Mustafa Alagöz

Şair

Doğum
01 Ocak, 1975
Eğitim
Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği Bölümü
Burç

Şair. 1 Ocak 1975, Iğdır / Aralık / Aşağı Çamurlu Köyü doğumlu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Aralık ilçesinde okudu. Lise öğrenimine Iğdır’da başladı, İstanbul / Eminönü Vefa Anadolu Lisesi’nde bitirdi. 1999 yılında Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Coğrafya Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. 1999 yılında Muş’un Malazgirt ilçesi Konakkuran İlköğretim Okulu’nda öğretmenlik mesleğine başladı, mesleğini Iğdır’da coğrafya öğretmeni olarak sürdürdü. 

Mustafa Alagöz, yazı hayatına, okumanın yanı sıra şiir ve öyküler yazarak başladı. İlk şiiri 2008 yılında “Beyaz Gemi” dergisinde çıktı. Ayrıca birçok Internet dergisi ile “Türk Edebiyatı”, “Tercüman-ı Ahval”, “Defter K”, “Dergilik”, “Mavi Yeşil” gibi edebiyat-sanat dergilerinde eserlerini yayımlanmayı sürdürdü. 2012 yılında yayın hayatına Iğdır’da başlayan altı aylık “Mesel Dergisi”nin kurucuları arasında yer aldı, yayın kurulu üyeliğini yaptı. İlk şiir kitabı “Şehirler Çaldı Beni” 2010 yılında yayımlandı.

Alagöz’ün, şiirlerinde bireyin yaşadığı kültürel değişim ve bu değişimin birey üzerindeki yansımalarını işlediği görülmektedir. Şairin kendi yaşamında derin izler oluşmasına yol açan İstanbul’un tarihsel, kültürel ve toplumsal yapısının özelde şairin, genelde ise toplumun belleğinde bıraktığı izler imgelere yaslanan bir yoğunlukla ele alınır. Taşra ile büyük kent kültürü arasında sıkışıp kalmış olan bireyin açmazlarının simgesel yansıtmalarla işlendiği şiirlerinde, şairin, bilinçaltında iz bırakan baba, yayla, köy ve taşra algısının, yıllar sonra bilinç düzeyine yansıması sonucu ortaya çıkan olgunun, bireysel ve toplumsal belleğin çöküşüne dizeleriyle açıklık getirdiği söylenebilir.

Şiirlerinde; Mevlana, Hayyam, Ahmed Arif, Ece Ayhan, Yılmaz Odabaşı, Cemal Süreya, Müştehir Karakaya gibi birçok eski ve çağdaş şairin şiirlerinden izler bulunmaktadır.

KAYNAKÇA: Mustafa Okçul / “Şehirler Çaldı Beni” (Beyaz Gemi dergisi, Mart-Nisan 2011), bf- Kendisinden alınan bilgiler (2013), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).

AKRAPOLDE SON BULACAK FIRTINA

bir huzme zamanı, süzüşümde mitolojiden

ki teslim anı ölümdür

sağır bir anının sonu

taze bir sevdanın başlangıcı kadar ölüm

 

zamanın cıngılında başlayınca

hep senin gözlerinde sonlanır yolculuk

saatin sarkacına asılı kalmış

mazinin derinliklerine sarkmış

nostaljik hüzünlerden sessiz bir yolculuk

 

sal sal, kayık kayık denizler aştım

esir düştüm, köle oldum, sağ kaldım gene

gecenin bir vakti, gizemli nargile sırrında erimek

yağmurda taş savaklar altında bir duvar dibinde

sırılsıklam olmak

ve bir sabah güneşiyle seninle göz göze gelebilmek için

 

firar ettim, kendimden kaçtım sadece

bir gölgenin sokaktan geçişini görebilmek için

köşe başlarında bekledim

sadece sana sığındım sabahçı kahvesinde yarı uykuluyken

 

son bulacak bakışlarında bir fırtına kaçışı

yani surlarla çevrili müstahkem bir liman şehri

kale içinde kale yani akrapolde son

 

ve geçmişi alaya alan, zamanı çarka saran felek

en sevgili, bir semazenin gölgesi ile gene o gelecek 

KALDIRIM TAŞIYDIM AYAĞININ ALTINDA

kaçır beni şeytan

ey eski zaman tellalı

asırlardır kaçırdığın gibi

 

balatlı cifitin göğsü

nasıl da yaralı hayfa’da şimdi

istanbul hatırası

safarad şarkısı gibi

 

haliç’in gerdanı

yıkıldı evin

kırıldı kalbin

sabah ezanları okundu

martılar bağrıştı çarşının iki yakasında

 

eminönü iskelesinde

balıkçı kayığında

iki sevgili, ekmek arası balık yemekte

kedilerin miskin bakışlarında

uykusu olmayan aşüfte şehrin

neon aldatmacası akşamında

 

istanbul hatırası

haydi gelin

harut ile marut falıma bakın

babilden

kör bir kuyunun dibinden

 

iki sevgili, ekmek arası balık yemekte

artık gözlerine mil çekmede

imkânsız bütün arzularımın

ey dertli kâşif

ey sabır timsali

şimdi haliç’te

 

haliç’in gerdanı

aldat beni

gene yarala beni

gene kaçır beni şeytan

 

isfahan rüyası

umut yolcusu esmer çocuklar

taş savaklar asırlardır istanbullu

bekâr odaları İstanbullu

 

lalelide bir bavul satın aldı yüreğim

toparlayıp yine doldurdu hayatımı

bekâr odasının rutubetli duvarında

birkaç fotoğraflık yer kadar hususiyetimi

künyemi ve muskamı

ey bavul al ve taşı beni

 

bir kaldırım taşıydım vefa’da

yağmur yağdığında şiir okuyan ağır ve sakin,

kediler tüner ve geçerdi

tüyleri sinerdi ıslak ve salya

kaldırım taşıydım ayağının altında

şiir dinlerdin beni görmezdin.

 

al ve taşı beni istanbul’dan

kedileri unut

kaldırım taşlarını unut

taş savakları unut

yağmur yağsın ve yıkasın

İstanbul’u unut

 

(Şehirler Çaldı Beni, 2010, s. 33) 

SÜPÜRME ŞU YAPRAKLARI / HÜZÜNLERİNİ İYİCE YAŞASINLAR

Kim diyebilir “ben gözümü kırpmadan veda edebilirim”…  Sanmam bunu iddia eden demek ki içinden veda etmiyor. Yalandan veda ediyor. Ağlasa bile yalan ağlıyordur. Sevdiği birisini, birilerini uğurlarken insan hüzünlenir hüzünlenir, bir gider bir gelir, ayaklarını sürer ve uzaklaşamaz. Birkaç güzel cümle yetmez sevdiklerimizden ayrılmaya efendim… Yoksa ya giden yürekten değil ya da uğurlayan yürekten değil efendim… Hastasıyız ağlarız, su dökeriz, iyi adamdı deriz, şakşaklar, tufan kıyamet, veda yemekleri bilmem falan inan hepsi yalan… Bir iki bayram mesajı, peşinden hemen telefonunu sileriz. Sonra da bahsi geçince ismi neydi ya bizim filan kes ya, hani, bir defasında beraber falan yere gitmiştik ya, ha işte o, adam iyiydi ya… Ama ne yapalım ‘gözden ırak gönülden ırak’ diye hemen bahanemizi yapıştırırız… Hastasıyız yalanın, yapıştırırız…

Maarif müdürü, ben gidiyorum. Ama belki şehre bir film gelir. Mevsim Akdeniz olur demişti… Kemal Burkay’ın kulaklarını çınlatmıştık… Şehrimize bir film gelmesi neyse de mevsimin Akdeniz olması bize, bu şehre XL galiba… Bu şehir küçük, bu şehir uzak, bu şehir adamı öğütür. Kendine benzemeyeni oyar da oyar, içten yer kemirir, sonunda bozar, fırlatıp kenara atar, dönüp bakmaz bile. Bu şehre çok filmler geldi, ama mevsim bir türlü Akdeniz olmuyor be şeyhim… İsa’nın son yemeğinden bahsi vedalaşmaya getirdik bir de… Hay vedalaşmayı icat edenin… Yazarken bile zorlanır insan.

Bir gün bir adam bu şehre maarif müdürü olarak ta Anakara’dan çıkıp geldi. Kimi genç dedi, kimi bu şehirde adam yok muydu dedi, kimi iyi adam dedi. Herkes başladı yeni geleni kendilerine benzetmeye, haydi kolay gelsin... Hastasıyız, başkalarına kendimizin de aslında inanmadığımız bir şeyleri inandırmaya…

Ağabeyimizi, sevdiğim üç arkadaşımla ziyaret ettik odasında… Bu ücra şehrin kasvetli, soğuk, yağmurlu, yorgun bir sonbahar gününde… Niye gelirsin, biz ne bulduk sen de bulasın dedik ama içimizden tabi, hastasıyız yapmacıklara… Akademik kariyerini yarıda bırakmış, üzüntüsü yüzünden besbelli, okuyan yazan bir ağabey… Yanımda getirdiğim, âcizane şiir kitabımı sıkılarak uzatıp verdim. Ama imzasız olmaz dedi… Üstat Müştehir Karakaya bir gün bana; “kitap hediye ederken muhakkak imzala öyle ver” demişti… Ama ben ar ederim, gerçek bir okuryazarın yanında imza atmak, kelime almak, kelime vermek... Haddime mi düşmüş… Maarif müdürü imzala dedi, ben de imzaladım tabi…

Maarif müdürü; “arkadaş bu şehrin okuryazar takımını bana getir” dedi… Hayhay dedim hastasıyız okumanın ve de yazmanın, beş güzel adam topladım şeyhime vardım. Beş güzel adamı takdim ettim… Okuyalım yazalım künhüne varalım dedi, haydi bakalım. Bu şehrin tarihinde yapmadığı bir şey yapalım dedi… Edebiyat dergisi çıkaralım dedi… Hayhay, kolay mı? Kolay dedi. Tabi onlarca edebiyat dergisinde yazmış, editörlük yapmış, kısacası yazmış okumuş adam, ona kolay… Beş güzel adam, derginin adını düşündük “doğu kültürü mesel kültürüdür” dedi şeyh ve dergimizin adını mesel koyduk…

Yine bir sonbahar günü, melankoli yüklü bulutlar, Ağrı Dağı’ndan aşağıya doğru bazalt kayalıkların üstüne, yamaçlardaki köylerin üstüne inmeye başlamışlar. Hatta akşamları vadileri takip ederek şehre taciz yağışlarına başlamışlar bile, benim ise mecalim yok konuşmaya, kaldı ki şiir okumak, şiir yazmak, şiir söylemek falan ben sadece içime yazıyorum… Bir ara filan anahtar kelimeden filan imgeden yola çıkarım, aklımdaki şeyleri, içime yazdığım, içime fısıldadığım o cümle şiirleri yazarım ama birkaç hafta oldu bir türlü yazamadım… Hepsi uçtu, nankör güvercinler gibi gittiler başka kubbelere vardılar tünediler, gelmiyorlar… Gel diyorum, eyleme diyorum, yorgunsam sanadır, kızgınsam sanadır, hırçınsan sanadır diyorum. Yok yok yazamıyorum… İçim doldu, yürürken başımı kaldıramıyorum, ağır mı geldi bu öğle yemeği diyorum, yok yok ondan değil… Melankoli, ah benim bahtsız başım, adam gibi gidemedim kendimden, gidemedin senden, gidemedim buralardan, gidemedim bu şehirden… Alamadım kendimi kendimden, alamadım kendimi senin derdinden ey melankoli, ey hüzünlü sonbahar, ey hüzünbaz neyzen, ey sisli Ağrı Dağı, ey beni kovalayan bozkırım, ey yaprak yüklü Aras nehri, ey sazlıklı göl, ey kurbağa zelzelesi, ey uğultulu sivrisinek bulutu…

Milli eğitim binasının önünde birkaç ağaç… Milli eğitim önünde bir avuç yaprak… Yılardır bu daireye her sonbahar gelişinde… Bu şehre her sonbahar gelişinde, bu ağaçlar hüzünlenir yapraklarını döker ama bu sonbahar maarif müdürü ayrılıyor… Ondan olacak yapraklarda bir hal var, apayrı bir hüzün var… Yıllardır ne zaman dairenin önünde, temizlikçinin yaprakları süpürdüğünü görsem ona “süpürme, örseleme şu yaprakları, hüzünlerini iyice yaşasınlar” diyorum. Bu gün temizlikçi bana; “hocam senden başka bir tek maarif müdürü bu yaprakları toplama dedi şimdiye kadar” diyor…

Şöyle göz göze gelerek iki hüzünlü cümle ile dost yolcu edilmez… Buna yürek ister. Yolun açık olsun okuyan yazan ağabey… Maarif müdürü; İsa’nın son yemeği dedi ya, bu anı ölümsüzleştirelim dedik birkaç fotoğraf çekildik benim telefonumla. Maarif müdürü; “bunları istiyorum” dedi. Hayhay, hastasıyız, iletişim çağındayız, bin bir yolla iletiriz… İlk ziyarette ki gibi yine sonbahar, yine aynı arkadaşlarımla maarif müdürünü son bir kez görüp helalleşmek için girdik odaya… İki yıl nasıl da geçmiş, gelip son kahvesini içtik… Şeyh bir cigara yakarak söz aldı tabi; “haydi Abbas vakit tamam, akşam diyordum işte oldu akşam, kur bakalım çilingir soframızı, dinsin artık bu kalp ağrısı… Ben ekledim “aya haber sal çıksın bu gece, görünsün şöyle gönlümce, katıp tozu dumana, var git, böyle ferman etti Cahit, al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’dan” …

Mesel dedik, yola devam dedik, şiir dedik, hüzün dedik, bırakmak olmaz dedik, Mesel ağlar dedik, borç bildik ahde vefa dedik… Hayhay dedik hastasıyız, emaneti bakalım nasıl taşıyacağız…

Sarıldık yolun açık olsun güzel maarif müdürü dedik, yüzünde o gülümsemen hiç eksik olmasın dedik, bırak, gitme dedik ama içimizden tabi, hastasıyız hüznümüzü saklamaya, yapmacıklara…

 

                                                                                                                              (01.10.2013-Iğdır)

ŞEHİRLER ÇALDI BENİ

dün gittim,

daha önce aştığım denizlerin ötesinden seni izledim

ardarda usulca yükselen sıradağların maviliğinde

erisin ki gölgem

 

yemin ediyorum şehirler çaldı beni

ama haberim yoktu benden

 

aştım gittim tepelerden

dün seni sordum ebegümecinden, kelebeğin toz kanadından

 

doğrudur yıllardır kaçtım senden

kaçtım külümden

kaçtım yaşlı babamdan

 

geri attı öteberimi, valizimi

yıllar boyu dökülmüş olan saçlarımı

uzamış tırnaklarımı

kesilmiş sakalımı

geri attı incinmiş onurumu

geri attı kaçmış uykularımı

 

yemin ediyorum şehirler çaldı beni

ama haberim yoktu benden

 

şimdi seni özlüyorum

dönüp baktığımda ayak izlerime

masal kahramanları gibi takip edebilseydim ekmek kırıntılarını

kurtulabilir miydim kaybolmaktan

 

burcundayım otuz yıl durmadan tırmandığım kayalık yamacın

burcundayım gece ile gündüzün kesiştiği yerde uykusuzum

burcundayım binlerce tövbe ile pişmanlığın

burcundayım bir ömür hayal kırıklığının

 

geri döndüm

seni sordum belki bir bilen vardır diye

eski köylerim yanmış, hani nerededir

yemin ediyorum şehirler çaldı beni

ama haberim yoktu benden

(Şehirler Çaldı Beni, 2010, s. 53)

YARALI CEYLAN AĞLARDI / ZÜHRE İLE FEKİ

eskiden çok eskiden,

revan ovasında, beslediği inekleri ile ün kazanmış bir kadın vardı,

zühre kadın…

kocası da çok güzel kaval çalan “ince uzun parmaklı” bir çobandı,

ağrı dağı eteklerinde…

 

zühre kadın,

komşu köydeki feki’ye muska yaptırdı bir yayla dönüşü

ineklerine nazar değmesin diye

 

feki,

muskaları ineklerin boynuna asarsın dedi, okudu üfledi,

aradan epey zaman geçti

zühre kadın,

duaya karşılık hediyesini vermek için gitti komşu köye,

feki’nin köyüne

iran’dan gelmiş ipek bir yazma aldı ayrıca

feki’nin küçük karısına hediye olsun diye…

feki’yi evde bulamayınca

feki’nin daha önce tembih etmesine rağmen parayı ve yazmayı feki’nin büyük karısına verdi.

akşam feki’nin büyük karısı, küçük karısına hediyeyi vermedi.

muska parasının da bir kısmını kendisine sakladı.

belli ki feki buna çok kızdı.

 

Feki,

ayrıca zühre kadının kızına,

güzel susan'a iki muska yaptı, peşinden gönderdi

biri kapı üstüne asılsın, diğeri de eşiğe gömülsün dedi

müjde verdi, kızına arkadaş oldu biri, kısa zamanda evlenecek deyin dedi…

 

zühre kadın,

ayağım kırılsın dedi sonraları anlatırken bu hikâyeyi

feki’nin dediklerini yaptım.

kızımın çoban babasından habersiz,

muskayı eşiğe gömdüm dedi ağlayarak…

 

üç dağ üç siyah ineği o kış zincire düştü zühre’nin

bilmem kaç inek düşük yaptı

güzel susan’a bir haller oldu

komşular, gözün çıksın dediler

ineklerin yazın yaylada şehitliklerde otlanmış dediler

yavrular ondandır ölü doğuyor dediler

çoban kışlakta, olan bitenden habersizdi…

 

zühre gençliğinde çok güzel bir kızdı,

yaylaların gökçe ceylanı, ığdır ovasının maralıydı…

gecikmiş bir güzdü, sürüler evlerin yakınında gecelerdi.

ağanın çobanı çok güzel kaval çalardı, ılgın ağaçlarının arasından sesi gelirdi akşamları…

 

komşu köyden bir genç medrese eğitimi almak için köylerine gelmişti,

zühre’nin babası varlıklıydı ve ayrıca köyün ağasıydı.

bu genç, her akşam medrese hocasının yemeğini almak için zühre’lerin evine gelirdi.

her defasında yemekleri zühre kapıdan verirdi…

 

gel zaman git zaman

dökülmüş iki avuç söğüt yaprağı çevrelerini sarmaladı, ayaklarının altından savruldu,

elleri denize değmiş gibi gözleri dalgalandı dalgalandı,

gökte bir turna sürüsünün göçünü izlediler, onları kendilerine paylaştılar,

zühre ile feki birbirlerini çok sevdiler…

bir gün feki askere çağrıldı, gitmeden sözleştiler, ağlaştılar,

sazlıklı aras nehrinin kenarında, uzaklardan duyulan çoban kavalının eşliğinde…

 

fakat feki, rus harbinde yaralandı dediler

uzun yıllar haber alınamadı

öldü dediler…

 

zühre’nin yaşlı babası öldü,

zühre babasının çobanı ile evlendirildi.

zühre’nin kalbinde, derinde bir yerde yaralı bir ceylan vardı.

çoban ancak kaç ayda bir dağdan inerdi.

ama çok güzel kaval çalardı, zühre ağlardı yaralı ceylan ağlardı…

 

uzun yıllar sonra feki iyileşmiş olarak çıkageldi

komşu köye yerleşti,

kısa zamanda,

bütün yörenin duasına başvurduğu bir şeyh oldu.

 

serin bir güz mevsimiydi, iğdeler toplanmıştı.

ılgın ağaçları yapraklarını dökmüş üşümüştü.

hacı leylekler çoktan göç etmiş gitmişti.

aras boyunda yabani çivir ağaçları renklerini ekşitmişti.

susan akşam dışarı çıkınca bir kedi sesi işitti.

ahırın yanında, su kanalının kıyısındaki sazlıkta üşümüş siyah bir kedi yavrusu gördü.

annesinden habersiz onu ahıra koydu üşümesin diye

susan kediyi ahırın karanlık köşesinde bir kaç gün besledi

başka bir akşam

susan, doğmak üzere olan ineği mercanı yoklamak için ahıra girince biri adı ile seslendi

ahırın dibinde, altın tahtında oturmuş, ona seslenen bir genç gördü, bir sultan…

ince narin, perçemi karakaşları üzerine inmiş, zeytun gözlü bir genç…

feki zühre’ye ceza olsun diye kızını evlendirmişti

revan umum cinleri şahının oğlu ile

cinler şahının oğlu seslendi gel yanıma otur dedi.

susan’ın gözleri karardı,

ahır saray oldu,

inekler evcil ceylanlar oldu,

yaba ve kürekler altından yelpaze,

kapı pencere ne varsa hepsi dile geldi alkış tuttu,

susan her akşam sazlı sözlü eğlence meclislerine uçtu…

 

susan içine kapanır, bazen ağlar bazen güler

çok talipleri olur varmaz

gözleri,

gözleri sonbaharın tenhasında dağılır gider

 

aradan çok zaman geçer,

susan ölülerden beter bir hal alır,

zühre kadın ve kocası,

susan hastadır derler şeyh, mela, hastane derken diyar diyar gezdirirler derman bulamazlar…

 

uzun yıllar sonraları

karlı uzun bir kış gecesiydi

zühre kadın, kızının boğulma sesine uyandı,

kızı, beni boğuyorlar diye bağırıyordu.

annesi ilkin, boğsunlar diye başını yorganın altın sakladı

boğsunlar da kurtulayım dedi yaşlı halimle…

sonunda dayanamadı, ne var diye seslendi

kızı, anne beni almaya geldiler

metruk ahırda mahkeme kurulmuş bu gece dedi.

 

evlendiği cinler şahının oğlu meğerse başı bağlıymış

isfahan cinleri şahının güzel kızı zozan ile evliymiş

güzel karısı arz-u hal etmiş, şikâyetçi olmuş…

 

zühre ağladı cinlere, kızımı feki muska ile zorla evlendirdi dedi.

bildiği bütün duaları okudu, çare etmedi.

ahırda elleri bağlı oturdular, lorin lorin ağladılar.

 

isfahan’dan gelmiş yaşlı cinler, evlilikleri üzerinden on üç yıl geçen kızı suçsuz buldular.

revan cinler şahının evli oğlundan susan’ı boşadılar.

yaşlı kadını ve güzel kızı susan’ı azat ettiler,

metruk ahırın damından, bir grup ehil güvercin olup kanat çırptılar

uzaktan uzaktan gelen çoban köpeklerinin seslerine aldırış etmeden uçtular gittiler…

 

*feki; medrese talebesi

 

 Mesel Dergisi, 2012, s.77

ŞEHİRLER ÇALDI BENİ

Sakızağacı yayınlarınca 2010 yılında yayınlanan Şehirler Çaldı Beni adlı şiir kitabı, şair Mustafa ALAGÖZ’ün ilk şiir kitabı özelliğini taşır. Kendi içinde iki ana bölümden oluşan kitapta, bireyin yaşadığı kültürel değişim ve bu değişimin birey üzerindeki yansımalarının dizeler vasıtasıyla somutlanmasıdır denebilir.

     Kitabın Bir Tutam Hüzün Yankısı ismini taşıyan ilk bölümünde, şairin yaşamında derin izleklerin oluşmasına sebep olan İstanbul’un tarih, kültür ve toplumsal olgularının özelde şair, genelde ise toplumsal bellekte bıraktığı izler imgesel bir üslupla ele alınır:

galata’da

gece karanlığında

eski bir kapı aralığında

 

başlar fasıllar

düğüm düğüm çözülür diller

boşalır yaşlar

dökülür mahrem itiraflar

    

     Taşra ile kent kültürü arasında sıkışıp kalmış bireyin açmazlarının, simgesel bir üslupla işlendiği şiirlerin ikindi bölümü Bir Huzme Çaldım Zamandan adını taşır. Şairin, bilinçaltında iz bırakan baba, yayla, köy ve taşra unsurlarının, yıllar sonra bilinç düzeyine yansıması sonucu ortaya çıkan zaman olgusunun, bireysel ve toplumsal belleğin çöküşüne:

doğrudur yıllardır kaçtım senden

kaçtım külümden

kaçtım yaşlı babamdan

dizeleriyle şahit olunur denebilir.

 

          Eserde Mevlana, Hayyam, Ahmed Arif, Ece Ayhan, Pevase, Müştehir Karakaya gibi birçok ünlü şairden epigrafların kullanılması, aslında eserdeki şiirlerin teması hakkında geniş bir yelpazenin olduğunu gösterse de kitaptaki şiirler, özelde doğu insanının son yıllarda yaşanılan sosyal, kültürel ve siyasi değişim atmosferine bağlı olarak geçirdiği değişimin psikolojik dönüşümleri ve bu dönüşümlerin bireyin algısı üzerindeki etkisinin şiir ile somutlanmasının yansımasıdır.

                                                                                           

 

 

Beyaz Gemi Dergisi, Mart-Nisan, 2011, sayı: 26

Yazar: Mustafa OKÇUL
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör