Sabri Esat Siyavuşgil

Yazar, Şair

Doğum
Ölüm
06 Ekim, 1968
-
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Şair ve yazar (D. 1907, İstanbul - Ö. 6 Ekim 1968). Ortaöğrenimini İstanbul Öğretmen Okulu ve Özel İstiklal Lisesinde (1926) tamamladı. 1928 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi iken Fransa’ya gönderildi. 1932’de Paris’te Dijon ve Lyon üniversitelerinde felsefe ve psikoloji öğrenimi gördü. Ankara Gazi Terbiye Enstitüsünde felsefe öğretmeni olarak görev yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde doçent (1933) oldu ve profesörlüğe (1942) yükseldi. 1943-53 yılları arasında Şe­hir Tiyatroları Edebî Heyetinde çalıştı. Öğretim üyeliği ölümüne kadar sürdü. Kanserden öldü ve Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

İlk şiirleri lise öğrenciliği yıllarında Güney ve Hayat dergilerinde (1927) çıkmıştı. Kenan Hulusi, Cevdet Kudret, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir Kocatürk, Ziya Osman Saba ve Yaşar Nabi Nayır gibi şair ve yazarlarla birlikte Yedi Meşale topluluğu içinde yer aldı. Yedi Meşale adlı ortak kitabın “Kukla Oyu­nu” bölümündeki on bir şiiri ve Yusuf Ziya’nın sekiz sayı çıkarabildiği Meşale dergisinde yayımla­nan on dört şiirleriyle tanındı. Yedi Meşale (8 sayı, 1928) dergisinin kapanmasından sonra şiirlerini Muhit (1932-33) ve ilk yıllarda sahibi olduğu Varlık (1935-36, ilk sayı:15 Temmuz 1933) dergilerinde yayımladı.

Sabri Esat, Yedi Meşaleciler topluluğunun sanat anlayışını şu şekilde açıklar: “...Ede­biyata bir yenilik hamlesi yapmak (...). Bu teşek­küle mensup gençler bilhassa şiirde sürüp giden klişeciliği kırarak gerek iç, gerek dış âlemi daha başka türlü görüp duyurmaya gayret etmişlerdi.” (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, 1960). Sabri Esat, daha sonra şiiri bırakarak psikoloji, eğitim ve folklor alanlarında çalışmalar, Fransızcadan çeviriler yaptı. Şiiri bırakma nedenini; “Meslek icabı. Bence nasıl bir şiir dünyası varsa, onun sınırlarını kavramak ve yaşamak için de husûsi çapta bir şiir kafası olmak lazım. Hatta bugün psikolog sıfatıyla bir şiir kafasının karakteristik­lerini seziyorum ve hayretle görüyorum ki bu kafa illiyet prensibine göre işlemesi gereken ilim kafasından çok farklı... Şiir kafası, daha ziyade her şeyin her şeyi izah ettiği mantıkî bağların yerine duygu ve serbest tedai bağlarının hakim olduğu öyle bir kafa ki (...) çocukların egocentrique man­tığına çok daha yakın. Bu mantıkta kalmak elbet­te saadet olurdu.” (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, 1960) şeklinde ifade etti. Şiiri bıraktıktan sonra Yeni Sabah (1948-64) ve Yeni Haber gazetelerinde fıkra yazarlığı yaptı. Tan (1936-37), Kültür ve Edebiyat, Ulus (1936-44) gazetelerinde de edebiyat yazıları yayımladı. 1967 yılında Meydan Larousse ansiklopedisinin Türkçe baskısının hazırlık çalışmalarına katıldı.

O, grubun en özgün şairidir. Ayrıca o günkü şiirin bugün de ayakta duran tek üyesidir. Sanırım, ileride bazı inceliklerinin farkı­na varanlar çoğalacak, hiç değilse şimdikine göre çok daha önemsenecektir.” (Cemal Süreya)

Masal­da olduğu gibi burada da gerçek, hayal vasıtasıyla değiştirilmiş bir başka şekle sokulmuştur. Şiirin dokusunu teşkil eden benzetmelerin fonksiyonu, dış âleme ait objelerin reel vasıflarını belirtmek değil, bilakis masalımsı varlık haline getirmektir. (...) ‘Odalar ve Sofalar’da mekân sabit ve belirli olmakla beraber eşyanın uyandırmış olduğu hayal ve intibalar durmadan değişiyor. Bu yapı ve doku özelliği her beytinde ayrı bir mecaz kullanan di­van şairlerine benzer. Fakat divan şairlerinin mazmunları basmakalıp olduğu halde Sabri Esat’ın benzetmeleri daima yeni, orijinal ve hayret vericidir.” (Mehmet Kaplan)

ESERLERİ:

ŞİİR: Yedi Meşale (Ortak, 1928), Odalar ve Sofalar (1933).

İNCELEME: İstanbul’da Karagöz ve Karagöz’de İstanbul (1938), Psikoloji ve Terbiye Bahisleri (1940), Tanzimat’ın Fransız Efkâr-ı Umumiyesinde Uyandırdığı Yankılar (1940), Karagöz: Psiko-Sosyolojik Bir Deneme (1941; Fransızca, 1951; İngilizce, 1955), Folklor ve Millî Hayat (1943), Roman ve Okuyucu (1944), L’ame Turque a Travers les Nouvelles (Hikâyeler Boyunca Türk Ruhu, A. Benk ile, 1953), Un Point Sur La Carte (Sait Faik Abasıyanık’tan Fransızcaya çevirdiği 41 hikâye, Hollanda, 1962).

ÇEVİRİ: Bilgi ve Hata (E. Mach’tan, 1935), Yeni Terbiye’nin Prensipleri (A. Malche’den, 1939), Ak­törlük Hakkında Aykırı Düşünceler (Diderot’dan, 1943), Değirmenimden Mektuplar (A. Daudet’den, 1943), Dr. O’Grady’nin Gevezelikleri (A. Maurois’den, 1943), Gil Blas de Santillane’ın Maceraları (Lasage’den, 4 c, 1945-46), Tiyatro ve Bizler (F. Strowsky’den, 1946), Ruy Blas (V. Hugo’dan, 1948), İki Başlı Kartal (J. Cocteau’dan, 1949), Madame Bovary (G. Flaubert’ten, N. Ataç ile, 1967).

Ayrıca Edmond Rostand’ın tiyatroda pek çok defa oynanan, sonradan filme de çekilen meşhur tiyatro eseri Cyrano de Bergerac’ı Türkçeye çevirmiştir (1942).

KAYNAK: Mustafa Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar? (1960), H. F. Ozansoy / Edebiyatçılarımız Geçiyor (1970), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973, s. 45-48), Türk Dili Dergisi Mek­tup Özel Sayısı (c. 30, 1.7.1974), Cemal Süreya / Şapkam Dolu Çiçekle (1976), Şerif Aktaş / Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi (c. 2, 1998) – Sabri Esat Siyavuşgil (Büyük Türk Klasikleri, c. 14, 2002), TDE Ansiklopedisi (c. VIII, 1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

ODALAR VE SOFALAR

Evler, bir nara benzer,

Nar tanesi, sofalar.

Akşam, yol gibi gezer;

Sükûn, su gibi dolar.

 

Odada bir pancurun

Sofadadır güneşi;

Camlarda yanan korun

Düşer içime eşi.

 

Odada yığın yığın

Gölgenin salkımları; 

Sofada yalnızlığın

Duyulur adımlan.

 

Oda, içinden duyar

Oluktan düşenleri;

Sofa, geceyi oyar,

Dinler merdivenleri.

Toplar odam kuş gibi

Sofamın laflarını;

Birer bibloymuş gibi

Süsler boş raflannı.

 

Beni duvar boyunca

Bir kum gibi ufalar

Odam uyku dolunca

Uyumayan sofalar.

 

 

 

YOLCULUK

Bir yaz günü, odamda kaparken bavulumu,

Çekecek koltuğumun parmakları kolumu

Her zamanki sesiyle bana: “Otur” diyecek.

 

Bütün kış geceleri duyduğum laflarıyla,

Çıplak bir kadın gibi, beyaz çarşaflarıyla

Beni uyutmak için yatağım esneyecek.

 

Yolda, adımlarımı çağıracak geriye,

Aralık kalan kapım belki dönerim diye.

Penceremde buğudan bir damla yaş donacak.

 

Yürürken sağ omzuma hafif sesle ötüşüp,

-Bir evden anlaşılmaz fısıltılarla düşüp -

Bembeyaz bir el gibi bir güvercin konacak.

 

Dudağımı gizlice çekerek dudağına,

Akşam gibi düşecek vagon basamağına

Garda beyaz, dumandan bir kadının bedeni.

 

Son kampana çalacak ve son düdük ötecek.

Mesafeler bir nokta halinde küçültecek

Külrengi istasyonda mendil sallayan beni...

 

YEDİ MEŞALE

 

Son otuz senenin edebî cereyanlarını şöyle bir lahza göz önüne getirelim, derhal şu levha ile karşılaşırız: Kalemlerini bıçak gibi keskinleştirmiş yeni zümreler... Sanki her zümre kendisinden evvelki nesle saldıran bir yeniçeri bölüğüdür... Üstatların kafaları değilse bile eserleri bir çırpıda kesilip atılırken umumî bir cümbüş!.. Nitekim yedi istidatlı gencin bu hafta neşrettikleri Yedi Meşale namındaki şiir kitabının mukaddimesinde maalesef bu keskin kalem uçlarının yeniden belirdiğini görüyoruz.

Vakıa bu uçlar, vaktiyle ağabeylerinin usulünce ciğerlere batmıyor, ama -sinek ne kadar ufak olsa yine mide bulandırır, derler- kendilerinden evvelki edebî nesillere ait satırlarda onları hiç olmazsa bir iğnelemek arzusu pek aşikâr okunuyor. İşte Servet-i Fünun sahifelerinde aylardan beri istidatlarını yakından tatnıdığım bu gençlerin eserinde yegâne itiraz edeceğim nokta budur. Şiirlere gelince:

Bunlar hiç şüphesiz son senelerde artık usanç vermeye başlayan aynı mevzudaki şiirlere pek o kadar benzemiyor.

Yeni mevzular taharrisine karşı bu gençlerde mühim bir temayül var. Kimi elemi neşe ile ifade etmeye, kimi hikemî şiirlere asrî bir şekil vermeye, kimi de marazî hisleri bir ressam gibi kuvvetli çizgilerle göstermeğe heves ediyor ve hepsinde "sembolizm"in içeriden sezilen özlü bir tebellürü seziliyor. Eskiden, Fecr-i Ati, tam manasıyla sembolik şiiri ifadeye kadir olamamıştı. Ahmet Haşim'den gayrısının eserlerinde her nedense bir sunîlik göze çarpar. Şimdiki gençler ise "Samen"i, "Bodler"i, "Verharren"i daha iyi anlayacak gibi görünüyorlar. Yalnız bunlarda da vaktiyle diğer edebî nesillerin düştüğü bir hatanın izlerini görüyorum. Okudukları Garp şairlerinin eserlerini mahalli renklerle süslemeden, ilk tesirlerle yazıyorlar.

Bilhassa "Bar Dansözü", "Soytarı", "Venedik" gibi şiirler nihayet Türk edebiyatı için ecnebi unsurlardır.

Üdeba-yı cedidenin "mösyö kanguru"su, "la dans serpantin"i, ilh... mevzuları vardı; Fecr-i Ati'nin Belçika gölleri ve akşamları vardı; şimdiki gençlerin de Venedik'leri, palyaçoları, dansözleri -şekil ne kadar yeni olsa da- aynı ananenin devamını gösterir ki bu kadar taze bir lisan ile ve bu kadar canlı görüşlerle ortaya atılan gençlerin bile bu ananeye karşı mukavemet edememesi günahtır.

Yedi Meşale'nin ilk şiirleri Sabri Esad Beyindir. Bu gencin vaktiyle istidadını muallimi sıfatıyla daha mektep sıralarında takdir etmiştim. Nitekim bugün şiirlerini iftiharla okuyorum.

Mısralarını nice tecrübeli şairler gibi kuvvetle örüşü bir hakikattir.

İşte bir misal:

Çamlar fısıldaşırken bahçende sırlarını
Uzan... Oku kalbimin yorgun satırlarını

Salkım çiçekleriyle süslü yatak odanda...
Gömül beyaz tenini okşayan sedirlere...
Bir yanda ilkbaharı üfleyen bir pencere,
Tatlı bir gül rengiyle yanan lamba bir yanda...

Şimdi de şu Anadolu akşamını okuyun:

Sesler çıkmadan söner paslı çıngıraklarda
Yassı tabanlarını sürükler bir kenarda
Boynu kısa develer, boynu uzun develer.

Günle birlikte erir uyuklayan mor dağlar;
Ekilmemiş tarlalar, çalı bitiren bağlar
Döker her kalbe kırık bir lambanın isini...

Hele bu şiirin son üç mısraı:

 

Adımlar derinleşir renklerin vedaında...
Bir dua okur gibi gezdirir dudağında
Deveci, türküsünü; yolcu, sevgilisini...

Bu gençler içinde Sabri Esad'dan sonra en kuvvetli ses Cevdet Kudret'indir. Bilhassa "On Ölüm Şarkıları" ile "Venedik Akşamları" harikulade bir eser... Bir zamanlar mecmua sütunlarında yeni şiirler ve şairler aleyhinde hükümler yürüten tok sözlü karilerin bunları okumasını tavsiye ederim. Umarım ki o zaman kalblerine biraz su serpilecektir. Mesela "Venedik Akşamları"nın şu başlangıcına bakın:

Güneş, upuzun duran bir kanalın ucunda
Mermerden kapıların topuzuna benziyor;
Kırıldı kaldı yine akşamın avucunda...

"Yedi Meşale"de şiirleri okunan diğer genç şairler de şunlardır: Yaşar Nabi, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir, Ziya Osman.

Yaşar Nabi son şiirlerinde çok terakki eseri gösterdi. Lisan gittikçe renkleniyor ve düzeliyor. Bilhassa birkaç nüsha evvel Servet-i Fünun'da intişar eden "Kleopatra" namındaki şiiri buna delildir.

Sonra kitaptaki "Kuşun Şarkısı" ile "Şairin Bahçesi" ne güzel! İşte bu şiirlerden lalettayin birkaç mısra:

Dallarda hırçınlaşan bülbüllerin sesini

Taze bir kız göğsünün baygın ürpertisini
Andıran fıskıyeler besteliyor havada...

Muammer Lütfi'nin şiirlerinde daha fazla maveraî, hikemî bir eda var. Bilhassa "Topkapı Sarayı" son seneler içinde yazılan en kuvvetli aruz şiirlerinden biridir. Bu genç şair aruzu heceden daha tannan bir mızrapla çalıyor. Şu beyitlere bakın:

Dallar hatırlatır bu saraydan geçenleri,
Şehvet nefesleriyle solan pembe tenleri

................

Şairler ellerinde birer deste şi'r ile
Girdikçe Enderun'a gelirmiş bahar dile

................

Baktım kasidelerde bugün son kalan ize
Bin bir yalan mukabili bir lokma caize...

Vasfi Mahir, Ziya Osman... Bunlar birbirinden tamamiyle farklı bir "lirizm" ile terennüm ediyorlar. Ziya Osman tıpkı bir "Alber Samen"... O kadar ince, o kadar hasta, o kadar girîzan... Mısralarında bir sonbahar hüznü ve güzelliği var... Vasfi Mahir'in ilham perisi ise tamamiyle sağlam bünyeli... Benzinden kan fışkıran bir hususiyete sahip... Muammer Lütfi gibi her iki vezni de kullanan bu şair, hislerini tam erkekçe haykırıyor. Keşke hep öyle haykırsa... Mesela şu yıldırım gibi gürleyen mısraların dehşeti karşısında insan bir baş dönmesine uğramaz mı?

Zehriyle hep dolar, gerilirken damarlarım,
Feryat eder, bağrımı yumruklar, ağlarım:
İlk önce ıztırabı tanır senden ayrılan...

Bu kitapta Vasfi Mahir'in en hoşuma giden bir şiiri de hece ile yazılmış olan "Celladın Kitabesi"dir:

Boynumu vurmak için ant içerdi ilahlar,
Ellerimden ürkerdi kullandığım silahlar,
Kemanımın telinde can verdi padişahlar...

Yazık ki bu güzel şiirin içinde:

Beni doğurdu öldü cellat doğuran annem

şeklinde ahenksiz mısralar da var. Şairin bu ufak ihmallerden kaçınmasını temenni etmemek elimden gelmez.

Ziya Osman'ın "Uyku", "Boğulan Çocuklar", "Yarasalar" namındaki şiirleri evvelce Servet-i Fünun'da intişar edenler meyanındadır. Bunlardan maada Yedi Meşale'de "Sebil ve Güvercinler" namında bir şiirini daha okuyoruz. Zarif bir sone! Bilhassa ikinci kıtası çok güzel:

En alevli çöllerin üstünden hep beraber
Geçerken bulmadılar, ne bir ot, ne bir yosun!
Korkmadan su içsinler yavaşça, susun, susun,
Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler.

En nihayet Yedi Meşale'nin son kısmı olan nesir sahifeleri geliyor. Bu nesirler Kenan Hulusi'nindir. Servet-i Fünun'da intişar eden bir iki yazısı ile istidadını belli eden bu genç hikâyecinin lisanında çok yeni sesler var. Çalışırsa istikbalde kuvvetli bir şahsiyet olabilecek... Yalnız cümle tertiplerinde bililtizam yaptığı "kübizm" ve "fütürizm" şekilleri bazen sunî görünmek tehlikesine maruzdur. Genç nasir bu tarzı daha makul ve tartılı kullanmalıdır. Yoksa yazıları anlaşılmamağa mahkûm kalır ve bu da yazık olur. Çünkü bu gençte hayatı ve tabiatı kuvvetli görüşler seziliyor. Çok yenilik yapmak iddiasıyla eserlerini büsbütün ibhama boğmaktan da çekinmelidir. Doğrusu "Bir Mezarcının Hayatı" namındaki parçayı o vahşi çeşnisine rağmen bir türlü iyice anlayamadım. O kadar karışık ki... Maamafih "Abajur" namındaki parça bu tarzın en muvaffak olunmuş bir nümunesidir. Kenan Hulusi'de bilhassa teşbihlerin hususiyeti göze çarpıyor.. İşte bir misal:

"Kulübün bahçesinde yer yer atılan hava fişekleri yeni açılan fıskiyeler gibi görünmez bir atılışla fırlıyor ve hafif bir rüzgârla dökülüveren olgun güller gibi parça parça dökülüyordular."

İşte "kübizm"e de bir misal:

Bir tuğladan su sızar gibi içinden
ışık sızan bir abajur.
Yine bir abajur.
Yalnız bir abajur
A... ba... jur!..

Çok mu güzel?.. Orasını bilmem. Yalnız derim ki bu tarzda nesir yazmaktan ise şiir yazmak daha doğru olmaz mı?.. Ne de olsa ben bu genç nasirin mesela şu âtideki cümlelerini diğer taraftaki bütün o kübizm ve fütürizm gayretlerine tercih ediyorum. "Denizin Zaferi" namındaki parçada deniz ilahı Neptün'ün gelişini bakın nasıl tasvir ediyor:

"O altın dizginli atların çektiği bir saltanat arabasında, geniş göğsü, azametli omuzları, dik başı, mağrur alnıyla ayakta duruyordu. Yine altından masnu zırhlı elbisesini giymiş, parlak kamçısını eline almış. Ayakları tunçtan halk olmuş, atları seri ve çalâktırlar."

Bu satırlar adeta İlyada'dan bir parça okuyor gibi insanı düşündürmüyor mu?

Ya hele şu tasvir:

"Bir zamanlar yine böyle bir sahilde deniz kızları çıplak, beyaz vücudlarıyla raks ederlerdi.

Koşarken karlı göğüslerindeki memeler, cilalı bir mermer üstünde zıplatılan zıpzıplar gibi muntazam ve ince bir hesapla oynardı.

O elinde rübab bir kaya üstüne çıktığı vakit raks durur, şarkılar diner, rüzgâr nefes almaz ve engin, büyük, geniş, hudutsuz engin, mısraların hecelerindeki layemut ahengi dinlemek için bir göl kesilirdi..."

 

Son söz olarak yeni şairlerle bu yeni nasire daha büyük muvaffakiyetler dilerim. Yalnız hüsniniyetleri ve istidatları ne kadar çok ise iddiaları da o kadar az olmak şartıyla... Çünki yürüdükleri sanat yolunun hududu yoktur ve daha ilk adımlarda zafer sesleri çıkarırlarsa ileride hangi nağmeden terennüm edeceklerini kendileri de tayin edemezler. Bilhassa tevazu...

İşte bu genç şairlere benden samimi bir ağabey nasihati!..

(Eski harflerle Servet-i Fünun'un 26 Nisan 1928 tarihli 1654. sayısında basılmıştır. Latin harflerine aktaran: Tamer Erdoğan)

VİRGÜL 22, Eylül 1999

 

Yazar: Halid Fahri Ozansoy
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör