Yazar ve çevirmen (D.
1908, Akçaabat / Trabzon - Ö. 13 Ocak 1973, İstanbul). Şair ve ressam Bedri
Rahmi Eyuboğlu'nun ağabeyi, araştırmacı yazar İsmet Zeki Eyuboğlu ile
politikacı-devlet adamı Orhan Eyuboğlu’nun amca çocuğudur. İköğrenimini Kütahya'da, ortaöğrenimini Trabzon'da yaptı. Trabzon Lisesi'ni
bitirdikten (1928) sonra, yüksek öğrenimini, Atatürk'ün yurt dışına gönderdiği ilk öğrenci grubu içinde gittiği Fransa'da Dijon, Lyon ve Paris üniversitelerinde dil, edebiyat ve estetik okuyarak (1928-1932) tamamladı. Türkiye’ye dönünce
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı Doçenti
olarak (1933-39) çalıştı. Daha sonra Ankara'da Maarif müfettişliği, Talim ve
Terbiye Kurulu üyeliği, Tercüme Bürosu başkan vekilliği yaptı. Eyuboğlu,
dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel tarafından Hasanoğlan Yüksek Köy
Enstitüsünde Kültür Tarihi öğretmeni olarak görevlendirildi. Enstitü
öğrencilerine dünya klasiklerini okuttu, tiyatro ve folklor çalışmaları
yaptırdı (1939-47). İkinci kez Paris'e gitti (1947-1948),
dönüşünde İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde
Karşılaştırmalı Türk-Fransız Edebiyatı
(1950-1960), Teknik Üniversitede ve Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulunda Sanat Tarihi (1951-1958) dersleri okuttu.
1960 yılında “147'likler” arasında sokularak üniversitelerden çıkarıldı. Göreve
iade edildikten sonra Teknik Üniversitedeki derslerini sürdürdü. 1963'te
Babeuf'ten yaptıkları Devrim Yazıları
(1963) çevirisi nedeniyle Vedat Günyol'la birlikte tutuklandı, üç yıl sonra
beraat etti (1966). 12 Mart (1971) askeri
darbesi döneminde de -gizli örgüt kurma iddiasıyla- Vedat Günyol ve Azra
Erhat'la birlikte sıkıyönetimce tutuklanarak Türk Ceza Yasasının 142. maddeden
yargılanmış ve beraat etmişti.
Sabahattin Eyuboğlu’nun
deneme, eleştiri ve inceleme yazıları 1931 yılından itibaren Hakimiyet-i Milliye, Tan, Kültür Haftası,
İnsan, Varlık, 1946'dan itibaren Yaprak,
İmece, Tanin, Yeni Ufuklar gibi gazete ve
dergilerde yayımladı. İlk yazılarında çağdaş edebiyatın
ve sanatın ulaştığı aşamayı değerlendirmiş, bugünle dün
arasında kurulabilecek bağlantı noktalarını aramıştır. Edebiyat konularından
sanat tarihi sorunlarına uzanan geniş bir alan üzerinde eser vermiş, çeviriler yapmıştı. Yunan
antikitesi dahil tüm eski Anadolu uygarlıklarının sentezinden oluşan bir çeşit
ulusal kültür anlayışını savunduğu denemeleriyle belli bir aydın çevresinde
ilgi gördü. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Macit Gökberk ve Aziz Elbek ile de eski
Anadolu uygarlıklarını belgelemeye yönelik belgesel film çalışmaları yaptı.
Eyüboğlu,
Fransa’da yüksek öğrenimini tamamlayıp yurda döndüğü tarihten ölümüne kadar
geçen zaman içinde, düşünce dünyamızın önemli bir adı olmuş, deyim yerindeyse, Türkiye'nin kültürel odaklarından biri
haline gelmişti. Yazarın yakın çalışma ve düşünce arkadaşı Azra Erhat, bu
üretken edebiyat ve düşün adamı için
şunları yazmaktadır: "Görme ve düşünme gücünü bir projektör gibi
yaşam alanlarının ve insan etkinliklerinin üzerinde gezdirerek, birçoğunu en güncel durumları, sorunları ile
aydınlatmış, bulgularını da canlı
eyleme dönüştürerek kendisi ve çevresi için yaratıcılık yolları açmağa uğraşmıştır." Ömrü
boyunca durmadan üreten, imzalı-imzasız, ortaklaşa yüzlerce yazı yayımlayan, kitaplar yazan, çeviriler yapan Sabahattin Eyüboğlu , “Yazıda
yaşamak mümkün, ama bunun için yazıyı ne kadar, ne kadar sevmek gerek. Ona
neleri feda etmek gerek. Ne kadar güçlü olmak gerek: Bütün hayat pahasına,
bütün geceler, bütün sabahlar pahasına varılmayan bir sanattan ne olabilir? Boş
geçen zamanları sanata vermekle bakkallık arasında ne ayırım var? İnsan
kendisini sanata ya bütünüyle verir ya da hiç vermez der.” Onun bu sözleri bir
küttür adamının yazı sürecini de kapsamaktadır aslında. Birbirlerinden
farklıdır elbet şair ya da.romancı ile düşünürün yazısı; sadece biçimsel ve
imgesel açıdan değil üslup açısından da farklıdır. Ama, yazmak için bir
durulmuşluk gerekmektedir. Kardeşi Bedri Rahmi'ye gönderdiği bir mektupta da şöyle demektedir: "Benim amacım
yazmak değildir. Bence sahici bir insan olmak, kendini ve dünyayı bilmek yazı
yazmaktan önce gelir. Benim yazmaya değer şeyim ancak düşüncelerim
olabilir.Onlarsa bende henüz ya da hâlâ ne yeterli derecede olgun, ne yeterli
derece cüretli." Sahicilik ve olgunluk kavramlarına ömrünün sonuna kadar bağlı
kalmış, yanlış olduğuna inandığı düşüncelere karşı çıkmaktan, karşısındaki
kardeşi bile olsa, kaçınmamıştır. Kardeşi Bedri Rahmi'nin şiirlerini
değerlendirirken vurguladığı savrukluk sorununu çekinmeden dile getirir:
"Şiirde kompozisyon zorunluluğunu niçin kabul etmiyorsun? Niçin şiirlerin
istendiği kadar uzayabilir hissini veriyor? Acaba şiirin zaman içinde bir
kuruluşu olması gerekmez mi?"
"Bütün siyasetlerden nefret ediyorum'' diyen,
bir edebiyat / sanat ve kültür adamı olmayı önemseyen Sabahattin Eyüboğlu'nun.daha
Fransa'dan döndüğü yıldan başlayarak bir sentez arayışı içinde olduğu
görülmektedir. İster edebiyat ister plastik sanatlar alanında olsun, söz almak
gereğini duyduğu her durumda, bu arayışı ve zorunluluğu vurgulamıştır. Onun
Doğu/Batı sorunsalını, daha genel bir nitelemeyle, ulusallık/evrensellik
sorunsalını aşma çabası konusunda Azra Erhat, şöyle yazmaktadır: "Söz
sanatlarında olduğu gibi görsel sanatlarda da Batı'yı, Batılıya özgü sanat
görüşünü ve yaratıcılığını bize anlatmak, açımlamak amacındadır. Bu çabada da
Tanzimat'tan buyana aydınlarımızın gittiği yolun tam tersini tutar: değerlerin
yalnızca Batı'da olmadığını, dahası Batı'nın en yeni, en geçerli sanat
ürünlerinin Doğudaki değerleri anlamak, benimsemekle oluştuğunu vurgular; kendi
sanat varlıklarımızın Batılı bir yorumla ne denli çağdaş bir aşamaya
ulaştırılabileceklerini gösterir."
İlk önemli yazılarından biri o!an "Yeni Türk
Sanatkârı Yahut Frenkten Türke Dönüş"te "Yeni Türk san'atkârı
Avrupa'ya frenk hayranlığı ile gidip Türk hayranlığı ile dönen adamdır."
demekte ve şöyle devam etmektedir: "Yeniden doğmak, eski varlığımızla
alâkayı kesmek değil, ona yeni hayat aşılamaktır. San'atta bizim eski
varlığımız, Tanzimat'tan evvelki dünyâmızdır (Halk san'atı, divan san'atı ve
mistik san'at.). Bu dünyaya yüz çevirenler frenkte kalmış olanlardır. Onlara
uğurlar olsun. Fakat frenk dünyasına yüz çevirip Tanzimat'tan evvelki dünyada
yaşayanlar da bizim eski varlığımızda kalmışlardır. Onlara da uğurlar olsun.
Frenkten Türke dönüş, yeni frenk dünya görüşü ile Türk kıymetlerini anlayış
yeni san'at ve fikir hayatımızın bütün cephelerinde tahakkuk edecektir."
1938 tarihli bu yazısının bir dip notunda, sentez anlayışının genişlik ve
derinliğine gönderme yapmaktadır: "Yeni musiki dünyamızda frenk hayranlığını
aşmış olan bir Türk olarak Mesut Cemil'i tanıyorum. Sebastian Bach'la Dede'nin
ve Itrî'nin isimlerini bir arada işitmek saadetini bir gece onun evinde
duymuştum." Onun bu yaklaşım ile Ahmet Hamdi Tanrıpmar'ın yaklaşımı
arasında yakın bir akrabalık var. Çünkü Tanpınar da şöyle yazmaktadır:"
Fuzulî'yi. Nef'î'yi hakikkaten sevip anlayan bir muasır, ondan Avrupa şiirine,
Goethe'ye, Shakespeare'e çok kolay geçebilir. Behzad'ı veya şakirtlerini
tanıyan elbette ki bir Watteau'ya herhangi bir resim terbiyesinden mahrum
insandan daha çabuk ve zahmetsizce erişir. Dede Efendi ile beslenmiş bir ruh
için ise Bach sadece bir kardeştir."
Bu sentez düşüncesinin kalkış noktasına Eyüboğlu,
belki Yahya Kemal'den esinlenerek tarih kavramını yerleştirmektedir. Bu kavram
aracılığıyla sadece Doğu'yla Batı'yı değil, gelenek ile yeniliği de bir araya
getirmektedir. "Yaşayan Mazi" adlı yazısında; "Tarihî
şuurun uyandığı adamda milî şuur olmamasına imkân var mıdır? (...) Bir milletin
fertleri arasındaki bağlar mazide örülmüştür. Bu bağları idrak etmeyen bir
millet hatırasız ve hafızasız bir ruh kadar manasızdır." Geçmişe ilginin
"maziperestlik" haline dönüşmesinin kültürel / siyasal gericiliğe yol
açabileceğini de düşünen Eyuboğlu şöyle der: "Tarih şuuru maziperest
olmayı icap ettirmez. Maziye dönüş bir rücu olmamalıdır. Bizim yaşamamamız
değil, mazinin bizde yaşaması lâzımdır."
Bu sentez anlayışı, Sabahattin Eyüboğlu'nun
düşüncesinin temel parametresidir: Hiç şüphesiz bilime inanmaktadır,
rasyonalist ve pozitivisttir. Tam da bu yüzden, hayatının hiçbir döneminde
herhangi bir yazınsal ya da siyasal düşüncenin bağnazı olmamış, şablonculuğa
sapmamıştır. Örnekse, emperalizm sorununun siyasal gündemin en önemli maddesini
oluşturduğu 60'lı yıllarda kültür emperyalizmi kavramının içerebileceği
sakıncalara dikkati çekerek şunları yazmaktan çekinmemiştir : "Batı
uygarlığıyla Batı sömürgenliğini birbirine karıştıranlar birer öfke sarhoşu
değillerse bilgisizce bir savaş taktiğinin kurbanıdırlar. (...) Yeni Türkiye
Batı emperyalizmine 'defol', Batı kültürüne 'buyur' diyerek kurulmuştur.
Kişisel hınçlar ya da kuramsal ukalâlıklarla bu ayırımı hiçe sayarak havanda su
döğenler, sosyalist de olsalar, Yeni Türkiye'de yalnız eskiciler, gericilerle
anlaşabilirler." İyiye, güzele, doğruya yarayan her türlü eserin ve
düşüncenin savunmasını yapmaktadır, yasakçı olmamayı önermektedir. Bir yandan
Montaigne'i bir yandan Yunus'u okuyorsa, bundandır. Bir yandan Rimbaud bir
yandan Hayyam çeviriyorsa, bundandır. Hem Yahya Kemal'i hem Âşık Veysel'i
seviyorsa, bundandır.
"Frenkten Türke Dönüş" yazısında, Batı sanatının, düşüncesinin yanı sıra eski edebiyatımızın ürünlerine ve düşüncesine bakılmasını, daha da ötesinde İslâm sanatı ve düşüncesinin de değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Eyüböğİu, kuşkusuz, Kemalist ideolojinin ulusçuluk düşüncesini daha geniş bir alan üzerinde temellendirmek istemektedir aslında. Gelenekte ve geçmişte teselli bölgeleri aramaktan çok onlardaki üretici unsurları bulup çıkarmayı öngörmektedir. Taklidin ötesine geçebilmenin ve kimlik edinmenin ancak bu sayede mümkün olabileceğini düşünmektedir. Şu da söylenebilir: Cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen inkılâp edebiyatı anlayışı çerçevesinde yazılan şiir ve öteki türlerin yavanlığının başkalarıyla birlikte farkına vararak, çıkış yolu aramaktadır. Yahya Kemal'den ve İslâm tasavvufundan, birdenbire Âşık Veysel'e ve halkçılık ideolojisine geçişinin asıl sebebi de budur denilebilir. Köy Enstitüleri deneyi, onda tek çıkış yolunun halkçılık olacağı inancını yerleştirmiştir. Bu deneyin, en ateşli savunucusu, gönüllü eğiticisi olur. Derdi günü halktır, ezilen insandır.
Sabahattin Eyüboğlu'nun etkin siyasetten uzak duruşunun temel sebebi, siyasete yatkın olmayışının yanısıra, onun halkçılık ideolojisini de besleyen hümanizm anlayışı, yani insancıllığıdır. Baskıcı, yasaklayıcı, horlayıcı her türlü düşünceye, her türlü uygulamaya karşı çıkmanın, insan değerlerini, yani emeği, sevgiyi, dostluğu yüceltmenin köklerinin hümanist düşüncede olduğuna inanmaktadır. Bu anlayışını şöyle dile getirir: "İnsanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten; kendini bilmek ve başkalarından ayırmamak. Hümanizmanın özü budur işte; hümanistlerin özlemi de insanın bütün insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla, bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?" Eyüboğlu'nun Osmanlı'dan Anadolu'ya, oradan da Hitit’e, Eflatun'dan Homeros ve Hesiodes'e geçişinin sebebi budur. Küçük Asya'nın, özellikle İyonya kıyılarının "bir kültür beşiği, bir uygarlık potası olduğu, klâsik denen eserlerden çoğunun bu topraklarda köklendiği inancı yüreğini ve bilincini kaplamıştır: İnsanlığın değerlerini Anadolu toprağından çekip çıkarmak, dünya kültürüne eklemlemek.
Sabahattin Eyuboğlu bir gönül ve sanat adamıydı.
Sorunlara hep buradan bakmıştır. Ne var ki bu bakış açısı, onun açık
yüreklilikle her türlü işbirliğine girişmesine, her tür düşünceye yönelmesine
yolaçmış ve okura inanılmaz güzellikte çeviriler bırakmıştır. Mazhar Şevket
İpşiroğlu ile Avrupa Resminde Gerçek Duygusu'nu yazarak, Montaigne’in Denemelen’ini
ve M. Ali Cimcoz'la Eflatun'un Devlet'ini çevirerek, Hayyam'ın Dörtlükler’ini, Rimbaud'nun Sarhoş
Gemisi'ni ve dünya şairlerinin daha nice şiirlerini çevirerek, dünyanın
temel bilgi birikimlerinden ve sanat tatlarından Türk insanını haberli kılmayı
amaçlamıştır. Eyuboğlu, deneme ve eleştirileriyle olduğu ve kadar,
çevirileriyle de edebiyat ve kültür hayatımızı zenginleştirmiş bir yazardır.
Eflatun'dan Devlet çevirisiyle 1959 Türk Dil Kurumu
Ödülü'nü M. Ali Cimcoz'la paylaştı, Mavi
ve Kara adlı deneme kitabıyla 1960 Ataç Armağanını aldı.
"Enstitülerin kapatıldığı yıllarda
öğretmenliğini, yazarlığını, çevirmenliğini, kapatılamaz bir enstitü olarak
sürdüren Eyüboğlu, bu kez de düşün ve sanat ocağına dönüştürecektir Maslak'taki
evini. Çağdaş yazınımızın, sanatımızın, düşüncemizin hamurunda çok şey vardır o
ocaktan. Ekinimize, sanatımıza taze soluklar aldırmış, yeni kuşakların
yetişmesinde büyük etkileri olmuş, çok yönlü kişiliğiyle aydınlanma
savaşımımıza ivme kazandırmıştır ustamız." (Mehmet Başaran)
ESERLERİ:
DENEME: Mavi ve Kara (1961, yeni bas.2001), Sanat Üstüne Denemeler (1974), Söz
Sanatları: Bütün Yazılar 1 (1989), Mavi I: Söz Sanatları Üzerine Denemeler
ve Eleştiriler (2001), Mavi II: Görsel Sanatlar Üzerine
Denemeler ve Eleştiriler (2001).
İNCELEME-ARAŞTIRMA: Fransız Realizmi (1940), Avrupa Resminde Gerçekçilik Duygusu (M.
Ş. İpşiroğlu ile, 1952), Fatih Albümüne
Bakış (M.Ş. İpşiroğlu ile, 1955), Saklı Kilise (M. Ş. İpşiroğlu ile,
1958), Yunus Emre'ye Selâm (1966,
genişletilmiş basımı Yunus Emre adıyla, 1971), Pir Sultan Abdal (1977), Köy
Enstitüleri Üzerine (1979), Bütün
Yazıları I (der: Azra Erhat, 1981), Bütün
Yazıları II (der: Azra Erhat, 1982), Sanat
Üzerine Denemeler ve Eleştiriler (Söz Sanatları: Cilt I, 1981), Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler
(Görsel Sanatlar: Cilt II, 1982), Çağdaş
Türk Edebiyatının Kıyıcığında: 1958-1960 (Vedat Günyol ile, 1995).
DERLEME-BİYOGRAFİ: Türk Halk Bilmeceleri (1937), Fransız
Realizmi: CHP Konferanslar Dizisi (1940), Montaigne: Hayatı - Sanatı - Eserleri (1953), Şiirlerle
Fransızca (1964), Hesiodos: Eseri ve Kaynakları
(1977), Gökyüzü
Mavi Kaldı (Yaşar Kemal ile, 1978).
ÇEVİRİ: Fransız Medeniyeti (E. R. Curtius’dan, 1938), Hamlet
(Shakespeare’den, 1938), Evin İçi
(Maurica Maeterlinck'ten,1940), Ayrılmak Zevki (J. Renard’den, 1940), Yalnız
(Duvernois’dan, 1940), Lysis (Platon’dan, 1942), Şamdancı (A. de
Musset’den B. Tuncel İle, 1942), Marianne'ın Kalbi (A. de Musset’den B.
Tuncel ile, 1942), İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk (J. J. Rousseau’dan
T. Siber ile, 1942), Yap da Söyleme ve Danton'un Bir Sabahı (A. de
Musset’den, 1943), Kadınlar Mektebi Tenkidi (Moliere’den, 1944), Bakkhalar
(Euripides’ten, 1944), Oblomov (I. A. Gonçarov’dan E. Güney ile, 1945), Denemeler
(Montaigne’den, 1947), Fransa Üzerine Deneme (E.R. Curtius’tan, 1953), Troilos
ile Kressida (Shakespeare’den M. Urgan ile, 1956), Devlet
(Eflatun'dan M. Ali Cimcoz ile, 1958), Masallar (La Fontaine’den, 1960), Duruşma
(Kafka’dan, 1960), Bütün Dörtlükler (Hayyam’dan, 1961), İsa Bu Köye
Uğramadı (C. Levi’den, 1961), Cimri (Moliere’den, 1961), Çağımızın
Gerçekleri (J. P. Sartre’dan V. Günyol ile, 1961), Dirileri Şehir
(J. Romains’den, 1961), Başkalarının Kellesi (M. Ayme’den, 1962), Ölü
Canlar (Gogol’dan M. C. Anday ile, 1962), Macbeth (Shakespeare’den, 1962), Cadı
Kazanı (A. Miller’den, 1962), Şiirler (J. Prevert’den, 1963), Ütopya
(T. Moore’dan M. Urgan ile, 1964), Devrim Yazıları (G. Babeuf’ten V.
Günyol ile, 1964), Dünyamıza Bakış (A. Einstein’dan, 1964), Moby Dick
(Melville’den M. Urgan ile, 1964), Turan Yolu (A. Malraux’dan, 1965), Kadınlar Savaşı
(Aristophanes’den, Azra Erhat ile, 1966), Kuşlar (Aristophanes’den A. Erhat
ile, 1966), Eşek Arıları (Aristophanes’den, 1966), Julius Ceasar
(Shakcspeare’den, 1966), Antonius ve Kleopatra (Shakespeare’den, 1967), Lykurgos'un
Hayatı (Plutharkos’tan V. Günyol ile, 1967), Politika Sanatı (G.
Bouthoul’dan V. Günyol ile, 1967), Ermiş Antonius ve Şeytan
(Flaubert’den, 1968), Atinalı Timon (Shakespeare’den, 1968), Zincire
Vurulmuş Prometheus (Aiskhylos’tan A. Erhat ile, 1968), Çağımızın
Sorunları Üstüne Düşünceler (B. Russell’dan, 1972), Bugünkü Dünyamıza
Bakış (P. Valcry’den, 1972), Gargantua (Rabelais’ten, 1973). Şiir Çevirileri (1976),
Bütün Masallar (La
Fontaine'den), Denemeler (Camus'dan), Gargantua
(Rabelais'dan).
BELGESEL FİLM: Anadolu Ormanları (1956), Hitit Güneşi (1957), Nemrut Dağı Tanrıları (1957), Siyah Kalem (1958), Karanlıkta Renkler (1957), Göreme (1959), Surname (1959), Anadolu Yolları (1959), Anadolu'da Roma Mozaik-leri (1959), Eski Antalya'nın Surları (1968).
Maviyle sanat, karayla para
demek istemiyorum. Neden derseniz, acımtrak olacağını önceden bildiğim bu
yazının adında olsun biraz renk olması hoşuma gidiyor. Her rengin kendine göre
bir güzelliği vardır: Kırmızının, sarının, yeşilin her birine ayrı bir destan
yazılabilir. Her üç renk nice nice şair ve ressamlarda insan düşüncesini
coşturan anlamlar kazanmış. Kırmızıya öfke, sarıya dert, yeşile umut
koyagelmiş insanoğlu. Her rengin bir başka tadı, yerine göre bir başka derinliği
olabilir: Ama her yaşayanın iliklerine işleyen, ölüm karasına, kasvet karasına
bire bir gelen renk mavidir. Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil! Güneş
çekilip gittikten sonra bile mavi sabahlara kadar cançekişir karanlıkla. En
güzel gecelerin bile rengi mavidir. Laf bütün bunlar, bundan sonra
söyleyeceklerim de laf ama derdimi anlatamazsam bir mavi olsun kalsın
aklınızda, sanatın da kendisi mavi.
Şu son
yıllarda kara maviyi, yani para sanatı bulandırıyor gibi geliyor bana. Belki
hep böyleydi de ben şimdi farkına varıyorum: Olabilir. Saflığıma verin. İster
eski gerçek olsun, ister yeni gerçek: Paranın sanatı yenmesinden daha acı bir
şey düşünemiyorum insanlık için. Birçok sanatçılar tanımadık mı hep? Pazarları,
para kayguları olmadığı zaman, zamanlarını ve kendilerini aşıyor, pir aşkına
geceyi gündüze çeviriyorlardı. Sanatları para getirmeye başlar başlamaz
değişiverdiler: Sanatı bakkallara inat seçmişken bir çeşit bakkal oluverdiler;
içlerindeki maviyi haraç mezat sattılar. Belki rahat ettiler; ama para para,
kurum kurum kuruttu hepsini. Bir adları kaldı, sanatçı.
Sanatçı hep züğürt mü kalmalı
demek istemiyorum. Yoo. En çok onun kazanmasını isterim. Elimde olsa ciğeri beş
para etmeyen nice zenginlerin parasını ona verirdim; ama onun para peşine
düşmesine razı değilim. O zaman sanatçı, mavi yaratıcı olmaktan çıkıyor da onun
için, o zaman üstelik yetişebilecek sanatçıların hakkını yiyor da onun için.
Sanatçısını parasız bırakan bir toplumun utanması gerekir; ama sanatçı, gerek
yaratıcı olmaktan çıkmış birinin de sanat adına para kazanmaktan utanması
gerekmez mi? Dünyamızı dolduran bayağılıkların çoğu parayı seçmiş sanatçıların
yüz karasıdır. Halkın bayağılıktan hoşlandığını söyleyen de onlardır her zaman.
Örnek her sanatta tümen tümen; ama çok para getiren sinemada başka türlüsü
binde bir.
İyi ama, diyeceksiniz, sanatçının
iyisini, kötüsünü, yaratıcısını, kısırını nasıl ayırdetmeli? İşte bu zor iş
gerçekten, dünyanın en zor işi belki de. Öyle olmasa bu kadar karışmazdı zaten
birbirine. İyisi çok defa acıdan ölüp, kötüsü onun sırtından geçinmezdi. Paris
gibi uyanık bir sanat çevresinde bile kimse önleyemiyor kötülerin yüze
çıkmasını. Yalnız halk, zamanla, haklarından gelebiliyor. Akademiler, jüriler,
priler, tenkitçiler hepsi aldanabiliyor. Durmadan gelişen, gelişmesi gereken
sanat her yerde, her zaman ölçüleri aşarak, şaşırtacak, yanıltacak; bunun
çaresi yok. Yok ama her şeyin de bir derecesi var. En iyiyi bulmakta aldansak,
geciksek bile, sanatı göz göre göre sömürmeleri olsun tanıyamaz, tanıtamaz
mıyız? Bütün ölçüler değişir, değişmelidir; ama, canım, ölçüler üstünde kalan,
insandan insana pek değişmeyen bazı değerler de var. Hakkından fazlasını zorla,
yalan dolanla almayı hangi insanlık değeriyle uzlaştırabilirsiniz?
Bir insanın içinde para kaygusuyla
sanatın uzlaşacağına inanmıyorum. Sanat hiçbir ortak kabul etmeyecek kadar
kıskanç bir sevgilidir. Küçük hesapların da en büyük düşmanıdır. Önce para
kazanayım, sonra sanat yaparım diyen sanatçıların nasıl kuruduğunu
görmüşsünüz-dür. Buna karşılık ekmek paralarını bile sanatlarına harcayanlar
sonunda para da kazanmışlardır. Bu iki kaygu biraraya gelmiyorsa kabahat kimin?
Orası ayrı mesele ama gelmediği ortada.
Sanatçının bir evliya olmasını,
dünyadan elini eteğini çekip güzellik yaratmanın mutluluğuyla yetinmesini mi
istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama
sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla. Zaten, önünde
sonunda hayatımıza, duygularımıza biçim veren sanatçı olmuyor mu? Dünyayı
sevmesini, sevdiğinizle konuşmasını bile o öğretmiyor mu bize? Onu paranın
kulluğundan kurtarmak hepimizin boynunun borcudur. Öyledir, ama biz onu
kurtarmaya çalışırken, o bu kulluktan hoşlanmaya başlarsa? O zaman ara da bul
maviyi! Hiçbir şey vermez mi olur paranın kulu olmuş sanatçı? Verir, kolayına
kaçtığı için daha da bol verir; ama ne? Kirli bir mavi, olmasa da olur bir
mavi.
Parasız, hiçbir şey yapılmaz oldu,
biliyorum. İdeal, ülkü, mefkure apartman adı olmaya başlayalı gençliğin gözünden
düştü, biliyorum. Para düşünmeden sanat ve bilim derdine düşen enayi sayılıyor
ya da kuşku uyandırıyor, biliyorum. Bağımsızlığı herkesten çok gerekseyen
sanatçı geçinmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmek zorundadır, biliyorum.
Kazandıkları paraya layık olmayan insanlar arasında yaşayan bir sanatçıya
paraya boş ver demek gülünçtür, biliyorum. Ama bütün bu gerçeklere inat, sanatı
paranın, maviyi karanın üstüne çıkaranlar var ya? Binde bir de olsun var ya?
İşte onlar sanatçı: Üst tarafı manatçı? Çok mu sert oldu bu yargı? Yumuşatalım
biraz: Bütün manatçıların sanatçı olduğu zamanlar vardır. Aynı şeyi bir başka
türlü söyleyelim: Her insanın Tanrı olduğu anlar vardır.
(Mavi ve Kara, 1958, s. 96-98)