Döneminin
en renkli simaları arasında yer alan Hilmi Oflaz, 15 Mayıs 1998’de
Kuledibi Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde vefat etti. Eyüp Mezarlığında,
üstadı Necip Fazıl’ın hemen yanı başına defnedilmiştir.
Oflaz’ın
1987’de
vefat eden eşi Ayşe Oflaz Söztut’tan Yaşar, Ahmet, Arif, Melike ve Betül
adlarında 5 çocuğu vardır.
Hilmi
Oflaz’ın, 1968 yılında A. Arif Bülendoğlu takma adıyla Necip Fazıl Kısakürek –
Hayatı Sanatı Aksiyonu adlı derleme bir eseri yayımlanmıştır.
Mehmet
Niyazi Özdemir’in Dahiler ve Dediler adlı eserinde Hilmi Oflaz’a ve üstadı
Necip Fazıl’a genişçe yer almıştır.
Ayrıca
hakkında İrfan Dağdelen’in “Çile Yazılarım Hilmi Oflaz” (2001) adlı eseri
yayımlanmıştır.
HİLMİ OFLAZ İÇİN NE DEDİLER?
Muzaffer Doğan:
“Hilmi Ağabey tam bir
vefâ ve cömertlik âbidesiydi.
Ayrılmaz parçası, pazar
çantasıydı! Neler olmazdı ki o çantanın içinde: Ekmek, zeytin, peynir, helva;
mevsimine göre, domates, biber, üzüm, bisküvi vs.
Ve KİTAP! O çantayı, hiç kitapsız görmedim
desem mübalağa olmaz!
Beyazıt’da bir yerde, hiç
umulmadık anlarda “Hilmi Oflaz Sofrası” kuruluverirdi. Sofrada, genellikle
şiirle, edebiyatla, fikirle hemhâl olan Üniversiteli gençler yer alırdı.
Sohbet koyulaşır, Hilmi Ağabey
konuşur, anlatır, coşar; sorular sorulur, cevaplar alınır ve sofra tam bir
muhabbet sofrasına dönüşürdü.
Dağılırken, Hilmi Ağabey, bazı
gençlerin cebine, çevreye farkettirmeden ve incitmeden harçlık sıkıştırır,
bazılarına, birkaç cümle ile açıklamalar yaparak kitap tutuştururdu.
Hilmi Ağabeyin, bu işler için
yaptığı masrafların kaynağı neydi? Zengin birisi miydi Hilmi Oflaz? Ne öyle
ciddî bir geliri vardı, ne de zengin birisiydi O.
Değme zenginlerin çoğunda
bulunmayan bir gönül zengini ve bir gönül adamıydı O.”
Dursun Gürlek:
“Necip Fazıl’a ve Büyük Doğu’ya destek olmak için ilgi çekici
yöntemlere başvururdu. Çengelköy’deki evine postacı her ay veya her hafta kucak
dolusu Büyük Doğu getirirdi. Hilmi Bey, kendisini, karısını, beşikteki çocuğunu
abone etmişti. Oysa bunların dışında da bazı isimlere dergi gelmişti. Merhum
Hilmi Bey, abone sayısı çoğalsın, Üstad şevke ve gayrete gelsin diye tavuklara,
horozlara da bir takım isimler takarak Büyük Doğu’ya abone yapmıştı.
“Hilmi Oflaz, üstadı Necip Fazıl hapishaneye düşünce, o da peşine
düşmüş, Mahmutpaşa’daki tezgahını bırakıp pılı pırtıyı Toptaşı Cezaevi’nin
kapısına taşımıştı. Geçimini temin etmek, bu arada üstadın ihtiyaçlarını
karşılamak, arandığı zaman anında arz-ı endam etmek için tam bir buçuk yıl
Toptaşı Cezaevi’nin kapısında zarf, kağıt vesaire satmaya başlamıştı. Burada
bulunduğun sürece ve görüşme saatlerinin dışında üstadı görebiliyor musun?’
sorusuna şöyle cevap vermişti: ‘Bulutların ardından güneşin görünmesi gibi
camın önünden geçerken parmaklıkların arasından görüyorum’
Üstad Necip Fazıl, şık ve zarif görünümü içinde, bu hırpani kıyafetli
ve zahiren perişan, batınen huruşan adamı da yanından ayırmaz, gittiği her yere
birlikte götürürdü. Bir gün yolu Bursa’ya düşmüş, üstad beraberinde bulunan
Hilmi Ağabey’i şehrin en lüks otellerinden biri olan Çelik Palas’a çay içmeye
götürmüş, orada bulunan Cumhuriyet Halk Partili ve Adalet Partili bazı
milletvekillerine yanındaki Hilmi Ağabey’i şöyle takdim etmişti: ‘Fare
tıkırtısından ürkecek kadar hassas, kralları önünde eğdirecek kadar irade
sahibi, arslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur, aziz dostum
işportacı Hilmi Oflaz.’”
KAYNAK:
Dursun Gürlek / Meçhul Meşhurlar (Büyük Kurultay gazetesi, 29.11.1999),
Hüdavendigar Onur / Türk Sağı Sözlüğü (2001), İrfan Dağdelen / Çile Yazılarım
Hilmi Oflaz (2001), Cem Sökmen - Mustafa Aydın / Kitap Âşığı Bir
Garip Hilmi Oflaz (Zaman gazetesi, 20 Ağustos 2005), Bir Hilmi Oflaz Vardı
(facebook, 17.05.2020).
O, bu şiiri yazarken kimi veya kimleri düşünmüştür bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki Hilmi Oflaz Ölümsüz Şarkı’nın dudaktan dudağa geçmesi için varlığını feda etmiş, evi, barkırafa koymuş çok önemli bir insandır. Hilmi Oflaz derken, evinde otuz tane kitabı olmayan binlerce üniversite mezunu insanın bulunduğu bir ortamda evini 30 bini aşkın kitapla doldurmuş bir şahsiyetten bahsettiğimizi unutmayalım. Batıda, Batı kültürü için hayatını vermiş böyle bir insan olsa belki adına kitaplar yazılırdı. Ancak bizdeki kültür atmosferi anti-yerli bir çerçeveye sahip olduğu için burada görünür ve tanınır olmak, aydınların kalitesi veya tutarlılığına değil kendi topraklarına yabancılaşmasına bağlıdır. Önemli; ancak değerli olmayan birçok insanı çok rahat tanıyabilirken, hem önemli hem de değerli birçok insan tarihin ve mezarlıkların tozlu köşelerine terk edilmiş durumdadır.
Yardımseverliğiyle, fedakârlığıyla, maddî hırslardan kopuk; sürekli başkalarını düşünen feragatiyle modern düşünce ve anlayış kalıplarına meydan okuyan Hilmi Oflaz, maalesef layıkıyla tanınmamıştır. Eğer Hilmi Oflaz gibi bu fani dünyaya gönüller yapmaya gelen samimiyet abideleri yeterince tanınsaydı, Türkiye’de kimisi yoklar âleminde var olan, kimisi de büyüdükçe küçülen, merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle meselesiz, gerçeksiz yarı-aydınlara itibar edilmez bunların hepsi birer birer sîgaya çekilirdi.
Necip Fazıl, Hilmi Oflaz ile beraber kendisini dinlemeye gelen gençlere: Hilmi’yi cevheriyle tanıyor musunuz? Hilmi uçaktan hızlı gider, kamyondan çok yük taşır! der. Dahiler ve Deliler adlı romanını Dostluk ve vefa abidesi Hilmi Oflaz’ın aziz hatırasına diyerek ithaf eden Mehmed Niyazi Özdemir, onu, “Serâpâ samimi bir insandı. Gerçekten de aziz bir dost idi. Sevdiğini tam severdi. İkiyüzlülük, hulûs çekmek, çalım nedir bilmezdi. Dostlarından esirgeyeceği hiçbir şey yoktu. Kırk yıl yanında bulundum; Allah diyen bir kulun aleyhinde konuştuğunu duymadım. Milli meselelerde hizmeti geçmiş bir kimsenin aleyhine katiyen kimseyi konuşturmazdı. Paralı, parasız zamanı olmuştur; ne varlığın gururunu yaşadı, ne de yokluğun ıstırabını çekti. Şahsi hiçbir sevincine, üzüntüsüne şahit olmadım; sevinç ve üzüntüleri dostları milleti ve ümmeti içindi.” cümleleriyle anlatıyor.
Gazeteci
Yusuf Ziya Cömert ise Hilmi Oflaz’ı bir aşk adamı olarak
vasfediyor ve şöyle diyor: Hilmi Abi’nin her halinde gözle görülür
bir şey olarak aşk vardı. Simsiyah gözlerinde, dudaklarında, boyun
damarlarında, sesinde, sözünde, öfkesinde, sevincinde, özleminde, vefasında
yaşayan bir şeydi aşk. Çok âşık gördüm. Fakat Hilmi Abi’den daha
büyük aşık tanımadım.
Hilmi
Oflaz Söztut!
Ailesi aslen Trabzonlu, ancak kendisi Düzce doğumlu (1926). Ortaokul mezunu. Askere gidişi de oldukça ilginç. İstanbul/Hadımköy’e askere giderken kitaplarını ve gazetelerini de valizle götürüyor. Komutanlarıyla görüşüp, onlar için izin istiyor. Okumazsam yapamam. diyor. Okumak öyle önemli bir şey daha o yıllarda onun için. Terhis olurken de kitap hacmi üç valize çıkmış bir halde yine biriktirdiği dergi ve gazetelerle ayrılıyor Peygamber Ocağı’ndan...
Halasıyla birlikte geliyor İstanbul’a. Zaten halasının kızıyla da daha sonra evleniyor. Halası Çengelköyde Rasathane yakınlarında bir köşk alınca orada oturuyorlar. Durumları o zaman gayet iyi. Babasının Düzcede tütün tarlaları var, oldukça varlıklı bir aileye mensup. Ancak ailevi ve ekonomik şartların değişmesiyle yokluk günlerinin sökün etmesi fazla uzun sürmüyor. Aile büyükleriyle yaşadığı tartışmalardan sonra soyadına bir Söztut kelimesi ilave ediyor. Kızı Betül Özdemir, bunu anlatırken, Kimse bilmez Hilmi Oflaz’ın asıl adının Hilmi Oflaz Söztut olduğunu. Bu ifadeyi hem kendisine hem de akrabalarına hitaben sözünde durmanın önemini belirtmek için koydurmuştur. Kütükte de öyledir, diyor.
Kızı
Betül Hanım, yakın arkadaşları olarak Düzceli Reşat Şen ve Akyazılı Mehmet
Niyazi Özdemir beyleri sayıyor. Hilmi Oflaz, tiyatro gösterileri ve
konferanslar vesilesiyle Necip Fazıl’
Oflaz’ın 5 çocuğu var. Yaşar hanım en büyükleri. Diğerleri ise Ahmet, Arif, Melike ve Betül. 1987’de eşi Ayşe Oflaz Söztut vefat eder.
Betül Hanım, amansız hastalığı sırasında kitaplarından binlercesinin ziyan olduğunu ifade ediyor: “Hasta yatağında kitaplarla dolu evini son bir kez daha görmek istemişti; ama nasip olmadı. Cebindekini son kuruşuna kadar karşısındakine vermek isteyen, yok demeyi bilmeyen, yoksa bile bulmak için kendini helak eden biriydi, yok kelimesinden nefret ederdi”.
Kese kağıtlarına envai çeşit çerez doldurur, eve gelene kadar kimi gördüyse ikram eder, çocuklara da torbanın dibinde artık ne kaldıysa onlar verilir. Tavuklarının hep adı vardır: Küpeli, Çilli, Karakız. Bir dönem Büyük Doğu dergisine abone yapılmış, adlarına dergi alınmıştır! Kedileri hâlâ o evde ve bahçede yaşıyor. Oğlu Ahmet Bey ilgileniyor. Nesil nesil kediler hâlâ o kapının köşesinden ayrılmamış.
Söz
ustasıydı
Onu tanıyanlar hiç umulmadık anlarda ağzından dökülen şairane ifadeleri, verdiği şaşırtıcı cevapları anmadan edemiyorlar. Bir sohbet esnasında eleştiride ileri gittiğini düşündüğü dostuna “Devlet selamette, hükümetler rezalette; milletin bir kısmı gaflette, bir kısmı hayrette, bir kısmı gayrette; ama devlet selamette” derken her şeye rağmen günün seline kapılmayan etrafına umut aşılayan bir ruhî coşkunluğu sergiliyordu. Eski bir milletvekilinin önemli hizmetleri bulunan bir devlet adamımız hakkında söylediği sert sözler karşısında: “Beyefendi, söylemediklerinize saygımız sonsuz; ancak söylediklerinize iştirak edemeyeceğiz” deyişi de ayrı bir söz ustalığı numunesidir. Yine bir sohbette son yüzyıl içinde yerli düşüncenin devamlılığı adına büyük emek sarf etmiş iki değerli münevvere haksız tenkitler gelince, bu isimlerin verdikleri mücadele uğrunda çektikleri sıkıntıları hatırlatırcasına “Belalar bizim olsun, safâlar sizin olsun. Rabbimizden gelen belayı biz çiçek gibi göğsümüzde taşır, mutluluğu onda bulmaya çalışırız. Ama size safâ değil de, bela gelirse manda pisliği gibi dağılırsınız” diyor. Evlenmek için münasip birini arayan yakından tanıdığı üniversiteli gence, bir arkadaşının kızını tavsiye ederken kendine has edasıyla söylediği şu cümle sevenleri tarafından unutulmuyor: “Bir Allah’ı, bir de seni tanır...”
Ya, Ötüken Yayınevi’nden Necip Fazıl’ın Adana’da vereceği konferansta satmak üzere, konsinye usulü 100’er tane aldığı, Necip Fazıl’ın Reis Bey ve Vecdi Bürün’ün “Nasıl Öldüler” adlı kitaplarını, gelen dinleyicilere bedava dağıttığı sırada yayınevinin ortaklarından Özer Revanoğlu’nun ‘Ne yapıyorsun Hilmi Ağabey?! sorusuna, gayet soğukkanlılıkla, “Dağıt Revanoğlu, sen de dağıt, yayılsın!..” deyişine ne demeli..
Pasaportsuz
vizesiz hacca gitti
1971 yılında arabasıyla hacca gitmeye karar veren Mehmed Niyazi Özdemir’in ağabeyi Ziya Özdemir yola çıktıktan kısa bir süre sonra Hilmi Oflaz’ı görür. Hâl hatırdan sonra onların nereye gittiğini öğrenen Hilmi Oflaz, “Ben de geliyorum” diyerek hiç kimseye haber vermeden hac yolculuğuna dahil olur. İşin hayret verici tarafı ise şudur: Bu yolculuk sırasında Hilmi Oflaz’ın üzerinde ne pasaport ne de nüfus cüzdanı bulunmaktadır!
Hilmi
Oflaz bir Vefa Abidesi’dir. 1960’lı yıllarda Necip Fazıl
cezaevine girince Mahmutpaşa’daki tezgahını satarak tam 1,5
yıl Toptaşı Cezaevi’nin kapısında beklemiş, Necip Fazıl’ın
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Kendisine “Üstadı görebiliyor musun Hilmi
Ağabey?” diye soranlara verdiği cevap yine onun emsali az
bulunur şahsiyetini yansıtmaktadır: “Bazen bulutların arasından
güneşin görünmesi gibi demir parmaklıkların arkasından görünüyor.”
Hilmi
Oflaz, yerinde durmaz!
Yaşadığı hayatla, Bana ne!demeden, menfaatim ne diye sormadan, elinden gelen her şeyi yapmak için gösterdiği çaba ve kararlılıkla dünyanın faniliğini adeta kişiliğinde tecessüm ettirmiş olan Hilmi Oflaz, dünyevileşmeye lafzen değil ruhen karşı durmak isteyenler için muhteşem bir örnektir. Hilmi Oflaz’ın mücadelesi kendileri için hiçbir şey istemeyenlerin, başkaları için hiçbir şey istemeyenlere rağmen yürüttükleri mücadeledir.
Dünyevileşme derken Hilmi Oflaz’ın ders dolu bir hatırasını nakledelim: Zenginliğiyle övünen bir tanıdığı Hilmi Oflaz’a sorar: Neyin var? Onun cevabı acı bir gülümseme ve şu cümlelerdir: Dostlarım, kitaplarım bir de sigaram var. Midesiyle toprağa basan insanların edinmeyi hayal ettikleri servet, sadece bir dostumun verdiği bir şeyin yanında hiç kalır.
Hilmi Oflaz sohbetlerde dostlarına kendisini şu sözlerle ifade eder: Benim hayatım dört devreden ibarettir: İKBAL, İDBAR, İKMAL ve İCMAL... O, Mahmutpaşa’daki işportacı tezgahından kazandığını millî ve manevi değerlere hizmet etme çabası içindeki gençlerle birlikte harcayan, aynı gençlere “Ekmeğim var, peynirim var, gelin!” diyerek cömertliğini sergileyen, onların sıkıntılarına çözüm bulmaya çalışan, halden anlayan, dertlere ortak olan müstesna bir insandı.
Çoraplar
ve kitaplar
Mahmutpaşa’da bir tezgah düşünün ki sergisinde çoraplar, askı ipinde Büyük Doğu dergileriyle dolu olsun. İnsanların oraya ucuza bir şeyler almaya geldiği besbelli; fakat Hilmi Oflaz yılmıyor. Ara ara sattığı malları yerine bırakarak, elinde Büyük Doğu dergisi “Hanımlar, beyler! Sadece giyim kuşamınızı düşünmeyin, biraz da kafanızı düşünün. Şu dergilerden bir tane alın, siz okumasanız da çoluk çocuğunuz okur!..”diye bağırıyor. Fakat bütün çabasına rağmen dergiler bir türlü satılmıyor. Üstadının şevkinin kırılmamasını sağlamak için bulduğu çözüm ise insanı acı acı gülümsetiyor. Hilmi Oflaz beslediği tavuk ve horozlara isimler takarak hepsini Büyük Doğu dergisine abone yapıyor, her ay postacının getirdiği dergileri de eşe dosta dağıtıyor. Onun cömertliğinin en önemli göstergesi de bir ömür boyu bin bir çileyle biriktirdiği 30 bini aşkın kitap ve bir o kadar dergileri İSAM’a (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi) bağışlamasıdır.
Burcu
Öztürk (torunu) Hep hayatın içindeydi, bana böcekleri bile sevmeyi öğretti
Ben, onun kızı Yaşar Hanım’dan torunuyum. Son yıllarında hep birlikte olduk. Kitaplarla dolu evinde, yanında hepsi hazır dolu 5 bardak demli çayı ve harıl harıl okuduğu kitaplarıyla hatırlıyorum. 10’lu yaşlarımın başındaydım ve Bu kadar kitap neden var burada, neden dedem sürekli okuyor?, diye soruyordum kendime.
Bana hayatı, tabiatı, okumayı her şeyi sevdirdi. Böcekleri bile yakalar, üstüne boş bir yoğurt kabı örter, sonra açar yürümesini izletir, sonra yine kapatır, sonra da bırakırdı. Bahçesinde kaplumbağaları vardı. Onlarla böceklerle, taşlarla oynardık. Güzel taşları bahçenin bir köşesinde biriktirmeyi ondan öğrendim. Giderek yüksekçe bir tepe olmuştu. Başında oturur, taşları seçer konuşurduk. Toprakta yalınayak yürümeyi o öğretmiştir. Annemler Basma ayağın pisleniyor.derdi; ama o değişik bir insandı... İlesam’a, Türkocağı’na beraber giderdik...
Ahmet
Oflaz Söztut (oğlu) Kitap deryasında büyüdük
Şimdi rahmetli olan soyadını hatırlamadığım Zihni abi vasıtasıyla Mahmutpaşa’dayken Necip Fazıl Üstad’la tanıştığını biliyorum. İstanbul’a ilk geldiğinde halasının Çengelköy’deki köşkünde kalıyorlar. Halası köşkü satıp başka bir yere geçince o da Kuleli’nin sırtlarında bir gecekondu çeviriyor. Hâlâ ben o evde kalıyorum. 7 odalı evin her yeri; ama her yeri kitap doluydu. Ortada sadece yatmak için yataklar var. Başka bir eşya yok. Biz böyle kitapların içinde büyüdük. Her an, banyodayken bile kitap okumaya çalışırdı. Onunki bir tutkuydu. Allah bize zaman, fırsat, sıhhat vermiş, biz bu işe gönül koymuşuz. Niye okumayalım? derdi. Çileli bir hayatı vardı; ancak bize yansıtmamaya çalışırdı. 30-40 bini aşkın kitabı bir o kadar da dergi koleksiyonu vardı. Her fikir ve düşünceden binlerce dergiyi biriktirir, mutlaka okurdu. Babamla 5 kardeş bir arada olup da yemek yediğimizi -bayramlar dışında- hatırlamam. Hep dışarılarda, konferanslar ve sohbetlerde olan, son vapurla eve gelen; ama bize karşı son derece anlayışlı, şefkatli bir insandı. Biz onun ızdırabını, heyecanını ve aşkını arkadaşlarından çok anlamış değiliz. Arkadaşları onu bizden çok daha iyi anlamıştır. O arkadaşlarına karşı çok vefalıydı, arkadaşları da ona karşı çok vefalı oldular. Mahmutpaşa’daki tezgahı kapattıktan sonra kitapçılık yapmaya çalıştı. Üstad Necip Fazıl’la birlikte Anadolu’yu karış karış dolaşıp kitap sattı. Ama nasıl? Yayınevlerinden diyelim bin tane kitap alıyor, yarısını sattıysa öbür yarısını da gençlere dağıtıveriyor. Parası hiç olmadı, zaten parayla da işi olmadı! 15 Mayıs 1998’de Kuledibi Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde vefat etti. Kitaplarını ve dergilerini kardeşi yerindeki Mehmet Niyazi Özdemir beyin tavsiyeleriyle Diyanet’e bağlı İSAM’a (İslam Araştırmaları Merkezi) bağışladık.
Her haliyle cömert bir insandı
Rahmetli günün değişik zamanlarında birdenbire zuhur eder, içeri girdiğinde sessiz olan meclis şenlenir, hareketlenirdi. Bir bir oturanlara hâl hatır sorar şakalaşırdı. Bu esnada masa üzerindeki sigara paketlerinden birer dal sigara almayı ihmal etmezdi. Sonra aldığı sigaraları lime lime olmuş ceketinin iç cebinden çıkardığı ağız tarafı tamamıyla yırtılmış Bafra paketinin içine istiflerdi. Kendisi Bafra’dan başka sigara içmezdi. Neden o sigaraları topladığına gelince, sohbetin devamında o sigaraları çıkartır, yine halihazırdaki dostlara ikram ederdi. Evet ikram kelimesi Hilmi Oflaz’ın şahsında gerçek mânâda kendini gösterirdi. Öğle üzeri İlesam’da envai çeşit bir sofraya denk gelirseniz, bilin ki o ikramı yapan kişi Oflaz’dan başkası değildir. Elinde çeşitli poşetler içerisinde zeytin, peynir, bal, reçel, dolma, börek ne bulduysa getirmiş orada bulunanlarla -tanısın tanımasın- paylaşmıştır.
Gerçi tanımadığı kimse hemen hemen yok gibiydi. Yeni tanıştırılan bir kişiyle bile öyle sıcak bir diyalog kurardı ki o kişide yılların ahbabı hissi uyandırırdı. Elimizdeki kitapları, dergileri, broşürleri uzun uzun inceler, kendi arşivinde olmayanına denk geldiğinde ise onu elde etmek için ısrarlı davranırdı. Çok büyük bir matbu arşive sahip olduğu evine gidenlerce bizzat anlatılırdı. Özellikle Necip Fazıl ile ilgili yazılmış ne varsa onda bulmanız mümkündü. Kırışmış yüzü, zayıf bedeni, Üstadına benzeyen bıyıkları, jest ve mimikleriyle her ne kadar onun metafizik oğlu olarak tanınsa da Necip Fazıl Kısakürek’in özünde yaşayan, belki de onun ölümünden sonra ruhunu, ahlakını yaşatan bir mirasçıydı. Kibirli edebiyat dünyası ya da sanat camiası içinde elbette ki hak ettiği değeri bulamamıştır. Engin bilgisi, kültürü, mütevazılığının altında kaybolmuş gibi görünse de asla bir referans adamı olarak görülmese, ciddiye alınmasa da onu seven insanların gönlünde en az anlattıkları, naklettikleri kadar ihtişamlı bir şekilde yaşayacaktır.
Alınmışsa
alınmıştır!
Otobüse koştular, bindiklerinde tıknefestiler. Birkaç durak sonra bilet kontrolcüsü otobüste dolaşmaya başladı. Bilet kontroldeyip yürüyor, yolcular da biletlerini gösteriyorlardı. Hilmi Oflaz da bilet olduğu düşüncesiyle Niyazi hiç endişe etmiyordu. Kontrolör bunlara yaklaştı. “Bilet kontrol”, dedi ve Hilmi Oflaz’a baktı. O, gayet soğukkanlı bir şekilde cevap verdi: Ne soruyorsun? Alınması lazım geliyorsa alınmıştır. Alınmamışsa alınmayacak demektir! Kontrolör şaşırır gibi oldu; ne demek istediğini pek anlayamadı; yanlış bir iş yaptığını zannetti. “Afedersiniz” diyerek uzaklaştı. (Mehmed Niyazi, Dâhîler ve Deliler s.192)
Üstadının tarifi
Bursa Çelik Palas Oteli’ne gitmişlerdi. Otelde o sırada milletvekilleri de bulunuyordu. Hilmi Oflaz sessizce Necip Fazıl’ı takip etti. Adını söylemeyince Üstad onu takdim etmenin lüzumunu duydu. Sağ eli de Hilmi Oflaz’ın omuzundaydı: “Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas; kralları önünde eğecek kadar gözü kara, irade sahibi; aslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur aziz dostum işportacı Hilmi.” (a.g.e., s.228)
Not: Dosyanın hazırlanmasındaki katkılarından dolayı merhum Oflaz’ın ailesine ve yakın arkadaşı Reşat Şen Bey’e teşekkür ederiz.
(Zaman gazetesi, 20 Ağustos 2005)
Halasıyla
birlikte geliyor İstanbul’a. Zaten halasının kızıyla da daha sonra evleniyor.
Halası Çengelköy’de Rasathane yakınlarında bir köşk alınca orada oturuyorlar.
Durumları o zaman gayet iyi. Babasının Düzce’de tütün tarlalaları var, oldukça
varlıklı bir aileye mensup. Ancak ailevi ve ekonomik şartların değişmesiyle
yokluk günlerinin sökün etmesi fazla uzun sürmüyor. Aile büyükleriyle yaşadığı
tartışmalardan sonra soyadına bir “Söztut” kelimesi ilave ediyor. Kızı Betül
Özdemir, bunu anlatırken, “Kimse bilmez Hilmi Oflaz’ın asıl adının Hilmi Oflaz
Söztut olduğunu. Bu ifadeyi hem kendisine hem de akrabalarına hitaben sözünde
durmanın önemini belirtmek için koydurmuştur. Kütükte de öyledir.” diyor.
Kızı
Betül Hanım, yakın arkadaşları olarak Düzceli Reşat Şen ve Akyazılı Mehmet
Niyazi Özdemir beyleri sayıyor. Hilmi Oflaz, tiyatro gösterileri ve
konferanslar vesilesiyle Necip Fazıl’la Anadolu’ya açıldığında 5-6 ay gelmediği
oluyor. Betül Hanım, “Biz çocukluğumuzda babamızı göremezdik. Ahmet ağabeyim
anlatıyor, Üstad eve gelmiş. Anneme, Hilmi’yi merak etme. Benim azatlı
kölemdir. Bir ihtiyacın olursa beni ara. demiş.”
Oflaz’ın
5 çocuğu var. Yaşar hanım en büyükleri. Diğerleri ise Ahmet, Arif, Melike ve
Betül. 1987’de eşi Ayşe Oflaz Söztut vefat eder.
Betül
Hanım, amansız hastalığı sırasında kitaplarından binlercesinin ziyan olduğunu
ifade ediyor: “Hasta yatağında kitaplarla dolu evini son bir kez daha görmek
istemişti; ama nasip olmadı. Cebindekini son kuruşuna kadar karşısındakine
vermek isteyen, ‘yok’ demeyi bilmeyen, yoksa bile bulmak için kendini helak
eden biriydi, ‘yok’ kelimesinden nefret ederdi.”
Kese
kağıtlarına envai çeşit çerez doldurur, eve gelene kadar kimi gördüyse ikram
eder, çocuklara da torbanın dibinde artık ne kaldıysa onlar verilir.
Tavuklarının hep adı vardır: Küpeli, Çilli, Karakız. Bir dönem Büyük Doğu
dergisine abone yapılmış, adlarına dergi alınmıştır! Kedileri hâlâ o evde ve
bahçede yaşıyor. Oğlu Ahmet Bey ilgileniyor. Nesil nesil kediler hâlâ o kapının
köşesinden ayrılmamış.
1971
yılında arabasıyla hacca gitmeye karar veren Mehmed Niyazi Özdemir’in ağabeyi
Ziya Özdemir yola çıktıktan kısa bir süre sonra Hilmi Oflaz’ı görür. Hâl
hatırdan sonra onların nereye gittiğini öğrenen Hilmi Oflaz, “Ben de geliyorum”
diyerek hiç kimseye haber vermeden hac yolculuğuna dahil olur. İşin hayret
verici tarafı ise şudur: Bu yolculuk sırasında Hilmi Oflaz’ın üzerinde ne
pasaport ne de nüfus cüzdanı bulunmaktadır!
Hilmi
Oflaz bir “Vefa Abidesi”dir. 1960’lı yıllarda Necip Fazıl cezaevine girince
Mahmutpaşa’daki tezgahını satarak tam 1,5 yıl Toptaşı Cezaevi’nin kapısında
beklemiş, Necip Fazıl’ın ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Kendisine
“Üstadı görebiliyor musun Hilmi Ağabey?” diye soranlara verdiği cevap yine onun
emsali az bulunur şahsiyetini yansıtmaktadır: “Bazen bulutların arasından
güneşin görünmesi gibi demir parmaklıkların arkasından görünüyor…”
Çoraplar ve kitaplar
Mahmutpaşa’da
bir tezgah düşünün ki sergisinde çoraplar, askı ipinde “Büyük Doğu”
dergileriyle dolu olsun. İnsanların oraya ucuza bir şeyler almaya geldiği
besbelli; fakat Hilmi Oflaz yılmıyor. Ara ara sattığı malları yerine bırakarak,
elinde Büyük Doğu dergisi “Hanımlar, beyler! Sadece giyim kuşamınızı
düşünmeyin, biraz da kafanızı düşünün. Şu dergilerden bir tane alın, siz
okumasanız da çoluk çocuğunuz okur!..” diye bağırıyor. Fakat bütün çabasına
rağmen dergiler bir türlü satılmıyor. Üstadının şevkinin kırılmamasını sağlamak
için bulduğu çözüm ise insanı acı acı gülümsetiyor. Hilmi Oflaz beslediği tavuk
ve horozlara isimler takarak hepsini Büyük Doğu dergisine abone yapıyor, her ay
postacının getirdiği dergileri de eşe dosta dağıtıyor. Onun cömertliğinin en
önemli göstergesi de bir ömür boyu bin bir çileyle biriktirdiği 30 bini aşkın
kitap ve bir o kadar dergiyi İSAM’a (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları
Merkezi) bağışlamasıdır.
Askere
gidişi de oldukça ilginç. İstanbul/Hadımköy’e askere giderken kitaplarını ve
gazetelerini de valizle götürüyor. Komutanlarıyla görüşüp, onlar için izin
istiyor. “Okumazsam yapamam.” diyor. Okumak öyle önemli bir şey daha o yıllarda
onun için. Terhis olurken de kitap hacmi üç valize çıkmış bir halde yine
biriktirdiği dergi ve gazetelerle ayrılıyor Peygamber Ocağı’ndan...
Bir
neslin çok renkli sîmâlarındandı.
Üstad
Necip Fazıl’ı ve Büyük Doğu Fikriyatını tanıyınca peşini bırakmadı.
İşi
bozulunca, Tahtakale’de işportacılık yapmaya başlamış. İşportacı tezgâhında
Büyük Doğu Mecmuası da satarmış! Kendini kaptırınca,
‘Vatandaş!
Büyük Doğuya gel, Büyük Doğuya gel!” diye basarmış çığlığı!
Çengelköyü
sırtlarında, oturduğu gecekonduda beslediği horozlara ve tavuklara birer insan
ismi yakıştırarak Büyük Doğu’ya çok sayıda abone olmuş!
Kendince,
niyeti, Üstad’ı şevklendirmek!
İsmi,
efsane gibi anılırdı, Üstadı tanıdığım yıllarda, İslâmî okur-yazar çevrelerde.
Şimdi
hakkında yüzlerce eser, yüzlerce araştırma yazısı yazılmış, yüzlerce teze konu
olmuş Necip Fazıl hakkında, derleme mâhiyetinde de olsa, ilk kitabı, ‘Ahmed Ârif
Bülendoğlu’ takma adıyla Hilmi Oflaz hazırlamış ve yayınlamıştır.
1960
darbesi sonrası, ortalık biraz serbestler gibi olunca, Üstad, önce bellibaşlı
şehirlerde, sonra da bütün Anadolu’da konferanslara çıkmaya başlayınca
(1963’den 1979’a kadar), Hilmi Ağabey de, hep Üstad’ın yanında yer alır olmuş.
O yıllarda, konferanslar, şehirlerin sinemalarında verilmektedir.
Hilmi
Ağabey, işportacılıktan gelen tecrübesi ile, hemen Üstad’ın kitaplarını sinema
girişinde ve bir tezgâh üstünde sergilermiş.
Hilmi
Ağabeyi,1980’lerin başında, İstanbul’a öğretmen olarak geldiğimde tanıdım. Tanıyış
o tanıyış! Vefâtına kadar Cağaloğlundaki kültür mekânlarında, derneklerde,
vakıflarda, sık sık buluşup görüştük. Birbirimizi çok sevdik Ağabey kardeş
olarak.
Birlik
Vakfı, İlesam, Türk Ocağı, Marmara Kıraathânesi, buluştuğumuz, çay içip sohbet
ettiğimiz yerlerin başında gelen mekânlardı.
Hilmi
Ağabey tam bir vefâ ve cömertlik âbidesiydi.
Ayrılmaz
parçası, pazar çantasıydı! Neler olmazdı ki o çantanın içinde: Ekmek, zeytin,
peynir, helva; mevsimine göre, domates, biber, üzüm, bisküvi vs.
Ve
KİTAP! O çantayı, hiç kitapsız görmedim desem mübalağa olmaz!
Beyazıt’da
bir yerde, hiç umulmadık anlarda “Hilmi Oflaz Sofrası” kuruluverirdi. Sofrada,
genellikle şiirle, edebiyatla, fikirle hemhâl olan Üniversiteli gençler yer
alırdı.
Sohbet
koyulaşır, Hilmi Ağabey konuşur, anlatır, coşar; sorular sorulur, cevaplar alınır
ve sofra tam bir muhabbet sofrasına dönüşürdü.
Dağılırken,
Hilmi Ağabey, bazı gençlerin cebine, çevreye farkettirmeden ve incitmeden harçlık
sıkıştırır, bazılarına, birkaç cümle ile açıklamalar yaparak kitap
tutuştururdu.
Hilmi
Ağabeyin, bu işler için yaptığı masrafların kaynağı neydi? Zengin birisi miydi
Hilmi Oflaz? Ne öyle ciddî bir geliri vardı, ne de zengin birisiydi O.
Değme
zenginlerin çoğunda bulunmayan bir gönül zengini ve bir gönül adamıydı O.
Nazı
geçenlere yaklaşır ve kendine has üslûbuyla fısıldar: “Tahsisât-ı mesture yok
mu?” Maksadı, muhatabı tarafından anlaşılmıştır! Bütçe oluşur ve o bütçenin sarf
edileceği yer de zâten bellidir.
”Hilmi
Oflaz Sofrası”ndan maddî ve mânevî bakımdan gıdalanmış profesörler, milletvekilleri,
bakanlar, başbakanlar biliyorum. Belki bu yazıyı okuyanların birçoğuna mübalağa
gibi gelebilir amma, bu yazdıklarım gerçeğin tâ kendisidir ve yaşanmıştır.
Bu
namsız ve nişansız adam, bütün bunları, vefâ ve muhabbet mayası ile gerçekleştirirdi.
Cenâzesi,
Eyüp Sultan Kabristanı’na defnedilmek üzere, Eyüp Sultan Câmii Şerifîne
getirildiğinde, cenâzesine katılan şöhret sahiplerini saymaya kalksam, hayretler
içinde kalacağınızı biliyorum.
Onu,
16 Mayıs 1998’de, kendinden 15 yıl önce Sonsuzluk Yurduna uğurladığımız Üstad’ın
yanıbaşında toprağa verdik.
Üstad
Toptaşı Cezâevi’ne girince, Hilmi Ağabey, işporta tezgahını satar ve 18 ay
Cezâevi civarında, görünürde işportacılık yapar; zarf, kağıt kalem vs. satmaya
başlar. Esas niyeti ve rolü ise, arandığı zaman, anında Üstada ulaşmak!
Cezâevi
civarında bulunduğu sıralarda görüşme saatleri dışında Üstadı görüp görmediğini
soranlara, “bulutların ardından, güneşin görünmesi gibi, camın önünden
geçerken, parmaklıkların arasından görüyorum!” cevabını verirmiş.
Üstad
Necip Fazıl, şık ve zarif kıyafeti içinde, zâhirde hırpanî ve “perişan” bir
kılıkta olsa da, gönlüyle “hurûşân” mizaçlı Hilmi Oflaz’ı, Bursa’da vereceği
konferansa götürmüş. Konferans sonrası, Bursa’nın tanınmış otellerinden Çelik
Palas’a çay içmeye gitmişler. Yağmurlu bir günmüş ve Hilmi Ağabey ıslandığı
için, daha da garip bir görüntü ortaya çıkmış. Otelin lobisinde Üstad’ı gören
bazı chp’li ve Adalet partili milletvekilleri, Üstada hürmeten ayağa kalkmışlar.
Hal-hatırdan sonra, gözleri, Hilmi Ağabeye takılınca, Üstad bir manevra ile Hilmi
Ağabeyi şöyle takdim etmiş:
“Fare
tıkırtısından ürkecek kadar hassas, kralları önünde eğdirecek kadar irâde sahibi,
arslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur, aziz dostum Hilmi Oflaz!”
Bu
Üstadâne vefâ sahnesini, bizzat Rahmetli Niyâzi Ağabeyden dinlediğimde, öyle
etkilenmiştim ki, o anki ruh hâlimi kelimelerle anlatamam!
Üstad’ın,
Hilmi Ağabeyin vefâsını anlatan şöyle bir sözünü de yine Mehmed Niyâzi Özdemir
Ağabeyden dinlemiştim:
“Hilmi,
uçaktan hızlı gider ve kamyondan fazla yük taşır!”
Hilmi
Ağabeyi tanıdığım sıralarda, Mehmed Niyazi Özdemir Ağabeyi de tanıdım.
Büyük
romancımız Niyâzi Bey, Hilmi Ağabeyi çok severdi. Hilmi Ağabey de Niyâzi Beyi
çok severdi.
Niyazi
Ağabey, Üstada ve Hilmi Oflaz’a çokça yer ayırdığı “Dâhiler ve Deliler” kitabında,
Marmara Kıraathânesi’ni ve oranın müdâvimleri olan ve kendilerine “Marmaratör”denilen
birçok renkli şahsiyeti, kendine has güzel bir üslûpla anlatmıştır.
Üstada,
Hilmi Ağabeye ve Mehmed Niyâzi Özdemir Ağabeye, Rabbimden rahmetler niyâz
ediyorum.
Rabbim,
Onları Cennetinde buluştursun.
KAYNAK:
Muzaffer Doğan / Bir Hilmi Oflaz vardı (facebook paylaşımı, 15.05.2020).