Şair
ve yazar. 1981’de Adapazarı’nda doğdu. İlk, orta, lise ve yüksek tahsilini
Sakarya’da, sırasıyla Hakkı Demir İlkokulu, Zübeyde Hanım İlköğretim Okulu, Adapazarı
Atatürk Lisesi, Sakarya Üniversitesi Hendek Eğitim Fakültesi’nde tamamladı. 2004’te
Türkçe Öğretmenliği bölümünden mezun olarak Muş’un Varto ilçesine bağlı Sazlıca
köyüne Türkçe öğretmeni olarak atandı. 2006 yılının Ağustos’unda Burdur’da
başladığı kısa dönem askerlik görevini 2007 senesinin Ocak ayında Kıbrıs
Lefkoşe - Alayköy’de tamamladı. Aynı yıl Eylül’de Muş’taki resmi hizmetini de bitirip
ardından İstanbul-Tuzla Yunus Emre İlköğretim Okulu’na, bilahere 2011 yılında
Sakarya-Adapazarı Sabiha Hanım Ortaokulu'na tayin olundu. Bu okulda 2011
yılından beri görevini sürdürmektedir.
Evli ve 1 çocuk babasıdır.
Murat
Azak’ın Türk Edebiyatı ve Semerkand dergilerinde çeşitli edebi
ürünleri yayımlandı. Ayrıca hikâye, makale, deneme, inceleme - eleştiri, günlük,
roman, tiyatro gibi farklı edebi türlerde yazı çalışmaları devam etmektedir. Elif
Azak ile evli; Ayşe Melek Azak adında bir kızı vardır.
ESERLERİ
(Şiir):
Açık Mektup (2014), Suya Yazılan Yazı (2015), İstifham (2015).
KAYNAK:
Bilgi Formu (2015), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).
Benim
öyle tatlı bir anneannem vardı ki, anlatamam. Nûr yüzlü bir kadındı;
yanaklarında her mevsim tâze kalan kırmızı kadife gülleri öpünce teni ıslak
dudağımda dağılıveren pamuk şekerinden farksız olurdu. Bir kuş kanadı gibi
insanı beyaz ve hassâs bir temâsla gölgeleyici, koruyup kollayıcı bir tendi
sanki onun ki. Kopya kağıdı inceliğinde bir deriyle örtülü, buruşuk, şeffaf
ellerine kına ne de yakışırdı. Küçük, müşfîk, kahverengi gözlerinde biriken
hisler ona yönelttiğim nazarlarımı rikkatin en huzûrlu gözünde kırışıksız bir
çarşaf kadar bâkir yüzdürmeye kâfî gelirdi. Sımsıkı başörtüsünün sakladığı
bembeyaz saçları sâfiyetini taçlandırıyordu başında. Binbir çilekeşliğin girift
güzergâhlar çizerek nûrâniyetin haritasına döndürdüğü o remz misâli ilâhi
çehresi dâimâ âhirete müteveccih yaşayan ve hep oranın ışığıyla kendisine bakan
rûhları aydınlatıcı müjde gibi sıcacık bu kadın, kâlbimin en mümtâz, en ulvî
yerinde en mütevâzı bir saltanatın sâhibidir.
Anneannemin
Şeker Mahalle'de bir evi vardı. Bu eve sokaktan açılan bahçe kapısının
yıpranmışlığı, mâvisini vahşîce yırtan, aşınmışlığın alâmeti beyaz, keskin,
çıplak çizgilerden bir bakışta okunurdu. İçeri döğru inşâsı yarım kalmış bir
ehram hâlinde yükselip esmer bir yalnızlığı zirveye taşıyan merdivenle mukaddes
bir teâlin içinde bulurdu insan kendini. Giriş kapısından atılan ilk adımdan
sonra zamansızlığın âhengiyle dolu bir mâbedin içinde huzur ve sükûna
kavuşulmuş olurdu. Burda her bedbaht rûh daracık dehlizin loşluğuna saldıran
güneşin tahrîk ettiği tabiî sevice uyarak pencereden cür'etkâr süzülen nâfız
bir bakışın mahremiyetini duyup kendi kendisine saklanma ihtiyâcı duyardı. Bu
sâhici bir rûyânın en mahmûr ve aydınlık bir hayranlıkla muhayyilemde
seyrettiğim haliydi.
Anneannemin
odası sağdan birinciydi. Onu hep küçük mutfak tüpünün üstünde ki sacayağına
oturtulmuş koca bir tencerenin başında, mütebessim, yuvarlak çehresi kapıya
mâtuf, yemek pişirir vâziyette hatırlıyorum. Bu yüzdendir ki her dâim evi iştâh
açıcı mis gibi kokusuyla dolduran o leziz taamları damağımda mâzîye âit en
tatlı birer hatıra olarak muhafaza ediyorum. Odanın karşı duvarında gece gündüz
içerisinin sağır sesiliğine kulak veren iki kanatlı, sarı, meraklı bir
pencerecik vardı; onun altında devâsâ divana bitişik küçük, alçak bir peyke
meveûdolu; onun üzerinde anneannemle karşılıklı oturduğumuzu biliyorum.
Bu
evi her ziyarete gittiğimde beni oyalayacak meşgaleler tükenirse, hem canım
sıkıldığından hem de çocukça icadçılığımın mahsûlü bir îtiyâda inkıyâden,
mutlaka içi sarımsak kokan tunç bir havanda dövüp şekerle karıştırmak üzere
kırdığım fındıkları ezerdim. Havan'ın bulunduğu mutfak dehlizi U şeklinde
dikine kesen kapısız, iki insanın ancak sığacağı kadar geniş, birkaç adımla kat
edilecek uzunlukta, bir bölümdü. Bu yüzden bir sürü kap kacağın duvardaki satır
satır raflardan lâalettâyin taştığı karanlık bir bölümdü. Bu yüzden netâmeli
bulduğum bu kısma sokulmak benim için gayet müşkîldi.
Sağ
kaşımın üstündeki izi bu evn taşlığında odun kıran dedemin etlinde ki hırçın ve
serseri baltaya burçluyum; daha doğrusu borçluymuşum. Zîrâ bu vak'ayı
hatırlayamadığıma göre hayli küçükmüşüm. Ayrıca ön cephedeki parmaklıksız
balkonda oynarken düşmüşüm; ama bereketki yerle balkon arasında fazla yükseklik
yokmuş; binâenaleyh ucuz kurtulmuşum.
Ah
şimdi o evde rûhumu ipek gülümsemeleriyle okşayan, ben ve benim gibilerini
yolunu peyderpey fakirleşen bir yalnızlıkla bekleyen kadıncağızı nasıl da
özlüyorum! Dedemin bahçede akislenen muttarid ayak sesleriyle sırdaş baston
gürültüsünü; sokağın çingenece neş'esine tebessüm ettikçe aralıklı dişler gibi
duran o tahta çiti; yazları ağır bir uyku samîmîyetiyle koynuma sokulan baygın
nefesli günlerde birer uzak aks-i sadâ hazziyle akşamın olduğunu müjdeleyen
boğuk, yorgun köpek havlamalarını; gölgelerden süzülen mûnis, ürkek serinliğin
kulağıma tatlı hûlyalar, çocuksu ümüdler fısıldamasını ah nasıl özlüyorum
şimdi...
Hay
Allah! Dedemi tanıtmayı unuttum. Dedem, kendi tâbîriyle ''dulkarı çocuğu'',
rûhu merhametle hiddetin nev'i şahsına münhasır bir terkîbi olan uzun yüzlü,
mâvi gözlü, dâimâ çenesinde ki beyaz sakalları titrete titrete, kısık kısık ve
kesik kesik konuşmaya çalışan yorgun, soluk soluğa bir ihtiyardı; anneannem
gibi Balkan göçmenlerindendi. Onu nedense hayâlimde hep baastonu, birikmiş balgamını
altında bir zümrüt hazinesi gibi muhafaza eden tükürük hokkasıyla
bütünleştirmişimdir. Ha bir de daracık evinin daracık odasında, birer hayalet
olarak kıstırdığı için, tepetaklak, elleri yukarıda, ipe asılı bekleyen
elbiselerini hatırlıyorum. Onun mütemâdiyen pencereden fısıldanan vesvese kadar
esrarlı bir rüzgârın namesiyle hemâhenk, dalga rakseden kıvrak, ıslak ve
şımarık çamaşırlara mandallarla birer çimdik atmaya çalışırken ağır ağır
yerdeki sepete doğru eğilen, bükülüp duran paslı mafsallarının kulağımda
harekete getirdiği salıncağımsı gıcırtıyı unutamam.
Bütün
bunlar, benim muzır muhayyilemde fotoğraflaştırdığım bu ameliyeler,
mûzipliğimin birer eseriydi şüphesiz. Zavallı adamın tek gâyesi fazla kiloları
yüzünden yürümekte zorluk çeken anneanneme muavenetti.
Dedemin
çizgili kahverengi yeleğinin minik cebinde sakladığı köstekli bir saati vardı;
onu kulağıma dayayınca uzun süre beni mahzûz eden bir istiğrâkla mest olurdum.
Kendi kendime zamanın kikirdeye kikirdeye kulağıma serî şekilde güldüğünü
vehmedip eğlenirdim. Kimbilir, belki de daha o vakitler bugünkü acınacak
halime, melâlime gülüyordum da farkında değildim. Kimbilir, belki de elimde
kendi mâzîmin son çocuksu demlerini yaşayan telâşlı nabzını dinliyordum...
Kimbilir?...
Dedemin
başında ki takkeyi çepçevre ihâtâeedn zikzaklı çizgili desen, kızdığında bana
hiddetini alnında resmeden yekpâre, çatık bir kaşmış gibi görünürdü. Sanki bu
manzara, üstündeki negatif elektriği şakağından başlayıp kafasının arkasından
dolaştırarak yine aynı noktaya ulaştıran, parıl parıl yanan bir cereyan telinin
hışımlı hışımlı cızırtılı dişlerini sıkışıydı ki, bu, aynı zamanda dedemin alın
yazısıydı; zîrâ, sanırım o doğuştan böyle tiryâki, huysuz biriydi; fakat aynı
nisbet ve şiddette - aynı hassas bir mizâcın tezâhurü olması sâikasiyle - son
derece rakîk, müşfik, hâmî bir zâttı.
Öfkesi
sükûn bulduktan sonra tekrar başındaki takkenin tılsımlı mânâsına râm olan
sîmâsına göz atınca artık orada kanı beynine sıçramış çılgın bir tehevvür
âbidesi yaşlı bir heyûla yerine, başında süslü tâciyle ürkek ve mağlûb bir
kırala rastlardım; etrâfına huzur ve emniyet telkîn eden âsûde bir gül
bahçesinin râyibasına müşâbih îtidâlli, ihtiyatlı bir sessizliğin lisâniyle
gönüllerin içine süzülen, kandan kızarmış gevşek mâvi nazarlariyle usâreleşen
gözlerine şahid olurdum. Onları her zaman yağmurlu, bulanık bir buzlu camın
ardından yorgun görür ve üzülürdüm.
Şimdi
onun hiddetlenince vâhşi göğsünde tutuşan mütehakkim nefesinin tazyîki yüzünden
mâvi bir tencere kapağının altında harâretle pişen başının çevresinde keskin,
derin hatların takalüsünden neş'et etmiş gibi müteharrik duran, cevelân ettikçe
âshâbın müselsel sıçrama ve alçalmalarını temsîl eden, testere dişli bir kâlb
grafiği sandığım, etrafı kıvılcımlı takkesi bana mâziye âit en aziz ve şirin
bir hâtıra gibi görünüyor. Bu sebebledir ki, onun öfkesi pek câzib bir lâtîfe
gibi beynimi gidiklayıcı mâhiyetiyle hep aklımdadır.
Tanpınar
başta İstanbul'un târîhî bir panoramasını sunarak bugüne uzanan mâcerâsını
zâhiren âfâkî, bâtınen enfüsî bir nokta-i nazardan hareketle, kendi zengin
tedâileriyle de destekleyerek ortaya koyuyor. Osmanlı pâdişahları, onların
devirleri ve berâber çalıştığı kişiler hakkında mâlûmât veriyor; bâzı mühim
şahsiyetleri tanıtıyor, bunlardan yola çıkarak İstanbul'un hangi müessirlerin
elinde maddeten ve mânen teşkîl edildiğini anlatıyor. Tabiî, anlatımlarını
kendi husûsî tahassüsleri, rengîn muhayyilesi ile süslüyor bu arada.
Zaman
zaman kendi çocukluğuna dönüyor, şimdiyle mâzîyi kıyaslıyor; kendince, devamlı
şâyân-ı hayret teşbîhlerle tahkîm edilmiş tahmîn ve faraziyeler istihsâl edip,
bunların mahsûllerini tefsîre tevessül ediyor.
Şâir
hassâsiyeti, renge, ışığa, şekle varlığın hayâl kıvamındaki lezzetlerini
tatmaya yönelik marazî temâyülüne têsîr ettiği için hâkimmiş gibi hissediliyor
yazılarında.
Şahsiyetiyle
bütünleşmiş sanâtı için anahtar kelimelerden sonsuzluk ve onun getirdiği sükûn
ve huzûrun târîhî perspektifçe belirlenen en sade iftihâr çerçevesi içinde
cümle cümle tablolaştırılmaya çalışıldığı seziliyor. Tanpınar'ın, düşünce
buudlarını, zaman geçtikçe durgunlaşan eşyâ ve hâdiseler, bunların akisleri
yerindeki eserlerden yola çıkarak dalga dalga geliştirmek istediği intibâı
uyandı bende. Şâir sanki mâzîyle istikbâlin izdivâcından bir lâhza doğmasına
muntazır, şimdiyi kolluyor, devamlı onun seyri içinde ve keyfini sürmek
iştiyâkiyle muhakemesini en hakîkî hulyâların peşine takıyor, serbest
bırakıyor. Bu da metni son derece kesîf kılıyor; tadına şiir vâdilerinde
rastlanan nevî şahsına münhasır üslûbun lezzetli ve bereketli akışı içinde
varılabilmesi gibi bir gerçeğe götürüyor bizi.
Tanpınar
âdetâ yaşadığı medeniyetin noksanlıklarını, bundan hâsıl olan ihtiyaç, arayış,
merak duygularını kendi içinde haz hâline getirmiş; felsefe ve diyâlektik
zemîninden farklı bir soru-cevab güzergâhını akliyle kâlbi arasında tâkîbe
çalışan mütecessis bir seyyâh. Dili ve üslûbu dimağı öyle okşar tarzda ele
geçiriyor ki, gûyâ bir hamlede karîhasını sıkıp özünü insan gönlünün en zevkli
ve şevkli topraklarına damlatarak akâmete dûçar rûha çok susatıcı mahcûb bir
hakîkati kandırırcasına sızdırabilecek kâbiliyette.
Bursa'da
zaman bâbında şark'ın husûsiyetlerini dile getiriyor. Emir Sultan'ı bâzı
muhakkîk yâhud şâirler vâsıtasiyle tanıtıyor. Tanzîmatın yavanlığına,
ruhsuzluğuna mukâbil eski insanların muhafaza ettiği hassa ve hassâsiyetlere
hasretle yüklü temaslarda bulunuyor.
Tanpınar
ifâdelerinin kudretini Türkçeye vukûfiyeti ve engin kültürü nisbetinde têmine
muvaffak olduğu têsîre medyûn görünüyor. Ondaki boşluk hissi, tatmînsizlik,
huzursuzluk, yalnızlık ve hepsinden mütehassıl ıztırâbı kendi melâlime yakın buluyorum. Ayrıca hâlet-i
rûhiyesinin müsbet yâhud menfî istikâmetle bir tebeddül için küçücük bir
vesîleye muhtâc oluşu tam benim mîzâcıma denk düşüyor.
Bana
öyle geliyor ki, Tanpınar'ın gözünde her varlık ve hâdise, kendi hâl ve
hareketinden daha zengin ve feyizli bir mevcûdiyet ve oluşu yüklenerek daha
revnaklı, daha çağrışımlı, daha çağrışımlı, daha masalsı ve câzib; insanın
hayretini mûcib bir tarzda hayâli ihâta edici, düşünceleri incecik bir zar,
sıcacık bir kılıf gibi
kucaklayıcı,
muhafazakâr bir minvâl üzere… Onda, hep mevcûd olanı muhayyilesine göre bir
içine alıp müfekkirenin cömert hakîkatleriyle besleme ve kendi hissiyâtına,
dünyâsına göre yepyeni manzaralar olarak gözler önüne sermek, vazgeçilmez
-belki de insiyâki- bir îtiyâd.
Hikâye,
başlığında da belli, tadma duygusuna sesleniyor okuduğum müddetçe bunu
hissettim; semaver, yeni çay, kızarmış ekmek kokusu, salep, ilh…
Said
Faik'in üslûbu pek samîmi. Yalnız namaza, dolayısıyla dîne, dînî olana bakışı
soğuk; beni üşüttü açıkçası onun bu tutumu. Ali'nin şaklabanlıkları, annesi
namaz kılarken onu güldürmesi!..
Ama
yazarın sâfiyetine bak! Ali'ye ne dediriyor:"Allah hiç gülmez mi?" Ve
şu garip ihtimad hissine bak:"Allah affeder". Ben buradan, daha
hikayeciliğinin - hayatının- başında, iki dünya arasında dine uzak oluşunu,
muzip ve safdilâne hâlini sezebiliyorum.
Hikaye
mevzuca gayet sade. Hepsi topu topu birkaç kişiden oluşan bir kadro: Ali, annesi,
onları tamamlayan fabrika, kahve çevresinde, sokakta beraber olunan birtakım
eşhas… İşte hepsi bu. Mamafîh şunu gözden kaçırmamak lâzım: Muherrir hakikaten
iyi bir gözlemci. Neydi o, Ali'nin, annesinin vefat ettiği sabah işittiği
fabrika düdüğünü tasvir edişi, samaveri dramatize edişi, Ali'yi, müdhiş bir
teşbih yaparak,"sessiz bir yağmur" vaziyetinde gıryan edişi. Onun bu
ifadelerinden son derece müteessir oldum, hayran oldum; bu şâirane edaya meftun
oldum, gıpta ettim. Düşünsene, semaver için "pirinç madde" diyor, p
maddeyle güneşin rengini, onun ışığını tek manzarada donduruyor, muhayyilede
terkib ve teksif ediyor, böylece Ali'nin yasını, içindeki kederi tekemmül
ettiriyor, olay örgüsü içinde zirveye taşıyor, gözleri susturup kâlpleri
ağlatıyor, ruhları sızlatıyor.
Bir
de şu var: Sessiz, munis bir anlatıcı bizi alıyor bir rüzgar gibi peşine takıp
cem'iyetin maktaları içinde, arasında estiriyor, gezdiriyor. Bakıyorsun bir
masaldayız sanki; bir anda tavla oynayan insanların arasında, kahvede, bir anda
fabrika duvarına dayanıp salep içenlerin yanında, karşısında, civarında.
Gûya
bir esinti… İçtimaî olan ancak bu kader ferdîleştirilebilir. Biraz gayret
etsek, neredeyse bütün anlattıkları kişilerin Said Faik olduğunu, kendisinin
onlarda, en azından onlarla, yaşadığını iddia edebileceğiz. oysa hep bir
müşahid, bir râvi o, hikayesi boyunca; gören ve nakleden, işiten ve haber
veren, duyan ve hissettiren, düşünen ve gösteren, işaret eden, bulan ve
keşfettiren, rastlayan ve ifşa eden…
Yazarda
hazza yatkınlık, bu yönde bir meyil, hatta çaba tesbit ettim.Bu onun
derbederliğini, zevkperestliğini isbatlıyor. Hikayedeki kahraman azlığı uç
veren yalnızlığına, Ali'yle annesi arasındaki muhabbet, sevgiye açlığına,
insanları içten, iç konuşmalarla tarif ediş şekli içe kapanıklığına, halkın
arasındayken ondan uzak düşmesine delâlet.
Zevk
temeyülünü, semaver ve kızarmış ekmeğin kokusundan ilham alarak teşkil ettiği
hayalî tatlı bir gaşyolma, mestolma manzarasından, annesini iştahla öptürüp
yalandırttığı Ali'den, onların kucaklaşmalarından, sade, gayrete, sükûnete,
tevazuç, kanaate müstenid hayatlarından, sabah-akşam vuslata erercesine
birbirlerine alâka göstermelerinden, dayanmalarından anlıyorum.
Ayrıca
yazar ölümü ölünün hâline bakıp tahlil ediyor, onu zannettiği kadar korkutucu
bulmuyor, sadece birazcık soğuk söylüyor. Ali'yi ölümün koynuna sokuyor,
annesiyle yatırıyor. Bu arada, Ali'nin annesinin
vücudunu
ısıtarak canlandırmaya çalışışı gayet acıklı, çocuksu. Öbür taraftan yanımızda
birinin vefatı karşısında takındığımız -elimizde olmadan gösterdiğimiz-
yapmacık tavrı "aktörlük" kelimesiyle tesmiyesi de manidar geldi
bana, gerçekçi! Aslında bu biraz da çaresizliğin değişik bir şekli.
Neticede
anlaşılıyor ki, semaver huzurun, sakinliğin, eski Türk yaşantısının(alaturka
hayatının) emniyet ve saadetin nefes alıp veren canlı bir timsali, bakiyesi,
izi, alameti olarak karşımıza çıkıyor. Said Faik onun üzerinden bir kesit
sunuyor toplumsal bütün içinden; maziden âtiye bir ikram olarak, ferdiyetinden
cem'iyete bir hediye olarak, hususiyetinden, mahremiyetinden resmiyete,
aleniyete, şe'niyete atıf mahiyetinde…
Hulasa,
bence hikâyenin sırriyeti yazarının okuyuşuyla dertleşircesine bir şeyler
anlatması, paylaşması gerçeğinde mündemiç. Şiiriyeti de dilinde, ifade
tarzında… İnsan her cümlede utangaç, kendini gizli gizli açığa vuran manalarla
sarmaş dolaş olabiliyor, tedailerini hudutlu tutup temkinli bir hayalciliğin
tadını realitenin garantisinde çıkarmak suretiyle bahtiyar oluyor. Bu eihetle,
diyebilirim ki Semaver dokunaklı bir öykü; insana dokunuyor çünkü, onu
yokluyor. İnsancıllığı da buradan geliyor.
Şekspir
kalıcılığınıi insanı ve ona dâir olan her şeyi bilip tahlîl etmesine, eserini
şekillendiren birer yapıcı unsur olarak ustalıkla kullanabilmesine borçlu
görünüyor. Bu unsurların başta gelenleri: tabiat, tabiî hâdiseler, eşyâ ve onun
insanla alâkalı her nevi rûh hâletine denk düşen münâsebedleri, benzerlikleri.
Bütün bu saydığım öğeler eser denen harca benzer bütünün içinde karışmış,
yoğurulmuş vaziyette ve hepside varlığını her asırda hiç değişmeksizin koruyabildiği
için yazarı sanatıyla lâyemut kılıyor. Ayrıca insanda daîmâmevcûd olmuş, bundan
sonrada olacak karakter ve mizaç özelliklerinin belirginleştirilmesi;
kahramanlar vâsıtasıyla, onların şahsında billûrlaştırılması yoluyla okuyucu
hâfızasında, muhayyilesinde unutulmaz hâle getirilmesi sonucu eser ve müellifi
pâyidarlığa nâil oluyor.
Şekspir'in
bu piyesine dâir ezcümle şu husûsiyetler zikredilebilir: inandırıcılık,
gerçekçilik, bilgece söyleyiş - yorumlayışı(duyuş-düşünüş-ifadelendiriliş),
ahlâkîlik, dînî hasâsiyeti tasviye, bu yönlerde telkînlerde bulunma, tenkîd ve
tahlîllere, tâlim ve terbiyelere tevessül; üslûbça şiiriyeti gözetme; heyecânı,
merâkı, alâkıyı beşeri ilişkiler örgüsü içinde diri tutma, idâme ettirme;
hayâta, ölüme yönelik mevzûları, yâni can alıcı temâları işleme; öğreticilik,
eğiticilik, tiyatro türünün sağladığı tasvîri, tahlîlî metodu en başarılı
şekilde tatbîk etmek sûretiyle ihran ve muhafaza; sade çizgilerle tâyin edilmiş
karakter kadrosu, mekânlar, vak'alar içinde en kesif üslûbu yakalama;
aristokratlar ve bunların maiyetindekilerden müteşekkil bir dünyâyı aksettirme;
belli bir idâre tarzı(kırallık) ile ilgili bilgileri, incelikleri; teşrifâtı,
âdâb-ı muâşereti, hayat tarzını, telâkkî olma; âile ferdlerini bir arada tutan,
ayıran keyfiyetleri, vaziyetleri, şartları nakil ve teşhir etme; kişinin kendi
hayâtına dâir neticelere, hükümlere varmasını, onun üzerinde tesbîtlerde,
istihraclarda, istintaklarda, ıslahlarda - hattâ belki - tanzimâtta bulunmasını
temîn, yâni cem'iyetteki mer'î, makbûl, yaygın yaşayışı topyekûn teşrîh
masasına belli kıstaslara göre(din, ahlâk düstûruna göre) mütâlaaeylemeyi mûcib
bir hüviyeti hâiz olma; tezlilikten ötürü şahsiyet kesbetme; fikrî, îtikâdî
cehdiyle asâlet, haysiyet kazanma, kazandırma; millîliği, millî vecheyi,
vicdânı, akl-ı selîmi esas alma, bu sâyede büyük kitleleri mahatab alıp
âlemşümûlük vasfını hak etme yâhud en
azından bu vasfa namzed olma
fikrini telkîn; lüzumlu olma, pratik hayattaki fonksiyonelliğini koruma ve
sürdürebilme; bu gerçekten hareketle kişi yada kişileri şahsî bir yorumlama,
farklı yer ve zamanda, farklı insan grupları arasında da olsa, beşerî
münâsebetlere uyarlayabileceği şe'niyetleri sunma; kârîe, bir toplum ile
alâkalı takdim ettiği tesbîtleri, hükümleri, mülâhazaları, önerileri her
durumda, her koşolda: her kültürde, millette, medeniyette, coğrafyada birer
vâkıa niteliğinde olduğu hâlde, tek tek hâdiseler üzerinde denemek sûretiyle ,
analiz edebilme olanağı verme; herkese, kendi yaşadığı cem'iyetteki câri insan
ilişkilerinden mütevellid sıkıntılara göre, var olan hâle müteallik yargılara,
izâhâta varabilme; ve buradan yola çıkarak içtimâî mânâda geleceğe dâir tedâvî
ve tâdîlât çârelerine mürâcaat imkânı sağlama; ilh, ilh...
Kitabın
hissî tarafını teşkîl eden şahıs ve olaylardan da bahsetmem gerek. Meselâ
Edmund ve Edgar... İlki sahtekâr, muhteris, tamahkâr, hâin, zâlim, ikincisi
mağdur ve mazlum, Edmund'un iktidar hırsını daha da kerîh, çirkin gösteren
gayr-ı meşrû çpcuk olması bahis mevzûu. Bu hem acıklı, hem iğrenç, hem itici,
hem alâkayı celbedici, hem olaylar dizisinin düğümlendiği noktalarda biri, hem
çözüldüğü. Sadece bu kadar da değil; bir de bu iki kardeşin gözleri oyulan
babaları var, Ah o ne hâilevi, canhıraş manzaraydı! Gözlerini oyanlar ilk
gözünden sonra, biri diğeriyle alay eder sonra, deyip öbürünüde çıkarıyor. Aman
Allah'ım, ne acıklı... Ya kıralın başına gelenler? Ama hak etti doğrusu. Sen
misin sağlığında - sağlığı bırak, hastalanmadan - topraklarını kızlarının
arasında üleştiren; al sana nankörkük, ahde vefasızlık, insafsızlık,
merhametsizlik, hürmetsizlik... Yâhu hiç mi akıl yok sen de? Hele taksîmât için
seçtiği o kıstas? Yalancı, mürâî, sun'î, zorâkî iltifatlar silsilesi tertîb
edip en güzel, en tesîrli sitâyişkâr konuşmayı îrâd etme... Neticede bir
bakıyorsun aslan payı sırtlanlara veriliyor; bütün lûtuf, kerem, âlîcenâblık,
babacanlık, teveccüh onlara gösteriliyor. Öte yandan en müstağnî, dürüst,
realist âile ferdi babalık sevgi ve şefkatinden uzaklaştırılıyor, yuvasından
tard ediliyor, lânetleniyor, tahkîr ve tezyîfevlâyık görülüyor. Ama yine
sonunda onun haklı olduğu anlaşılıyor; hakîkat tecellî ediyor. Babanın burada
izlediği metod epey tuhaf doğrusu...
Bunlarda
başka gönlü sızlatan acıklı olaylar arasında Edgar'ın sefâlete sürüklenmesi,
delirmesi, tekrar babasını âmâ olduğu hâlde bulması, onu intihardan kurtarması;
Gloucester'ın gözlerinin oyulması sırasında I. Uşak'ın sadâkati, cansiparâne
dövüşmesi ölümü; ve tabiî ki Kıral Lear'ın iktidârını, nüfûzunu yitirmesi
netîcesinde başta iki hayırsız kızından olmak üzere herkesten itiskâl,
haksızlık, horlama görmesiyle buhranlar, huzursuzluklar, nedâmetler, elemlerle
boğuşması, en yakınlarının asıl yüzlerini görmesinden nâşî sukût-ı hayâller
yaşaması, sarsılması, iç dünyâsındaki, düşüncelerinde ki çalkantılar yüzünden
sancılı istihâleler geçirip köklü hissî ve fikrî inkılâblar elinde şekillenen
rûhunu teslîm etmek zorunda kalması; ilh, ilh...
Biraz
kıralın soytarısından bahsetmek istiyorum. Bu çok ilginç bir karakter; devamlı
kıralının peşinde, çoğu zaman onun mânen yakasına yapışmış vaziyette, sanki bir
vicdânı, yaralı, kendisinden kurtulunmaz bir vicdânı, sâbit bir fikrî temsîl
ediyor. Öyle hakîmâne sözleri, öyle gülmeceyle kaplanmış tatlı târîz ve
telmîhleri var ki... Kırala pervâsızca samîmiyetini göstermesi, ''amca''
diyebilmesi, onun tarafından aslâ cezâlandırılamaması, bâzan ifrata kaçtığında
azarlanmasına, tehdîd edilmesine rağmen gerçekleri en yalın ve keskin hâliyle
ifâde ettiği için masûyetini muhafaza edebilmesi onun derûnîleştirilmiş, remzî
bir duygu, dâhilî bir mekanizma - belki bir tabiî sevk - olarak
dillendirildiğine delâlet ediyor. Yâni bir çeşit intâk san' âtı icrâ edildiğini
görüyoruz muharrirce burada.
Kitaptan
çıkardığım ana fikir: En yakınlarımızın muhabbetini, bize sağlayacakları
menfaatleri kaybetmemize sebeb olsa bile, dürüstlükten, iyi ahlâktan kat'iyyen
ayrılmamalıyız.
Şiir…Lisanın en
hassas,en cömert,fakat en sağlam ve en iktisatlı hali… Bâzan bir mısrâ dahi
içimizde sakladığımız hâlde bir türlü terennüm etmeye muvaffak olamadığımız
sırrın ifâdesi mesâbesinde.Demek böyle yerinde,zamanında,tavında şiir
vecîzdir.Sözün boşluğu karıştıran kepçesiyle başı döndükten sonra lisânın
mevcûd kalıplarına dökülmek suretiyle tecessüm eden,soğuyup belli bir şekle
girdikten sonra hazmedilmesi her rûha nasîb olmayan nefîs bir gıdâ; hayâtımıza
mana(form) kazandıran mâverâî bir taddır. İnsan ondan ne kadar mahrûm kalırsa
mânen o nisbette cılızlaşır; yaşamak denen şey tavsar,işler şirazesinden
çıkar,çerçevemiz dağılır,islelet çöker,omurgamız sarsılır.
“Ses” yahut şiirin
şiiriyeti diye tâbîr olunagelen şey, şiirin masumane bir yalan gibi kulaktan
kâlbe yol arayan mahcûb ve mahrem fısıltısıdır. Bu fısıltı sâyesinde kârî,
kendinde hazır bulunan hassâs gönül tellerinin bazen sıcaktan gevşediğine,
bazen da bir serin bir nefhaya mârûz kalmışcasına ürperip takallüs ettiğine
şâhid olacaktır. Peki bütün bu bilgilerden şiirin fikirden tamâmen hâli bir
metin olduğu mu çıkarılmalı? Tabiî ki hayır; fakat o, adalet endişesiyle fikrin
kâlpçe duygulandığı yerde hayat bulur; orada karargâhını kurar. Böylece hâricî
şerâite karşı mevcûdiyetini muhâfaza edebilme imkânına kavuşur: Kendisine mâtuf
taarruzlar ne kadar ateşli ve esrârlı hakîkatlerin muhakkiki olursa, şiir de o
kadar kaçak, nârin, nâzenin, esîrden bir vücûda sâhib olup gözle görülmeyen,
elle tutulmayan, münhasıran hissedilen bir varlık olur;”gönül otağı” ,”gönül
odağı”,hatta ”gönül ocağı” olur.
Dolayısıyla şiir
tadilat gayesiyle tahsilat,tahsilat gayesine hizmet etmek üzere dilde
tanzimattır; onun her tasarrufatı tamirat ya da tahribattır.Öyle bir ameliyat
ki bu,şair kendi ameliyesinin gönüllü,muhterem amelesi ve emektarı oluyor.
Sonsuzluk… İşte şiir
için yegâne hedef! Ama nasıl? Elbette mükemmeliyetle. Peki mükemmeliyet, yâhud
daha doğrusu, mükemmeliyete yakınlık ne ölçüde mümkün? Yakınlık diyorum; çünkü
mükemmel bir bir eser vücûda getirme arzûsu bir Müslüman olarak bana bir nevi
Rablık iddiâsı gibi geliyor. Ben biliyorum ki, şiir, aslâ Kur’ân’ın lâfzen ve
mânâ cihetinden ulaşmış olduğu nev’i şahsına münhasır makâma erişemez. Zîrâ
mukaddes kitâbımız Rab kelâmdır.
Allâh(c.c.)’ın bize
öğrettiği kadar lisâna sâhibiz; onun bize emânet ettiği akıl ve kâlble, yâni
duyuş ve ifâdelendiriş gücümüzle mahdûd bir mahlûkuz. Bu sıfatla, ilâhî hitâbın
mukaddes kitâbımızda tâkîb ettiği usûlünün ön gördüğü minvâl üzere biz de lisânımızı
sesimizin aks-i sadâ bulduğu bir ma’kes mevkîinde görmeye ve değerlendirmeye
mecbûr olduktan başka, ayrıca mahkûmuz. Bu îtibarla mükemmeliyet dairesinde
şiir yazma ve sonsuzluğa erişmek müddeâsı asılsızdır. Zîrâ his ve idrâkimiz
sonludur.
Evvelemirde şiir
sözdür. Sözün mütekâmil olup olmadığını, tekemmülün zirvesinde olana nisbetle
aldığı yere göre tâyîn etmek zorundayız. Aynı şekilde, bedîî ve bedîhî
vasıfları hâiz olup olmadığı da bu usûl tâkîb edilerek tesbît edilir. Ledünnî
kelâmla kendi lisânımızı mukâyese edince Türkçenin ne kadar “Hakk’lı” olduğunu
görürüz. Haklı acz ve fakr (fahr)ımız dolayısıyle mükemmellik bizim için bir
mefkûre olamaz.Zaten o bizatihi idealize edilmiş model olarak karşımızda bütün
heyetiyle arz-ı endam eder,atf-ı nazar bekler,telmihlerle,kinayelerle
mecazlarla bize göz kırpar durur.Maamâfih onu taklîd edebiliriz; bu husûsta
ikdam kendi hesâbımıza en âlî bir teâmül hükmünde tasavvûr olunabilir. Çünkü
kosmos mimarisi içinde “kitabullah”ı okuyup,hançeresinden geçirip, rûhundaki
kimyâya mezceden ve meydana gelen bu halîtayı mâhirâne bir simyâcılıkla
nefsindeki hendesede hapseden;sonra kendisine açılan ruhlar ülkesinde dil
bahçesinden devşirdiği en ferdi ve türlü renkleri edâlarıyla onu umuma blal
damlaları hâlinde taktîr eden için, ilhâm (cemiyet) çiçek çiçek gezilmeye
,petek petek örülmeye layık bir cennet; ye’sin çorak vadisinde bekleşen her
ümit (fert) bu manada muhabbet çeşmeleri gibi açılmış altın bir şifâ pınarı
olmaya namzed demektir.
Gelelim asıl
mes’elemiz olan sonsuzluğa… Sonsuzluk bizim en kadîm ve hakîkî vatanımız
olduğuna göre, oraya varmak bâbında hiçbir endîşemiz olamaz. Fakat illâ şiirle
ebediyet arasında uhrevî bir irtibât kurmak istersek, onun, cihandaki
varlığımızı, yâni eşref-i mahlûkât oluşumuzu mütehassisâne haykırabilmemiz
için, bize ötelerden üfürülen nefesiyle kâlplerde kıyâmetler koparma imkânı
veren bir sûr, dünyevi bir vâsıta olduğunu söyleyebiliriz. Zâten bu
tahassüsümüz sâyesinde mevcûdâtla yakınlık têsîs edip eşyâ ve hâdiseleri vâr
olan âlemin fevkinde ve ötesinde bir âlemin tekevvünü için remzî hüviyetine
büründürerek hislerimize tercüman yapmıyor muyuz? Bir sonbahâr yaprağının yere
düşmesi, göğün mavisi, akşamın kızıllığı hep bu sebeble bizi müteessir etmiyor
mu? Zâten şiir, bu müessir manzaraların esir ettiği rûhumuzun hazlarıyla coşan
aks-i sadâlar değil midir çoğu zaman?... Maamâfih bize şiir yazdıran ilhâm
kaynakları bunlara inhisâr etmiş değildir. Ehemmiyetsiz sandığımız bir
karıncanın yuvasına erzâk taşıması; ne bileyim, boynu bükük bir çalışma lâmbasının
masa üstündeki duruşu; bir sobanın dertli dertli, gürül gürül yanışı; bir
kapının yırtık miyavlamasıyla ağır ağır esnemesi netîcesinde hâsıl ettiği
muztarîb gıcırtı; her şey, ama her şey şiirin mevzûu olabilir. Tabiî, seçilen
nesne şiirdeki sembolik mânâsıyla birlikte insanın iç dünyâsına tekâbül eden
husûsiyetlerinin şâir tarafından usta bir hamurkârlıkla yoğurulan üslûb içinde
eritilip lisânda billûrlaşmasına imkân sağlanması şartıyla…
Buraya kadar bahsi
geçen şiir telâkkîsi, bedaati, belâgati esâs alan zevkperest,mevzii bir
telâkkîydi. Şimdi benim daha makbûl, mûteber ve müreccâh saydığım daha şamil
ikinci anlayışa gelmek istiyorum. Buna göre şâir, şiirinde, varlık-yokluk,
hayat-ölüm, insanın kâinâttaki yeri ve kıymeti, hakîkât, ölümden sonrası,
sonsuzluk gibi büyük mes’elelere karşı aldığı tavrı eşyâ ve hâdiselerden
mülhemmiş gibi en samîmî ve têsîrli hâliyle lisânda ete kemiğe büründürür.
Fakat bu tavır, şâirin içinde öyle pişmelidir ki, dumanı bir yandan şiiri
okuyanın rûhuyla raksetmeli, bir yandan da onun boşlukları içinde gezinerek
muhayyilesini seziş ve kavrayış hassalarıyla yiv yiv tevhîd, tahkîm ve terbiye
etmelidir.
Herhangi bir soylu
fikir, his ve hayâl kılığında ve mulaka samîmî olarak, lisânda en zarîf
kıvâmıyla hayât bulduktan sonra; mümkün mertebe her insanda vâr olan beşerî
temayül, istîdâd ve ihtiyaçlara göre şiirde temsîl ve tâbîr olunabilir. Fakat
fikir, öyle göze görünmez olmalıdır ki, rûhu bir anda ve nereden geldiği meçhûl
bir temâsla titretip uyandırabilmeli; dalından kopmaya hazır bir yaprağa
benzeyen insanı, sezdiği âlemden esen bir rüzgâr hâlinde kendine doğru
çekebilmelidir. Ve ben bunu sâdece müslüman bir şâirin başarabileceğine kânîim.
Çünkü o, hayâtla, vâr oluşla, kâinâtla hepsinden mühimi kendi mübdii
Yaratıcı’sıyla barışıktır; nereden gelip nereye gittiğini bilmektedir;
binâenaleyh kendisine has diyalektiğiyle cevaplarını suâllerden seviyece daha
yüksek, daha yüce, daha ulaşılmaz kılarak îrâda cür’et ve mecâl bırakmayacak
sûrette sebâtkâr ve gayyûr, o sır dağını tırmanıp dâimâ varlığın verâsına nüfûz
etmeye müstaîd ve müheyyâdır. Onun işi aramak değil, esrârlı ve sihirli bir
odayı başkalarına gösterir gibi, mevcûdâtın tılsımlı kapısını aralayış;
hakîkâti tekrâr tekrâr ziyâret ediş olmalıdır. Şayet bu tahakkûk ederse, başta
hakîmâne bir edâya sâhib olan şiir, hâkimâne tavır takınarak kendi nefsine
sükûneti müsavi mikyasta teşmil edebilir.ve sükunet de berâberinde emniyeti
getirir. Böylece şiir, bedîî hazlar âleminde pervâz eden rûhlara mütemâdiyen
îtimâd telkin eder. Nihâyet okuyucu için de îtikâdî bir intibâha kapılar
açılması mümkün olur.
Az evvel şiirdeki
hakîmâne edâdan bahsettim. Beni buna sevk eden en mühim âmil şiirle bilgece
söyleyiş arasında şâhid olduğum karâbet ve müşâbehettir; zîrâ bana göre her
ikisi de insan vicdânını hem hakîkâtin tecelligâhı hem de onun bir nidâ olarak
aks-i sadâ bulduğu ma’kes mevkîinde görmesi bakımından aynı vâdîde, aynı
gâyeyle birbirine muvâzî vaziyette hedefine müteveccih kollardır. Lâkin ne
hikmetse, aralarındaki karâbet, benimsedikleri usûlün muktezâsınca garâbete tahavvül
ediveriyor; çünkü biri kâlbi şuûrlandırmak isterken diğeri aklî ameliyeler
neticesinde vukû bulacak tahassüsler sâyesinde müfekkirede teessüs edecek
hassâsiyetin husûlüne ve inkişâfına muntazır. Biri kâlbî, yâni hissî tekâmülün
yolunu açmak dilerken, öbürü varmak istediği yere tek hamlede vâsıl olma emeli
ve iddiâsında. Tâbîr câizse, biri tümevarım metoduyla parçadan bütüne, tâlî
güzergâhlar istikâmetinde ana fikre doğru hareket ederken; bir başkası ana
fikirden, hakîkâtin mihveri mesâbesindeki noktadan, merkezden muhîte doğru
intişârı tercîh ediyor. Hulâsa, biri kâlben terakkîyi, tevessüü, fethi, keşfi
cehd ü gayret sarf ederek bayraklaştırıp bunu ibdâ ettiği kendisine mahsûs bir
dünyâda zevk hâline getirme mübtelâsıyken, yekdiğeri tümdengelim usûlünce, her
insanın doğarken ölümden tevârüs ettiği yekpâre hakîkatin olduğu gibi
fehmedilmesi ve izâhının “hikmet” mefhûmunun sırrına hürmeten ve ona riâyet
etmek sûretiyle yapılması tarâfdârı.
Mes’eleyi bir başka
zâviyeden mütâlâa edecek olursak şunları söyleyebiliriz: Şiir hakîmâne edâsı
sâyesinde, hâiz olduğu vecîz vasfıyla tezâhür edebiliyor. Ezcümle Kânûnî Sultan
Süleymân’ın “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet
cihânda bir nefes sıhhat gibi” beyti, meselâ Bâkî’nin “Bâkî kalan bu kubbede
bir hoş sadâ imiş” mısrâı, meselâ Nâmık Kemâl’in “Yere düşmekle cevher sâkıt
olmaz kadr ü kıymetten” mısrâı… Hepsi birer darb-ı mesel hükmünde. Bu
hakîkâtten anlaşıldığı vechile, şiir hakîmâne bir minvâl üzere tanzîm edilirse
ibdâ faâliyeti, yâni emsâlsiz olanı, yâni ebedî ve güzel olanı yakalama gâye ve
gayreti tamâma erer ve en husûsî vechesiyle tebellür eden şiir umûmî bir mânâ
arz ederek bambaşka bir kisveye bürünür.
Bütün bu tavzîhlerden
sâdır olan şu ki, şiir “şuûr” olma kâbiliyetini, hakîmâne edâsıyle imtizâc
edebildiği nisbette kazanabiliyor. Bir başka deyişle biz, hislerimizin
hikmetini şiirde hissederek anlayabildiğimiz takdîrde hakîkî bir metin, esâslı
bir manzûmeyle karşı karşıyayız demektir.
Şiirde ihsâs ve telkîn
iki mühim usûldür. İlki için doğru kelimelerin intihâb edilip en muvâfık yerde
istimâli elzemdir. Bu sâyede dâhilî ve hâricî âhenk vücûda gelir. Öyle
kelimeler tercîh edilmeli ve öyle mûcizevî sûrette terkîb edilmeli ki, yerleri
tebdîl edildiğinde yâhud bir kısmışiirden ihrâc edildiğinde bahis mevzûu metin
tanınmaz bir çehre alsın; temeli sarsılan binâ gibi harâb olsun. Tabiî burada
vezîn ve kâfiyenin, seslerin kendi arasındaki tenâsüb ve imtizâcından öte mânâ
kesâfetini, derinliğini, zenginliğini, rengînliğini ve enginliğini de têmîn
ettiğini zikretmek zorundayız. Zîrâ münferiden kelime ne kadar mûtenâ olursa
olsun, bu şeklî unsurlar olmadan şiir nâkıs, nâkıs olduğu nisbette mûsıkîsiz,
mûsıkîsiz olduğu kadar da ihsâs husûsiyetinden mahrûmdur.
Şiirin istinâd ettiği
ikinci umde olan telkîn, mübhemiyetin peçelediği mânâyı, insana, hilkaten âşinâ
olduğu bir hakîkât olarak duyurur; onu içinde sakladığına insanı inandırır.
Bunu yaparken lisânın imkânlarından; yâni seslerin bir araya gelerek sebeb
olduğu tedâilerden,telmîhlerden; kâfiyelerin kulakta bıraktığı lâtif âhengin
giderek muttarid ve müselsel vuruşlarla kendini gösteren mahbûs bir fikre
delâlet etmesinden istifâde eder. Öyle ki, bu vuruşlar birer kâlb atışı olarak
hissedildiğinde, şiirin hâiz olduğu hayâtî ehemmiyet daha vâzıh bir şekilde
idrâk edilir. Şiirde evvelâ temâs şeklinde hissedilen bu darbeler, insan
vicdanını murâkabeye,akılla muhâbereye zorlar. Pek tabiî sonra müzakereye, sonra
münâzaraya, sonra münâkaşaya, sonra münâzaaya, nihâyet müsâdemeye ve bittabiî
mücâdeleye, sonra belki muhârebeye, bundan sonra mütârekeye ve mukâveleye,
bilâhere muâşerete ve en sonunda müşârekete sevk eder…
İhsâs ve telkînin
nazar-ı îtibâra alınmaması hâlinde, yazılan her şiir, alelâde bir beyannâme
mesâbesinde mütâlâa edilmeye mahkûmdur. Evet, fikir, bahsettiğim ikinci telâkkî
mûcibince şiirde elbette bel kemiği vazîfesi görür, onun yüzünü ağartır,
zelzeleye karşı masûn ve hazırlıklı bir zemin üstünde kavî bir temelde
oturmasını sağlar. Lâkin bu, şiirin âdî bir tebliğ vâsıtası, kaba bir tâlîm,
tedrîs âleti; yâhud nazarî plândaki bir dünyâ görüşünün, ideolojinin, dînî bir
esâsın en sâde ve çıplak şekliyle tâmîm edilme vesîlesi olabileceği mânâsına
gelmez. Şâyed bu gâyeyi benimserse, âzamî derecede usturublu ve belîğ olsa da,
şiir, hedefinden sapar ve bittabiî mecrâsını değiştirir. Özünü yitiren şekil
kupkuru bir nakil vâsıtası hâline gelir; belâgat, tumturak yığını bu metin,kof
ve kof olduğu kadar aldatıcı bir vekar, heybet; efsûnlu sanılan bir muğlaklık
vücûda getirir. Bütün bu yalancı müessiriyet işgâle hazır tâze dimağlar için
gâyet muzırdır; câzibesi sâyesinde istediği erkeği kendisine râm edebilen kadın
gibi têsîrini uzviyetine borçludur. Öte yandan, ondaki bu köksüzlüğün zaman
geçtikçe zâhirî tahribâtı bâtınî inkırâza münkalib edeceği muhakkak. Bu
demektir ki, medlûlünü, istinâd ettiği fikri hesâba katmaksızın, sâdece hâricî
âhengi, lâfzî maharet ve meziyetlerden mürekkeb san’atları için azîz bildiğimiz
şiir, sonunda bize ihânet edecek, ağır bir sukût-ı hayâlden sonra bizi
nihâyetsiz ve elîm bir nedâmete dûçâr edecektir.
Velhâsıl, fikir,
kendisini okuyucuya aksettirecek ayna olan şiirde esrârlı ve füsunkâr
mübhemiyetini muhâfaza etmekle berâber, insanın iç dünyâsında kendisine âşinâ
olan remizlere göz kırpma kabîlinden parlayışları hâiz olmalı. Bu revnaklı
hâliyle, şiir, her rengi başka bir mânâya delâlet eden muhteşem manzarasıyla
gözü okşarken; kâlbi, yerine göre tahrîk yâhud teskîn edebilir. Rûh hâletimize
müteveccih ve muhayyilemeze taallûk eden muhtelif tonlarıyla içimizde muttasıl
halîtalar teşkîl eden akisleri, bu aynanın, eşyâyla irtibâtımız, onun
hakîkâtiyle bütünleşmemiz için vesîle olabileceğini, bize, sezdirmek sûretiyle
izhâr ve ihtâr eder.
Demek ki, şiir, eşyâ
ve hâdiselerin künhüne vâkıf olabilmemiz için bize içimizden fısıldandığında,
rûhumuzu hayrân bırakacak tarzda teshîr ve telkîn kuvvetine sâhib, mûcizevî
keşifler manzûmesi diyebileceğimiz söz san’atlarıyla tekmîl ve tezhîb edilen bir
şey; hâricî ve dâhilî âhengiyle seyyâliyet kesbeden ele avuca sığmaz âteşin bir
lisânın kelimelere tablet tablet dökülerek rûhun mâlûl iştihâsına sunulduğu ve
istihlâk edildikçe hastalığı ziyâdeleştiren lezîz bir ilâç…
Yukarıda arz ettiğim
evsâfın şiirin bünyesinde mevcûd ve muhkem olabilmesi için, şiire mânâyla
birlikte hayâtiyet ve cevvâliyet kazandıran vezin ve kâfiyenin zarûretinden söz
etmek zorundayız. Bu iki unsur ki, şiirde zerâfeti ve nefâseti têmîn ederken insanın
güzele olan temâyülünü besler; onun zevkinde uyuyan yâhud ölü mıntıkaları en
nâfiz ve câzib nefesiyle tahrîk ve ihyâ eder. Böylece şiir nüfûz ve zerâfet
husûsiyetini kudrete çevirerek, insanı dâimâ vasatın fevkinde bir zevke
yükseltip, onun, duyduğu hazzı mümtaz bir hayât telâkkîsiyle têyîd ve tahkîm
edebilmesine imkân vermesiyle fikren de istifâdeye dâimâ açık feyyâz bir
menbâdır. Şâirin şiirine zemîn olarak seçtiği fikrî ve îtikâdî temel ne kadar
kavî ise, eşyâ ve hâdiseleri idrâki, izâhı, duyuş ve ifâdelendiriş tarzı şiirde
o nisbette müessir ve bîpâyân vasfıyla tecellî eder. Ama bu demek değildir ki,
şiir, dîn esâslarını îlân ve îlâm eden bir teblîgât; yâhud herhangi bir
ideolojiye, fikir sistemine tâbî olmuşların sızıp kaldığı müskîr bir sâhadır. O,
husûle gelme safhasında muayyen bir dünyâ görüşünün menşûrundan süzülüp kendi
husûsî vechesini aldıktan sonra, başka vicdânlarda kendine yer arayan müstakîl
bir metindir. O, şahıslara değil,ilk anda bedaat olarak görünen hakîkate esirdir. Fakat onu dâimâ eşyânın
diliyle, hayâlî bir kılıkta ve keyfiyetini peçeleyerek temsîl eder. Zâten biz
şiir okurken hangi varlık yâhud oluş manzarasını hakîkate meyyâl rûhumuzda
seyredersek edelim, kulağımızda her dâim şiirin akisleri bize bunların birer
hayâl olduğunu vehmettirecektir. Bu bakımdan bizim şiirdeki her remze
hamledeceğimiz mânâlar, hakîkâtin muhayyilemizde muğlâklıktan sarâhata doğru
tekâmülünü mümkün kılacak tecellî safhalarını hazırlar. Şiirin bu farklı
tefsîrlere müsâid olma hassası, onun,tecessüse sevk eden bir mübhemiyete sâhib
olduğuna delâlet eder. Buradan da şu hükmü istihrâc etmemizi mümkün kılar: Şiir
kişiye göre, yâni onun ihtiyaç ve temâyülüne, zihnî istîdâd ve hazırlığına göre
hakîkâti arama-bulma faâliyetinin edebî plândaki nazarî vâsıta ve usûlü
olabilir. Maamâfih bu herkes için mûteber değildir tabiî ki: İsteyen şiire
belâgati için, isteyen onda gördüğü yâhud duyduğu hayâl silsilesine iştirâk
için, isteyen âhengiyle edebî zevkini beslemek için, isteyen eşyâ ve hâdiseleri
farklı bir nokta-i nazardan mütâlâa edip kendi hissiyât yâhud fikriyâtındaki
karşılığını bulmak için, isteyen inancının zımnen de olsa muhtelif
unsurlarıyla, yâni muhtelit bir bütüne mâtûf semboller hâlindeki izâh ve
isbâtının yapılmasından nâşî insiyâkın bir îcâbı olarak –ve hattâ o insiyâkın
şiir okuma vetîresi içinde temâyüz ettirdiği nev’i şahsına münhasır hassâsiyet
sâikasıyle-mürâcaat edebilir. Ama hepsi için şiiri câzib kılan yegâne husûsiyet
âhenktir.Ahenk bütün kainatı açıklayan kelimedir. Âhengin teşekkülünde vezin ve
kâfiye nev’inden şekli hususiyetler çok mühimdir. Bu iki zevk okşayan aletten
mahrûm şiir, daha baştan nâfiz, zarîf ve câzib olma imkânlarını reddetmiş
sayılır. Serbest vezinle şiir yazanlar meşhûr şâirin de vurguladığı gibi, vezin
ve kâfiyeyi “atmak” yerine “aşmak” zorundadırlar. Maharet şiirin derûnî
mûsıkîsine hizmet eden bu iki sâdık muâvini def ve
ref etmek değil, arının petekleri balla
doldurması gibi, bu kalıpları sözün usâresiyle beslemekte, ”hadım” değil
“hadim” edebilmekte,türlü şekillerde tavzif edebilmekte.
Şiir, en azından işin
başında,nizami yada gayr-ı nizami olarak mevzûn olmalı; kâfiyeyse onu hâfızaya
nakşolunmasını kolaylaştıracak bir âhenk unsuru olarak itmâm etmelidir.Şiir
şaire yazma sergüzeştisinin başında yol göstermeli,onun gelenekle olan
tanışıklığını sağlamalı,kuvvetlendirmeli,;bu anlamda bir akrabalık,hiç değilse
aşinalık temin etmelidir.Yoksa şiir önünde sonunda (k)öksüz olacak,köksüz
olduğu müddetçe de şeceresi meçhul bir çetele ,bir garabet olarak dil sahasında
boy gösterecek,seyredilecektir;”seyir” edemeyecektir…!Ne dil ne edebiyat,ne
kültür ne medeniyet planında yerini alabilecek;ne toprağa eğilecek ne göğe
uzanabilecek;ne kendine ne insanlığa hizmet edebilecek;ne bugüne ne yarına
gölgesini yayabilecektir.Literatür cemiyetlerin fihristesidir.Şiir kendisini
teşrifatta kral koltuğuna oturtacak kudret,mesuliyet ve haysiyeti tahammül
etmek mecburiyetinde.
Pınar
maziye ağlar;
Dev
bir tabut mu dağlar?
Nerede,
hani sağlar?
Burda
sular mı çağlar?...
Gözümü
yumsam ağlar
Kirpiklerimi
bağlar;
Gözümü
diksem dağlar…
Kurda
sular mı çağlar?...
Kayıp
her bakış, balık;
Kabarmış
gönlüm alık;
Ayran
mı kalabalık?
Yurda
sular mı çağlar?...
Akşam
aktı bakırdan;
Gözü
seyrek çakırdan;
Sütüm
bozuktu kırdan;
Hurda
sular mı çağlar?...
Yanıp
sönen ışıkta,
Kan
susamış taşıkta;
Tün
boğdu bir kaşıkta,
Nurda
sular mı çağlar?
Altından
bileziği sarhoş
Yapraklar
geçirip dallardan,
Akşamın
nikahını bir hoş
Sessizlik
kıydı masallardan…
Zifafta
terledikçe ufkun
Bu
akrabalığı uzaktan,
Kök
sandım toprağa upuzun
Bu
göğermiş fehmiyle çoktan…?
Acep
tek taş yüzük mü yemiş?
Domur
domur olmuş parmaklar...
Süslenen
bülbül dut mu yemiş?
Gece
kıvırcık saçı aklar…?
Tüyler
ürpertir, gök titretir,
Derdi
olan için yaşamak.
Güneşte
aklımız ibredir;
Cevabı
bekleyen kaçamak…
Perde
örtük,günah lekesiz;
Evlerde
içe işleyen siz;
Koltuk
çıkanlar merdivensiz!
Neremizde
bilmem tutamak?...
Parmaklıklar
ardında yüzüm;
Hiç
geri gelmeyecek güz’üm…
Kanıyor
damar damar üzüm;
Pıhtı
canda kaldı susamak.
Durulmaz
bu yerde, burulmuş deniz;
Büzülmüş
donu doruk atmış, ben iz…
Şerha
şerha yazılmış su götürmez,
Şerh
a kazılmış göğsüme; gök dürmez…!
Asırların
örsünde ez ki, ak Şam;
Kızgın,
bir demir kadar eski akşam:
Kaynasın
dersimiz, tarih semaver !
Demlenmiş
demlenecek kadar haber…
Dağılır
arza yeryüzünde efkâr,
Yedi
iklim, yedi başlı bir rüzgar,
Söndürürken
denizlerdeki feri;
Güneş
yumruklarım kadar kocaman;
Parmaklar
arasında muşta zaman…
Köpürtür
tende canı kıvrak cismin,
Fısıldar
bana karşımdaki resmin:
Dünyayla
nasıl da dalga geçtiler,
Bırakanlar
geride pek çok eser;
Nasıl
da her şey böyle zir ü zeber;
Maziyi
bırak, şimdi’den yok haber…
Durdurak
bilmeyen damardan akşam,
Sözü
öyle bir yerde kesti ki tam;
Öyle
masmavi ak, öyle kalıver,
Gök
telaşını içime salıver…
İntikam
dolu bir dolu intihar;
Canavar!
Bir cana bin can daha var…
Tumturak
bilmeyen damardan aksam,
Türkeli
uyanır mı keskin baksam?
Durulmaz
bir yerde yorulmuş deniz;
Türkün
kitabı açılmış, Ak deniz…
Tende
toplu iğne damladır,
Eğrilmiş
bekler orda yağmur…
Hüsnünü
içime damlatır,
Kalınca
böyle zorda yağmur.
Bu
yağmur, genişleyen, sessiz;
Bu
yağmurda bir yay nefessiz;
Kanı
yakan karartan bir iz;
Bu
çizdiği dekorda yağmur…
Sıçrayan
her dokunuş tende
Hatırlanınca
aşk neşende;
İstesen
de istemesen de
Kaynıyor;
sanki korda yağmur!
Arzum
tel tel olup yağacak;
Göğün
gövdesine sığacak
Bir
can gibi benden ağacak;
Güzü
başla akorda, yağmur...
Ağzından
bal damlayan dilber!
Yer
yer tepiniyorsun, ter ter;
Yüzünden
düşen bin parça zer;
Gül
kaldı anaforda, yağmur…
Yarılan
iki dudak dalga;
Öpüşen
sözler halka halka.
Birbiriyle
yarışan halka
Koşuyor
bir vaporda yağmur.
Gözyaşım
köpük köpük erir,
Mehtap
mührünü ele verir;
Anlatsam
tüylerin ürperir;
Yırtılan
son raporda yağmur…
Sıcacık,
karanlık ve çıplak;
Soyunup
dökünüyor, ıslak;
Gizli
gizli kokusu leylak;
Çözülmüş
koridorda yağmur.
Daha
hafif ses, daha yakın;
Şehri
ışıklara bırakın;
Tüm
renkleri peşime takın;
Tükendi
alda, morda yağmur.
Yaşamaktan
yoruldum;
Köpüktüm
ilmek ilde.
Akamadan
duruldum,
Boynun
kakülü dilde.
Emziren
güneş naşım;
Her
kum tanesi yaşım.
Gözden
düştü gözyaşım,
Dünya
denen bu çölde!
Nefessiz
ölmek ney’miş;
Solukları
keseymiş…
Vakti
aşkın bileymiş;
Ölmeden
evvel öl de…
Zamana
ettim veda;
Bir
ana oldum geda.
Ne
kaldı kalpten yad’a?
Hele
bir canı böl de…
Giyinip
ölü beden,
Yaşarım
hiç ölmeden;
Hiç
kimse bilmez neden
Doğuyorum
her dölde?
Yaşamda
hayat buldum,
Kemiği
yoktu dilde;
Tutamadan
buruldum,
Düşünce
kaldım elde…
Boş,hamaktan
yoruldum;
İlmek
ilik düğme’de.
Boşamaktan
yoruldum;
Düğün
dernek düğmede…
Bulutlara
kadardım
Havanda
su döğmede.
Beyazlara
radardım,
Dibek
dipçik döğmede.
Bir
iz kalırdı benden;
Yağmur
sanırdı denden.
Ben
sen o,bizsizdi ben;
Kal
sağlıcak memede.
Koş,uma
mı,yoruldum;
Yada
ben ya da mede…
Koşamamaktan
buldum;
Dulda
kaldım deme de.
Desem
öl/dürürler mi?
De
Sem? Güldürürler mi?
Desem
göldür, erler mi?
Kulda
daldım neme de…
Dediğim
dedik oldu;
Eksiğim
gedik oldu;
Bulduğum
yitik oldu;
Eğilik
bu, keme de:
Sahici
yağmur dinse,
Dün
ya evi ininse,
Kem
söz sahibininse,
Yanında
yat yeme de!
Yatağına
deyiştir,
Akar
suyun sonunda;
Bizim
ele iliştir,
Hele
de kim donunda?
Bu
kaçıncı,bu leyl ek?
Ne
yazboz mevsim,selek!
Güzü
kirleten leylek;
Hay
huy hayat,onun da…!!!
Vargım
yargılı sarış;
Yazgım
kargılı yarış;
Çağdım
çağan çağarış;
Kara
ekmek ununda.
Kimse
vurmadıysa dip;
Kim
ki çekmediyse ip;
Ömrü
yoklamak vacip,
Hayatın
kanununda.
Yaşamaktan
yoruldum,
Der/bendi
madde madde;
Dağdan
dağa kuruldum;
Sudan
geçici hadde…
Ağaç
olmuştum, küstüm;
Yüzüstü
kalmış süstüm.
Gökte
masmavi büstüm;
Vardığım
yerde radde.