Musahipzade Celal

Oyun Yazarı, Yazar

Doğum
19 Ağustos, 1870
Ölüm
20 Temmuz, 1959
-
Eğitim
Numûne-i Terakkî İdâdîsi
Burç
Diğer İsimler
Mahmut Celalettin Musahipoğlu (asıl adı)

Oyun yazarı (D. 19 Ağustos 1870, İstanbul - Ö. 20 Temmuz 1959). Asıl adı Mahmut Celalettin’dir. 1935'te soyadı kanunu gereğince Musahipoğlu soyadını almışsa da, hemen hemen bütün biyografilerin­de daima Musahipzâde olarak yer alır. Dedesi, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinin ünlü bestekârı musâhib Hacı İzzet Şâkir Ağa, babası Gazhâne başkâtibi Musahibzâde Mehmed Ali Bey'dir. Aile, Şâkir Ağa'nın mu­sâhiblik görevinden dolayı Musahipzâde olarak anılır. Tophane'deki Fîruz Ağa Sıbyan Mektebi'nde başladığı öğrenimini aynı yerde Feyziye Rüşdiyesi'nde sürdü­ren Musahibzâde Celâl Süleymaniye'deki Numûne-i Terakkî İdâdîsi'ni bitirdi. 1889'da Bâbıâli Tercüme Odası’nda çalışmaya başladı. Aynı zamanda Hukuk Mektebi'ne devam etti; ancak bitiremedi.  1920'de Mâliye tahsil memurluğuna geldi. 1923'te bu görevdeyken emekli oldu. Sonrasından birkaç yıl Evkaf Müzesi'nde, târihî kıyafetlerin toplanmasın­da koleksiyon uzmanı olarak çalıştı. 1927'den sonra geçimini daha ziyade oyun yazarak sağladı ve aynı zamanda Şehir Tiyatrosu kütüphanesindeki me­muriyetini devam ettirdi.

Çocukluğunda karagöz ve ortaoyununa meraklı olan Musahipzade Celâl, okul yıllarından başlayarak, çeşitli konaklarda, çok defa kendi aralarında, arkadaş­larıyla ortaoyunları tertip etti ve pek çoğunda bizzat oynadı. Ahmet Vefik Paşanın Moliere’den yaptığı çevirilerle tiyatroya olan ilgisi gelişerek onu oyun yazarlığına yöneltti. Sahnelenen ilk oyunu Köprü­lüler (1912), yayımlanan ilk oyunu ise, Türk Kızı'dır (1909). 1923'te yazdığı Fermanlı Deli Hazretleri'nin sahnelenmesi (1927), bunu izleyen yıllarda hemen her tiyat­ro mevsiminde yeni bir oyununun oynanmasıyla ünü yaygınlaştı.Tiyatro tekniği bakımından oldukça zayıf oyunlarında yetkin olmayan bir dil kullanmasına rağmen yerli konuları seçmesi ve alt kültür düzeyine seslenmesi nedeniyle yazdığı komediler ilgi gördü.

Musahipzâde'nin tiyatrosu, genel itibariyle, Şinasi'nin açtığı töre komedisi çığırının devamı karakterindedir. Gerçekten de, Şair Evlenmesi'yle başla­yan hafif, iğneleyici, konudan çok hareketin, kıyafetin ve gerek mahallî şivelerin gerekse anlaşılması güç bir Osmanlıcanın yarattığı komik unsur, Musahipzâde Celâl'in tiyatrosunda hemen aynen görülür. Diğer ta­raftan, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi iki inkılâp dev­resinde eser vermiş olması, ona bu bakımdan Şinasi'den daha fazla şans tanıdı. Her iki devrede de Osmanlı sarayının, bürokrasinin, aile hayatının, din müessesesinin, örf ve âdetlerin karikatürize edilmiş sahneleri, tiyatrolarının değişmez temasını oluşturur. Osmanlı cemiyet hayatı, çoğu yanlış veya münferit hâdiselere dayanılarak gülünç tavır, jest, kıya­fet ve tiplerle sahnelenir. Oyunlarının önemli bir bölümü Mınakyan, Ferah, Benliyan, Odeon gibi Ermeni tiyatroları ile çalıştığı Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrolarında sahnelendi.

“Müsahipzade bir halk sanatçısıdır, mal­zemesini halktan alır. O, konularını, tipleri­ni, geçmiş hayatımızın tarihi ve toplumsal gerçeklerinden seçmiş, fikirlerini eski Os­manlı hayatının tarihî ve sosyal çerçevesi içi­ne oturtmuştur. Çocukluğundan beri eskile­rin yaşayış şekline karşı duyduğu tecessüs, şuurlu bir araştırma ve inceleme isteği hali­ne gelince, sosyal ve siyasi tarihlerden, geç­miş hayatımıza ait teferruatlı bilgi topladı. Bu zengin malzeme ona, piyeslerinde istedi­ği gibi faydalanabileceği bir hammadde kay­nağını teşkil etmiştir...” (Sevda Şener)

ESERLERİ:

KOMEDİ (oynanış tarihi sırasıyla): Köprülüler (1912), İstanbul Efendisi (1913), Lale Devri (1914), Macun Hokkası (1916), Yedekçi (1919), Kaşıkçılar (1920), Atlı Ases (1921), Demirbaş Şarl (1921), Fermanlı Deli Hazretleri (1924), Aynaroz Kadısı (1927, filme de alındı, 1938), Kafes Arkasında (1928), Bir Kavuk Devrildi (1930, filme de çekildi, 1939), Mum Söndü (1930), Pazartesi-Perşembe (1931), Gül ve Gönül (1932), Balaban Ağa (1933), Genç Osman (1937).

İNCELEME: Eski İstanbul Hayatı (1946).

HAKKINDA: Sevda Şener / Musahipzâde Celal ve Tiyatro­su (1963), Orhan Hançerlioğlu / Musahipzâde Celâl: Bütün Oyunları (1970), Türkiye Ansiklopedisi (c. 3, s. 1095, 1974), Özdemir Nutku / Ölümünün 20. Yılında Musahipzade Celal (1980), Atilla Özkırımlı/ Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (C. 3, s. 870-871, 1982), Or­han Okay / Büyük Türk Klâ­sikleri (1985), Ana Britannica (c. 16, s. 315, 1987), İnci Enginün / TDE Ansiklopedisi (C. 6), TBE Ansiklopedisi (2001), Büyük Türk Klasikleri (C.10, s.270,271, 2004), Alim Kahraman / TDV İslam Ansiklopedisi (c. 31, s. 231-232, 2006).

AYNAROZ KADISI’ndan - BİRİNCİ TABLO

Aynaroz'da mahkemenin bir odası: cephede bir kapı, renkli tepe camlı pencere ; deniz görünür; sedirler, solda bir kapı, yerde kilimler, sedirin üzerinde çekmece, kadının kitapları. Duvarda kavukluk, uzaktan ve yakından kilise kampanaları.

 

MECLİS : I.

 

Eda — Yakup Efendi

          Yakup — (Sedire oturmuş, kitap okur).

Eda — (Kapıdan seslenir) kimse yok mu ?!..

Yakup - (Can sıkıntısıyla) gel... Kimse yok.. mahkemede sinek avlıyoruz.. gel !..

Eda — (Elinde gergef gelir) sabahtan beri çan sesinden ka­fam kazana döndü.Yine kâfirlerin günleri var galiba !?.. (Pencere­nin önüne oturur, gergefle meşgul) hay... İnsanın beyninde çın­lıyor; memleket değil… Allahın gazabı !...

Yakup — (İstihza ile) enişten Şeyhülislâm Kehkeşanizade Lem'i Molla Hazretleri iftihar etsinler.

Eda — Aman Efendi… yine başlama!.

Yakup — Hakkım yok mu ?.. Bu diyarı küfrü dalâlette; Aynaroz dedikleri bu berzahı duzahnümunu mezellette sadayı nâ-kusu fiskufücur ile leylü nehar huzuru rahattan mehcur olarak ömrü azizim mürür edecek...

Eda — Hakkın var.. hakkın var ama… ne yapalım?.

Yakup — Ne yapalım , ne demek ?... (Kin ve istihza ile) Mesnednişini makamı ulyayı meşihat, lâbisi libası fervei beyzai izzü rif'at, devletlû, inayetlû, semahatlû veliynimetim Kehkeşanizade Lem'i Molla Hazretlerinin sıhriyeti semahatpenahîlerile mübahi; kadıi Aynaroz, müctenibüzzünub Divrikî Yakup dâilerinin ahvali pürmelâline ne zaman atfı lihazai nazarı pürmerhamet buyuracaklar., ha !?...

Eda — Eniştem ne yapsın ?...

Yakup — Ne yapsın ne demek !?.. İlmim mi yok?.. Yirmi beş sene medreselerde tahsili ulûm ile imrarı ömreyledim. Herhangi bir davanın define kadir mi değilim?. Her hangi bir hakkın ıskatı için mes'elesini bulup, hileyi şer'e uydurup hallü fasla kadir mi değilim ha?...

Eda — Ah efendiciğim… ne diyeyim !..

Yakup — Enişten Kehkeşanizade Lem'i Molla Hazretleri gibi beşik uleması değilim. Zati semuhîlerine «kale» aslında ne idi, deseler... «kaval »ın müennesi olduğunu iddia buyururlar.

Eda — Ah, ne diyeceksin !...

Yakup — Veliynimetim efendilerimiz rahmi mâderde iken sahibi rüus olurlar… Doğdukları gün tafralanır, memeden kesildik­leri gün tafralanır, âkil ve baliğ oldukları gün tafralanırlar...Tafralanırlar.. tafralanırlar... Arpalıklar; sahanlıklar... Edirne mevleviyeti, İzmir payei mücerredi derken suduru izam mesleğine irtika buyururlar. Son merhalei ikbal olan makamı meşiyhate nam­zet oluverirler.

Eda — Ah, ah., iş zadegânlıkta...

Yakup — Evet… zadegânlık... Zümrei cühelâ.

Eda — A !. Efendiciğim öyle ama ?.. Eniştem elinden ne geldi ise yaptı.

Yakup — Ne yaptı !?...

Eda — A!.. Öyle deme canım.. Seni medreseden çekti aldı. Beni zadegândan o kadar isteyenler varken vermedi, sana verdi.

Yakup — (içini çeker) öyle !...

Eda — Koskoca Kehkeşanizade Lem'i Molla ailesine damat oldun.

Yakup — Öyle... öyle!... Ne devlet, ne saadet...

Eda— Sağ olsun ablacığım, (eliyle tarif eder) eniştemle pençe pençeye kavga etti. İllâ ki vermem, medreseden çıkmış bir yobaza inci tanesi kardeşimi vermem, diye ayak diredi.

Yakup — Ablanın teveccühüne teşekkür ederim.

Eda — E, ne diyeceksin çöp çatan çatmış… kader  kısmet.

Yakup — (Kitapla meşgul, içini çeker) evet... Kader, kısmet.

Eda — Eniştem, ablamı dinlemeden çatır çatır nikâh etti. Gözlerimden belâ bârânı gibi yaşlar akarak gelin geldim efendiciğim.

Yakup — (Kitapla meşgul içini çeker) ah, ah.

Eda — Meğer doğru imiş, nikâhta keramet var, derler.

Yakup — (İçini çeker) hı... hı!..

Eda— Koltuktan sonra duvağımı açtığın zaman yüzünü gö­rür görmez hikmeti Huda öyle kanım kaynadı ki!..

Yakup — (İçini çeker) benim de o anda öyle kanım oyna­dı ki…       

Eda — Rabbim kem gözden esirgesin, o zamandan beri bir çift kumru gibiyiz.. Rabbim ayırmasın.

Yakup — (İçini çeker) âmin Edacığım.. âmin. Ah!..

Eda — Enişteme atıp tutuyorsun ama, seni yekten Serez'e kadı yaptı. Ah, iki gözümün bebeği tek durmadın.

Yakup — Bırak sen de…

Eda — Ah, söyletme… elâlemin nikâhlı karısile baskın verdin?

Yakup — Eda… hâlâ o tezvirata inanıyor musun?..

Eda — İlâhi Efendi, ay aydın, gün belli, dertlerimi tazeletme

Yakup — Hâlâ o kanaat yahu !.. Herif karısını talâkı selâse ile boşamıştı. Hülle lâzım geldi.

Eda — (Müteessirane) ah...

Yakup — Adamcağız Serez'de benden emniyetli adam bu­lamadığı için yalvardı. Ben de ecrü mesübata nail olmak için hulleyi  kabul ettim.

Eda — (İçini çeker).

Yakup — Tamam gerdeğe girdiğim sırada bir hengâmedir koptu.

Eda — Hay Efendi sus… vücuduma  ateşler bastı. Ah… ah.

Yakup — Serez'in ne kadar eli sopalı lâyüflühunu varsa ha­nenin etrafını sardılar. Bu ceheleye mes'elenin künhünü anlatamadık.

Eda — Ah sus Efendi.. Sus... Aklıma getirme.. Serez'den taşlanarak çıktık.

Yakup — Eğer bu hulle meselesine inanmıyorsan şaşarım Eda.

Eda — Bırak geçmiş şeyleri dedim a… tek durmadın… Nere­ye gittikse kovulduk.

Yakup — Amma yaptın ha..

Eda — Yine eniştem eksik olmasın. Nüfuzu ile örtbas etti. Onu bilir, onu söylerim. Tek durmadın.

Yakup — Bir memleket ahalisi ile nasıl başa çıkardım ?..

Eda — Aman sen de…  Harput kadılığında adamcağız sağ iken, ölmüş diye ilâm verdin... malını   tereke ettirdin.

Yakup — Ölmüş diye ilâmı cebimden çıkarmadım ya.. Mahkemeye müteaddit şahitler geldi. O herifin vefatına şehadet ettiler.

Eda —Ah sen… ah sen… Adamcağız memleket ahalisi ile ölmediğini ispat etti de dinlemedin.

Yakup — O meseleye senin aklın ermez. Bir adamın vefatına dair hükmü şer'î verilir, ilâm sâdır olduktan sonra nasıl
olur da o adam için sağdır, berhayattır diye hükmü sabıkı nak­zederim. Bilbayyine sabit olan davanın hilâfına hüküm caiz olmaz.

Eda — Aman., bıktım....Caiz olurundan da bıktım... caiz olmazından da

Yakup — Sus, kâfir olursun Eda…

Eda — Aman... Gittiğimiz memleketleri ayağa kaldırdık. Sopalarla… taşlarla kovulduk. Ömrüm diyarı gurbetlerde geçti. Senin uğruna saçımı süpürge ettim. Ne civanlığımı, ne gençliği­mi, ne güzelliğimi anladım. Ah senin derdini benden başka hangi kadın çeker, efendi.

Yakup — Ah Edacığım.. ne yapalım, âbü dane gezdiriyor.

Eda — Koskoca Kehkeşanilerin bir tanecik nazlı naim Edacığı, Aynaroz'larda çile dolduruyor.

Yakup — Üzülme, müddetim bitmek üzere… İnşallah ya­kında İstanbul'a gider, münasip bir memuriyet elde ederiz.

Eda — İnşallah ama, burada da bir şey kazanamadın. Mah­kemenin kapısını örümcekler sarmış. Ne iş var, ne güç. İstanbul’a gidince adamdan para isterler, hediye isterler.

Yakup — Öşür tahsili için yarın civardaki adaları devre çıkacağım üzülme. (…)

                                                                     (Aynaroz Kadısı, 1936).

MUSAHİPZADE CELÂL'İN OYUNLARINDA TARİHÎ GERÇEKLER

Musahipzade Celâl oyunlarında tarihî gerçeklerden faydalan­mış tarihî olayları çok kere ustaca kullanarak oyunlarına renk ve  çekicilik kazandırmıştır.

Bir tiyatro yazarı oyunlarında tarihi gerçeklerden faydalanıyor, şahıslarını geçmişte yaşamış kişiler arasından seçiyorsa yazdık­larının hepsinin gerçeğe uygunluğundan sorumlu tutulabilir mi? Sorumlu tutulacak olursa piyesinde hataya düşerek, ya da kasten değiştirdiği olay ve karakter ayrıntıları için onu tarih adına mı suçlayacağız? O zaman yazarı bir sanatçı değil, bir tarih yazarı ka­bul etmiş olmuyor muyuz? Ya yazarın asıl sorumlu olması gereken sanat kuralları, tiyatronun özel kuralları ne olacak? Bir tiyatro yazarı iyi bir piyes yazabilmek için tasarladığı malzeme içinden en ilgi çekici olanlarını, sebep ve netice bağları en inandırıcı olanları seçmek, kişilerine psikolojik incelikler katmak, hayal gücünden, yaratma gücünden hız almak zorundadır. Malzemesini tarihten de alsa bu zorunluktan kurtulamaz. Bunun için de oyununu oturttuğu tarihî çerçeve içinde tiyatro sanatının gerektirdiği değişiklikleri yapmakta serbest bırakılmalıdır. Ancak o zaman başarılı bir tiyatro eseri yazabilme; imkânına sahip  olur.

Musahipzade Celâl komedilerin de bu başarıya eriştiği, tarihî gerçeklerden bir tiyatrocu gözü ile faydalanabildiği halde dramların­da kuru ve renksiz bir tarihçi olmaktan ileri gidememiştir. Genç Os­man gibi, Demirbaş Şarl gibi oyunlarında ele aldığı çok renkli çok çekici tarihî malzemenin tiyatroya yeteceğini sanmış, bu oyunla­rına kendinden pek az şey katmıştır. Musahipzade Celâl Osmanlı tarihine sıkı sıkıya sadık kaldığı bu piyeslerinde beşerî gerçeklere de uzak kalıyor, şahıslarını derinliğine incelemiyor. Turhan Sultan, Mimar Kasım Ağa, Köprülü Mehmet Paşa, Cem Sultan, İsveç Kralı XII- Şarl gibi işlenmeye çok müsait olan kişiler muhteşem bir dekor içinde hareket eden ruhsuz kuklalar olmaktan ileri gidemiyorlar. Seyirci de psikolojik derinlikten mahrum olan bu kişilerin korkunç kaderlerine karşı ilgisiz kalıyor. Olaylar çeşitli ve zengin olmalarına rağmen belli bir seçime ve düzenlenmeğe tabi tutulmadıkları için oyunda gereken gerilimi sağlayamıyorlar.

Bununla beraber Musahipzade Celâl'in tarihî dramlarında övülmeğe değer özellikleri de yok değildir. Bu özelliklerin en anılmağa değer olanı da yazarın ucuz ve kolay etki sağlamaktan kaçınmış olması, istismara en elverişli konularda bile gerçek bir sanatçı vekarını muhafaza etmiş olmasıdır.

Musahipzade Celâl tarihî piyes yazmağa gençliğinde gördüğü eserlerden heveslenmiş. Celâl Esat ve Selâh Cimcoz Beylerin Selim-i Salis, Celâl Nuri'nin Kandiya Burcunda, Galip Bahtiyar Bey'in Son Darbe adlı eserleri onda tarihî bir piyes yazma isteği uyandırmış ve böylece 1912 yılında Köprülüler adlı dramını yazmış. Fakat ne kadar mânalıdır ki ilk eserinin o zamanın ünlü tiyatro adamı Manakyan Efendi tarafından beğenilip oynatılmasına ve iyi bir rol taksimi ile başarıya ulaşmasına rağmen Musahipzade Celâl, bu yirmi iki yaşındaki toy, tecrübesiz, mahcup delikanlı, tarihi olduğu gibi sahneye aktarmanın tiyatroya yetmeyeceğini sezmiş ve ileriki çalışmaları için "Tarih sahifelerini sahnede tekrar etmek değil, gölgesi altında hayal meyal seçilen halk hayatını piyese sokmak istiyordum" demiştir.

Genç yazar artık kendi hayal ve yaratma gücünü rahatça kullanabileceği alanı sanatçı iç güdüsü ile bulmuştur. Bundan sonraki eserlerinde Musahipzade tarihten bol bol faydalanmakla beraber, sadece tarihe bağlı kalmamış, tarihi gerçeklerin yanı sıra kendi fantazisine de yer vermiştir.

Dostu Mehmet Şükrü Erden, Musahipzade'nin tarihi iyi bil­diğini, durmadan araştırmalar yaptığını fakat eserlerinde tarihe sadık kalmayarak, kendinden ilâveler yaptığını söylüyor, örnek olarak da Bir Kavuk Devrildi’deki aşık kemiğinin "cük" oturup oturmamasına göre karar verme fikrinin tamamen hayal mahsulü olduğunu — biraz da yerinerek — gösteriyor.

Mehmet Şükrü Erden gibi, Refi' Cevat Ulunay gibi Osmanlı tarihini, toplum özelliklerini iyi bilen, geleneklerimize samimî olarak gönül vermiş olan gelenekçi yazarlara göre Musahipzade Celâl "zamane hatırı için tarihi tezyif" etmiştir.

Bir çok Cumhuriyet sonrası yazarlarında görülen bu Osmanlı devrini kıyasıya kötüleme, kıyasıya taşlama eğilimini mutlaka za­mana tâviz olarak mı açıklamalı? Yaşadıkları zamanın ilerisinde veya gerisinde değil de, ortasında yaşayan bir halk sanatçısının içinde yaşadığı toplumda genel olarak duyulan tepkileri samimî olarak paylaşması gerekmez mi? Üstelik Musahipzade usta bir komedi yazarıdır da. Onun tutumunu her şeyden önce temaşa sanatını iyi anlayan halis bir tiyatro yazarı, bir komedi ustası olması ile açıklamak gerçeğe en uygun yol olacaktır. O, bir komedi ustası olarak ele aldığı toplumsal aksaklıkları, kişisel kusurları, denge bozukluklarını dev aynasında göstermesi gerektiğini iyi biliyordu. Elinin altındaki zengin ham maddeyi, renkli gelenekleri, dağdağalı olayları ile kaç yüzyıllık Osmanlı hayalını bu açıdan değerlendirdi. O millî duyguları coşturmayı amaç edinmiş bir yazar değil, güldürmeyi gözeten, güldürürken de düşündürmesini bilen bir komedi yazarı idi. Nitekim komedilerinde gösterdiği başarıya dramlarında ulaşamamış, Köprülüler, Demirbaş Şarl, Gülsüm, Cem Sultan, hattâ Selma gibi ciddî oyunları didaktik, kuru, okul piyesi niteliğinde kalmışlardır.

Beğenilmek, alkışlanmak her sanatçının istediğidir. Musahip­zade Celâl buna daha hayattayken ulaştı ise bunu onun zamanının ilerisinde veya gerisinde değil, tam içinde yaşamış olması ile ve yaşadığı zamanın düşünce ve duygularını komedi açısından ustaca aksettirebilmiş  olması ile açıklamalıyız.

Şurası da gerçektir ki, yazıldıklarından bu yana çeyrek yüz­yıldan fazla geçmiş olan bu eskinin tutulmuş oyunları bu gün, bu hayli değişik ortam içinde hâlâ ilgimizi çekiyor, sahnelerimizde hâlâ alkışlanıyor. O halde yazarımız ne belli peşin yargılarla hareket eden sahte bir tarih tefsircisi, ne opportunist bir alkış avcısı değil beşer zaaflarını ve bazen onlar kadar kalıcı olan toplum sıkıntılarını iyi bilen ve bunları komedi açısından sahneye aksettirebilen bir tiyatro yazarıdır.

Musahipzade Celâl'in eserlerindeki tarihî gerçeklere göz atalım: İlk eseri olan Köprülüler yazarın tarihî olayları olduğu gibi aldığı, kendi hayal gücünden pek az şey katarak sahneye aktardığı ciddî oyunlarından biridir. Dialoglar millî duyguları körükleyecek, millî hasletlerimize olan inancı destekleyecek şeklide düzenlemiş­tir. Her fırsatta Türk cesareti, civanmertliği, olgunluğu övülür. Saraylarda dönen entrikalar, rüşvet, hırsızlık gibi aksaklıklar da tarihte olduğu gibi alınmıştır. (…)

                                                        (Musahipzade Celâl ve Tiyatrosu, 1963).

Yazar: SEVDA ŞENER
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör