olduğunu düşünüyordu bazen.

 

- Merdiveni almışlar avludan.

- Anne, bunu çok söyledin, kendini yoruyorsun.

- Evin merdiveni alınır mı lan oğul, bunlar nasıl insan?

- Getirirler.

 

- Hem izinsiz niye alıyorlar? Gelmez o merdiven.

- Gelmezse kaybettik deriz en çok, son oraya takılma.

- Evin tavanı yağmurda akarsa nasıl çıkılacak çatıya merdivensiz?
- Anne, sen çatıyı, yağmuru falan boş ver. Şu kuruyup kaybolacak şeyleri de sulayıp durma; köyün üst başına su çıkmıyor. Hem senden iş isteyen yok. Bırak şu işleri be anne. 

Bak ne diyeceğim? Burada kalıcı değiliz, bir hafta sonra döneceğiz.

Elindeki yumaktan kaçıncı çorabı çıkardığını ya da çorabı kaçıncı kez pürsedip yumaklaştırdığını, sonra o yumağı tekrar kaçıncı defa zağlattığını bilen yoktu. Aynı yumaktan aynı hedefe sürekli ilmek atıyordu. Atılan ilmeklerin ucunda, kıpırtılar, incelip uzayan görüntüler ve onların her birine ait -sadece kendisinin duyduğu- sesler vardı: Kar taneleri, buzlu saçaklar; kağnılar, başaklar, anızlar, dirgenler, tırmıklar; elmalar, dut ve kavak ağaçları; kuşluk vaktinin kuşları, Kadınge'nin damlamak üzere olan burnu, Emine'nin yumuk gözleri, Saliha Kadın'ın çiçekli yüzü, herif... Herifin işten yorgun gelip sırtüstü devrildiği, sonra derin uykuya daldığı bir sırada burnuna konan sinekle mücadelesi… Bütün bunlar, ipten devşirdiği bir milimlik bir ip parçası olarak yumaktan çıkar sonra atılan bir ilmekle tek tek çorap olacak parçaya gömülürdü. Belki de her şey, hatta hayatın kendisi de bu çorap gibiydi; yapılıyor, bozuluyor, sonra yeni bir yumak olarak tekrar başa dönülüyordu.

 

/Sürekli tekrarlanıyorum. Tekrarlandıkça tükeniyorum sanıyorum, ama değil; sabah kalkıp da yeni bir güne eriştiğimde tükenmediğimi anlıyorum. Eriştiğim her yeni gün, vaktiyle eledikten sonra kaldırıp attığımı ve yok olduklarını sandığım eleğe takılı kaba nesneler olarak yeniden karşıma çıkıyor ve ben onların kuşatma alanı içinde dağılan varlığımı arar hâle geliyorum. Sadece bununla kalsa iyi; gittiğim her yerde kulağıma metalik sesler geliyor; orak, ellik, dirgen, tırmık, çapa sesleri gibi diyeceğim; ama hayır, tam bu sesler de değil... Bana öyle geliyor ki o sesler her yerde karşıma çıkan metal çubukların içine girerek orada yeni bir sese dönüşmüştür ya da metal çubukların kalıpları içinde erimiş ve kendi tabii seslerini yitirerek onların sesiyle aynileşmiştir. Bundan ötesi de oluyor: O sesler orada ait olduğu nesneyle cisimleşiyor ilkin; sonra oradan ‘herif’in varlığımı darmadağın eden sesi yükseliyor; sonra oradan ambar çıkıyor, kağnı çıkıyor, harman yerinin yamacında yığılmış sap yığınları çıkıyor, saman çeteni çıkıyor; gödekler, bayralar, yabalar çıkıyor… Sonra o yabalardan veya dirgenlerden birini sırtımda hissediyorum, herifin sövgüleri arasında sırtımda yerini bulamayan gerecin kırıldığını sonradan fark ediyorum. Bütün bu aletler, bu defa, içine sızdığı ana seslerin içinde kaybolup yitiyor; belki de onlarla bütünleşerek onların kalıbına dökülüyor. Sonra o sesler varlığımı kuşatıyor ve beni ben dışında başka bir şey hâline getiriyor. Ben bazen bir dirgen oluyorum işte böyle ya da bir çapa, ne bileyim bazen de; ara sıra metalik sesler çıkaran bu beş çubuktan biri… Yatay olan çubuk daima boşalacak. Boşalan çubuğun yerini diğeri alacak. Boşalan her çubuk, örgüde bir satır mesafe almak demek. Çubukların hepsi birbirini tamamlıyor. En işlek parmak da; görevi, mil üstünden sürekli ip atmak olan sol elin başparmağı: (Vaktiyle, çıkımda, elliğe toplanan sapları tutan bu parmağa orak kaçmış ve orada derin yara açmıştı: O günü bütün ayrıntısıyla hatırlıyor: Öğleden sonra yağmurun yağışı, dönüş yolunda her nasılsa heybeden bir kaşığın düşüşü dâhil)

 

Derken, öteden beri parmaklarında dans eden millerin ucunda titreşip durmakta olan zaman, ‘herif’i de yanına alarak ilmeklerin arasından çıkıp geldi:

- Ne yapıyorsun?

- Sen gideli kendimleyim.

- Ben var iken kiminleydin?

- Beni bana bırakmıyordun ki…

- …

- Hâlini seyredeceğim demiştin, oradan nasıl görünüyorum?

- Yoksun ki göremiyorum seni.

- Ben hep yoktum zaten, şimdi de yokum. Sen de yoktun.

- Nasıl yani, ben orada seninle yaşlanmadım mı?

- Var idiysen kendisi gelmeden rüzgârı gelen; kapıdan girince çardağı zangır zangır titreten, varlığı evin her bir köşesinde yankılanan o zıpır adam nerede? Ya o evin bütün eşyalarını hizaya dizen sesin, ulaştığı yere kadar geçtiği her yeri dümdüz eden, bir süreliğine kaybolduğum yerden beni anında çekip alan sesin nerede?

 

O merdivenin başına bir hâl gelebileceği aklıma gelmişti.

 

/Ağam kasabadan gelmiştir. Heybesinde sabahtan beri yolunu gözleyen çocuklar için halkalı şekerler vardır. O sırada sen kasabada ortaokulda okumaktasındır. Mayıs sıcakları başlamıştır. Okuldan gelir gelmez sokağa fırlamışsındır. O arada atleti de ters giydiğinin farkında değilsindir. Dönüşünde yanakların elma kırmızısı, sırtın terden sırılsıklam, savaştan çıkmış gibi bir telaş, bir telaş… Ayakkabı dayandıramadığımız o oyun çağı yılların işte. Orada sana da uğramıştır ağam; sana ayakkabı almıştır. Boyun gibi ayaklarının da büyüyeceği hesaba katılarak ayakkabı bir numara büyük alınmıştır. (İkinin biri ayakkabı alınamazdı ki). Ayağına bol gelen o ayakkabıyı giymek istemediğin için yüzün hep asıktır. Bu sırada bununa bir çare olabileceği düşüncesiyle; Tesmiye Teyze’nin şehirde okuyan oğlunun -kendisine artık küçük gelen ya da giymediği ayakkabısı tarafımdan sana getirilmiştir. Fakat sen o ayakkabıyı da giymek istemiyorsundur; çünkü başkası giymiştir diye düşünüyorsundur. Gelen uyarı veya azarlar üzerine çözüm olarak -belki de bir tepki olarak yahut çabuk eskisin diye- bu ayakkabının topuklarını çiğnemektesindir. Fakat o yaşta “ayakkabının topuğunu çiğnemek” sana pahalıya mal olmuştur: Okul bahçesinde seni o hâlde gören öğretmen yaklaşıp “Dayı mısın lan sen?” diyerek ensene şiddetli bir şamar indirmiştir. O şaplakla, ayakkabıyla birlikte olmayan dayılığın da yerle bir olmuştur. Sonra o ayakkabıyı ‘kaybetmişsindir’ tabii.

  Arkadaşlarının, şakasına çayına tuz attığı sıralardır. Hafta sonu bu iki olayın etkisiyle senin için çok kötü geçmiştir.

  Evin samanlık diplerinde akşamın erken saatlerinde gezintiye çıkan kaplumbağaya tarafımdan yemek konmuştur.

  Aprul boyunca ve mayıs başlarında evlerin bacalarından tüten mavi dumanlar artık tütmez olmuştur, köy içi neredeyse boşalmıştır; çünkü hasat mevsimidir, millet araziye dağılmıştır. Leylekler çoktan göç etmişlerdir.

  Asiye, kasabadan tarafta Koca Dağın eteğinde var olduğu söylenen ama hiç görmediği gölü hâlâ karşı dağların yamaçlarında aramaktadır.

  Satı, eltimin terliklerini çerçiye verip içinde maniler bulunan sakız aldığı için azar işitmiştir.

  Eltimin herife geçtiği bir mesevünün veya kıymıklı sözlerinden birinin ardından yaşanan gürültü sırasında sen evden kaçıp gitmişsindir; o gece hiçbir yerde bulunamamışsındır; Serpuşlunun evinin arkasındaki iri ağaç kütüklerinin arasında sıçanlarla, kurbağalarla, böceklerle yattığını da kimse kestirememiştir.

  Yaylada, Cafer Ağa’nın atının kaçtığı haberi hızla yayılmış ve haber ovada da duyulmuştur. (o sırada atın, dağlarda başına buyruk dolaşan yılkıya karıştığı düşünülmektedir.) Bütün bunların yanında evin kedisinin mırmırlarına bakılırsa hayvanın karnı acıkmıştır./

 

Makasımı gören var mı?

 

  Kadın, gece sabaha kadar ağıtlar eşliğinde ağlıyordu. Hayır, bu bilinen anlamda bir ağlama da değildi; gözlerinden yaşlar dökülmüyordu söz gelişi, ya da ağıtları dindiğinde ağladığına dair bir belirti de göremezdiniz. Buna; genzinden özel bir tını eşliğinde çıkardığı, sesi sadece kendisinin duyacağı şekilde ayarlanmış, kendi içine yönelen bir ninnilti de diyebiliriz. Bu ninniltilerin kahramanları sürekli çeşitlenirdi: Bu, bir süre önce öldüğünü haber aldığı komşusu Ünzile Kadın da olabilirdi; altmış yıl önce hastaneden zamanında alınamadığı için kimsesizler mezarlığına gömülen, Kadınge’nin hummadan ölen sekiz yaşındaki oğlu Mükremin de; karın akşamdan yerleri tuttuğu ve ortalığın ayaza kestiği o soğuk kış gecesinde, tilkilerin, ahırın böğründeki tavuk kümesini bir gecede talan edişi; ya da sorumsuz ve dikkatsiz bir elin sigarasının izmaritinden çıkan yangınla ekin yığınlarının kül oluşu da...

Farklı yıllara ve mevsimlere dağılmış olan bu gibi görüntüler eşliğinde gelen ağıtlarına gidişinin ardından bir süre ‘herif’ de kahraman olarak eklenmişti; fakat son birkaç yıldır ağıtlarına konu olmaktan çıkmıştır ‘herif’; hatta rüyalarına da girmez olmuştur.

  Gerçek şuydu ki kadının tabiriyle “dönülmez yerlere giden” biri, bir süre daha eşyalarda yaşamaya, zihinlere tutunmaya devam etse de zaman ondan kalanları da onu da aşındırıp tüketiyordu.

 

Gelmez o merdiven…

 

/Bir şekil olsaydı hiç olmazsa, mesela bir çerçeve, bir resim, ya da desenli bir baca kapağı olsaydı; ama yoktu, dümdüzdü duvarlar, şekilsizdi, zıpzığlamdı. İstiyordum ki gözlerimin; üzerinde konaklayacağı, oradan girip başka şekiller çoğaltacağı çizgiler olsundu; ama yoktu. Kimselerin duymadığı ve içimde durgun bir ırmak gibi akmakta olan konuşmalarımı kendisiyle paylaşabileceğim tek eşya perdeler idi.  Perdelerin kıvrımları arasında yaşıyorum nicedir. Sabahtan beri yine perdelerdeyim. Bir sinek geldi, ‘karasinek’ dediğimiz ev sineği bu. Şehirlerde pek sinek olmazdı, nereden geliyorsa zaman zaman çıkıp geliyor işte. Tek ve benim kadar yalnız bir sinek bu. İki sinek olmadı evde hiç, hep tek. Bu sinek o sinek olabilir mi?  O sinek, yani geçtiğimiz hafta (yoksa çok daha önce miydi) dışarı çıkması için pencereleri açtıran; evin içinden onu dışarı atmak için birkaç kişinin seferber olmasına, oradan oraya kovalanmasına rağmen dışarı atılmamak için kahramanca direnen sinek… O arada zoğal şurubuyla dolu cam sürahi masaya devrilmiş; oğlan yemek masasının kenarına dizini vurup yaralamıştı. Bu aksilikler, kovalayıcıların hırsına hırs katsa da sinek yine de çıkmamayı başarmıştı. Sinekler arsızdır, sırnaşıktır, başınıza tebelleş olurlar, canınızı yakarlar. (Bir defasında, arazide, temmuz sıcağının kırılmış bir yumurtayı pişirdiği günlerde gözüne sıçmıştı bir sinek. Bak, çok tehlikelidir bu; gecikilirse göz yuvasında yavrulayabilirdi mikrop; ama korkulan olmamıştı. O, hepimizi telaşlandıran olayı itdirseği ile atlatmıştın ama epeyce de hırpalanmıştın.) Belki de sinekler, insanlara yaşadıklarını hatırlatıyorlardır. Hayır; bundan çok da emin değilim ama insanların olmadığı yerde pek de görünmüyorlar. Neden? Onların bütün derdi evi kendi mekânları gibi kullanmak, evin insan katılan sıcaklığında yaşamak; ev içinde, evin fertlerinden biri gibi muamele görmeye teşebbüs etmek; aradıklarını bulamayınca da oradan oraya kovalanmak pahasına arsızlaşıp evi mülk edinmek, sonra canı pahasına bu yeni mülkü terk etmemek. Evlerin onlara tavan aralarından daha cazip gelmesinin sebebi bu olmalı. Dışarıda, kuytu yerlerde; duvar kovuklarında, tavan kiremitlerinin ya da döşeme oluklarının içinde, arasında hür yaşamak varken sürekli rahatsız edildikleri bir evi tercih edişleri başka nasıl izah edilebilir? Yoksa... Yoksa gündüz akşama, gece sabaha kadar çorap ören, sonra onu söküp tekrar ören, şu anda yaptığım gibi bir daha söken ve bir daha ören benim gibi yaşlı ve kendi dünyasında yaşayan bir kadını yalnız bırakmak istemiyor olabilir mi bu sinek? Tek bir sinek ve yalnız…

Pencereyi araladım, bir yol bulup perdelerin arkasına kaçtı, kayboldu ve uzun süre de görünmedi; fakat daha sonra tekrar çıkıp geldi. Televizyonun camında nasıl tutunuyor bilmiyorum; bir ara oraya kondu.

Televizyonda bizim oranın tarlalarına benzeyen yerler var. Derken bir adam peyda oluyor: Aklıma geleni hemen sordum oğlana:

“Oğul! dedim, “Bu, bizim Kırt Osman’ın Üsüyün mü?” dedim.

Değilmiş. Gülüşüyor çocuklar… /

 

Makasımı bulamıyorum.

 

Her nasılsa evin parke zeminine düşmüş bir çiğit tanesini oradan almaya çalışıyor; fakat bir türlü yakalamıyordu, her defasında elinin altından kayıp gidiyordu çiğit tanesi ve her kaçırışında “hay mübarek!” diye sokurdanıyordu.

Sonunda bu konudaki ısrarı evin bireylerince de fark edildi.

Kadın, epeydir süren çabasının fark edildiğinin ayırdında olmadan, yenilmişlik duygusu içinde kalktı, yorgun ve bitkin hâlde koltuğun bir kenarına ilişti.

- Anne, dedi adam, ağlıyor musun sen?

- Yoo, dedi kadın, ağlamış mıyım?

- Ne bileyim, gözlerin kızarmış sanki

- Gözlerim ben ağlamasam da ağlıyor zaten.

 

/Ne zamandır oraya bakıyorum. Baktığım yerde metal çubuklar görüyorum. O kadar bakıyorum ki baktıkça yok oluyor gördüklerim; sona yerlerini başkalarına devrediyorlar fakat bu kez varlıklarını kulaklarımda ses olarak sürdürüyor metal çubuklar. Etrafımdaki inşaatlardan, sokaklardan, uzak yollardan; hatta gökyüzünden metal çubukların sesi ulaşıyor kulağıma. Anlıyorum ki araç sesleri de metal çubuk seslerine dönüşüyor. Bir kedi sesi peyda oluyor o arada; fakat evde kedi beslenmiyor, bunun ayırdındayım. Dışarıdan geliyor olabilir mi? Bilmiyorum. Kedi sesi ile metal çubuk sesi birbirine karışıyor. “Herif” geliyor sonra; gelişini önce evin eşeği haber veriyor, sonra kendisi beliriyor avluda: yüzü terli, paçaları ıslak, çizmeleri çamurlu, gözleri yine açlıktan belermiş, zaten birbirine yakın olan kaşları iyice çatık; boynunun ince kıvrımlarının oluşturduğu derecikler terle dolu… Hayvanı yerine bağlayıp yukarı çıkıyor. Ayak seslerini duyuyorum şimdi bile…

Kayboluyor sonra.

O gece düşüme giriyor: Büyük bir tarlanın en ucunda... Elinde yine tarım aletlerinden biri var. Bir kürek sanki... Bana ıslık çalıyor, gel diye çağırıyor. Arada deremsi, uzunlamasına bir çukur; çukurda oldukça derin ve geniş, sapsarı akan bir kanal, kanalda bir sürü adam var; çırılçıplak. Orayı aşıp ona ulaşmamın imkânsızlığını düşünüyorum. Islığı ısrarla sürdürüyor herif, ıslığı metal çubukların sesine benziyor. Benim aldırış etmediğimi düşünüyor olmalı, bağırıyor sonra. Oraya ulaşmazsam elindeki eşya bana ulaşabilir; çaba sarf ediyorum ama adımlarıma sözüm geçmiyor bu kez.

Böyle, sabaha kadar onunla meşgul olduğumu sanıyordum; bir de uyanıyorum ki hepi topu birkaç dakika uyumuşum. /

 

- Oğul dedi kadın, beni köye bıraksan olmaz mı, ben buralarda duramaz oldum.

- Ana, kendi başına kalamazsın orada, köy işini unut. Bundan sonra biz neredeysek sen de -orada olacaksın. Köye gitme mevsimi de gelmedi hem.

- Kış geçmedi mi?

- Kışa yeni girdik anne.

- Bu sesler beni boğuyor oğul, o zaman Ziya’ya götür.
- Olmaz anne, zamanı değil.

- Sıra onda değil mi? İki ay dolmadı mı?

- Bize yeni geldin sayılır anne, bir ay bile dolmadı daha.

- Abdest alamıyorum. Ayaklarımı cağlığa kaldıramıyorum.

- Lavaboya mı demek istedin?

- Evet işte…

- Sana demiştim, banyoda oturağa otur, orada al abdestini.

- O zaman da üstüm başım ıslanıyor, rezil oluyorum.

- Üzgünüm anne, bu şehirde bütün lavabolar yüksektedir. Sonra trafikten haberin yok tabii; seni almaya gittiğimde yolda yaşadıklarımı tekrar göze alamam. Hem vaktinden önce bıraktırıp da bana laf işittirme anneciğim, n’olursun? Götürürüz, sabret biraz.

...

- Abdest dedin de... Sen namazları çok zaman unutuyorsun, karıştırıyorsun. Üstelik düzgün abdestlenemiyorsun. Belki de mükellef bile değilsin dedim sana; ama kafana girmiyor.

- Herkes işe gidiyor. Burada usanıyorum… Zahide de gelmedi.

- Anne Zahide ablamgil üç gün önce buradaydı.

- Öylemi?

- Evet.

 

Makasımı bir bulsaydım…      

  Evin oğlu, yanındaki misafirden tarafa dönerek, yan tuttuğu elinin sırtına “Yakın geçmişi tümden unutuyor, uzak geçmişi ise harfiyen hatırlıyor; son zamanlarda bu iyice derinleşti” dedi; fakat kadın bunu duymadı.

İstersen götür dedi evin kadını, her gün söylüyor bunu. Üstelik nüfus cüzdanı da orada kaldı biliyorsun. Ansızın hastalanırsa ne yaparız?

 

İkişer ay oğlanlar, iki ay da kızı, etti altı ay…

 

  Hastalığı ilerledikten ve yalnız başına kalması tıbben sakıncalı görüldükten sonra büyük şehirlerde yaşamak zorunda olduğunu kendisi de kabul etmişti. Konuşursa bütün unutmalarının başına toplanıp hafızasını yutacağından korkardı; sırf bu yüzden pek konuşmaz; kalkıp da yer değiştirmek isterse kendisine ait olmayan bir yeri kullanacakmış gibi bundan hezer eder; iç dünyasında ördüğü bir yumağın içinde, sessiz ve sakin; kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan öyle, nerede kalıyorsa, evin kendisine ayrılan bir köşesinde sessizce otururdu.

  İnsanlar gelip geçerdi hayalindeki yollardan; eşekler anırırdı, tosunlar böğürürdü, kediler miyavlaşır, tavuklar gıdaklaşırdı; kağnılar geçerdi sonra…

Bütün eşyası; nereye giderse yanından ayırmadığı ağzı fermuarlı bir poşette özenle saklanan nüfus kimliği, ilaçları (o arada belirli zamanlarda gelen kronik öksürük nöbetlerinden sonra kullandığı tükürük kabı. Bu eşyayı kullanırken yönünü öte döner, işi bitince de kabın ağzını özenle kapatırdı); sonra yün kazağı, eğnine aldığı koyu neftî şalı, birkaç çamaşırı; birkaç örgü yumağı, mil, iğne, iplik ve makastan ibaretti.

“Burada baharın gelip gelmediğini anlayamıyorum, kuşlar da yok ki onlardan öğrensem. Beni köye bırakıp gelsen olmaz mı oğul?” dedi tekrar kadın.

 

Derken bahar geliyordu. Dizleri baharın gelişini haber verince perdeler bulutsuz bir gökyüzü olurdu, perdelerin yaprağa benzeyen desenleri yeşerirdi; hatta oradaki oylumlardan bahçenin kapısını da görebilirdi, hep kaybolan makas birden bulunurdu sonra, elindeki yumaklar tomurcuklanırdı, bugün dünle eşleşirdi. Böyle zamanlarda kadını kimse tutamazdı artık şehirde.

 

/ Köyde kuş sesleri ve uzak seslerin dışında tık ses yok. Hava serin, bulutlu.

Annem, biz nereden geldik buraya, diyor. Yeni mi geldik, diyor.

Uzakta dağların arkasından yeni bir bulut dağı yükseliyor.

Eşikte bir kadın, anneme anlatıp duruyor. Annem sadece "he, he…" diyor.

Annemin aklına birden nar geliyor. Narı suladın mıydı oğul, diyor.

Uzakta bir traktör çalışmaya başlıyor sonra...

Annemin anlatma ihtiyacı hissettiği (kendi ifadesiyle ‘çenesinin düştüğü’) nadir günlerden biri bugün.  Nereden geldiyse aklına Kedi Ömer düşmüş, bana onu anlattı. Oysa ona 43 depreminde evimizden kaç cenaze çıktığını soracaktım; bunu unuttum o anlatmaya başlayınca. Kedi Ömer’i hatırlıyorum: Nerede adı geçse; hafızama kazındığı yerde, kucağında ağaç yaprakları ile bir türkü mırıldanarak dağdan dönmektedir hep. Bize yaklaştığında kurbağa gibi pörtlemiş olan gözlerini üzerimize diker, o sırada gırtlağını aşağı yukarı indirip kaldırırken aynı anda vırık vırık bir ses çıkarırdı. Bunu nasıl başarıyordu, bilmiyordum. O, bize böyle yaklaşırken biz de kaygılı adımlarla geri geri çekilir, sonra tabanları yağlardık.

Sonrası, sümüklü bir zırlayış…

 

O gün tarladan erken gelmiştik. Geldikten sonra höllük getirmeye gitmiştim Söğütlü Dere’ye. Akşam önü. Eve geldim, her yer perişan. Karnımız da aç fakat evde ekmek yok. Ocağa su koydum, fırını yaktım. Nerde var nerde yok, Ked’ömer geldi. Del’ağa! diye bir ses kapıda. Böyle seslenirdi babana: Deli Ağa! Tiz bir sesi vardı. Sesini aşağı mahalle duyardı. Sen kaçıp saklandın tabii sesini duyunca hemen. Evde yok, dedim.  Merdiven lazımmış. “Al, samanlığın böğründe Ömer dayı” dedim. Yok, kendisi yok ise almam, dedi, çıkıp gitti.

Bunu niye anlattım ki şimdi? Ne diyecektim ben? Neyse…

“Derdi ki ‘zengin alınca hayırlı olsun; fakir bir şey sahibi olursa nereden aldın, diyorlar.’ Bu Ked’ömer’den çok korkardın sen. Boğazında kurbağa olduğuna inanıyordun zahir.  Gözlerin gırtlağında olurdu; oradan bir kurbağa çıkıp da sana saldıracak diye düşünüyordun besbelli. Oysa o ne kadar severdi çocukları…

Bak şimdi, bu sevimli adamın adına ‘Kedi’ lakabı eklenmesinin de bir hikâyesi vardır. Doğrusunu istersen, kendisi de Ked’ömer olmak için az çaba sarf etmemiştir: Yoksul ama sevimli ve muzip bir adamdı. Mini bir saban yapmış bu, çalı çırpıdan; sonracığıma boyunduruk yapmış, zelve yapmış, kedileri koşmuş. Demem o ki kendi çabasıyla olmuş olan ve bu hadiseden sonra “kedi” kalmış lakabı.

Sonrası belli: Ked’ömer aşağı Ked’ömer yukarı…

 

Birden annemim az önce unuttuğu şey aklına geldi: “Yol yordam bilen bir adamdı” diye tamamladı sözünü.

Annem bana bunları anlatıp da sözü “O da ölmüş hay gidi” diye bitirdiğinde Kedi Ömer öleli 30 yıl olmuştu.

Gece... Gözü televizyona kayıyor birden, kaygılı kaygılı inceliyor uzun süre.

“Ne bu gürültü, şamata, silahlı askerler… Nedir oğul?”

Darbe oluyor anne, diyorum.

Anaam! Yine mi? diyor annem; ‘mi’ ekini uzatarak.

Kötüler gece çalışır, diyor sonra annem. /                                                          

 

“Kart başkasına, yükü bize” diyor evin kadını.

Kadının ‘kart’ ve ‘başkası’ gibi üstü kapalı sözcüklerle neleri kastettiğini anlamıştı adam.

 “O da diyor ki ‘Tarlaları başkasına, yükü bize’ diyor” dedi adam. “Ne yüzünü gördüysem tarlaların? ‘Tarlaları’ dediği; ekip biçilmeyen, ayrık otlarının, yabani böğürtlenlerin işgal ettiği yarı yarıya taş dolu, metruk arazi…”

Böyle, çekişmeler içinde aylar gelip geçiyordu.

 

Çatıya merdivensiz nasıl çıkılacak?

   

  Bahçede mızırdayıp duran tulumbanın hıçkırığı; salonda atılan her baskılı adımda ağaç kurtlarının tüketemediği tahtaların iç geçiren gıcırtıları; sergenin altında kendisine bir şey verilmesini bekleyen komşunun Gelincik'’inin gözlerinin üstünden pencereye yalvaran bakışları; samanlığın duvar diplerinden başlayarak evin giriş kapısına hatta evin dış kapı eşiğine doğu fışkıran serazat otlar; tavukların akıp giden sessizliği delmek için çekiştiren sesleriyle zamana attıkları ilmekler; kuşluk vakitlerinde; kavakların tepesinde, aralarında çıkan anlaşmazlığı etrafa şikâyet eden kargaların şamataları; Saliha Teyze'nin çıkrığının tiz gıcırtıları... Her biri, kaybolmadıklarını ihtar edercesine gittikleri yerden gelip çıkarlardı; sonra, geldiği yerde konaklayabileceği bir yer bulamayan yolcunun yabancısı olduğu şehri hemen terk etmesi gibi orada tutunamayıp tekrar kaybolurlardı.

“Yağmur yağmadı uzun zamandır, şehrin su kaynakları azalıyormuş, barajların seviyesi yıl ortalamasının altına düşmüş” dedi evin oğlu. Kadın, o anda sadece çoraba değil, kendi iç dünyasında ördüğü kozaya da ilmek atmakla meşguldü:

 

/Eltimin çocukları bana ‘abu’ diyorlardı, sen de oradan kaptın. On yaşına kadar ‘abu’ dedin, bana,  ‘ana’ dedirtmek için az uğraşmadım… Gece uyurken gülerdin sen. İkinin biri burnun kanıyordu. Seni uzak köylere götürdüm sırtımda. Güllü Baba’da deva aradım. /

 

Sözünün karşılık bulmadığını anlayınca, -ortaya tabi olmak üzere- gittiği yerden döndü, herkesin baktığı tarafa baktı:

Orada, bir duvarın dibinde adamlar hararetli konuşmalar yapıyorlardı.

Onlardan biri daha sonra mikrofonu eline alarak gözlerin odaklandığı yere yöneldi.

“Ne diyorlar oğul?”

“Günlerdir yağmur yağmadı anne, şehirde su kıtlığı belirmesinden korkuluyor.”

‘Yağmurun gelmesi gökyüzünün ağlamasına bağlıdır’ derdi anam dedi kadın da söze bir kenarından ilişerek.

“İsterse duyuyor dedi evin kadını, ne çabuk duydu bak.”

O sırada kanal değiştirilmişti; televizyondaki adam, bir böceğin hareketlerini takip ediyordu; gerisinde uçsuz bucaksız yeşil araziler, ağaçlar vardı.

“Bizim Koca Geriş’teki tarla mı oğul orası?” dedi kadın gözlüklerinden seçmeye çalışarak: “Pelidi budamış mı ne etmiş birisi? Adam da sanki Kara Çağa’nın Memiş” diye ekledi sonra.

Gülüşmeler oldu.

 

/Güneş tepemize dikilirdi tarlalarda. Eve aç gelirdik.  Tarla dönüşü dünya iş vardı evde: Yemek için ateş yakıp ocağa su koyacaksın, evde ekmek de bitmiş durumdaysa ve bunun için keşiğin de varsa tabii, gidip fırına yalansu atacaksın; o arada sığır çoktan gelmiştir, ineğin danası verilecektir; hayvan böğürüp durur avluda. Bütün bunların üstüne karın da açtır. Hangisini öne alacağını şaşırırsın. Gözü gövermiş olurdu herifin. Şamatalı bir adamdı. Ben evde olduğumda da yine bir şamatayla gelirdi, soluğu burnundan çıkardı. Omzundaki eşyaları daha sonra yerine koymak üzere samanlığın böğrüne bırakıp içeri dalarken açlıktan ve yorgunluktan gözleri belermiş olurdu. Hemen oracıkta sofranın hazır olmasını uman bir ivecenlikle önüne konacak bir yiyecek beklerdi. Bir telaştan ibaretti herif.

‘Ben de şimdi bamyadan geldim, ne telâşın?’ demeye bile hazer ederdim, kızardı hemen.

Akşama bulgur çorbası pişirirdim. Bulgurdan başka bir şey yoktu. Tarlada da bulgur pilavı yemiş olurduk zaten. İyi ki o yıl ineklerden birini sattı; yoksa aç açık kalmıştık. Çok da ağladım o ineğin ardından; üç nesil mal verdi bize Ala Kız’ım, nasıl ağlamam?

Kaynanam bana başındaki yazmayı verdiğinde dünyalar benim olmuştu; sırtımda bir peklik hissetmiştim o sırada, yaslandığım baba omzuydu sanki.

Güze doğru çatmayı çatar cecim dokurdum, kilim dokurdum. Her attığım ilmekle bu çektiklerim de işlenmiş olurdu kilimlere, cecimlere./

 

Makasım nere gitti benim?

 

  Yer değiştirdiğinde; söz gelişi köye gidildiğinde veya köyden şehre döndüğü ilk günlerde, bedeninde bir canlılık, kesintilerle de olsa sözlerinde ele avuca gelen bir tutarlılık ve konuşma arzusu hemen fark edilebilirdi. Bacaklarına sürtünen komşunun kedisinin kendisinden bir şey istediğini fark etmesi ve hayvana, “Benden bir şey umuyorsun ama kendime yetmiyorum ki ona vereyim” demesi; uzun süredir düşündüğünü, ancak seslendirmek için kendinde bir zemin bulamadığını hissettiren “Şu metal çubuklardan birinin yerinde olmak isterdim” gibi sözleri böyle zamanlarda gerçekleşirdi. Böyle durumlarda zihni aniden gündelik işlerin tazeliğinin içine düşer ve orada yeşeriverirdi. Etrafındaki herkesi şaşırtacak şeyler söylerdi bu sırada: Söz gelişi derdi ki oğluna: “Bahçeyi Kara Yusuf’un oğluna verme artık oğlum. Ağaçları susuz bırakmış. Başını yesin onun yaptığı iş. Su bulamıyormuş. Hacı Durmuş demişleyin, her gün birinin dibine işese ortalık ağaca giderdi, yazık değil mi o fidanlara öyle?”

  Zaman, nerede kendisiyle bir geçmişi olan varsa hepsini oraya getirmişti; puslu bir dumanın ortasında, kendi içinde sürekli konuşan kadın kaybolmuştu da yerine başka biri gelmişti sanki. O sisin içindeki ayrıntılar, kendisiyle birlikte, bir süre, gittiği yerlerde dolaştıktan sonra geri geldi ve ayıklayıp elediklerini de yanına alarak dibinde oturduğu eşiğin tepesinde, evin saçaklarına tünedi.

Bütün bunlar birkaç saniye içinde oldu:

  Günler uzundu fakat zaman kısaydı ve onu yakalamak için sabaha karşı çıkılırdı yola: Uykularını, tamamlanamamış rüyalarını, giderilmemiş yorgunluklarını, gaz lambasının kısılmış ışığında eriyip kaybolan düşlerini; şımartıp cıvıtamadıkları, kana doya sevemedikleri çocuklarına söyleyemedikleri güzel kelimelerini; gündüzleri, karı koca olmaya ilişkin olarak tarafların zihinlerinde kurguladıkları fakat her defasında yorgunluğun teslim aldığı özel zamanlarını; yine tarafların kendi içlerinde tasarladıkları fakat bir türlü kullanamadıkları ele avuca gelmeyen ince konuları, kerpiç ya da kâgir evlerin yatağı yorganı toplanamamış odalarında bırakıp kağnı tekerleklerinin tıkırtıları ya da hayvan homurtuları arasında, gecenin içinde incelip uzayan ağır yürüyüşlerle göz ıramadan yola koyulurlardı. Kimi de bu yarım bırakılmışlardan bazılarını, -söz gelimi yakalayabildiği bir boşlukta bir pelit ağacının dibinde kısa kestirmek gibi- tarlaya varınca bir fırsat doğduğunda kullanmak üzere, yedeğindeki hayvanın heybesine atmış olurdu ama çok zaman o fırsat da bulunamazdı.

  Yüzyıllar önce yaşanan gündelik hayat da böyleydi; kağnı, orak, ellik, tırpan, yaba, tırmık, çeten, saban gibi tarım aletleri; at, eşek, katır gibi binek hayvanları… Beş yüz, hatta bin yıl önce de kullanılan tarım gereçleri, ulaşım ve taşıma imkânları bunlardı.

Kadın, bütün bunların hepsini zihninin bir kenarında depolar ve oradan henüz yaşanmamış geleceğe aktarırdı.

/Bugün kalktığımda sol kolumu yerinde bulamadım. Kolum yoktu düpedüz. Bir an çorap öremeyeceğimi düşündüm. Çorap öremeyince sağ elimle de taharetlenemeyeceğimi, taharetlenemeyince namaz da kılamayacağımı, namaz kılamayınca vakitleri de kaybedeceğimi, vakitleri yitirince zamanı da yitireceğimi düşündüm. Zamanın dışında kalınca zaten içten içe beklemekte olduğumun yolunu gözlemekten başka bir yol kalmıyordu karşımda. İşim sadece gelmekte olanı beklemek olacaktı artık. Bekleyenin bütün işinin sadece beklemek olduğu durumlarda beklenen çabuk gelir… Kapıya baktım. Kapı yerindeydi. Duvarlar pürüzsüzdü. Tavan lambaları ve doğalgaz boruları dışında bir şey yoktu duvarlarda.

  Sen olmayınca evde kimse yok sanıyorum. Sen gelince perdeler yıpıldıyor; duvarlar bile dışarıya açılan bir göze dönüşüyor, pencereye ışık vuruyor. Yine pencereye gitti gözlerim. Pencerede perdeler çekiliydi; esasen tülüydü, güneşliğiydi, esas perdeydi derken perdeler basamaklar hâlinde pencereleri işgal etmişti.

  Bu sırada kolumun da yerinde olduğunun ayırdına vardım, rahatladım. Perdelerde sineği aradı gözlerim. Bugün yok; nereye gitmiş olabilir?

  Perdelerde yaprağa benzeyen geniş kavisli desenler var. Bu desenler bir çiçeğin iç kıvrımları gibi kendi içinde daralıp genişleyerek bir kökte birleşiyor; sonra bir el değdiğinde desenler aşağı ve yukarı yayılarak birbirleriyle sarmaş dolaş oluyorlar. Desenlerin içinde hareketsizce kıvrılıp yattığını sonradan fark ettiğim görüntüler canlılık kazanıyor sonra orada: Tepeler beliriyor; rüzgârın önünde yıpıl yılpıl yelpazelenen, dağın yamaçlarına doğru koşturan gelincikler; sonra vadimsi çukurlar, dik yamaçlar; sonra ırmağını bekleyen boş su yatakları… Dolunayın Alaz Tepe’nin böğründen sayvan gibi yükseldiği o uzun ay ışığı yolculukları sırasında, herif’in kağnının önünde çığırdığı “Gide gide yoruldum”, “Kızılırmak n’ittin allı gelini” gibi türküler içten içe ses kazanıyor sonra. Sırtımda sen; karşı kıyıya geçmek için zeminin yokalığını veya derinliğini hesaba katmadan delice bir cesaretle önüme çıkan yerden suya daldığım, sonra o dibi belirsiz, omuz hizama yaklaşan bulanık suyun içinde debelenişim, iki ayaklarını boynuma giydirdiğim çocuğu suların yutmasından korkup çaresizce orada ilerlesem mi ilerlemesem mi diye düşünüşüm; o sırada içimden aklıma gelen bütün duaları mırıldanışım; sonra bütün cesaretimi toplayıp önüme çıkan zemini ayakuçlarımın kontrolünden geçirerek ilerleyişim ve nihayet sığ bir zemine ulaşışım beliriyor… Irmakta boğulmaktan son anda kurtulduğumuz o günden beri yollardayım; tek fark sen sırtımda değilsin; sensiz yürüyorum nicedir./

 

“Makasını buldum babaanne!” diyerek coşkulu bir gelişle çıkıp geldi bir çocuk.

“Öylemiii” dedi, devindi, yüzü ışıdı birden; gözlerinin akı görüldü günler sonra. Gözlüğünü eline aldı.

O sırada, tavanın genleşip yükseldiğini, perdelerin önce kımıldadığını sonra ardına kadar açıldığını; haberi veren çocuğun büyüdüğünü duyumsadı.

 

 

AZAZİLİN KAPISINDA

AZAZİLİN KAPISINDA – 2015 Bilge Kültür Sanat’tan

 

Okurların yıllar önce Mavera’dan tanıdığı Recep Seyhan; bu kitabında imgesel, felsefî, anlatıcı ağırlıklı anlatımıyla insanın ezeli arayışını, kendisiyle savaşını, çelişkilerini, çatışmalarını, hakiki olanla kurmaca olanın; var olanla hep bir yerlere giden arasındaki elle tutulamayanın paradoksal ilişkilerine dikkatimizi çekiyor. Yazar, bireyin var olma savaşını sıkı bir dil işçiliğiyle hikâye ederken okuyucuya da bir dil şöleni yaşatıyor.

 

 Orada başkalaşan sadece insanların varlıkları değil, gözleri, elleri, bakışları, duyguları ve düşünceleri de başkalaşmıştı. İnsanlar, sanki kendilerini oradan çekip aldıktan sonra yerlerine gölgelerini ya da hayallerini koymuşlardı. Pistte dans eden, uzakta birine göz işaretiyle varlığını duyurmaya çalışan kendileri değildi de kendileri sandıkları bir başkasıydı. İşin ilginç yanı; herkes, kendisini başkalaştırma yarışında birkaç adım öne geçmek için olağanüstü çaba gösteriyordu. O arada kelimeler de bir savruluş içindeydi, salonun içinde nereye tutunacaklarını bilmiyordu kelimeler.

Yazar: 2015 Bilge Kültür Sanat’tan

BANA HİKAYE ENLAT-ma

BANA HİKAYE ENLAT-ma             (2017 baskıda-Bilge Kültür                            

 

Öykü ile hikâye aynı şey midir? Psikanaliz, yapıçözümleme (dekonstrüksiyon), imge-metafor nedir? Kurmacanın kaynağı nedir?  Kurmaca metin yazarları hakikati neden gizleme gereği duyarlar? Kurmaca metinlerde belirsizlikler ve boşluklar neyi amaçlıyor? Varoluş ile Yabancılaşma arasında bir ilişki var mı? Kendine yabancılaşma bir problem midir? Anlatısal yabancılaşma nedir? Postmodernizmin verilerinden nasıl yararlanılmalıdır? Deneysel edebiyat ne demektir?

Hikâyeci Recep Seyhan, ontolojinin ve psikanalizin; yer yer fenomenolojinin hermenötik verilerinden de yararlanarak yaptığı metin tahlillerinde bu soruların cevaplarını arıyor. Kitap, yazarın hikâye kitaplarındaki öykü poetikasını yansıttığı kadar; yabancılaşmaya ilişkin Oyuncak Krizi, ‘boşluk’a değgin Salon Kuramı, metafora dair Kadir Gecesi gibi özgün, kuramsal önerilerini de tartışmaya açıyor. 

Yazar: Bilge Kültür

ÇİÇEKLER KESMİŞTİ SELÂMI

ÇİÇEKLER KESMİŞTİ SELÂMI 3’üncü baskı Bilge Kültür-2015

             

 

Benzin kokusu ile -kanamalı bir hastanın vücuduna ağır ağır yayılan kanın sıcaklığı gibi- içimize aşama aşama bir korku yayılırdı; çünkü bu koku, korku getiren bir cip demekti. Kadınlar, kenarları mavi boncuklu keçi kılından yapılmış siyah önlüklerini, çarşaflarını, Mushaflarını, cüzlerini saklarlardı benzin kokusunu alır almaz. Hayra alâmet sayılmazdı bir cip veya atlı bir yabancının gelişi. Gelişiyle korku ve kaygı yükünü boşaltan o hâki renk Winnlex cip, giderken de boş gitmezdi; arkasında kederli bakışlar, bir duvarın dibinde, damlamak üzere olan burunlarını, fistanının tersine yahut önlüğünün veya yaşmağının kenarına, bir suçu gizler gibi silen, gözleri ıslak kadınlar bırakırdı. Cip uzaklaştıktan sonra bu kez toplu ve özgürce ağlaşırlardı kadınlar. 

Yazar: 3’üncü baskı Bilge Kültür-2015

ÇÖP KOVASINDAKİ RESİMLER

ÇÖP KOVASINDAKİ RESİMLER 2017 İncir Yayıncılık

(7İklimde 9 bölüm yayımlandı)

 

Hikâyeci Recep Seyhan; medeniyet, şehircilik, eğitim gibi üç önemli gösterge etrafında bir dönem görev yaptığı Almanya’nın Bavyera Eyaleti’nde; Almanya-Fransa-İsviçre hattında (daha sonra yurt içinde) yaptığı gezi ve gözlemlerini anlatıyor. 28 Şubat gibi sancılı bir dönemin sabıka kayıtlarını da tutan yazar, notların bir kısmını Augsburg Notları adıyla dergilerde yayımlamıştı. Almanya’da yaşayan Türklerin hayatından kesitler de sunan Seyhan, sorgulayıcı bir üslupla “dışarı”dan “içeri”nin nasıl göründüğüne de mercek tutuyor.

 

Dil bilmeyen ilk nesil; başlangıçta, yersiz-yurtsuz, sahipsiz ve kimsesiz; bu yaban ellerde en ağır işlerde çalışarak; hatta 21.yy’ın eşiğinde elektriksiz iş şantiyelerinde yatıp kalkarak çile doldurmuşlar. Para ve emek harcayarak bugünkü ikinci kuşağa dayanışma merkezleri, dernekler, mescitler, camiler, misafirhaneler, bayındır mekânlar bırakmışlar. Bu, bir bakıma geleceği inşa hareketidir. Onlar iki ülkeyi aynı anda bayındır ettiler; birini ihya ederken, diğerini imar ve inşa ettiler. Fakat onların Türkiye’de örgütlü bir kuruluşları yok; onların bu ülkeye katkıları unutuldu gitti; sesleri duyulmaz oldu;  hatta cenazeleri sessizce gelmeye başladı bile.

 

Recep Seyhan, Çöp Kovasındaki resimler, İncir Yayıncılık, , Nisan 2017, Kayseri

 

Yazar: 2017 İncir Yayıncılık

GÜNEŞİN DOĞDUĞU YERDE

GÜNEŞİN DOĞDUĞU YERDE  (2.baskı, 2016) Okur Kitaplığı

 

Kısa sürede ikinci baskısını yapan Güneşin Doğduğu Yerde, geleneksel hikâye ile modern öykü arasında güçlü bir köprü kuruyor. Hem üzerinde titizlenilen dil, hem de hikâyenin kendisine odaklanan anlatım, okuru uzun soluklu ve edebi hazla dolu bir okuma yolculuğuna davet ediyor. Hem ironik, hem hakiki; hem acı, hem de şaşırtıcı öyküler.

 

Dünyanın gelip geçmiş en önemli insanı bir ziyaret için İstanbul’u şereflendirecektir. Milyonlarca insan , o sabah akın akın onu karşılamak üzere erken saatlerde Güneşin Doğduğu Yerde toplanmak üzere yollara düşmüştür.

 

Recep Seyhan, Güneşin Doğduğu Yerde, 2. baskı,  Okur Kitaplığı yayını, Mayıs 2016,  İstanbul

Yazar: (2.baskı, 2016) Okur Kitaplığı

HATEM TAYÎ HİKÂYELERİ

HATEM TAYÎ HİKÂYELERİ (2016 ) Bilge Kültür

 

Sadece ünlü cömertlerden değil; Tay kabilesinin reisi, Basra padişahı; üst kurmaca yönteminin ilk ustası, iyi bir hikâye anlatıcısı, seyyah, adil,  halkiyat bilgini, şair...

Üç coğrafyada yüzyıllardır anlatıla anlatıla günümüze ulaşan Hatem Tayî Destanı yaklaşık 90 yıl sonra okuyucuyla yeniden buluşuyor.

Hikâyeci Recep Seyhan, eseri; Osmanlı Türkçesinden titiz bir çalışma ile matbu ve taş baskılı iki nüshayı karşılaştırarak hazırladı. Seyhan, eseri; günümüz Türkçesine uygun şekilde sadeleştirirken anlatıcının üslubunu olabildiğince korumaya ve eserin aslına sadık kalmaya özen gösterdi.

Kitapta okuyucu, bir ucu Anadolu’ya sarkan Mezopotamya topraklarında Hatem ile gizemli yolculuklara çıkıyor...

“Gördüm ki o gün zeval vaktine varıp güneş saklandı. Gece orduları yeryüzünü istila etti ve zamanın tabanı gece renginde gölgesini her yere bastı. Yine gördüm ki yatsıyı geçerken o taraftan mum meşaleleri göründü. O nazlı dilberler ve o yasemin gözlü hurilerle ayan oldular. Rengârenk türlü çeşit elbiselere gark olup meclis başına geldiler. Hepsi bana aşk edip başvurup dua ettiler.”

Recep Seyhan, Hatem Tayî Hikâyeleri, Bilge Kültür Sanat Yayını, Ekim 2016,  İstanbul

 

Yazar: (2016 ) Bilge Kültür

METAL ÇUBUKLARIN DANSI

METAL ÇUBUKLARIN DANSI -2016 Bilge Kültür

 

Destansı ve çoklu anlatımı ile hikâyede kendisine farklı bir yer edinen Recep Seyhan, bu kitaptaki öykülerde bireyin evrensel tarihinden kesitler sunuyor; okuyucu, öykülerin anlatıcıları ile insan ruhunun dehlizlerinde gizemli yolculuklara çıkıyor…
Kitapta ayrı bir bölüm olan Dağ Öyküleri’nde tabiatı keşfe çıkan okuyucu, beklenmedik şekilde, çizilen atmosferin 15 Temmuz’uyla karşılaşıyor…
  

“Burada baharın gelip gelmediğini anlayamıyorum, kuşlar da yok ki onlardan öğrensem. Beni köye bırakıp gelsen olmaz mı oğul?” dedi tekrar kadın.
Derken bahar geliyordu. Dizleri baharın gelişini haber verince perdeler bulutsuz bir gökyüzü olurdu, perdelerin yaprağa benzeyen desenleri yeşerirdi; hatta oradaki oylumlardan bahçenin kapısını da görebilirdi, hep kaybolan makas birden bulunurdu sonra, elindeki yumaklar tomurcuklanırdı, bugün dünle eşleşirdi. Böyle zamanlarda kadını kimse tutamazdı artık şehirde.” 

 

Recep Seyhan, Metal Çubukların Dansı, Bilge Kültür Sanat Yayını, Ekim 2016,  İstanbul

Yazar: 2016 Bilge Kültür

Recep Seyhan’ın Çakı Hikâyesi “ÇAKI” NIN SAKLADIĞI VAROLUŞSAL YÜZLEŞMELER

Recep Seyhan’ın Çakı Hikâyesi

 “ÇAKI” NIN SAKLADIĞI VAROLUŞSAL YÜZLEŞMELER

 

GÜL TANRIVERDİ

 

Recep Seyhan, son dönem Türk hikâyeciliğinde başaralı hikâyeleriyle dikkat çeken yazılarıyla göz dolduran yazarlardan biridir. Çeşitli dergilerde hikâyelerini okuduğumuz yazarın son kitabı Azazil’in Kapısında 2015’te Bilge Kültür Sanat’tan çıktı.  Kitabın içinde bulunan her hikâye, usta bir kalemin birikiminin göstergesidir.

Seyhan’ın hikâyelerinde zengin bir kültürel birikim, pürüzsüz bir anlatım, dikkatli bir gözlem gücü ile yapılan tasvirler kuvvetle kendini gösteriyor. Dil ve üslup özellikleri açısından Recep Seyhan öykü dünyasını en güzel yansıtan önemli örneklerden biridir Çakı. Biz bu çalışmamızda kitaptaki bu hikâyeyi kurgusundaki varoluşsal yüzleşmeler yönüyle incelemeye çalışacağız.

  Çakı; öncelikle ismiyle dikkat çeken bir hikâyedir. Çakı, Anadolu’da, çoğu insanının yanından hiç ayırmadığı bir eşyadır, fakat kahramanımızda bu eşyanın ayrı bir yeri vardır. Hikâyenin içeriğinde insan hayatındaki psiko-sosyolojik, varlıksal sorunlar ele alınmaktadır. Yazar, Çakı hikâyesinde gerek aile gerekse toplum içinde kendisine yer bulamayan bireyin, “kendi” olma isteği hep reddedilen bir çocuğun zıvanadan çıkışını çok etkili bir dille anlatıyor.

Seyhan, hikâye boyunca ismini öğrenemediğimiz karakterin ağzından anlattırıyor. İki ben anlatıcıyla yola çıkan yazar, ilkini şimdiki zaman, ikincisini geçmiş zaman kipleriyle konuşturuyor.  Babasından kalan çakının mahiyetini vurgulayan karakterin, çakı üzerinden babasıyla ve kendisiyle çatışmasının ardından gelen gecikmiş yüzleşmeyi anlatıyor. Dilin zenginliği tasvirlerin etkileyici olması göze çarpıyor. Özgürlüğü yok edilmiş ve kapana kısılmış gibi hisseden kahramanın içinden geçen ve dışa yansıyan hezeyanlarını, eylemlerini kırıp dökmelerini kahramana kendi dilinden itiraf ettiren Seyhan,  sorgulamayı, çaresizliği, çevre ve aile iletişimsizliğini kelime hazinesinin genişliğiyle okuyucuya aktarıyor.

“Babasının istediği gibi” bir evlat olamayan kahraman, aşırı davranışlarının sonucunda tamiri mümkün olmayan sonuçlar yaşamış/yaşatmıştır. Kasabayı terk edip büyük şehre gittiğinde “tutunamayan” bir insan olarak karşımıza çıkar. Babasından kendisine kalan tek eşya olan “kemik saplı, sivri uçlu, kapandığında kolay açılması için bir kenarında parmak kertiği bulunan o,uzun atlayan çita figürlü, Sürmene işi (s.76)” çakıyı resmi bir kurumun güvenliğinde unutması (kaybetmesi) kendisiyle süreğen bir hesaplaşmanın da başlangıcı olur.

Güvenlik görevlisinin kahramanımızdan şüphelenerek yanına gelmesiyle babasından kalan çakıyı aradığını söylemesi aslında bir sanrıdır. “Belki de ben, burada çakı kılığına girmiş bir umudun peşindeyim.”(s.47)cümlesi anlatıcının haletiruhiyesi hakkında bize fikir veriyor. Kaybettiği babasının ardından kalan çakı, babasıyla yaşanan tüm çatışmaları göz önüne seriyor ve vicdani hesaplaşmaya giriyor.

  Recep Seyhan, hikâyenin içeriğinde anlatıcıyı geçmiş zamana götürüp babasıyla yüzleştiriyor. Yazar bu kısımlarda anlatıcının hissettiği duyguları ince ince işleyerek yaşananları bizim de hissetmemizi sağlıyor. Yazar, bu hikâye ile eşyanın ruhuna, eşya ve insan arasındaki ilişkinin özel dünyasına bizi sokmayı başarıyor.

Baba evini anlatan karakter bize geçmişiyle ilgili ipuçları verir. Birçok vukuata karışan ve olaylar zincirine çevirdiği yaşamı psikolojik tahlil gerektirecek kadar çoktur. Hikâyenin vukuatlar bölümünde geçen şu cümle dikkat çekicidir. “Okumayacak bu çocuk, bizi üzecek, çok…”(s.49)  ilkokulda başlayan eylemlerin katlanarak artması zamanla babasını haklı çıkarsa da baba evinde yaşananlar bize, diplerde derin bir sorunun varlığını hissettiriyor.

Anlatıcı kahramanın gıda toptancısında çalıştığı ilk gençlik döneminde yaşadıkları bizi ürpertiyor. Seyhan,  bu hikâye ile Müslüman kimliği belirgin insanların sorunlarından biri olan ticarette güvensizlik ve aldatmaya da işaret ediyor. Seccadesi dükkânında hep serili vaziyette olan Müslüman bir tüccar… Adam, kalitesiz ve satılmayan pirinçleri birinci sınıf diyerek müşteriye sunuyor. Kahramanının dikkatinden kaçmamıştır bu. Kahraman şöyle anlatıyor bu kısmı: “hasır seccadenin daima serili durduğu o ardiye gibi yerden, tüketilmeyen pirinç çuvalından getirtiyordu bana (s.50). Seyhan, bu bölümle bize Müslüman kimlikli insanların da günah işleyip aldatabileceklerinin, yalan söyleyebileceklerinin, bunu gizli veya aşikâr yapabileceklerinin altını çiziyor. Bu vurgu önemlidir ve bizde pek işlenmeyen bir problemdir bu.

Kahraman, uysal ve itaatkâr olsa bile çevresinde hiçbir şeyin değişmeyeceğini henüz yedi yaşında fark ediyor. Başkalarının onayından geçen her düşüncenin ve eylemlerin kendisine ait olmayışı onu buhrana sokuyor ve asi bir insan olmaya itiyor. Babasının aldığı ayakkabıyı beğenmesine rağmen kendi seçimi olmayışı yüzünden kabullenememiş, eğer kabul ederse varlığının yok olacağını düşünmüştür.  Çözüm olarak ayakkabıyı kesmeye ve ondan kurtulmaya karar verir. Babasına ne söyleyeceğini hazırlayan kahraman: Gerekçem hazırdı: Top oynarken ayakkabının birini taş kesmişti(!)” (s.60) Gerçeği saklamaya çalışırken ilk yalanını da söyleyen kahraman kendisiyle çatışmaya girmiş çevre ve aile baskısıyla ötelenmiş kişiliği zarar görmüştür. “Yalan söylediğimde de kendimle çatışmaya giriyordum, varlığımın tahrip olduğunu, kişiliğimin örselendiğini duyumsuyordum.(s.60)

Seyhan, bu hikâyede insanın varoluşunun ancak kendi iradesiyle gerçekleşeceğine, hür iradenin baskılanmasıyla yalanın ve çatışmanın da beraberinde geleceğine işaret ediyor. İçinde büyüttüğü öfkesini baskılama çabasına mukabil, amiri konumunda olanların onu basit işlerde bile kullanmalarının kahramanı problemli eylemlere sürüklediğini görüyoruz. Daha çocukken öğretmeninin bakraca su doldurmak için gönderdiği gün, dönüş yolunda, arkadaşlarıyla bakraca işemeleri, sırf kendi seçimi olmadığı için babasının aldığı ayakkabıyı gizlice kesmesi; kendince, kullanılmaya ve insanın özgür varlığına müdahaleye bir tepki ve intikam alma yoludur.

  Kahramanın daha küçükken gözlemlediği olaylar hayatında travma açmış ve insanlara değer yargısını değiştirmiştir. Oyun arkadaşlarının görmemesi için saklanacak bir yer aradığı sırada rastladığı bir adamın yaptıklarını şu cümle ile ifade ediyor kahraman: “Orada hayvan ahırlarının bulunduğu mıntıkada, iki duvar arasında, bir adamı hayvana ekleşirken görmüştüm de gözlerimi nereye koyacağımı şaşırmıştım o anda; gözlerim göz olduğuna utanmıştı.”(s.50). Kahramanımız yaşanan travmanın yanı sıra yenilmenin de hayatın bir seçeneği olduğunu ağır şekilde yaşamıştır. O davranışların perde gerisinde, aslında şadırvanda su içen bir kuşu bile rahatsız etmemek için orada kımıldamadan duracak kadar merhametli ve naif bir tarafı olmasına rağmen yaşadıklarıyla o tarafını ortaya çıkaramadığını görüyoruz.

  Yazar, ebeveynlerin çocuklarının başarısı üstünden gurur sağlandığına da dikkat çekiyor. Kahramanın geçmişiyle hesaplaşırken başarılı olmayı reddetmesinin bilinçli bir tercih olduğunu şu cümle güzel ifade ediyor. “Oku da seninle gururlanalım, başımız göğe ersin!’ diyorlardı insanlar oğullarına ve kızlarına. İşte ben, tam da bu nedenle başarılı olmak istemiyordum. Gördüğüm bu pisliğin üstüme bulaşmasını istemiyordum.” Burada kahramanın şahsında insan ruhunun deşifre edilmesine tanık oluyoruz. Seyhan, kelime hazinesinin genişliği de devreye girince hikâyeyi bir mücevher gibi işliyor.          

Yazar, kahramanın hayatında bir dönüm noktası olan düğün olayıyla farklı bir sosyal ikiyüzlülüğü deşifre ediyor. Bu bölümde, insanların gösterişi doruklarda yaşadığı düğün salonlarında herkesin birbirine üstün gelme çabası ve insanların varlıklarını başkalarına duyurmak için girdikleri dramatik, trajıkomik hâlleri zengin dille anlatılıyor. Kahraman, düğünde içkiyi fazla kaçırınca babasıyla aralarındaki tüm bağların kopmasına sebep olmuştur. “Eve yıkılacak kadar sarhoş geldiğimi gören babam bu duruma tahammül edemedi ve bana bağırıp çağırdı. Olan da o sırada oldu. Ağzımda babama karşı galiz sözler çıktığına hâlâ inanamıyorum; ama bu olmuştu.”(s.68)

  Babasından kalan çakıyı yanına alarak terk ettiği ailesine babasının vefatından sonraki o ilk dönüşü evde hiç de iyi karşılanmamıştır. “Hep senin yüzünden; babamızı senin yüzünden yitirdik… Günyüzü göstermedin garip babama. Ne yüzle geldin hı? Allah aşkına düş yakamızdan (s.48)” diye çıkışır ablası.  Babasının soğuk yüzünü bile göremeyen ve hiçbir şeyin telafisinin mümkün olamayacağını anlayan kahraman bir daha yıkılır.

   Hikâyenin sonuna gelindiğinde kahramanın aradığı çakıyı aslında emniyet müdürlüğü binasında değil işyerinde unuttuğu anlaşılır. Amiri bir vesileyle istemiş ama vermeyi unutmuştur. Oysa amiri vermeyi unuttuğu çakıyı ona vermek için çağırmıştır. “Elini masanın gözlerine götürdü ve bana oradan günlerdir aradığımı uzattı.” (s.83)

Kaybolan çakıyı binanın bahçesinde araması kahramanı geçmişe götürür, bu da babasıyla yaşadıklarını ince bir süzgeçten geçirmesine sebep olur. Çakının, (amirinin yine şahsi bir işi için gönderdiği) emniyet binasında bulunduğunda ısrar etmesi görevliyi kızdırır ve onu kovar. Bu onu öfke krizine soksa da bu noktadan sonra yaşadıkları ona sabrı öğretecektir.  Tam da ertelenmiş eylemini gerçekleştirmeye karar verdiği anda işyerindeki amirinin onu yanına çağırması sırasında beyninden geçen bin bir düşüncenin kurgulandığı, insanın cinayet işleme noktasındaki yakıcı öfkesinin anlatıldığı bu bölüm oldukça etkileyicidir. İnsan olmaktan çıkmıştık da birer sırtlana dönüşmüştük sanki. Artık konuşmuyor, sadece havlıyorduk. Havlarken ikimiz de saniyeler içinde nefes nefese kalmıştık; ikimiz de gırtlağımızdaki nefesi aynı anda bir öfke lokması hâlinde aşağıya indiriyorduk.”

  Bitirirken; bu çalışmayı, kadrini bilmediği babasından kalan tek eşyayı kaybetmenin onu yeniden kaybetmek olduğunu idrak eden bir insanın derin çatışmalarının anlatıldığı Çakı hikâyesinin tahlilini değil kurgusunun sadece bir boyutunu ele almakla sınırladığımızın farkında olarak bu hikâyenin derin bir tahlile ihtiyaç olduğunu belirtelim. 

Gül Tanrıverdi, Recep Seyhan’ın Çakı Hikâyesinde Çakı’nın Sakladığı Varoluşsal Yüzleşmeler, Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 2017, sayı 526 sayfa 60

 

 

 

 

                                                                                                                 

 

 

 

Yazar: GÜL TANRIVERDİ

AZAZİL’İN KAPISINDA

 

AZAZİL’İN KAPISINDA


FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN

 

 “Azazil’in Kapısında” Recep Seyhan’ın Bilge Kültür Sanat’dan çıkan üçüncü öykü kitabı. 2013 yılında yayımlanan ve ESKADER’in  öykü ödülünü de alan “Güneşin Doğduğu Yerde” kitabından hemen sonra gelen “Azazil’in Kapısında” kitabıyla, bir yazarın kendini tekrar etmediğini görmenin  mutluluğunu ve takdirini yaşıyorsunuz. Çok derin psikolojik tahlillerin yapıldığı, insanın çıkmazlarına, gizli dehlizlerine yazarın dikkatli bakışlarını gezdirdiği bir kitap “Azazil’in Kapısında”. Özellikle kitaba ismini de veren öykü, belgesel özellikler de taşıması açısından üzerinde durulmayı bilhassa hak ediyor.

 Azazil’in Kapısında” öyküsü, her ne kadar belgesel özellik taşısa da bu öykünün kesinlikle modern bir öykü olduğunun altını çizmeli. Öyküde yürek kızının genç bir şairi Paris’in karanlık dehlizlerinde tuzağa düşürüşü, sefil bir hayatın pençesinde kendi ben’i ile yaptığı savaş, bütün o içe kapanmalar ve aşkınlık halleri bize, büyük şair Necip Fazıl’ı işaret ediyor. Onun eğitim için gittiği Paris’te kumar batağına saplanarak geçirdiği sancılı yılları bilenler bilir. Recep Seyhan bu belgelerden de faydalanarak genç şaire dair öyle bir iç hesaplaşmaya girmiş, bezginlik ve ben duygusunun insan zihninde ve nefsinde yaptığı tahribatı öyle kuvvetli işlemiştir ki, her bir okur, aynı zamanda kendi ben’i ile de karşılaşır, kendi nefsi ile yaptığı savaşı da görür bu öyküde. Böylece bir kişiden  yola çıkılarak yazılmış bir öykü olmasına rağmen, bu öykü ile evrensel insanın kişisel macerasını da aktarmış olur bize yazar. Zira dünyanın neresinde olursanız olun, isterseniz “nirvana”nın doruklarında yol alın, yine de Recep Seyhan’ın bu öyküde sözünü ettiği benlik savaşını vermeniz gerekecektir. Bu savaşı kazanan kişi, ölmeden önce ölmeyi de başarmış demektir.

Bu kitabın beni etkileyen bir diğer öyküsü  Hunfes’in Topakları” nda, maddeye hapsedilen ruhun isyanını işler yazar. İnsanın “Das Capital” tarafını, hunfes – nam-ı diğer, gübre böceği-   üzerinden, başarı ve refah merkezli dünya algısının kalplerde bıraktığı boşluğu çok iyi anlatılır bu öykü.

 “….Uyandığımız gün, yaşadıklarımızın hepsinin birer oyun ve yaptığımız işlerin hepsinin birer oyuncak olduğu anlaşılacaktır.Adem de oyuncak yapmış kendisine; varsın oynasın biraz…”(s.37)

Yine insanın dünya işleri ile oyalanışının verildiği “Benim Oyuncaklarım” öyküsü de  Hunfes’in Topakları” ile bu açıdan bağlantılı gibidir sanki. Dünyaya dair her şeyin bir oyalanış olduğunu diğer öykü, bir böceğin üzerinden verirken; “Benim Oyuncaklarım”da, ömrün tekerrürü sırasında –çocukluk, gençlik, olgunluk- var oluşumuza anlam kazandırmak üzere, yazarın oyuncak metaforuyla anlattığı dünyaya ait olan ile verilir:

 “Koca bir ömür oyuncakların peşinden koşmuştum… Didişiyor, didikliyor, mücadele ediyor, enerji tüketiyor, emek veriyor, terliyordum… Ben ölsem bile oyuncaklarım yaşar diye mi düşünüyordum bilmiyorum…” (s.21)

 Defter” ,“Kapı Sesi” ve “Çakı  öykülerinde bir nesnenin –defterin, kapının, çakının- baba ile oğul arasında oluşturduğu duygusal bağı verişi; “Sesleri Delen Bir Ses” te yazarın diğer öykü kitabında yer alan “kadınge” nin yeniden karşımıza çıkarak kitaplar arasındaki ilişkinliği verişi; “Sarmal” da ise folklorik öğelerin de modern öyküye dâhil edilebileceğini göstererek,  Anadolu insanından evrensel insan oluşturmayı başarması ile Recep Seyhan, geleneksel ile moderni başarıyla harmanlayan bir yazar olduğunu ispatlamıştır. Üstelik bunu yaparken şehir insanının hafızasından silinmiş bulunan “uğunmak, benirlemek, suğmak, evselemek, sokurdanmak”  gibi kelimeleri kullanması, geleneksel anlatı ile üst kurmacayı iç içe geçirerek, bazen yazara bazen de anlatıcıya vererek sözü, monotonluğu kırması, “Azazil’in Kapısında”  kitabında yer alan on öyküyü de hem dili hem de kurgusu açısından özel öyküler haline getiriyor. Sanırım  Cengiz Aytmatov’un Anadolu’daki sesi desek yanlış olmayacaktır Recep Seyhan için. “Tuzsuz Adam”ın ağaçları ve hayvanları da düşünen Kamran Yekta Bey’i, “Sesleri Delen Bir Ses”in bilge Kadınge’si, “Defter” öyküsünün oğlunun üzerine titreyen babası, kızını aramak için Anadolu’dan gelerek İstanbul’u altüst eden “Sarmal”ın fedakar anası ile, Aytmatov’un kocaman yüreğinin ve insana sevgiyle bakan gözlerinin Recep Seyhan’ da yeniden dirilişini görmek mutlu etti beni.

Çoğumuzun ıskaladığı, görmezden geldiği veya kendimize inşa ettiğimiz kalın duvarların ardından göremediğimiz incelikleri, hiç de gözümüzün içine sokmadan, didaktiğe kaçmadan, zaman zaman ironinin hassas terazisini de kullanarak bize nazikçe işaret eden bu kitaptaki öyküler; geri dönüp de bir saniyesini bile bir daha asla yaşayamayacağımız bütün bir geçmişin ayrıntılarını zihnimize nakşetmesi açısından okunmayı, üzerinde düşünmeyi hak eden öyküler. Bu öyküler, özgünlüğün gelenekseli modernize ederek de gerçekleşebileceğini göstererek Türk öykücülüğüne önemli bir mesafe kaydettirdiği için de dikkate alınması, önemsenmesi ve üzerinde durulması gereken öykülerdir.

______________________________

Hece-Öykü, Haziran 2015, sayı 69

Yazarın diğer Çalışmaları: 
Yazarın (FÖErdoğan) diğer yazı:  Türk Edebiyatı Şubat 2017, sayı 520     
►Stargazete söyleşisi: 10.04.2014: http://haber.stargazete.com/kitap/hikayede-gercek-anlatinin-daha-fazla-icindedir/haber-869702

 

 

 

Yazar: FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN

Hikâyesi Bilinmeyen İnsanların Öyküleri: ZONGO’NUN DEĞİRMENİ

    Edebiyatın saymakla bitmeyen işlevlerinden biri de keşiftir. Bazen tarihin bilinmeyen karanlık dehlizlerine gizlenmiş bazen de özellikle günümüzde hiçbir gözün göremeyeceği bir noktada unutulmuş olan ve keşfedilmeyi bekleyen yığınla hikâye vardır. Hikâyeler anlatılmak için üretilirler. Anlatılmayan hikâyeler, yaşanmış da olsalar, unutulup giderler. Burada da Puşkin’den mülhem şu cümleyi anmak gerekiyor: “Sanat (hikâye) unutturmaz.”

  Bir yazarın temsil ettiği kültürün içindeki yerini tayin ederken, o yazarın yaşadığı ülkede bilinmeyen hangi hikâyeleri keşfedip su yüzüne çıkardığına bakılır. Bu durum biraz da yazarın poetik tavrıyla ilgili değil midir? Burada poetik tavrı sadece şairlerle sınırlandırmıyoruz. Bir roman ya da bir hikâye / öykü yazarının da poetik tavrından söz edilebilir. Her yazarın poetik bir tavır içinde olmadığını biliyoruz. Bu bağlamda yazarları poetik tavrı olanlar ya da olmayanlar şeklinde de tasnif etmek mümkündür. Bizce poetik tavır sahibi olmak bir yazar için son derece önemlidir. Çünkü bir edebiyatı yenileştiren, farklı ve orijinal söyleyişlerin yolunu açanlar hep poetik tavır sahibi yazarlar olmuştur. Poetik tavır sahibi olmayan yazarlar sadece var olan sanat-edebiyat estetiğine bağlı olanlardır. Onlar için edebiyat dilinde “muakib” (takipçi) kavramının kullanıldığını biliyoruz. Tabii ki bu eğilimde olan yazarlar da edebiyata çok şey katarlar. Burada poetikası olmayan yazarları olumsuzluyor değiliz. Sadece poetik tavrın yazarı nasıl yücelttiğine dikkat çekmek istiyoruz.

  Günümüz öykü yazarlarından Recep Seyhan’ın yayınladığı son öykü kitabı “Zongo’nun Değirmeni”, ilk planda aklıma yukarıda kısaca değindiğim poetik tavır konusunu getirdi. “Zongo’nun Değirmeni” kitabına geçmeden önce şunu vurgulayalım ki, Recep Seyhan, poetik tavır sahibi bir yazardır. Recep Seyhan’ın, “Zongo’nun Değirmeni”nden önce yayınlanan dört öykü kitabında da aynı tavrı sergilediğini görüyoruz.

  Bir hikâye / öykü yazarının poetik tavır sahibi olmasının en önemli göstergesi, yazarın yazdığı öyküler üzerinde düşünmesi, genelde öykü sanatı hakkında farklı fikirler üretmesidir. En önemlisi de yazarın hikâyelerinde / öykülerinde “ne anlattığı” kadar, “nasıl anlattığı” üzerinde de ciddiyetle durmasıdır. Recep Seyhan bu manada ciddi bir düşünce insanıdır. Hatta onun öykü kitapları dışında yayınlanan “Bana Hikâye Anlat(ma)” adlı bir hikâye/öykü kuramı kitabı yazdığını da hatırlatalım. Sadece yayınlanan bu kuram-inceleme kitabında değil, Recep Seyhan kendisiyle yapılan söyleşilerde de öykü kuramı üzerinde çok önemli açıklamalar yapmaktadır. Şunu demek istiyoruz: Recep Seyhan’ın belirli bir hikâye / öykü poetikası (felsefesi de diyebilirim) vardır.

  Burada sürekli olarak “hikâye” ile “öykü”yü farklı anlamlarda kullandığımız anlaşılmıştır. Kısaca belirtelim ki, anlatılan hikâyede insanın eserleri ve yaptıkları, bu eserlerin diğer insanlar tarafından nasıl karşılandığı gibi hususlar öncelenirse, karşımızda “hikâye” var demektir. Şayet anlatılan hikâyede insanın yaptıkları ve eserlerinden çok bizzat o kişinin şahsı öncelenirse, karşımızda olanın “öykü” olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle hikâyede kişinin yaşadığı olaylar ve o kişinin toplumdaki yeri vurgulanır. Bu yönüyle hikâyeler daha çok “sosyoloji”nin yanına yaklaşır. Buna karşılık öykülerde de kişinin bizzat olay ve durumlar karşısındaki tavrı, psikolojik durumu ve iç dünyası anlatılır. Bu yönüyle de öykünün “psikoloji”ye yakın durduğunu söyleyebiliriz.(Bu konuda “Hece-Öykü” dergisinde 2015’te yayınlanan 70. sayıdaki “Her Öykü Hikâyedir Amma Her Hikâye Öykü Değildir” adlı yazımıza bakılabilir. Ş.S.)

  Recep Seyhan, her ne kadar “Zongo’nun Değirmeni” adlı kitabın kapağına “hikâye” kavramını yazsa da, bu kitapta yer alan anlatılar bizce başarılı öykü örnekleridir. Burada şunu da vurgulayalım ki, her öykünün ardında da önemli “hikâyeler” vardır. Kitabın herhangi bir yerinde yer almasa da, kendisiyle yapılan söyleşi ve sohbetlerde Recep Seyhan “Zongo’nun Değirmeni” kitabında anlattığı öykülerin gerçek hayatta karşılıkları olduklarını belirtir. Bunlardan kitaba da isim olarak seçilen “Zongo’nun Değirmeni” adlı hikâyenin kaynak kişisi, Ömer Erdoğan’dır. Ömer Erdoğan, bir kültür insanıdır ve Rizelidir. “Zongo’nun Değirmeni” adlı bir hikâyenin Rize’de gerçekten var olduğunu beyan etmektedir. Hatta Ömer Erdoğan elinde Zongo’nun Değirmeni’nin gerçek fotoğrafını da taşımaktadır.

  Recep Seyhan işte bu gerçek olayı öyküleştirmiştir. “Zongo’nun Değirmeni”nde Seyhan çok farklı anlatım teknikleri kullanmaktadır. Bu tekniklerin başında geleneksel anlatılarda mevcut olan “Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar şöyle hikâyet ederler ki” kalıbının modernize edilmesi gelir. Kitapta yer alan bütün öykülerde Recep Seyhan geleneksel hikâye anlatma tekniklerine gönderme yapar. Yani “Zongo’nun Değirmeni” kitabındaki öykülerde halk hikâyesi tarzı anlatım söz konusudur. Mesela “Zongo’nun Değirmeni” adlı öyküde şu alt metinler yer alır: “Değirmen Taşıyla Birlikte Dönen Düşler”, “Ofelya’nın Parlayan Yüzükleri”, “Çavuşzade Salih Efendi”, “Kelek Sami’nin Bulunması Beyanındadır”…

  Yine bu öykü üstkurmaca bir nitelik de göstermektedir. Üstkurmaca, postmodern bir öykü anlatma tekniği olup, öykü içinde “öykü” sanatından, öykünün ne olduğu ve nasıl yazıldığından söz etmektir. Bu öykülerde “çoklu anlatıcılar” yer almaktadır. Ancak alt anlatılarda anlatıcı birinci şahıs oluyor.

  “Zongo’nun Değirmeni” adlı öyküde çerçeve hikâyenin anlatıcısı, zemin metinlere gönderme yaparak adeta hikâye felsefesi yapıyor. Hikâyede 3. Şahıs olarak yer alan çerçeve hikâyenin anlatıcısı, olay anlatmaktan çok, hikâye felsefesi yapıyor. Bu anlatıcı, öyküyü paranteze almış gibi. Başlangıçta ve bitişte karşımıza çıkıyor. Bu öyküde asıl mesleği öğretmen olan ve öyküde “hikâyeci” olarak kodlanan birinden söz edilir. Bu kişi muhtemelen bir kadındır. Köyü gezmeğe gelen ya da öğrencilerini köyde gezdirirken rehberlik yapan bu öğretmen hikâyeci, o köyde çok meşhur olan Zongo diye bir azınlık mensubu (Rum) kişinin değirmeninden söz ediyor. Öyküden anlaşıldığına göre, Zongo, hikâyesi olan biridir. Recep Seyhan Zongo adlı kişi dolayımında Osmanlının sonlarındaki mübadelen, Rumların Karadeniz’den Yunanistan’a göç etmeleri meselesinden de satır aralarında –öykü sanatının dışına çıkmadan- bilgiler de vermektedir. Zongo, o günlerden kalma birisi ve ilginç bir hikâyesi vardır. Zongo’nun Ofelya adlı Rum kızıyla evliliği de söz konusu.

  Kitapta yer alan ikinci öykü, “Flora’nın Çıngırakları” adını taşır. Bu öyküde de Recep Seyhan birçok alt hikâyeyi anlatır. Öyküye isim olarak seçilen “Flora” tıpkı Zongo gibi bir azınlık mensubudur ve yıllarca Müslüman Türklerle bir arada yaşamıştır. Recep Seyhan bu ve benzer öyküler aracılığı ile Müslüman Türklerin Osmanlı ruhunu taşımalarına yer verir ve azınlıklara kötü gözle bakmadıklarını da ima etmeye çalışır. Bu öykü Flora’nın dışında aynı zamanda bir İmam-Hatipli hikâyesini de içerir. Bizim ülkemizde hikâyesi yeterince anlatılmayan kesimlerden biri de İmam-Hatip Liselilerdir. Halkımız büyük rağbet ettiği bu okullara çocuklarını isteyerek ve çok büyük fedakârlıklarla göndermiştir. Anne babalar kadar bu okullara giden çocuklar da büyük çileler çekmişlerdir. Recep Seyhan öyküsünde haftada bir gün 9 km yol yürüyen İmam-Hatipli gençlerin anlatılmayan hikâyelerine de yer vermiştir.

  “Zongo’nun Değirmeni” kitabında yer alan üçüncü öykü, “Delifişek” adını taşır. Çok ilginç bir köy hikâyesi olan Delifişek’te, hiç de köy roman ve hikâyelerinden aşina olmadığımız manzaralarla karşılaşırız. Modern Türk edebiyatında maalesef bizim insanımız ve kültürümüzle pek ilgisi olmayan yabancı bir ideolojinin penceresinden köy hikâyeleri anlatılmıştır. Oysa Recep Seyhan, kitabında bizim gerçek köylümüzü ve köy hikâyemizi, o hikâyeleri bizzat yaşayan biri olarak anlatmıştır. Anlattığı öykülerde hiç de idealizme kaçmayan, yani gerçekliğe ters düşen hiçbir unsura yer vermeyen biridir Recep Seyhan. Okuyana şunu dedirtiyor adeta: Delifişek ve Çaylak Nazmi’ler “bizim kötü”lerimizdir. Ancak bu kötüler kime nasıl davranacaklarını da iyi bilirler. Yani kötülüklerinin bile belirli bir ahlakı vardır.

  Kitapta yer alan öykülerden biri olan “Kestane Ağacının Rüyasını Beyan Eder” ismini taşıyan öykü tam bir modern menkıbe gibidir. Bu öykü bizi tasavvuf dünyasına davet eder. Bilindiği üzere tasavvuf anlayışında bütün varlıklar kendi dillerince konuşup Allah’ı zikrederler. Bu öyküdeki kestane ağacı da kendi dilince zikir yapıyor gibidir. Yunus Emre, “Sordum sarı çiçeğe” der; sanki Recep Seyhan da “Sordum Kestane ağacına” der gibi anlatır öyküsünü. Kestane ağacı sanki çağımızın duyarlı ve muzdarip insanı olmuş, neredeyse bütün modernleşme problemlerini kendi dilince anlatmaya çalışıyor. En çok da ağaç kesme, yeşili katletme problemine ışık tutuyor. Ancak yazar, Show meraklısı “çevrecilerin” ya da sahte doğaseverlerin söylemine asla itibar etmiyor.

  “Zongo’nun Değirmeni”nde hakkında en çok konuşulacak öykülerden bir diğeri ise “Ölü Sesleri Korosu”dur. Recep Seyhan, tasavvufi kaynağı sanatında “zemin metin” olarak kullanma tavrını bu öyküsünde daha bir zirveye taşımıştır. “Modern zamanlarda tasavvufi bir hayat yaşanır mı” sorusuna cevap arayanların mutlaka okuması gereken bu öyküde, sorgulanan pek çok tasavvufi kavramı görürüz. Recep Seyhan saldırmadan, aşağılamadan, tamamen tefekkür düzleminde kalarak tasavvufi hayatı masaya yatırır. Yazarın tek derdi sanki “anlamaya çalışmak”tır. Öyküyü okuyunca dikkatli okuyucu bunu fark eder. Bu öyküde özellikle tasavvufun yok etmeye çalıştığı “ben” vurgusu, öykü kişilerinin “ben anlatıcı” olmalarıyla sorgulanmaya çalışılır. İnsan istese de “ben”ini yok edebilir mi? Öykü kişileri bu sorunun cevabını verircesine at oynatırlar öyküde.

  Kitaptaki son öykü “Sinek” adını taşır. Kitaptaki en kısa metin olan bu öykü adeta ironik bir yapı arz eder. Hani bir söz vardır, “Sinek adam öldürmez ama mide bulandırır” diye. Öykü sanki bu sözün ironisidir. Metin kısadır ama önemsiz değildir. Sinek de önemsiz değildir. Koskoca Nemrut’un ölümüne sebep olan bir sinek değil midir? Modern zamanlarda “yalnızlık”, “iletişimsizlik” ve “sessizlik” denilince akla gelen bir canlı değil midir sinek? Recep Seyhan sanki sinek üzerinden “sessizliğin dili”ni çözmüştür. Sesini kimsenin duymadığı küçük canlı sineğin hem sesini hem de cismini ölüm döşeğindeki bir insan nasıl görür? Öykü buradaki “nasıl”lığa tatmin edici bir cevap vermiştir.

  Altı öyküden oluşan “Zongo’nun Değirmeni”nde Recep Seyhan, bugüne kadar hikâyeleri anlatılmamış insanların öykülerini anlatmıştır. Öykülerini diyoruz, çünkü yazarın usta anlatımı sayesinde, unutulmuş, hatırlanmayı ve de anlatılmayı bekleyen bu insanların her birinin iç dünyalarına yolculuğa çıkıyoruz; yine bu insanların ruhsal travmalarına tanık oluyoruz. Ayrıca bu insanların birbirleriyle ilişki ve münasebetlerinde de içsel derinlik seziliyor. İşte bu yüzden “Zongo’nun Değirmeni” hikâyeden çok “öykü”nün alanına giriyor.

  Kitaptaki bütün öykülerde yazarın bilinçli tercihini yansıtan kurgu ustalıkları göze çarpar. Mesela her bir öyküde “isim sembolizmi” hissedilir. İsim sembolizmi, öykü kişisinin ismi ile öyküde sergilediği karakter özelliğinin uyuşması anlamına gelir. Mesela “Zongo’nun Değirmeni” adlı öyküdeki Çavuşzade Salih Efendi, isminin çağrıştırdığı bütün özellikleri yansıtır. Salih Efendi, isminin anlamı olan “salih kişi, güvenilir, yardımsever kişi” olmanın bütün göstergelerini taşır.

  Öykülerde dikkat çeken hususlardan biri de, anlatıcılardır. Her bir öyküde birden fazla anlatıcı yer alır. Recep Seyhan, genellikle her bir kişiye kendi öyküsünü anlattırır. Bu tercih adeta, “kişiyi en iyi kendisi tanır ve anlatır” gerçeğinin kurgusal ifadesidir. Recep Seyhan, Anadolu’nun henüz tanınmayan farklı kişilerini de adeta gün yüzüne çıkarır. Hemen her öyküsünde bir şekilde adı geçen “Kadınge”, bu bağlamda anılması gereken bir isimdir. Kadınge kimdir? Kadınge, her Anadolu köyünde rastlayabileceğimiz, bilge yaşlı kadınların kod adıdır. Anadolu’nun köylerinde bu tip kadınlar vardır ve bu yaşlı kadınların her biri “bilge kişilikleri” ve adeta köyün kanaat önderi olmaları hasebiyle çok önemli bir Türk insanı tipidir. Sadece “Kadınge” ismi de değil, Recep Seyhan, Anadolu insanının insanları adlandırması ve anması gerçekliğine öykülerinde ustaca yer verir. Sosyolojik açıdan başlı başına bir inceleme konusu olan bu hususta öykülerde karşımıza kişiler genellikle köylünün koyduğu lakapla çıkarlar. Mesela şu kişi isimleri bu bağlamda okuyucuyu tebessüm ettirecek niteliktedir: “Cızdıklı’nın oğlu Yanaklı, “Dıngıl Hamit”, “Kelek Sami”,“Dişli Osman”… Öykülerdeki kişilerin sosyolojik (halkî) yönünün yanında, sözlüklerde adı geçmeyen pek çok eşya ve nesne isimleri de bu öykülerde karşımıza çıkıyor. Bizce asıl “köy gerçekliği” budur.

  Öykülerdeki mekânlar da ustaca kurgulanmış ve Türk insanının tarihindeki çok farklı mekânların keşfi esasını yansıtmıştır. Bu yansıtışta halk tarafından bir mekânın adlandırılması esası da göz ardı edilmemiştir. Mesela  “Müftüzadeler Konağı”, öyküde Zongo’nun büyüdüğü konaktır ve halkın bu konağa bakışı da konak adının anılmasına yansıtılmış gibidir. Yine Anadolu’daki yer adları da öykülerde ustaca anılır. Mesela “Kanlı Dere” ismi, tamamen halkî bir kullanımdır.

  Öykülerin anlatı yapısı, geleneksel hikâyeleri hatırlatacak niteliktedir. Kitaptaki her bir öykü, “çerçeve hikâye” tekniğine uygundur. Çerçeve hikâye tekniğinde “hikâye içinde hikâye” göze çarpar.

  “Zongo’nun Değirmeni” kitabında dikkat çeken en önemli kurgu unsurlarından biri de bu öykülerin her bir unsuruna ustaca yedirilen “zemin metin”lerdir. Zemin metin, kültürümüzün ve medeniyetimizin temeli olan ve halk arasında kutsanarak yaşatılan / önemsenen temel kitaplar ve efsane, masal menkıbe gibi kültürel anlatılardır. Recep Seyhan’ın öyküleri bu açıdan oldukça zengindir. Başta Kur’an- Kerim olmak üzere, Mesnevi, Yunus Emre, Mantıku’t-Tayr, Kelile ve Dimne, Peygamber kıssaları, Veli-Evliya menkıbeleri vs. bu bağlamda Recep Seyhan öykülerinde sürekli ima edilir; bu zemin metinlerle yazar ustaca “metinler arası ilişki” kurar.

  Recep Seyhan’ın öykülerinde dikkat çeken en önemli kurgu başarılarından biri de, yazarın ustaca kullandığı “dil”dir.  Öyle ki bu öykülerdeki dilin genel özelliği “şiirsel” bir nitelik gösterir. Zaten öykü sanatı hep “şiir” sanatıyla irtibatlandırılır. Yine bu bağlamda şunu da hatırlatalım ki Recep Seyhan öykülerinde çok sayıda “şiirsel ifadeler ve aforizmalar” da yer alır. Bütün bu dilsel başarı ile yetinmeyen Recep Seyhan, didaktizme kaçmadan “satır arası eleştiri”ler yapmaktan da geri durmaz. Öykülerin yansıttığı tarihsel kesitlerin bütün önemli olayları Recep Seyhan’ın öykülerindeki satır aralarında “eleştiri” ve  “analiz” süzgecinden geçirilir.

  Sonuç olarak şunu ifade edelim ki, son öykü kitabı “Zongo’nun Değirmeni” için yaptığımız bu tespitler, Recep Seyhan’ın diğer öykü kitapları için de geçerlidir. Hatta sadece öykü kitapları da değil, yazarın 15 Temmuz ihanetini anlattığı romanı “Ebucehil Karpuzu” için de çok farklı değerlendirmeler yapılabilir. Ele aldığı konunun önemi yanında “Ebucehil Karpuzu”, roman tekniği, kurgusu ve “darbe” gibi evrensel bir konunun felsefesini yapması bağlamında da oldukça başarılı bir romandır.

Velhasıl Recep Seyhan bizce, Cemil Meriç’in “Bu Ülke” kitabına da gönderme yaparak adeta şunu yapıyor: Bu Ülke’de henüz hikâyesi anlatılmayan insanlar vardır. Bu Ülke’de henüz yazılamayan konular vardır. Bu Ülke’de keşfedilmeyi bekleyen insan gerçekleri vardır. İşte Recep Seyhan –iddiasız bir şekilde- bütün bunları yazma cesaretini gösteren ve yazmayı sürdüren bir yazardır.

_______________________________________

* Prof. Dr., FSM Vakıf Üniversitesi öğretim üyesi

 

 

 

 

Yazar: Şaban Sağlık

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör