Sadık Yalsızuçanlar

Televizyon Programı Sunucusu, Öykü Yazarı

Doğum
01 Aralık, 1961
Eğitim
Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Hikâye yazarı, televizyon programcısı. 1 Aralık 1961, Malatya doğumlu. Malatya Melekbaba İlkokulu (1970), Dörtyol Deneme Lisesi (1978), Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1983) mezunu. Başladığı yüksek lisans çalışmasını tamamlamadı. Bir süre İstanbul’da bir yayınevinde çalıştı. Sivas’ta orta dereceli okullarında edebiyat öğretmenliği (1985-87) yaptı. TRT’nin prodüktörlük sınavını kazanarak (1987) TRT İzmir Televizyonuna yardımcı prodüktör olarak atandı.

“Ana” adlı ilk öyküsü 1980’de Yeni Asya gazetesinin sanat sayfasında yer almıştı. Diğer ürünleri Köprü dergisi ile Tasvir ve Zaman gazetelerinde yer aldı. 1981’de Köprü dergisinin öykü ödülünü,  Şehirleri Süsleyen Yolcu adlı hikâye kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 1986 Hikâye Ödülünü, aynı kuruluşun 1992’de deneme ve 1994’te TV programcılığı ödüllerini, 1991’de TMKV TV programcılığı ödülünü; 1994’te Hak İş TV programcılığı ödülünü aldı. Alegorik ve soyut bir öykü diliyle yazdığı Şehirleri Süsleyen Yolcu adlı ilk öykü kitabıyla dikkat çekti. Hikâyenin yanında roman, masal, deneme, araştırma ve söyleşi türlerinde de ürünler verdi.

Doğu klasiklerinden on ikisini (Dede Korkut, Bostan, Gülistan, Kelile ve Dimne, Mem u Zin, Baharistan, Siyasetname vd.) yayına hazırladı. On kitaplık bir “Bilgelik Öyküleri” dizisi derledi ve metinleri yeniden kaleme aldı. Rüya Sineması kitabında sinema ile rüya arasındaki olgusal ve metafiziksel ilişkileri konu edindi. Rüyaya dayalı bir sinema düşüncesinin kuramsal temellerini kurmaya çalıştı. Televizyonun doğasına ilişkin yazılarını topladığı Televizyon ve Kutsal, iletişim alanında çalışan eleştirmen ve kuramcılarca ilgiyle karşılandı. Yurtiçinde ve dışında kimi yüksek lisans ve doktora tezlerine konu edildi. Kimi belgeselleri yurtiçinde ve dışında çeşitli ödüller aldı. 

Sadık Yalsızuçanlar, hikâyeciliğinin yanı sıra çeşitli Televizyon kanlarında edebiyat  ve düşünce programları hazırlayıp sundu. Halen Ülke Tv’de “Açık Deniz” programını hazırlayıp sunmaktadır.

“Yalsızuçanlar’ın hikâyelerinde, devamlı masal, şiir, timsaller içinde görülmekle beraber, arka planda dünyanın haksızlıkları, yolsuzlukları, çekişmeleri, gündelik hatta metafizik meseleler de sezilmektedir. Yine sanata dair görüşlere, duyuşlara da yer verilmektedir. (...) Yıldızlar, çiçekler gibi, hikâyecinin çok kullandığı aydınlık, mutluluk motifleri var ki, bunlar gönülleri kararmaktan korumaktadır.” (Ahmet Kabaklı)

“Yalsızuçanlar, bakışaçısı yer yer metafizikten tasavvufa doğru kaysa da, Borgesvari tecessüsleri, doğucul rüya, mecaz ve simgeciliğe yeni nitelikler yüklemesi, öykü diline bir simyacı gibi yaklaşması nedeniyle, modern metafizik öykünün en ısrarlı uygulayıcıları ve taşıyıcıları arasında yer almıştır.” (Ömer Lekesiz)

 “Gezgin’in yenilikçi bir metin olduğu söylenemez, belki geleneksel anlatılara yakın duran bir kitap olarak görülmesi daha doğru olur. Bu bağlamda ‘Gezgin’in gerek kurgusu gerekse dili, söylencelerin diline ve dünyasına daha yakın durmaktadır. Yazar İbn-i Arabi gibi mito-poetik dile sahip bir ermişin yaşamına eğilmekle zaten böylesi bir dili seçmesi gerektiğinin ayırtında olmalı. Bizde pek örneğine rastlamadığımız, daha çok doksanlı yıllara doğru yaygınlaşan ve Latin-Amerikan romancılarının ağırlıkta olduğu eğilimlerin belirginleştiği örnekler göz önüne alındığında, Yalsızuçanlar’ın romanının dilinin yaklaştığı temaya uygun olduğu belirtilmelidir.” (Turgay Seçkiner)

“Kapı, Yılan, Gerçeği İnciten Papağan çarptı beni. Bir Türk Kafka’sıyla karşılaştığımı duydum. Borges’i düşündüm. Benzersizliğinin sürmesini çok isterim. Kısa öykülerin çarpıcılığı ağırlık kazandırıyor.” (İlhan Berk)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Şehirleri Süsleyen Yolcu (1986), Gerçeği İnciten Papağan (1992), Kuş Uykusu (1996), Güzeran (1998), Halvet Der Encümen (1998), Varlığın Evi (2002), Sırlı Tuğlalar (2003), Öyküler Kitabı (ilk beş kitap bir arada, 2003), Bir Yolcunun Hâlleri (2003), Hiç (2004), 40 Gözaltı Öyküsü ve Diğerleri (2004), Ayan Beyan (2005).

ROMAN: Yakaza (1992), Kerem ile Aslı (2001), Gezgin (2004).

MASAL: Mavi Kanatlı Bir Kuş (1991), Düş Bahçesi (1998).

DENEME-ARAŞTIRMA: Rüya Sineması (1994), Korku ve Ümit ve Aşk (1996),Televizyon ve Kutsal (1997), Düş Gerçeklik ve Sinema (Ayşe Şasa ve İhsan Kabil ile, 1997), Geçen Gün Ömürdendir (1998), Tarafsızlık Masalı (1998), Düş Kırığı (1998), Aşka Dair Yalanlar, Unsuru’l-Belağat’a İlişkin Notlar (2004), Dua Günlüğü (2004), Tövbe ve İstiğfar Günlüğü (2004).

SÖYLEŞİ: Al Aşkını Ver Beni (2005).

DERLEME-YENİDEN YAZIM: Yeni Şiir Antolojisi (1985), Mem ile Zin (2001), Erdem Öyküleri (2003), Hikmet Öyküleri (2003), Huzur Öyküleri (2003), Rehber Öyküler (2003), Mevlâna’dan Öyküler (2004), Saadet Çağından Öyküler, Derviş Öyküleri, Sufi Öyküler, Kur’an’dan Öyküler (2004), Kelile ve Dimne, Gülşen-i Raz, Gülistan, Bostan, Baharistan, Siyasetname, Binbirgece Masalları, Muallakat-ı Seb’a, Mahzen-i Esrar, Salaman ve Absal, Dede Korkut Kitabı.

KAYNAKÇA: Adnan Tekşen / Anlaşılamayan Edebiyatçılar (Zaman, 4.2.1987), Nejat Turhan / Bir Portre (Köprü, Mart-Nisan 1993), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (cilt: 5), Yeni Düşünce (26.3.1993), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü-5 (2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Varlığın Evi (Hece, Kasım 2002), Sefa Kaplan / Öyküler Kitabı - Göçmüş Kediler Bahçesi (Hürriyet Keyif, 13.7.2003), Turgay Seçkiner / Gezgin (Varlık, Şubat 2005), Ersin Yalçınkaya / Kitap-lık (sayı: 80, Şubat 2005), Varlık (Şubat 2005).

 

AYAN BEYAN

Sen denizsin, ben kıyınım. Sen olmayınca ben denizsiz kıyı gibiyim.

Kıyısız deniz olur belki ama denizsiz kıyı nasıl olabilir?

Sen olmayınca ben denizi olmayan bir kıyı nasıl olursa öyleyim.

Şimdi yoksun. Neredesin biliyorum ama seni göremiyorum. Seni görür gibi bilemiyorum. Seni bilmek seni görmektir diye inandığım için çekiyorum bu acıyı.

Bir gün akşam oluyor, güneş batıyordu, seninle her gün buluştuğumuz yerdeydik. O zamanlar yalnızlığın senden ayrı kalmak olduğunu henüz bilmiyordum. Senin değerini bilmiyordum o zamanlar.

Sen gittin, gün battı ve bir daha hiç doğmadı.

O günden sonra seni hiç görmedim. (…)

Yine gözlerim karardı, çekip gittin yine.

Yine beni kendimle bıraktın. Şimdi bir kendim vardım bir de sözcükler. Onlar bendendi ama benim değildi. Ben de kendimin değilim. Ben sendenim, sen değilim ama seninim. Kendimi nasıl sensiz düşünebilirim? Kendimi koruyamıyorum, nasıl sensiz olabilirim? Ben sadece kıyınım, deniz değilim ben sözcükler gibiyim. Sen konuştuğum dile benziyorsun, senden alıyorum kelimelerimi. Bana sözcükler veriyorsun, onlarla sana olan uzaklığımı şikayet ediyorum. Onlarla sana yaklaşabilir miyim? Seni onlarla anabilir miyim? Sana ait olmayan bir şey ancak sözcüklerle mi bilinir? O sabah sadece bunu söyledin ve duyularımı örttün. Artık senden bir söz duymuyordum. Seni duyuyordum ama sesini işitemiyordum. O andan itibaren tüm varlığımla sana ait olmayan şeyi aradım. Ben? Sana aidim. Benim sandığım ne varsa sana ait.

Sana ait olmayan şey...Bununla yatıp kalktığım günlerin birinde ormana gittim. Burası kentin kıyısında yağmur sularıyla oluşmuş bir göleti çevreleyen dağların yamacında bir koruluk. Çam ağaçları var. Yaban armudu, elma, muşmula, erik, yabani badem ve kayısı ağaçları var. Ormanda yolumu yitirene kadar yürüdüm. Yorulmuştum. Toprağa uzandım. Uyumuşum. Düşümde bir ses dağa git diyordu, ormanı izleyerek yürü, patikaya ulaşacaksın, o seni dağa götürür. Uyandım. Yürümeye başladım. Ayaklarım beni güçlükle taşıyordu. Patikaya ulaştım. Onu izleyerek yürüdüm. Dağın doruğuna yaklaştığımı görüyordum. Büyük bir çam ağacının dibinde tekrar uyudum. Bu kez, ağacın üzerinde, kendimi yüksek bir menzilde buldum. Burada sadece doğanın sesleri vardı. Yükseldikçe, göğe değil, toprağa yakınlaştığımı farkettim. Toprak sana daha yakındı. Burası dünyanın merkezi olmalıydı. Orada sadece toprak görünüyordu. Bakışlarımı bir an olsun ayırmaksızın toprağa baktım. Baktıkça, toprağın zerrelerinin kapıları açılıyordu. Oradan girince beni altı harf karşıladı. Z t l l e i. Onları avcuma aldım. Yanyana getirdim. Okudum: Ztllei. Hiçbir anlam veremedim. Tzllie. Yine anlamsızdı. Tekrar dizdim: Zlleit. Belki bir anlamı vardı ama bilmiyordum. Defalarca harflerin yerini değiştirdikten sonra  z i l l e t  biçimine getirdim. Ona sürekli baktım. Baktıkça toprağa dönüştü. Ben bakıyordum, sözcük biraz daha topraklaşıyordu. Sözcüğün yapısında toprak mı vardı? Topraktan mıydı? Toprağın içinden mi geliyordu? Toprakla bir yakınlığı olduğu kesindi. Ama neydi? Bu sözcüğün zihnimdeki çağrışımlarını çıkarıp koydum avcuma. Onlara baktım. Altta bir şey. Aşağıda. Aşağılara doğru. Bir iniş. İnilince varılan bir şey. Alçalan...Alçalma haline doğru.

Aşağılanarak...Aşağılanma durumuna ilişkin...Sözcüğün anlam dünyasına doğru girdikçe onun tümüyle topraklaştığını gördüm. Tuhaf bir şey oluyordu gördükçe, ben de toprağa dönüşüyordum. Ben kıyı değildim topraktım. Topraktandım ben, deniz değildim. Denizin dalgalarla uzadığı bir yerdim ben. Ben artık aradan tümüyle çıkmalıydım. Toprağa dönüştüm ve zerrelerim dağıldı. Bir avuç toz haline gelmiştim. Bu toz ne kadar çokluktu. Ben bir sanıyordum kendimi oysa çoktum. Çok fazlaydım ben, azalmıştım işte. Azalmış azalmış hiç kalmamıştım, dağılmış toza dönmüştüm. Toz olunca yağmur yağdı. Yağınca balçıklaştım. Bir avuç çamurdum şimdi. Kendimi dışardan ve yukardan bir yerden, yersizlikten mi yoksa, bir şeyden bir avuç çamur olarak görüyordum şimdi. Ayna kaybolmuştu. Doğrudan kendimi bir avuç balçık olarak görebiliyordum işte. Ondaki soluk bu sözcükler miydi? Bir avuç çamurdaki harflerden mi geliyordu bu sözcükler? Bu kelimeleri bu çamur mu yoksa ben mi senden alıyordum? Senden aldığım sözcükleri nasıl bir araya getiriyordum? Onlar kendileri mi birbirini buluyor, yanyana geliyorlardı? Eğer böyle ise seni anlatmak için boşuna çırpınıyorlardı. Seni ancak sen anlatabilirdin. O sözcüğe girdim. O sözcük olarak kente döndüm.

Döndüğümde beni tanımadılar. Baktım kimse beni tanımıyordu. Kimse benim acılarımı ve anılarımı bilmiyordu. Onları anlattığım kimse beni azaltmıyordu. Yeniden bire dönüşmüştüm. Çok değildim artık. Bir sözcüktüm. Zillettim. O halde bir zaman kendimi bilmeksizin yaşadım. Geceleri yatağa bir sözcük olarak giriyordum. Sabahları bir sözcük olarak uyanıyor, işe gidiyor, sokaklarda dolaşıyor, alışveriş için markete giriyor, akşam eve dönüyordum. Beni kimse görmüyor gibiydi. Sadece bu sözcükle kendimi anlatabiliyordum. Kimse beni anlamıyordu. Bu sözcüğün anlamını bilenler vardı ama onlar da sadece kendileriyle meşguldü.

Bir sözcük olarak insanlar arasında dolaşmak tuhaftı. Herkes adımla çağırıyordu beni ama ben sadece o sözcüğü duyuyordum. Bana ne dense aklıma o sözcük geliyordu. Bir gece bana "zillet" diyen bir sese uyandım. Kimse yoktu. Kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Giyindim. Evden çıktım. Tekrar o sesi duydum. Bana "zillet" diye sesleniyordu. O sözcüğü duyunca, "benim" dedim. O benim. Tekrar "zillet" dedi bir ses. "O benim" dedim. Tekrar "zillet" dedi. Duraksadım. O ben miyim? O zillet mi? Ben o sözcüksem eğer, ben olmalı mıyım? Değilsem müzill kimdir? "Ne dedim ben?" "Müzill dedin" dedi bir ses. "Nedir o?" dedim. "Müzill" dedi tekrar. Harflerin yeri mi değişti yine? Hayır, bu sözcük, o sözcüğün ışığıdır. Bir daha duymadım o sesi. O halde zillet müzillin gölgesi midir? (…)

                                                                             (Ayan Beyan, 2005)

 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör