İsmail Yılmaz (Romancı)

Roman Yazarı

Doğum
Eğitim
Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi

Romancı. 1952, Alpagut köyü / Bilecik doğumlu. Alpagut Köyü İlkokulu (1966), Bursa İmam Hatip Lisesi (1975), Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi (1980) mezunu. Çeşitli yerlerde din görevlisi (1975-82); İnegöl, Nazilli, Türkmenistan ve Bilecik’teki orta dereceli okullarda öğretmen olarak görev aldı. Bir süre Türkmenistan Televizyonunda Türk dili danışmanlığı yaptı. Aşkabat’ta Türk Dünyası Şairler Antolojisi çalışmalarına katıldı. Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. 

Hikâyeleri ve düşünce yazıları 1970 yılından itibaren Marmara (Bursa), Yeni Devir (1980-85), Mavera (1986-88), Literatürno Aşgabat (Rusça,1995-98), Zaman gazete ve dergilerinde yayımlandı. Karakum ve Literatürno Aşgabat dergilerinde Türk-Türkmen kültür üzerine makaleler yazdı. 1986’da Bir Namludur Yüreğim adlı romanı Karabasan adıyla Sedat Yenigün Yarışmasında birincilik ödülünü, 1992’de İslâmda Çevre Sorunları adlı eseriyle Çevre Bakanlığı Birincilik Ödülünü, 1995’te Ulu Çınar’ın Kökleri adlı oyunu ile MEB Tiyatro Yarışmasında üçüncülük ödülünü kazandı.

“İsmail Yılmaz bir devri gözler önüne seriyor. Ve her kesimden insanların bunalımlarını, çıkmazlarını, hırslarını, zehir karası hayatlarını sergilemiş. Bunun yanında ideal ve inanç yüklü, dava düşüncesini bayraklaştıran gençlere…” (Ali Çolak)

ESERLERİ:

ROMAN: Korkunun Bekçileri (1987), Bir Namludur Yüreğim (1988), Güneşin Öldüğü Yer (1988), Yuvasız Kuşlar (1990), Çanlar Sustu (1993), Gökyüzü Yangınları (1996).

OYUN: Ulu Çınarın Kökleri (1995).

MASAL (Türkmenistan Halk Masalları): Yartıkulak (1999), Yetimce (1999), Gülcehan (1999), Akpamuk (1999), Karaca.

KAYNAK: Ali Çolak / Zaman (30.7.1987), Yüksel Coşkunyürek / Romanlar Yaşadıkları Ülkelere Benzerler (Millî Gazete, 29.1.1988),  İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

YUVASIZ KUŞLAR

Bir şeyler düğümleniyor boğazına, boğulacak gi­bi oluyor bir an; yutkunamıyor. Bir şeyler ki utançtan, rezillikten de ötede; öylesine derin, öylesine acımasız ve öylesine korkunç... Tahir’ in susmaktan başka ya­pacak şeyi yok. Elleri kelepçeli, ayakları zincirli bir tutsaktır. Susmak, teslim olmak; teslim olmak, yokolmaktır burada. “Yokol can, yok ol; Yaşamanı istemi­yorum, senin.” diye sayıklıyordu. “Bu utancı gören göz­lerim kör ol. Bu rezil zulmün çığlıklarını duyan ku­laklarım sağır ol. Ve sen... şu dünya denilen yaşlı ge­zegende bir noktacık bite olamayan Tahir Hasanoğlu yok ol. Söndür içinde taşıdığın dünya kadar, evren kadar umutlarını. Şu iniltileri de duyma Tahir. On­lar bir inilti değil; bir ninni, bir çocuk şarkısı, bir dağ türküsüdür. Yoksa bir ölüm ağıdı mı? Biri sana küf­rediyor Tahir. Öfkeden kudurmuş “bir sarhoşun yum­rukları, sanki kendi uçurumunda yaşattığı bütün mut­suzluklarından intikam alırcasına gözüne gözüne ini­yor Tahir…”

Biri mi bağırdı? Sesi bir yerlerde yankılanıyor. Ne­re burası? Acıların zehir, zehirlerin bal olduğu yer. Boğazında düğüm düğüm atılmış ilmekler, yutkuna­mıyor. Saatlerdir özünün derinliklerinde yankılanan bir çığlık yaklaşıyor yaklaşıyor ve apansız patlıyor beyninde. Bu kadın hiç böyle bağırmazdı. Acaba neden bağırıyor? Soruyla birlikte kocaman bir acı kıv­ranıyor karnında. Tekme mi attılar ne? Tekmeleri, yumrukları düşünecek zamanı yok Tahir’ in; karısını düşünüyor sadece.

Ne yapıyorlar Esmasına? İşkencelerin en âdisini, en rezilini ve...

Bir bayrak istiyor Tahir’ in canı, şöyle ay-yıldızlı, kan kırmızısı ve dalga dalga çırpınan bir bayrak... İçine sarılıp sonsuza kadar, yeniden dirilişin yaşa­nacağı zamanlara kadar uyuyacak. Bayraklara kan veren o asil soyun çocukları nerede şimdi? Sen o ko­ca soyun cılız çocuğu, aslını unuttun ve özünü bir kaç firenk efendi uğruna sattın. Vah sana, yazık sana, lanet sana!..

İşkenceciler, Tahir’ in kulakları dibinde boş tene­ke kutular gibi tangır tungur kahkaha atıyordu. Taa özünü, yüreğini yaralıyordu kahkahalar. Ellerini çelik iplerden bir kurtarabilse alkol delisi işkencecilere ölü­müne saldıracaktı. “Ey zulüm, şimdi seni ben ne ya­payım? Biri mi seslendi içinde?” Bütün acıları sine­ne çek Tahir. Eğer ağaç olmak istiyorsan toprağın al­tında çürümek zorundasın. Çürümeden tohum çatla­maz.” Cürüyordu şimdi Tahir, çatlıyordu.

Yumruk yemekten morarmış kanlı gözleri Esması’ nın öldüğünü görünce: “Kurtuldun kadınım” diye sevindi Tahir. “Kurtuldun benim güzel Şehidem. On­ca işkencenin altında bana direnmenin ne olduğunu öğrettin. Çok sağol kadınım. Bundan sonra ağaç ol­mak için, babamın gözyaşlarını ve senin çığlıklarını Ertuğrul Gazi’ ye götürebilmek için direneceğim.” Se­sini sonuna kadar gerip bağırdı:

— Vurun köpekler vuruuun! Vurun domuzlar vuruuun!

Altlıdaki tabure hiç durmadan fırıldak gibi dönüyordu. Duvar duvara karışıyordu bu dönüşte. İş­kencecilerin alkolden sararmış yüzleri şişiyor, burun­ları irin torbası gibi sarkıyordu. Rastgele tekme yum­ruk atıyorlardı. Daha önce, bir başka odada falaka atan adam çabuk yorulmuştu. Bunlarda yorulmaktan eser yoktu.

Kalın sesli polis terlerini silerken:

— Sersem herif, diye homurdandı. Şimdi geberip gideceksin. Karın gibi leşin kalacak ortalıkta. At im­zanı da kurtul. Budala Turcin!

İmzamı? Ne imzası? İmza mimza bilmiyor Tahir. Hele bir atmağa kalksın dişleriyle koparır parmağını. Bir «mani» takılıyor kulaklarına; boğuk ve hüzünlü. Nerede duymuştu bunu?

 

 “Arpa ektim biçerim,

 Yolum diye geçerim.

 Ben Bulgarı sevemem,

 Cezam neyse çekerim.”

 

Esma’ nın sesi bu. Şimdi ne zaman söylediğini çok iyi hatırlıyordu. Bir düğün, gecesi, delikanlı arkadaş­larıyla birlikte, kına evinin penceresinden içeri bakar­ken duymuştu. Kınalı parmakların tefe vurmaktan vazgeçtiği, kaşıkların sustuğu ve bütün kulakların, dikkat kesildiği bir yerde, Esma gözlerini göklerde bir yere dikmiş, hüzün dolu bir sesle bu mani’ yi söylemiş­ti.” O gece sevdalanmıştı Tahir.. Delibaş hastalığına yakalanmış gibi elleri cebinde, başı önünde dolaşmış ; durmuştu. Keşke bakmasaydı kına gecesine. Keşke kapılıp kalmasaydı bu kadar. Bu sızıyı nasıl dindire­cekti şimdi? Ancak sevdasını nereye koyacaktı?

Geri dön zaman! Böyle koşumluk atlar gibi geç­mişe doğru asılıp durma Tahir’ i. O hayat dolu kadını, şu köpeksi Bulgarlar, yanmayı unutmuş bir mum alevi gibi söndürdüler. “Ben de geleceğim yanına!” diye bağırdı Tahir. Sesiyle birlikte kocaman bir acı patla­dı ciğerlerinde. Nedir bu acı? Köşeleri pıtıraklı taştan bir kitle gibi her soluk alıp verişte ciğerlerinde yuvar­lanıp duruyordu. Kim bilir, belki bir car soluğudur. Can... neredesin can? Haydi çık git Tahir’ in bedenin­den. Kafası kendisinin değildi artık; bir sağa, bir sola yığılıp kalıyordu. Kulaklarında sahipsiz bir çığlık...

Kalın sesli polis har har soluyordu:

— Alın götürün bu köpeği!

Tahir’ in falaka tarafından patlatılmış ayakları ye­re basmıyordu. Milyonlarca böcek kaynıyordu eklem­lerinde. Gözlerinde sarı, sapsarı ışıltılar... “Bittim ben” diyordu içinden. “Bundan sonra hayır etmem. Neden bittin Tahir? Kadının, o sümbül gözlü Esma’n kadar da mı olamadın? Vah sana, yazık sana... Ko­ridor boyunca sürükleniyordu. Bir yere ıslak bir sa­katat çuvalı gibi boylu boyunca atıldığını hissetti. Hay­ret, acıları duymuyordu artık. Neredeydi acıları?

Hücrenin köşelerinde sırtlarını rutubetli duvara sülük gibi yapıştırmış üç adam dikiliyordu. Aynı an­da yerlerinden sökülüp Tahir’ in üzerine eğildiler.

Eray:

— Kalbura çevirmişler, diye fısıldadı. Hem fala­ka, hem dayak, iyi dayanmış.

  Dede Öfkeliydi:

—Abe susak ağızlı çocuk, aptal aptal söylenece­ğine ayağa kaldır şunu. Ayakları bir kangren olursa kimse kurtaramaz.

Ferhat:

— Çabuk olalım. Adam kangrenden gidecek. Gez­direlim!..

Dede bağırdı:

— Haydi gezdirin!

                                                                                        (Yuvasız Kuşlar, 1997)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör