Sabahattin Eyuboğlu

Çevirmen, Yazar

Doğum
Ölüm
13 Ocak, 1973
Eğitim
Trabzon Lisesi
Diğer İsimler
Sabahattin Eyüboğlu

Yazar ve çevirmen (D. 1908, Akçaabat / Trabzon - Ö. 13 Ocak 1973, İstanbul). Şair ve ressam Bedri Rahmi Eyuboğlu'nun ağabeyi, araştırmacı yazar İsmet Zeki Eyuboğlu ile politikacı-devlet adamı Orhan Eyuboğlu’nun amca çocuğudur. İköğrenimini  Kütahya'da, ortaöğrenimini Trabzon'da yaptı. Trabzon Lisesi'ni bitirdikten (1928) sonra, yüksek öğrenimini, Atatürk'ün yurt dışına gönderdiği ilk öğrenci grubu içinde gittiği Fransa'da Dijon, Lyon ve Paris üniversitelerinde dil, edebiyat ve estetik okuyarak (1928-1932) tamamladı. Türkiye’ye dönünce İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı Doçenti olarak (1933-39) çalıştı. Daha sonra Ankara'da Maarif müfettişliği, Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği, Tercüme Bürosu başkan vekilliği yaptı. Eyuboğlu, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel tarafından Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde Kültür Tarihi öğretmeni olarak görevlendirildi. Enstitü öğrencilerine dünya klasiklerini okuttu, tiyatro ve folklor çalışmaları yaptırdı (1939-47). İkinci kez Paris'e gitti (1947-1948), dönüşünde İstanbul Üni­versitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde Karşılaştırmalı Türk-Fransız Edebi­yatı (1950-1960), Teknik Üniversitede ve Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulunda Sanat Tarihi (1951-1958) dersleri okuttu. 1960 yılında “147'likler” arasında sokularak üniversitelerden çıkarıldı. Göreve iade edildikten sonra Teknik Üniversitedeki derslerini sürdürdü. 1963'te Babeuf'ten yaptıkları Devrim Yazıları (1963) çevirisi nedeniyle Vedat Günyol'la birlikte tutuklandı, üç yıl sonra beraat etti (1966). 12 Mart (1971) askeri darbesi döneminde de -gizli örgüt kurma iddiasıyla- Vedat Günyol ve Azra Erhat'la birlikte sıkıyönetimce tutuklanarak Türk Ceza Yasasının 142. maddeden yargılanmış ve beraat etmişti. 

Sabahattin Eyuboğlu’nun deneme, eleştiri ve inceleme yazıları 1931 yılından itibaren Hakimiyet-i Milliye, Tan, Kültür Haftası, İnsan, Varlık, 1946'dan itibaren Yaprak, İmece, Tanin, Yeni Ufuklar gibi gazete ve dergilerde yayımladı. İlk yazılarında çağdaş edebiyatın ve sanatın ulaştığı aşamayı değerlendirmiş, bugünle dün arasında kurulabilecek bağlantı noktalarını aramıştır. Edebiyat konularından sanat tarihi sorunlarına uzanan geniş bir alan üzerinde eser vermiş, çeviriler yapmıştı. Yunan antikitesi dahil tüm eski Anadolu uygarlıklarının sentezinden oluşan bir çeşit ulusal kültür anlayışını savunduğu denemeleriyle belli bir aydın çevresinde ilgi gördü. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Macit Gökberk ve Aziz Elbek ile de eski Anadolu uygarlıklarını belgelemeye yönelik belgesel film çalışmaları yaptı.  

Eyüboğlu, Fransa’da yüksek öğrenimini tamamlayıp yurda döndüğü tarihten ölümüne kadar geçen zaman içinde, düşünce dünyamızın önemli bir adı olmuş, deyim yerindeyse, Türkiye'nin kültürel odaklarından biri haline gelmişti. Yazarın yakın çalışma ve düşünce arkadaşı Azra Erhat, bu üretken edebiyat ve düşün adamı için şunları yazmaktadır: "Görme ve düşünme gücünü bir projek­tör gibi yaşam alanlarının ve insan etkinliklerinin üzerinde gezdirerek, birçoğunu en güncel durumları, sorunları ile aydınlatmış, bulgularını da canlı eyleme dönüştürerek kendisi ve çevresi için yaratıcılık yolları aç­mağa uğraşmıştır." Ömrü boyunca durmadan üreten, imzalı-imzasız, ortaklaşa yüzlerce yazı yayımlayan, kitaplar yazan, çeviriler yapan  Sabahattin Eyüboğlu , “Yazıda yaşamak mümkün, ama bunun için yazıyı ne kadar, ne kadar sevmek gerek. Ona neleri feda etmek gerek. Ne kadar güçlü olmak gerek: Bütün hayat pahasına, bütün geceler, bütün sabahlar pahasına varılmayan bir sanattan ne olabilir? Boş geçen zamanları sanata vermekle bakkallık arasında ne ayırım var? İnsan kendisini sanata ya bütünüyle verir ya da hiç vermez der.” Onun bu sözleri bir küttür adamının yazı sürecini de kapsamaktadır aslında. Birbirlerinden farklıdır elbet şair ya da.romancı ile düşünürün yazısı; sadece biçimsel ve imgesel açıdan değil üslup açısından da farklıdır. Ama, yazmak için bir durulmuşluk gerekmektedir. Kardeşi Bedri Rahmi'ye gönderdiği bir  mektupta da şöyle demektedir: "Benim amacım yazmak değildir. Bence sahici bir insan olmak, kendini ve dünyayı bilmek yazı yazmaktan önce gelir. Benim yazmaya değer şeyim ancak düşüncelerim olabilir.Onlarsa bende henüz ya da hâlâ ne yeterli derecede olgun, ne yeterli derece cüretli." Sahicilik ve olgunluk kavramlarına ömrünün sonuna kadar bağlı kalmış, yanlış olduğuna inandığı düşüncelere karşı çıkmaktan, karşısındaki kardeşi bile olsa, kaçınmamıştır. Kardeşi Bedri Rahmi'nin şiirlerini değerlendirirken vurguladığı savrukluk sorununu çekinmeden dile getirir: "Şiirde kompozisyon zorunluluğunu niçin kabul etmiyorsun? Niçin şiirlerin istendiği kadar uzayabilir hissini veriyor? Acaba şiirin zaman içinde bir kuruluşu olması gerekmez mi?"

"Bütün siyasetlerden nefret ediyorum'' diyen, bir edebiyat / sanat ve kültür adamı olmayı önemseyen Sabahattin Eyüboğlu'nun.daha Fransa'dan döndüğü yıldan başlayarak bir sentez arayışı içinde olduğu görülmektedir. İster edebiyat ister plastik sanatlar alanında olsun, söz almak gereğini duyduğu her durumda, bu arayışı ve zorunluluğu vurgulamıştır. Onun Doğu/Batı sorunsalını, daha genel bir nitelemeyle, ulusallık/evrensellik sorunsalını aşma çabası konusunda Azra Erhat, şöyle yazmaktadır: "Söz sanatlarında olduğu gibi görsel sanatlarda da Batı'yı, Batılıya özgü sanat görüşünü ve yaratıcılığını bize anlatmak, açımlamak amacındadır. Bu çabada da Tanzimat'tan buyana aydınlarımızın gittiği yolun tam tersini tutar: değerlerin yalnızca Batı'da olmadığını, dahası Batı'nın en yeni, en geçerli sanat ürünlerinin Doğudaki değerleri anlamak, benimsemekle oluştuğunu vurgular; kendi sanat varlıklarımızın Batılı bir yorumla ne denli çağdaş bir aşamaya ulaştırılabileceklerini gösterir." 

İlk önemli yazılarından biri o!an "Yeni Türk Sanatkârı Yahut Frenkten Türke Dönüş"te "Yeni Türk san'atkârı Avrupa'ya frenk hayranlığı ile gidip Türk hayranlığı ile dönen adamdır." demekte ve şöyle devam etmektedir: "Yeniden doğmak, eski varlığımızla alâkayı kesmek değil, ona yeni hayat aşılamaktır. San'atta bizim eski varlığımız, Tanzimat'tan evvelki dünyâmızdır (Halk san'atı, divan san'atı ve mistik san'at.). Bu dünyaya yüz çevirenler frenkte kalmış olanlardır. Onlara uğurlar olsun. Fakat frenk dünyasına yüz çevirip Tanzimat'tan evvelki dünyada yaşayanlar da bizim eski varlığımızda kalmışlardır. Onlara da uğurlar olsun. Frenkten Türke dönüş, yeni frenk dünya görüşü ile Türk kıymetlerini anlayış yeni san'at ve fikir hayatımızın bütün cephelerinde tahakkuk edecektir." 1938 tarihli bu yazısının bir dip notunda, sentez anlayışının genişlik ve derinliğine gönderme yapmaktadır: "Yeni musiki dünyamızda frenk hayranlığını aşmış olan bir Türk olarak Mesut Cemil'i tanıyorum. Sebastian Bach'la Dede'nin ve Itrî'nin isimlerini bir arada işitmek saadetini bir gece onun evinde duymuştum." Onun bu yaklaşım ile Ahmet Hamdi Tanrıpmar'ın yaklaşımı arasında yakın bir akrabalık var. Çünkü Tanpınar da şöyle yazmaktadır:" Fuzulî'yi. Nef'î'yi hakikkaten sevip anlayan bir muasır, ondan Avrupa şiirine, Goethe'ye, Shakespeare'e çok kolay geçebilir. Behzad'ı veya şakirtlerini tanıyan elbette ki bir Watteau'ya herhangi bir resim terbiyesinden mahrum insandan daha çabuk ve zahmetsizce erişir. Dede Efendi ile beslenmiş bir ruh için ise Bach sadece bir kardeştir."

Bu sentez düşüncesinin kalkış noktasına Eyüboğlu, belki Yahya Kemal'den esinlenerek tarih kavramını yerleştirmektedir. Bu kavram aracılığıyla sadece Doğu'yla Batı'yı değil, gelenek ile yeniliği de bir araya getirmektedir. "Yaşayan Mazi" adlı yazısında; "Tarihî şuurun uyandığı adamda milî şuur olmamasına imkân var mıdır? (...) Bir milletin fertleri arasındaki bağlar mazide örülmüştür. Bu bağları idrak etmeyen bir millet hatırasız ve hafızasız bir ruh kadar manasızdır." Geçmişe ilginin "maziperestlik" haline dönüşmesinin kültürel / siyasal gericiliğe yol açabileceğini de düşünen Eyuboğlu şöyle der: "Tarih şuuru maziperest olmayı icap ettirmez. Maziye dönüş bir rücu olmamalıdır. Bizim yaşamamamız değil, mazinin bizde yaşaması lâzımdır."

Bu sentez anlayışı, Sabahattin Eyüboğlu'nun düşüncesinin temel parametresidir: Hiç şüphesiz bilime inanmaktadır, rasyonalist ve pozitivisttir. Tam da bu yüzden, hayatının hiçbir döneminde herhangi bir yazınsal ya da siyasal düşüncenin bağnazı olmamış, şablonculuğa sapmamıştır. Örnekse, emperalizm sorununun siyasal gündemin en önemli maddesini oluşturduğu 60'lı yıllarda kültür emperyalizmi kavramının içerebileceği sakıncalara dikkati çekerek şunları yazmaktan çekinmemiştir : "Batı uygarlığıyla Batı sömürgenliğini birbirine karıştıranlar birer öfke sarhoşu değillerse bilgisizce bir savaş taktiğinin kurbanıdırlar. (...) Yeni Türkiye Batı emperyalizmine 'defol', Batı kültürüne 'buyur' diyerek kurulmuştur. Kişisel hınçlar ya da kuramsal ukalâlıklarla bu ayırımı hiçe sayarak havanda su döğenler, sosyalist de olsalar, Yeni Türkiye'de yalnız eskiciler, gericilerle anlaşabilirler." İyiye, güzele, doğruya yarayan her türlü eserin ve düşüncenin savunmasını yapmaktadır, yasakçı olmamayı önermektedir. Bir yandan Montaigne'i bir yandan Yunus'u okuyorsa, bundandır. Bir yandan Rimbaud bir yandan Hayyam çeviriyorsa, bundandır. Hem Yahya Kemal'i hem Âşık Veysel'i seviyorsa, bundandır.

"Frenkten Türke Dönüş" yazısında, Batı sanatının, düşüncesinin yanı sıra eski edebiyatımızın ürünlerine ve düşüncesine bakılmasını, daha da ötesinde İslâm sanatı ve düşüncesinin de değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Eyüböğİu, kuşkusuz, Kemalist ideolojinin ulusçuluk düşüncesini daha geniş bir alan üzerinde temellendirmek istemektedir aslında. Gelenekte ve geçmişte teselli bölgeleri aramaktan çok onlardaki üretici unsurları bulup çıkarmayı öngörmektedir. Taklidin ötesine geçebilmenin ve kimlik edinmenin ancak bu sayede mümkün olabileceğini düşünmektedir. Şu da söylenebilir: Cumhuriyetin ilk yıllarında üretilen inkılâp edebiyatı anlayışı çerçevesinde yazılan şiir ve öteki türlerin yavanlığının başkalarıyla birlikte farkına vararak, çıkış yolu aramaktadır. Yahya Kemal'den ve İslâm tasavvufundan, birdenbire Âşık Veysel'e ve halkçılık ideolojisine geçişinin asıl sebebi de budur denilebilir. Köy Enstitüleri deneyi, onda tek çıkış yolunun halkçılık olacağı inancını yerleştirmiştir. Bu deneyin, en ateşli savunucusu, gönüllü eğiticisi olur. Derdi günü halktır, ezilen insandır. 

Sabahattin Eyüboğlu'nun etkin siyasetten uzak duruşunun temel sebebi, siyasete yatkın olmayışının yanısıra, onun halkçılık ideolojisini de besleyen hümanizm anlayışı, yani insancıllığıdır. Baskıcı, yasaklayıcı, horlayıcı her türlü düşünceye, her türlü uygulamaya karşı çıkmanın, insan değerlerini, yani emeği, sevgiyi, dostluğu yüceltmenin köklerinin hümanist düşüncede olduğuna inanmaktadır. Bu anlayışını şöyle dile getirir: "İnsanı insanla barıştırmak, insanı insan etmek gerçekten; kendini bilmek ve başkalarından ayırmamak. Hümanizmanın özü budur işte; hümanistlerin özlemi de insanın bütün insanlığı kendinde bulması, bir insanın insanlarla, bütün insanlıkla kaynaşması, halleşmesi değil mi?" Eyüboğlu'nun Osmanlı'dan Anadolu'ya, oradan da Hitit’e, Eflatun'dan Homeros ve Hesiodes'e geçişinin sebebi budur. Küçük Asya'nın, özellikle İyonya kıyılarının "bir kültür beşiği, bir uygarlık potası olduğu, klâsik denen eserlerden çoğunun bu topraklarda köklendiği inancı yüreğini ve bilincini kaplamıştır: İnsanlığın değerlerini Anadolu toprağından çekip çıkarmak, dünya kültürüne eklemlemek.

Sabahattin Eyuboğlu bir gönül ve sanat adamıydı. Sorunlara hep buradan bakmıştır. Ne var ki bu bakış açısı, onun açık yüreklilikle her türlü işbirliğine girişmesine, her tür düşünceye yönelmesine yolaçmış ve okura inanılmaz güzellikte çeviriler bırakmıştır. Mazhar Şevket İpşiroğlu ile Avrupa Resminde Gerçek Duygusu'nu yazarak, Montaigne’in Denemelen’ini ve M. Ali Cimcoz'la Eflatun'un Devlet'ini çevirerek,  Hayyam'ın Dörtlükler’ini, Rimbaud'nun Sarhoş Gemisi'ni ve dünya şairlerinin daha nice şiirlerini çevirerek, dünyanın temel bilgi birikimlerinden ve sanat tatlarından Türk insanını haberli kılmayı amaçlamıştır. Eyuboğlu, deneme ve eleştirileriyle olduğu ve kadar, çevirileriyle de edebiyat ve kültür hayatımızı zenginleştirmiş bir yazardır.

Eflatun'dan Devlet çevirisiyle 1959 Türk Dil Kurumu Ödülü'nü M. Ali Cimcoz'la paylaştı, Mavi ve Kara adlı deneme kitabıyla 1960 Ataç Armağanını aldı.

"Enstitülerin kapatıldığı yıllarda öğretmenliğini, yazarlığını, çevirmenliğini, kapatılamaz bir enstitü olarak sürdüren Eyüboğlu, bu kez de düşün ve sanat ocağına dönüştürecektir Maslak'taki evini. Çağdaş yazınımızın, sanatımızın, düşüncemizin hamurunda çok şey vardır o ocaktan. Ekinimize, sanatımıza taze soluklar aldırmış, yeni kuşakların yetişmesinde büyük etkileri olmuş, çok yönlü kişiliğiyle aydınlanma savaşımımıza ivme kazandırmıştır ustamız." (Mehmet Başaran)

ESERLERİ:

DENEME: Mavi ve Kara (1961, yeni bas.2001), Sanat Üstüne Denemeler (1974), Söz Sanatları: Bütün Yazılar 1 (1989), Mavi I: Söz Sanatları Üzerine Denemeler ve Eleştiriler (2001), Mavi II:  Görsel Sanatlar Üzerine Denemeler ve Eleştiriler (2001).

İNCELEME-ARAŞTIRMA: Fransız Realizmi (1940), Avrupa Resminde Gerçekçilik Duygusu (M. Ş. İpşiroğlu ile, 1952), Fatih Albümüne Bakış (M.Ş. İpşiroğlu ile, 1955), Saklı Kilise (M. Ş. İpşiroğlu ile, 1958), Yunus Emre'ye Selâm (1966, genişletilmiş basımı Yunus Emre adıyla, 1971), Pir Sultan Abdal (1977), Köy Enstitüleri Üzerine (1979), Bütün Yazıları I (der: Azra Erhat, 1981), Bütün Yazıları II (der: Azra Erhat, 1982), Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler (Söz Sanatları: Cilt I, 1981), Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler (Görsel Sanatlar: Cilt II, 1982), Çağdaş Türk Edebiyatının Kıyıcığında: 1958-1960 (Vedat Günyol ile, 1995).

DERLEME-BİYOGRAFİ: Türk Halk Bilmeceleri (1937), Fransız Realizmi: CHP Konferanslar Dizisi (1940), Montaigne: Hayatı -  Sanatı - Eserleri (1953), Şiirlerle Fransızca (1964), Hesiodos: Eseri ve Kaynakları (1977), Gökyüzü Mavi Kaldı  (Yaşar Kemal ile, 1978). 

ÇEVİRİ: Fransız Medeniyeti (E. R. Curtius’dan, 1938), Hamlet (Shakespeare’den, 1938), Evin İçi (Maurica Maeterlinck'ten,1940), Ayrılmak Zevki (J. Renard’den, 1940),    Yalnız (Duvernois’dan, 1940), Lysis (Platon’dan, 1942), Şamdancı (A. de Musset’den B. Tuncel İle, 1942), Marianne'ın Kalbi (A. de Musset’den B. Tuncel ile, 1942), İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk (J. J. Rousseau’dan T. Siber ile, 1942), Yap da Söyleme ve Danton'un Bir Sabahı (A. de Musset’den, 1943), Kadınlar Mektebi Tenkidi (Moliere’den, 1944), Bakkhalar (Euripides’ten, 1944), Oblomov (I. A. Gonçarov’dan E. Güney ile, 1945), Denemeler (Montaigne’den, 1947), Fransa Üzerine Deneme (E.R. Curtius’tan, 1953),  Troilos ile Kressida (Shakespeare’den M. Urgan ile, 1956), Devlet (Eflatun'dan M. Ali Cimcoz ile, 1958), Masallar (La Fontaine’den, 1960), Duruşma (Kafka’dan, 1960), Bütün Dörtlükler (Hayyam’dan, 1961), İsa Bu Köye Uğramadı (C. Levi’den, 1961), Cimri (Moliere’den, 1961), Çağımızın Gerçekleri (J. P. Sartre’dan V. Günyol ile, 1961), Dirileri Şehir (J. Romains’den, 1961), Başkalarının Kellesi (M. Ayme’den, 1962), Ölü Canlar (Gogol’dan M. C. Anday ile, 1962), Macbeth (Shakespeare’den, 1962), Cadı Kazanı (A. Miller’den, 1962), Şiirler (J. Prevert’den, 1963), Ütopya (T. Moore’dan M. Urgan ile, 1964), Devrim Yazıları (G. Babeuf’ten V. Günyol ile, 1964), Dünyamıza Bakış (A. Einstein’dan, 1964), Moby Dick (Melville’den M. Urgan ile, 1964), Turan Yolu (A. Malraux’dan, 1965), Kadınlar Savaşı (Aristophanes’den, Azra Erhat ile, 1966), Kuşlar (Aristophanes’den A. Erhat ile, 1966), Eşek Arıları (Aristophanes’den, 1966), Julius Ceasar (Shakcspeare’den, 1966), Antonius ve Kleopatra (Shakespeare’den, 1967), Lykurgos'un Hayatı (Plutharkos’tan V. Günyol ile, 1967), Politika Sanatı (G. Bouthoul’dan V. Günyol ile, 1967), Ermiş Antonius ve Şeytan (Flaubert’den, 1968), Atinalı Timon (Shakespeare’den, 1968), Zincire Vurulmuş Prometheus (Aiskhylos’tan A. Erhat ile, 1968), Çağımızın Sorunları Üstüne Düşünceler (B. Russell’dan, 1972), Bugünkü Dünyamıza Bakış (P. Valcry’den, 1972), Gargantua (Rabelais’ten, 1973). Şiir Çevirileri (1976), Bütün Masallar (La Fontaine'den),  Denemeler (Camus'dan), Gargantua (Rabelais'dan).

BELGESEL FİLM: Anadolu Ormanları (1956), Hitit Güneşi (1957), Nemrut Dağı Tanrıları (1957), Siyah Kalem (1958), Karanlıkta Renkler (1957), Göreme (1959), Surname (1959), Anadolu Yolları (1959), Anadolu'da Roma Mozaik-leri (1959), Eski Antalya'nın Surları (1968). 

KAYNAKÇA: Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Yeni Ufuklar / Sabahattin Eyuboğlu Özel Sayısı (Mart 1973), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1973),Vedat Günyol / Çalakalem (1977), Türker Acaroğlu / Ozan ve Yazarlar (1981),  Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi II (1982), Yurt Ansiklopedisi X (1984), Mehmet Başaran / Sabahattin Eyüboğlu ve Köy Enstitüleri (1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Ahmet Oktay / Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı: 1923-1950 (1993), Feridun Andaç  / Aydınlanmacı Bir Düşün ve Yazın İnsanı: Sabahattin Eyuboğlu (superonline.com, 2000), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Gidenden Kalanlara Bir Selam: Sabahattin Eyuboğlu'nun Denemeleri "Mavi" Adıyla Yeniden Yayımlandı (Cumhuriyet Kitap, 3.1.2002), Dr. Mustafa Duman / Trabzon'u Anlatan Birkaç Kitap (Cumhuriyet Kitap, 11.7.2002), Mavi ve Kara: Sabahattin Eyuboğlu (Cumhuriyet Kitap, 14.12.2001), Mavi I: Söz Sanatları Üzerine Denemeler ve Eleştiriler - Mavi II: Görsel Sanatlar Üzerine Denemeler ve Eleştiriler - Eşekarıları: Yargıçlar (Cumhuriyet Kitap, 14.12.2001), Mehmet Başaran / Anadolu Bilgesi Eyüboğlu  (Türk Dili Dergisi, Ocak-Şubat 2003).

MAVİ ve KARA

Maviyle sanat, karayla para demek istemiyorum. Neden derseniz, acımtrak olacağını önceden bildiğim bu yazının adında olsun biraz renk olması hoşuma gidiyor. Her rengin kendine göre bir güzelliği vardır: Kır­mızının, sarının, yeşilin her birine ayrı bir destan yazılabilir. Her üç renk nice nice şair ve ressamlarda insan düşüncesini coşturan anlam­lar kazanmış. Kırmızıya öfke, sarıya dert, yeşile umut koyagelmiş insa­noğlu. Her rengin bir başka tadı, yerine göre bir başka derinliği olabilir: Ama her yaşayanın iliklerine işleyen, ölüm karasına, kasvet karasına bire bir gelen renk mavidir. Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil! Güneş çekilip gittikten sonra bile mavi sabahlara kadar cançekişir ka­ranlıkla. En güzel gecelerin bile rengi mavidir. Laf bütün bunlar, bun­dan sonra söyleyeceklerim de laf ama derdimi anlatamazsam bir mavi olsun kalsın aklınızda, sanatın da kendisi mavi.

Şu son yıllarda kara maviyi, yani para sanatı bulandırıyor gibi geli­yor bana. Belki hep böyleydi de ben şimdi farkına varıyorum: Olabilir. Saflığıma verin. İster eski gerçek olsun, ister yeni gerçek: Paranın sana­tı yenmesinden daha acı bir şey düşünemiyorum insanlık için. Birçok sanatçılar tanımadık mı hep? Pazarları, para kayguları olmadığı zaman, zamanlarını ve kendilerini aşıyor, pir aşkına geceyi gündüze çeviriyor­lardı. Sanatları para getirmeye başlar başlamaz değişiverdiler: Sanatı bakkallara inat seçmişken bir çeşit bakkal oluverdiler; içlerindeki ma­viyi haraç mezat sattılar. Belki rahat ettiler; ama para para, kurum ku­rum kuruttu hepsini. Bir adları kaldı, sanatçı.

Sanatçı hep züğürt mü kalmalı demek istemiyorum. Yoo. En çok onun kazanmasını isterim. Elimde olsa ciğeri beş para etmeyen nice zenginlerin parasını ona verirdim; ama onun para peşine düşmesine razı değilim. O zaman sanatçı, mavi yaratıcı olmaktan çıkıyor da onun için, o zaman üstelik yetişebilecek sanatçıların hakkını yiyor da onun için. Sanatçısını parasız bırakan bir toplumun utanması gerekir; ama sanatçı, gerek yaratıcı olmaktan çıkmış birinin de sanat adına para kazanmaktan utanması gerekmez mi? Dünyamızı dolduran bayağılıkların çoğu parayı seçmiş sanatçıların yüz karasıdır. Halkın bayağılıktan hoşlandığını söyleyen de onlardır her zaman. Örnek her sanatta tümen tümen; ama çok para getiren sinemada başka türlüsü binde bir.

İyi ama, diyeceksiniz, sanatçının iyisini, kötüsünü, yaratıcısını, kısırını nasıl ayırdetmeli? İşte bu zor iş gerçekten, dünyanın en zor işi belki de. Öyle olmasa bu kadar karışmazdı zaten birbirine. İyisi çok defa acıdan ölüp, kötüsü onun sırtından geçinmezdi. Paris gibi uyanık bir sanat çevresinde bile kimse önleyemiyor kötülerin yüze çıkmasını. Yalnız halk, zamanla, haklarından gelebiliyor. Akademiler, jüriler, priler, tenkitçiler hepsi aldanabiliyor. Durmadan gelişen, gelişmesi gereken sanat her yerde, her zaman ölçüleri aşarak, şaşırtacak, yanıltacak; bunun çaresi yok. Yok ama her şeyin de bir derecesi var. En iyiyi bulmakta aldansak, geciksek bile, sanatı göz göre göre sömürmeleri olsun tanıyamaz, tanıtamaz mıyız? Bütün ölçüler değişir, değişmelidir; ama, canım, ölçüler üstünde kalan, insandan insana pek değişmeyen bazı değerler de var. Hakkından fazlasını zorla, yalan dolanla almayı hangi insanlık değeriyle uzlaştırabilirsiniz?

Bir insanın içinde para kaygusuyla sanatın uzlaşacağına inanmıyorum. Sanat hiçbir ortak kabul etmeyecek kadar kıskanç bir sevgilidir. Küçük hesapların da en büyük düşmanıdır. Önce para kazanayım, sonra sanat yaparım diyen sanatçıların nasıl kuruduğunu görmüşsünüz-dür. Buna karşılık ekmek paralarını bile sanatlarına harcayanlar sonunda para da kazanmışlardır. Bu iki kaygu biraraya gelmiyorsa kabahat kimin? Orası ayrı mesele ama gelmediği ortada.

Sanatçının bir evliya olmasını, dünyadan elini eteğini çekip güzellik yaratmanın mutluluğuyla yetinmesini mi istiyorum? Hayır; dünyamızın en çok onun dünyası olmasını istiyorum, ama sanatçı kalması, insanlığın en temiz sesi olması şartıyla. Zaten, önünde sonunda hayatımıza, duygularımıza biçim veren sanatçı olmuyor mu? Dünyayı sevmesini, sevdiğinizle konuşmasını bile o öğretmiyor mu bize? Onu paranın kulluğundan kurtarmak hepimizin boynunun borcudur. Öyledir, ama biz onu kurtarmaya çalışırken, o bu kulluktan hoşlanmaya başlarsa? O zaman ara da bul maviyi! Hiçbir şey vermez mi olur paranın kulu olmuş sanatçı? Verir, kolayına kaçtığı için daha da bol verir; ama ne? Kirli bir mavi, olmasa da olur bir mavi.

Parasız, hiçbir şey yapılmaz oldu, biliyorum. İdeal, ülkü, mefkure apartman adı olmaya başlayalı gençliğin gözünden düştü, biliyorum. Para düşünmeden sanat ve bilim derdine düşen enayi sayılıyor ya da kuşku uyandırıyor, biliyorum. Bağımsızlığı herkesten çok gerekseyen sanatçı geçinmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmek zorundadır, biliyorum. Kazandıkları paraya layık olmayan insanlar arasında yaşayan bir sanatçıya paraya boş ver demek gülünçtür, biliyorum. Ama bütün bu gerçeklere inat, sanatı paranın, maviyi karanın üstüne çıkaranlar var ya? Binde bir de olsun var ya? İşte onlar sanatçı: Üst tarafı manatçı? Çok mu sert oldu bu yargı? Yumuşatalım biraz: Bütün manatçıların sanatçı olduğu zamanlar vardır. Aynı şeyi bir başka türlü söyleyelim: Her insanın Tanrı olduğu anlar vardır.

                                                                                                                                     

(Mavi ve Kara, 1958, s. 96-98)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör