İsmail Özmel

Yazar, Şair

Doğum
18 Aralık, 1933
Eğitim
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Burç

Şair ve yazar. 18 Aralık 1933, Niğde doğumlu. Niğde Dumlupınar İlkokulu (1946), Niğde Ortaokulu (1949) ve Niğde Lisesi (1955)’nde okudu. Ardından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1959)’ni bitirdi. Hukuk Fakültesi öğrenciliği yıllarında hazırladığı; “Köy idare organlarının vazife ve salahiyetleri”, “Gecekondu hukuku” ve “Hava yollarında eşya ve insan nakli” başlıklı üç tezle üç sertifika aldı. Serbest avukat olarak çalıştı (1962-2006) ve bir süre çeşitli avukatlığın yanı sır okullarda öğretmenlik yaptı (1962-67).

İlk şiiri “Türk Sanatı Dergisi”nde (İstanbul 1952), ilk yazısı “Uluova” (Elazığ 1953) gazetesinde yayımlandı. Sonraki yıllarda yazı ve şiirleri; “Şule,” “Niğde’nin Sesi”, “Millî Işık”, “Erciyes”, “Filiz”, “Boğaziçi”, “Millî Kültür”, “Türk Edebiyatı”, “Türk Dünyası Tarih Dergisi”, “Yesevi”, “Türk Dili” dergileri ile “Tercüman”, “Son Havadis”, “Kayseri Hakimiyet”, “Bursa Hakimiyet”, “Hür Anadolu” gibi gazetelerde yayımlandı. On kadar şiiri bestelendi. 2006 yılından itibaren Akpınar” kültür, sanat, edebiyat dergisinin sahipliği ile genel yayın yönetmenliğini üstlendi.

İsmail Özmel; 1967, 1973 ve 2006 yıllarında yayımlanan “Niğde İl Yıllığı”na kültür ve sosyal hayat bölümleri ile deyimler, atasözleri, tekerlemeler, maniler, düğün âdetleri, yemekler, şair ve yazarlar, türküler ve benzeri bölümleri yazdı. “Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi”ne iki madde ve “Türk Dünyası Yazarlar Ansiklopedisi”ne 25 yazar ve şairin biyografisini yazdı… 1990’lı yıllar Niğde Televizyonu’nda yüze yakın kültür/sanat ve edebiyat sohbetleri konuk oldu. İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) 2012 Şeref  Ödülü ile 2013 “Berceste” dergisi (Kayseri)  Türk Edebiyatına katkı ödüllerinin sahibi olup İLESAM ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi, Yazsanbir (Niğde Yazarlar ve Sanatkârlar Birliği) onur üyesidir. Kayseri ve Niğde üniversitelerinde dört adet lisans tezi yapılmıştır. Ayrıca, Niğde Üniversitesi Rektörlüğü-Yazsanbir işbirliği ile NÜ Fen Edebiyat Fakültesi’nde 7 Kasım 2012’de “Yazı Hayatının 50. Yılında İsmail Özmel” konulu bir panel yapıldı.   Basılı kitaplarının yanı sıra "Yunus Emre Tetkiklerine Eleştirel Bir Bakış” ve "Geçmişten Günümüze Niğde" adlarında basıma hazır iki eseri daha vardır.

“Özmel’in tabiata bakışı bana “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nin ustası Ziya Osman Saba’yı hatırlatıyor. Kainâtı adeta bir çocuk gözüyle seyretmek! Her durum ve nesneyi mutluluk vesilesi saymak, hulâsa yaşama sevinci... İşte ikisinin müşterek tarafı. Fakat Özmel’in başka bir sihirli küresi var ki orada zaman zaman tarihe, tarihi değerlere kapı aralanıyor.; Dede Korkut’un sesini duyan şair, bazen Niğde’nin sokaklarını, tepelerini, bazen uzak diyarları dolaşıyor; ama daima “Türkçenin Rüzgarında Mutlu Saatler” yaşıyor, yaşatıyor.” (Nâzım H. Polat)

ESERLERİ:

ŞİİR: Bir Daha Yaşamak (Niğde, 1969), Zaman Kuşun Kanadında (Kayseri, 1984), Çağır da Geleyim Güzel İstanbul (1986), Her Mevsim Bahar (1995), Türkçenin Rüzgârında (2004), Bütün şiirleri (2006).

BİYOGRAFİ: Adana Halk Şairi Sadık Çavuş (1996), Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (Cilt: 1, Konya 1990),  Dünden Bugüne Niğdeli Şair ve Yazarlar (Cilt: 2, Konya 2001, 3 cilt bir arada 2009). 

DENEME-İNCELEME: Özdeyişler (1970), Türk Musikisi ve Kültürümüz (1988), Dil ve Edebiyat Yazıları (Niğde, 1997), Kültür ve Tarih Sohbetleri (Niğde, 1999; Erzurum, 2011), Sihirli Zaman (2006), Bindallı Yazılar (2007), Denemeler-Yorumlar   (Erzurum, 2010), 55 Soruda Düşünen İnsan (2012), Yansımalar (2014), Eflatun Sordu (2014). 

ANI: Bir Yol Hikâyesi (2014), Geçmişten Günümüze Niğde (2016), Doğduğum Şehir Niğde (2016), 81 İlde Kültür ve Şehir-Niğde (Dr. Metin Eriş, Dr. Nedim Bakırcı ve 21 yazarla beraber, 2015), Yunus Emre Tetkiklerine Eleştirel Bir Bakış (2016).

KAYNAKÇA: Abdulkadir Güler / İsmail Özmel İçin “Her Mevsim Bahar” (Erciyes, Kasım 1999), Ahmet Sıvacı / Çağır da Geleyim Güzel İstanbul (Erciyes, Kasım 1999), Mustafa Parlak / “Her Mevsim Bahar”ın Yayına Girmesi Vesilesiyle (Erciyes, Ocak 2000), Abdullah Satoğlu / İsmail Özmel ve Eserleri Üzerine (Çağrı, 2000), Kibar Ayaydın / Niğde’de “Her Mevsim Bahar” (Hamle, 20.9.2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Prof. Dr. Nâzım H. Polat / “Türkçenin Rüzgârında” /  Önsöz (2004), Prof. Dr. Ali İhsan Kolcu / Modern Türk Şiiri-1, Şiir Tahlilleri (Konya 2007), Prof. Dr. Saim Sakaoğlu / Bir Taşralı Şairin Şiir Dünyası.” (Akpınar, Kasım-Aralık 2011), Yard. Doç. Dr. A. Vehbi Ecer / İsmail Özmel  ve Tarih (Akpınar, Eylül-Ekim 2012), Kibar Ayaydın / İsmail Özmel Şiirlerinde Yahya Kemal Tesiri ve İstanbul (Akpınar, Eylül-Ekim 2012), İdris Yavuz / Şiirlerle İsmail Özmel (Akpınar, Eylül-Ekim 2012), Prof. Dr. Nurullah Çetin / Şiir Tahlilleri-2 (Ankara, 2012), Mehmet Baş / İsmail Özmel Şiirlerinde Yaşam Sevinci (Akpınar, Ocak-Şubat 2013), Yard. Doç. Dr. Faruk Yılmaz / İsmail Özmel’de Medeniyet Kavramı (Akpınar, Ocak-Şubat 2013).

 

 

ATA BAR

Bu oyunu oynarken insan,

Ayaklar uzar, kollar uzar.

Büyür insan, tepe olur, dağ olur,

Bu oyunu oynarken insan.

 

Davul gümbürder, ses uzar.

Eller uzar, mendil uzar

Büyür yelken olur.

Sürükler deniz deniz,

Dalga olur yükselir gönüllere.

Fırtına olur, okyanus olur,

Bu oyunu oynarken insan.

 

Bu oyunu oynarken insan,

Ayakları gömülür yedi kat yere.

Başı Erciyes olur, Ağrı olur,

Çıkar bulutlar üstüne.

 

Bu oyunu oynarken insan,

Sıra sıra selviler yürür ormanda.

Dağ dağ, tepe tepe

İt ulutmaz olur, Toros olur.

Büyür sıra dağlar gibi,

Bu oyunu oynarken insan.

 

Sevdalanır ağaçlar, kuşlar, çiçekler,

Ruh olur, ölmezlik bulur,

Kayıtlardan kurtulur insan.

 

(Türk Dili Dergisi, Kasım 1995)

 

BOĞAZDA AKŞAM

Tiryakisiyim serinlikle gelen ilhamın

Bir fasıl dinleyerek dalmak hayale.

Kıyılar bir başka akşamüzeri,

Bir başka güzeldir Bebek, Tarabya.

 

Bir başka güzel boğazda akşam

Ufuklar hayallerle yarışır.

Sulara aksetmiş tarihle zaman

Yıldızlar dolaşır kıyılarında.

 

Rumelihisarı’nda bir deniz feneri

Uçuşan martılar, yüzen balıklar.

Bir türkü tutturmuş denize karşı

Veli’nin oğlu Orhan Veli

İstanbul’u dinliyor

Gözlerinden belli.

 

Yıllardan sonra bak elele

Yahya Kemal ile Babanzade.

Füsunlu şehirde, füsunlu bahçe

Şimdi hayat akıyor mavi Haliç’te.

 

Dostlar meclisidir her köşe burda.

Kimi Fatih’le konuşur, kimi Eyüp Sultan’la

Meğer asırların gördüğü rüya

Gerçek olmuş İstanbul’da.

 

(1990)

 

MUHAFAZAKÂR AYDIN ÖNCE AVRUPA MEDENİYETİ KİMİN? SORUSUNA CEVAP ARAMALIDIR

Muhafazakâr sanat olur mu? Muhafazakâr insan, muhafazakâr kesim derken neyi kastettiğimiz önemlidir. Kavramın bende uyandırdığı düşüncelere şöyle bir bakalım:

Muhafaza etmemizde toplumumuz ve şahsımız adına fayda mülahaza ettiğimiz şeyler nelerdir? Her güzel ve hayati konunun zemininde vatan ve bayrak vardır. Ondan sonra anlaşma vasıtamız Türkçe, aile, inancımız ve kültürümüz. Sonra milletçe beraber yaşamaktan ve kader birliği etmekten doğan, saygı ve sevgi ifadesi merasimler, âdetler ve toplumun gelişmesine mani olmayan, insani ve vicdani ölçüler içindeki gelenekler.

Bugün bazı kesimlerin muhafazakârlık anlayışında saydığım unsurlardan bazıları eksiktir. Sıkıntının bu eksiklerden kaynaklandığını sanıyorum. Her şeyi yerli yerine koyamamak, hayatı, ahlakı, ilmi ve sanatı aynı kefeye sıkıştırma gayretleri meseleyi çetrefil (içinden çıkılmaz bir hale)hale getirmektedir. Bunun temelinde düşünceyi ifade etme hürriyetinin yeterince kavranmadığı intibaını veren bir anlayışın etkisini görmemek mümkün değildir. Yani bazıları diyor ki sen hür düşünemezsin, çünkü düşünürken yanlış yapabilirsin. Ama seçimde oy kullanabilir, iktidarı tayin edebilirsin, sana güveniyorum. İktidarı seç diyorsun, ama düşünceye gelince, sen hür düşünemezsin, düşünsen de bazı kurallara uyman gerekli, ya değilse yanlış yapar, yanılırsın. Bunu nasıl izah edeceksiniz? Fikir hayatı yönünden insana güvenmiyorum mu demek isteniyor, yoksa çağla yarışı aklından çıkar mı demek isteniyor, bu konuda yeterince aydınlandığımı söyleyemem.

Belki de ben yanlış anlıyorum veya çok azlıktaki bir görüşü genele mi teşmil etmeye çalışıyorum, bu noktada kararsız kaldığımı söylemeliyim. .

Muhafazakârlığı dar ve sınırlayıcı anlamda anlayan ve kullanan kimseler için sanat konuları yasaklarla doludur. Heykel yapma, yaparsan da şöyle şöyle olmalıdır. Sanırsınız ki adam güzel sanatlar konusunda ciddi bir birikime sahip, kendi sahasında bir otorite ve değerlendirmelerine herkesin katılmasını adeta bekliyor. Sanatın konusu içine; mahiyeti ve malzemeleri dışındakileri karıştırmaya çalışırsan; ortaya bir sanat eseri değil belki bir sanat aşuresi çıkabilir. Bilmem aşure kelimesini yerinde kullanabildim mi?

Dünyaya, böyle; önceden tespit edilmiş katı kurallarla bakan; kaç insan iyi bir şair, iyi bir kompozitör, iyi bir ressam, iyi bir heykeltıraş olabilmiş? Sorulabilir. Bu sorulara olumlu veya olumsuz cevap da verilebilir. Ama insanın şu veya bu dünya görüşü ve kabulleri onu sanatın iklimine veya ülkesine dâhil edebilir mi diye sorulunca buna cevap verilmesi güçleşir. İnsanın felsefi düşüncesi ve inancı sanatsal yönünü anlamada, eserlerini yorumlamada ışık tutucu bir etkisi olabilir ama sanat varlığını ve birikimini ve eserlerini bu bağlamda görmeye ve değerlendirmeye kalkarsanız, sanat denilen şeyi ne derece kavradığınız münakaşa konusu olabilir?

Sanat eseri onu meydana getiren unsurların ve sanatkârın dışında bir gerçekliktir. Müstakil kişiliği vardır. Onu değişik zaman ve mekânlarda seyredenler farklı biçimde değerlendireceklerdir. Belki bazıları beğenecek, bazıları beğenmeyecektir. Beğenenler onu vücuda getiren sanatkârın anlayışına bakmayacak, belki yorumlarken bir detay olarak sanatkârın felsefesine, dünya görüşüne müracaat etmek ihtiyacı duyacaktır. Ama onun kişisel tutumu hiçbir zaman sanat eserine değer biçme miyarı olmayacaktır. Eseri yapıcı ve yaratıcısından tamamen koparmak da mümkün olmayacaktır. Mesela Necip Fazıl’ın Çile’deki şiirleri ona şairlik unvanını haklı olarak kazandırmıştır ama sonraki manzumeleri aynen yeni hüviyetinin bir yansımasıdır ama ne kadar şiir olduğu her zaman tartışılabilir diye düşünüyorum.

Bazı aydınlar, biraz da kendinden öncekileri aka çıkarmak için “son iki asırdır Batılının elindeki iktisadi ve entelektüel güç, kavramsal anlamda da iktidar sağlayarak zihnimizin istenilen kavramlarla kirletilmesine yol açmıştır”.(İbrahim Şahin, Türk Edebiyatı Dergisi, 464 sayı, s:15) diyerek bir sığınma, bir mağduriyet girizgâhı yapmaktadır. Bu ve benzeri mazeretler bizim okuma, anlama, yorumlama ve yazmadaki eksikliğimizi örtmemelidir. Böyle bir mantık, kalem ve fikir sahibi insanların gelişip yetişmesi için gerekli kültür, sanat ve eğitim ortamını yaratmaktaki gayretsizliğimizi, geç kalmışlığımızı, hoşgörüsüz fikir ve sanat anlayışımızın bir sonucu olduğu gerçeğini, gözlerden ne derece saklayabilir?

Muhafazakâr kavramı sadece dindar anlamında kullanılıp tarif edildiği sürece muhafazakârın sanatı çok sınırlı bir sahada gezinmek, estetik anlayışı da yine dar bir sahada gidip gelmek zorunda kalacaktır. Eğer şahsi inanç ve değerlendirmelerini sanat anlayışının dışında mütalaa ederek eserlerini; insan ruhunun derinliklerinde ve sanat dünyasının birikimleriyle yoğurabilirse; ancak o zaman belirli bir seviyenin üzerinde bir sanat eseri üretme ihtimali doğmuş olur. Yoksa din böyle emrediyor, ben de öyle yapmalıyım noktasındaki bir görüşün sanat dünyasına vereceği şeyler çok sınırlı kalır ve biz meseleyi yeterince kavramamaktan doğan eksikliğimizi başkalarına yüklemek gibi bir mazeretin arkasına saklanmaya devam ederiz. Geçmişte çok güzel örnekler varken bunlara bakmıyor ve taassup derecesindeki yasaklarla, yüzlerce yıl öncesine ait yorumların ışığı altında sanat konularına bakmaya devam etmek istiyoruz.

Muhafazakâr, önce Batı Medeniyeti konusunda bir vuzuha kavuşmalıdır.

Bazılarının Avrupa Medeniyeti, bazılarının Batı medeniyeti dediği bu birikimin sahibi kimdir, hiç düşündünüz mü? Avrupa deyince birçok devlet ve millet akla geliyor. Bu birikimin sahibi İtalyanlar mı, İngilizler mi, Fransızlar mı, Almanlar mı, İspanyollar mı, İsveçliler, Norveçliler, Belçikalılar, Avusturyalılar, Macarlar, Bosnalılar mı? Ya hiçbirisi veya hepsi desek bu bir gerçeğin ifadesi olabilir mi?

  Tarih içinde yaşamış ve adı halen kitaplarda bir medeniyetle beraber anılan ülkeler vardır. Mesela Çin, Hint, Mısır, Sümer ve Türk, Türk İslam Medeniyetinden söz açabiliriz. Daha kapsamlı bir kavram olarak Akdeniz Medeniyetinden bahsedenler vardır. Bu medeniyetler insanlık tarihine, bilim tarihine hiçbir şey katmamışlar mıdır? Yani yüz yıllardır süren bu birikimlerden bugünkü medeniyet birikimlerine ulaşmış, karışmış, katkı sağlamış unsurların esamisi okunmamalı mı? Mesela İbni Sina’nın( 980-1037), hele Tıp ilmine kazandırdığı eserlerin(Şifa Kitabı, Tıbbın Kanunu); bugünkü Tıp ilmine; hiç mi katkısı olmamıştır? Sorulduğunda 1700 yılına kadar batı üniversiteleri tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulduğunu söylüyoruz.

  Tarihin her döneminde, o döneme damgasını vuran bir medeniyet vardır. Aradan geçen bunca yüzyıla rağmen adını bugünlerde de andıran birçok yazar, düşünür ve bilim adamının bu medeniyete hiçbir katkısı olmamış mıdır?

  Göktürklerin, Uygurların, Anadolu Türklüğünün, tarih içinde büyük bir medeniyete vücut verdikleri görmezlikten gelinebilir mi? İbni Sina, Farabi, Harezmi, İbn Rüşt, Ali Kuşçu, Itri, Abdülkadir Meragi, Ali Şir Nevai, Yusuf Has Hacip, Kaşgarlı Mahmud, daha yakınlardan Piri Reis, Mimar Sinan, Cahit Arf ve diğerleri ilk akla gelenler. Bu arada Sümer Medeniyeti ile ilgili tuğla tabletlerin ve Türk Medeniyet tarihine ışık tutan Göktürk Yazıtlarının okunması konuları bir gelişme merhalesini temsil etmiyorlar mı?

  Akdeniz çevresinde yaşayan ve aralarında deniz yolu ile yakın ilişkiler kurulmuş ülkeler ve milletlerin beraberce vücuda getirdikleri bir kültür ve medeniyet ortamını oluşturduğunu inkâr edebilir miyiz? Akdeniz medeniyetine bizim katkılarımız ve diğer kıyısı olan ülke medeniyetlerinin hiçbir katkısı olmamış mıdır?  Böyle bir yoğunluğa ulaşmış verim bulutlarının İtalya’daki aydınlanma yağmuruna sebep olduğu, artık çoğunlukça kabul görmektedir. Konu üzerinde daha ayrıntılı durulabilir. Benim dikkatleri üzerine çekmek istediğim nokta Avrupa Medeniyeti deyin, Batı Medeniyeti deyin, bu çağın medeniyeti; yüzyıllar süren gayretlerin, birikimlerin sonucu ortaya çıkan bir sonuçtur ve bu medeniyette birçok ülkenin ve kültürün, bilim adamının emeği ve katkısı, göz nuru vardır. Onun için mevcut birikimlerin tamamına Çağın Medeniyeti desek daha gerçekçi konuşmuş olamaz mıyız?

  Avrupa Medeniyetinin temelinde akıl, deney, sanat ve estetik vardır. İslâmiyet’in ilme ve araştırmaya mani bir hükmü mü var? “İlim müminin yitiğidir, nerede bulursa alır”, “iki günü birbirine eşit olan ziyandadır,” “ilim Çin’de de olsa arayıp bulun, öğrenin” peygamber sözlerinden habersiz olanlara bir diyeceğimiz olamaz.

  İnsanlığın binlerce yıldır işlediği ve ürettiği bilim, sanat, teknoloji buharlaşıp gitmediğine, yazılı belgeler ve bilgiler olarak araştırmacıların emrinde bulunduğuna göre, bu kaynakları merak edenler arayıp bulmuşlar ve onlardan faydalanmışlardır. Verilen fedakârca gayretlerden habersiz gibi Batı Medeniyetini suçlayanlar, insanlığın çağlar boyu verdiği emek ve göz nurunu yok saydığının farkında mıdır acaba? Bu ilim denizine zaman içinde katkılarda bulunan fizikçi, kimyacı, düşünür ve sanatkârların içinde çok değişik dinden ve milletten insanlar yok mudur? İki yüz yıldan öncekileri yok mu sayacağız?...

  Çağın Medeniyetine katkı sağlayan, ilmi çalışmalara ve teknolojik gelişmelere imza atan bilim adamlarının en önlerde olanlarının şöyle hatırlanması yukarıdaki iddianın, araştırılmadan söylenmiş bir tez olduğunu ortaya koyar kanaatindeyim. Son atılımı sağlayan 200 yılın araştırmacılarının milliyetleri ve dinleri düşünülürse, bunların hepsinin bir milletten ve bir dinden olmadıkları görülecektir. Onun için Batı Medeniyeti batılıların demek acele söylenmiş bir iddiadan ibaret olduğunu kim inkâr edebilir?

  Bilim adamları, düşünce dünyalarını değişmez kurallarla bağlı saysalar, bu yeni bilgilere ve bulgulara ulaşmaları mümkün olabilir miydi? Onlar dini vecibelerini yerine getirmeyi, ilmi çalışmalar yapmaya mani saymamışlar, laboratuarında hür düşüncenin ve hür deneyin fısıldadığı hakikatleri de saygıyla karşılamasını bilmişlerdir. Bu faraziye bütün bilim adamları için geçerlidir. Arşimet, Newton gibi mucitlerin buldukları fizik kanunlarını herhangi bir inanca bağlamak ne derece gerçekçi bir yaklaşım olabilir?

  Sözün kısası bazılarının Avrupa Medeniyeti dediği, benim de çağın medeniyeti dediğim birikimler ve kazanımlar üzerine düşünmeye devam etmeliyiz. Meselenin ayrıntılarına uzandıkça, hiçbir emek zayi olmaz, insanlık, fedakâr bireylerinin ektiği güzel tohumların mahsullerini tatmıştır ve tatmaya devam edecektir.

Hangi tohum toprağa düştü de toprak gururlanmadı?.

Sanat insan ruhunun eseridir, onda çağların gelişip büyüttüğü estetik birikimler kullanılır ve bu estetik birikimler hiçbir kimsenin veya milletin tapulu malı değildir. Batıda son yüz elli-iki yüz yıldır gelişme gösteren medeniyeti, batılılara tapulamaya çalışan zihniyet bu kadar büyük ve tarihi bir birikimi onlara verirken benim ecdadımın kültür, fikir ve sanat olarak kattıklarından bir iz, işaret, bir rüzgâr yok mudur diye soracağı yerde, koca bir insanlık birikimini; birtakım kısır değerlendirmelerle; Avrupalıların adına tapulamaya kalkıyor. Bugün gördüğümüz ve öyle adlandırdığımız Avrupa medeniyeti insanlığın binlerce yıllık birikiminin bir sonucudur ve her derin kültür ve birikimin orada izleri, işaretleri ve katkıları vardır. Onun için Avrupa medeniyeti tabiri külliyen yanlıştır ve çağın medeniyeti dememiz gerekir. Bu yanlış değerlendirmelerin temelinde medeniyet kavramının derinliği ve genişliği ile düşünmeye ve yorumlamaya zaman ayırmamamızın etkileri büyüktür. Müstakil yorum verecek kadar meselenin üzerine gidilmemesinin etkilerini de görmezden gelemeyiz.

Bakınız musikiden bir örnek vereceğim. Meşhur bestekâr Sadettin Kaynak( 1895 -  3 Şubat 1961)  ölmez eserlerle musikimizi süslemiş, zenginleştirmiştir. Kimdir bu zat “Sultan Selim Cami Baş imamı ve Sultanahmet Cami İkinci İmamı ve Hatibi Meşhur Bestekâr Hacı Hafız Sadettin Kaynak” mezar taşında bu kayıtları görüyoruz. 42 makamda 330 eser bestelemiş. Önümüzde buna benzer birçok örnek var ve bu vadide çok da başarılı olmuşlardır. Bu başarı nasıl elde edilmiş? Nasıl olmuş dinî müzik ile din dışı müziği birlikte yürütmüş, her ikisine de kendi şartları ve kuralları içinde bakmış, bir takım peşin hükümlerle sanata sınır koymamıştır. Sonunda musikimiz büyük eserler kazanmıştır.

Her güzel şey kendi ikliminde gelişir. Önemli olan o iklimi kurabilmek ve yaşatabilmektir.

 

NE GÜZELSİN BOĞAZİÇİ

İnsan durak, yollar zaman

Millet baki, cennet vatan

Sevda akar boğazlardan.

 

Adım adım ayak ile

Yudum yudum bardak ile

Ne güzelsin Boğaziçi.

 

Tarih deniz, insan balık

Martı rüzgâr, gönül kayık

Köpük sarhoş, dalga ayık.

 

Selâm veren eller ile

Sözü tatlı diller ile

Ne güzelsin Boğaziçi.

 

Gönüllerden dudaklara

Kıyılardan uzaklara

Miras kaldı çocuklara.

 

Çınardaki yaprak ile

Çevrendeki toprak ile

Ne güzelsin Boğaziçi.

 

 

Boğaz rüzgâr, köprü kanat

Kız kulesi şahlanan at.

İstanbul hâ, ruh ve sanat.

 

Eyüp’teki toprak ile

Yelkendeki bayrak ile

Ne güzelsin Boğaziçi.

               

(1988)

 

SANATIN DİLİ

Sanatın dili, kullandığı malzemelerle sınırlı değildir.

Sanat, kullandığı malzemelerle konuşur.

Sanatın konuştuğu dil, malzemelerin ötesinde bir alfabeye, sınırsız bir ifade gücüne sahiptir.

Sanat eseri, bir rüzgârlanmanın eseridir. Onun için gerekli iklimi yaratmak ancak bir sanatkârın üflediği ruhla mümkündür. Ancak sanatkârın bir hürriyet ve kültür ortamında, ısrarla ve sabırla yürüttüğü çalışmalar sonucunda bu rüzgârlanma sağlanabilir. Bir bitkinin vasıflı yetişmesi için gerekli ortamın hazırlanmasının zorluğunu düşünürsek bir sanatkârın yetişmesi için gerekli hoşgörü ve hür tefekkür ortamının hazırlanması ne kadar çok ve yoğunluklu bir birikime ve zamana ihtiyaç gösterir, elbette düşünmeye değer bir konu…

Bir mimarî eseri düşününüz: 300–500 yıl önce baş mimarın tasvibiyle planı gönderilmiş bir abidenin, plana uygun şekilde yapılması kolay bir iş midir? Önce yer seçimi var, sonra yer sağlamlığının tespiti ve sonra da ustaların işe koyulmaları…

Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin bize hediye ettiği eserleri alıcı gözüyle seyretme ve inceleme imkânınız oldu mu? Somut bir örnekle işe başlasak ve biraz da sesli düşünsek ne dersiniz?

Niğde’nin Kale mahallesindeki Alâeddin Camii’nin doğuya bakan taç kapısına varalım: Mimarın, planına uygun yer olarak şehrin bu mutena zirvesini seçmesi bir tesadüf olabilir mi? Yüzyıllar sonra bir sanat tarihçisi: “Bir şehir kurmak için seçilen bu yer idealdir.” diyecektir. Biz de ebediyete intikal edebilecek ölümsüz bir mimarî eserin yapılması için seçilen bu tepenin, Niğde’nin en göz alıcı ve göz doldurucu siluetini süsleyecek bir noktanın seçilmesi de bir ileri görüşün eseridir ve burası, bu şehre ölümsüz bir abide yapmak için fevkalade isabetle seçilmiş bir mekândır.

Böyle nadide bir tepeye yapılacak camide kullanılacak taşın da kendi çapında özellikleri olan bir taşkestiden (taşocağı) getirilmesi gerekir. Şehrin batı yakasını bir duvar gibi kuşatan ve Kayardı Bağları’ndan ayıran Kayabaşı, adı üzerinde, nadide sarı taşların kesildiği karşı yaka gezilir. Her biri taş bilimcisi, sertlik derecesi, dayanıklılığı ve işlenme kabiliyeti değerlendirilir.

Deneyler olumlu sonuç verince karar verilir: Taşların kesilmesi buradan yapılacaktır. Asıl meseleye sıra gelince, bu büyük kitle halindeki taş blokları, bu tepeden öbürüne nasıl ulaştırılacak? Öyle ya, orta yerde şehrin evleri ve mezarlıkları bulunuyor. Kayabaşından aşağıya kaydırılarak, tomrukların üzerinde yuvarlanarak götürülebilir; ama Alâeddin tepesine çıkış nasıl olacak? Toprak cılga yol, mandaların çekeceği kızaklar üzerindeki taşların taşınmasına imkân verecek mi?

Bir taraftan temeller kazılıyor, bir taraftan temelin büyük köşe ve bağlantı taşları geliyor. Bir yandan yapının toprak üzerinde kalan kısmının seçme malzemeleri, büyük parça taşları getiriliyor, Öküz ve mandaların çektiği kağnılar, şehrin batısındaki (Kayabaşı) Taşkesti mevkiinden kesilen sarı taşları, gacur gucur çekip getiriyorlar. Temelciler, temelleri şekillendirmeye devam etsinler, kapı söveleri ve kubbeyi ayakta tutacak sütun kasnağında görev alacak taşların işlenmesi ve birbirleri ile kaynaşması nasıl olacak? Bu soruları sorarken mimarın proje ile, kalfaların ve ustaların taşlarla nasıl anlaştıklarını düşünüyorsunuz. Ben de işte bu noktada sesli düşünüyorum:

Usta, taşlarla nasıl anlaşıyor? Hangi dili, hangi alfabeyi kullanıyorlar acaba? Elinde kalemi ve keskisi ile taşlara şekil vermeye çalışan usta, malzemelerin ötesinde bir şeyler meydana getirdiğinin farkında mıdır? Meydana gelen yeni şekiller, ustada bir tatminin kapısını aralıyor mu? Hem cami kapısının bir yerine uygun vasıfta bir taş yontuyor, hem de o taşların, bir araya geldiklerinde kapı aynasını meydana getireceğini biliyor. Bu taşlar bir araya gelirken, el ele tutuşurken nasıl anlaşıyorlar, tercümanları kim ve bu dili kimden öğreniyorlar; belki ustanın bunları düşünmeye vakti olmamıştır. Bu taşların da insanlar gibi, belki meraklıları vardır. Nereden geldiğini, burada nasıl yer aldığını, ustayla bir akrabalığının olup olmadığını, buradan sonraki hayatı hakkında birtakım hayalleri olup olmadığını sormuştur.

Taşlar; adım adım, sıra sıra, sabırla ve gayretle yerleştirilince gözler önüne görkemli bir cami kapısının dikildiğini görenler, kim bilir ne değerlendirmeler yapmışlar; bu yüksek ve geniş yapılı kapı aynasının uzun zaman dayanmayacağını, taşların iyi oturtulmadığını düşünmüş de olabilirler. Yapıyı savunanlar, ustanın ustalığından, mimarın tecrübesinden ve bilgisinden, seçilen taşların vasıflarından bahsederek ne diller dökmüşlerdir, kim bilir…

Cami kapısı, taşlar öyle şekillenmiş ki gelen ışığı ayna gibi yansıtıyor. Hatta her yılın haziran ayının 10’u ile 20’si arasında saçları omuzlarına dökülmüş bir kız silueti gözlerde tecessüm ediyor. Öyle bir işleme ki bir dev kahraman için, ona yaraşan bir boy aynası… Konunun uzmanları için okunacak bir kitap, eli kalem tutanlar için çizilecek resim, bir mimar için kültür tarihimizin mimarî yolu ile yaşattığı bizim iklimimiz, bizim zevkimiz… Tarihin derinliklerinden getirdiğimiz, Baş Mimar Mimar Sinan’la zirvesine ulaşmış Türk mimarî sanatının seçkin örneklerinden birisi.

Taşlar kendi diliyle konuşur, diyebilir miyiz? Taşların dil bildiğini hiç duymadım. Ama kapıdaki yerini alınca bu manzara, bir şeyleri bize söylemiyor mu? Bu şekillenmiş taşın dili ise bu dili ona öğreten kimdir? İşte elinde keskisi, kalemi ve iyesi ile yapının ustası karşımıza çıkıyor. Konuşmanın kelimelerini bu elindeki basit aletler mi öğretiyor, yoksa onlara konuştukları dili, sanatın dilini öğreten usta mı? Burada diyebilir miyiz; sanat eseri, sanatkârla malzeme arasındaki söyleşinin sonucunda doğmaktadır.

Eser tamamlanınca artık müstakil bir kişiliğe kavuşur ve adı Alâeddin Camii olur. Mimarından, ustasından ayrı bir isimle çağrılır.

Başka örnekler de verilebilir: Leonardo Da Vinci’nin La Jakont’unu, ellerini göğsünün altında bağlamış müşekkel bir kadının resmi olarak tanır ve bilirsiniz. O ameliyat masası resmi var ya, bakınız, ressamını hatırlayamadım, ama o masadaki hastaya bakan hekim, gözlerinin ışıltılarının aydınlattığı ameliyat masasını nasıl unuturum? Çünkü sanatkâr, ona sanatının ruhunu üflemiş ve ona bir kişilik kazandırmıştır. O, artık kâğıt ve kara kalem çizgiler, seyredenle tablo arasındaki konuşmayı öğrenmiş ve resim sanatının dili ile herkese, anlayacağı kadar bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Bir başka örnek: İstanbul’daki, Edirne’deki ve Rodos’un güneyindeki Mimar Sinan camilerini hepimiz hayranlıkla seyrederiz. Onların bir sanatkârın eseri olduğunu unutur, taş anasından ve sanatkâr babasından cami olarak doğduğunu sanarak ve bir sevgili yüzü okşar gibi, o duvarlara ellerimizi sürerek okşamak aklımızdan geçmiyor mu? Ne dersiniz?

Bu sevimli taşların kurduğu mabetlere ellerimi ve gözlerimi sürmek; buradaki havayı, yüreğimi titreten ihtişamı ve güzelliği nasıl anlatabilirim, diye düşünürken ne dedim, biliyor musunuz? Ben bu abideleri seyrederken bambaşka bir doyum ve tatmin buluyor, böyle eserlere vücut vermiş büyük sanatkârların torunları olmaktan da tarifsiz bir mutluluk duyuyorum. Bu, yaşanacak ve bitmeyen bir sevgi seline ilâve olacak bir ırmaktır. Diğer benzerleriyle bir araya gelerek Türk mimarisini, iklimini ve ihtişamını kurmuşlardır.

Bu abidelerin taşlarını babamın, annemin ve öğretmenimin ellerini öper gibi öpmek geliyor içimden.

(İsmail ÖZMEL. Denemeler ve Yorumlar. Salkımsöğüt Yayınları. Nisan-2010, s:122)

 

ŞEHİR VE MEDENİYET

Şehir ve medeniyet bahisleri üzerinde ne kadar durulsa azdır. Çünkü bu mesele her seviyede bir duruşun analizidir. Çağın ulaştığı seviyeye ulaşılsa bile bu yorumlar devam etmelidir.

Şehrin uzak bir semtinden merkeze doğru yürüyen bir kimseye sorsanız, nereye gidiyorsun diye, şehre iniyorum, dediğini hatırlayınız. Onun gözünde şehir, merkez mahallelerinden ibarettir. Kenar semtler, varoşlar şehirden sayılmaz. Aradan geçen 20-30 sene varoşların bir kısmını da şehirden sayıyor. Yol, ulaşım kolaylıkları, okul, kütüphane, sinema, tiyatro ve eğlence, güzel konuşma, güzel giyim kuşam, saygılı davranış onları da şehrin sınırları içine taşıyor. Demek ki merkezden çevreye doğru bir gelişme var diyebiliriz

Anlaşılıyor ki, okuryazarlık, bir sanat öğrenme, müzik konseri, sergi yeri derken merkezin bazı adap ve erkânı, bilgi ve kültür, konfor malzemelerini kullanmasını öğrenmek ve kullanmak gibi birikimler onu şehir sakinleri arasına katar. Bazen bu samimi bir eğitim ve gayret ile yani seviye hak edilerek kazanılır. Bazen de görünüş şehir havasında ama diğer insanlarla, aile fertleri ve arkadaşları, komşuları, apartman komşuları ile münasebetlerde, konuşurken, şakalaşırken işin yakası açılıyor ve haliyle görüntünün kabukta, şekilde kaldığı, ailenin ferdin daha şehir havasını teneffüs edip hazmetmediği, içine sindiremediği gerçeği ortaya çıkar.  

Bir şehre hüviyet kazandıran, kişilik kazandıran bir genel görüntü vardır. Bunlar şehri çepeçevre kavrayan bitki örtüsü, şehrin ana caddeleri, hatta sokaklarını süsleyen bitkiler, çınarlar, Akçaağaçlar, salkımsöğütler, gül asmaları, yer ve saksı çiçekleri, şehri semt semt bezeyen mimarî eserler, kültürel ve sanatsal birikimlerin dışa yansıması… Orada yaşayanların giyim kuşamları, birbirlerine olan ilgileri, okuryazarlık ve kültür seviyeleri, çocukların, yaşlıların, kadınların ve erkeklerin diğer insanlardan gördükleri muamele orasının bir şehir sayılıp sayılamayacağına, oturanların ne kadar şehirli sayılacağına dair bize bir kanaat verir.  

Burada yaşayan insanlar, bu çevre, bu renkler, bu siluet, bu ufuk aydınlığı veya donukluğunun ne kadar farkındadır?... Bu müktesebat çoğu zaman o şehrin sakinleri tarafından değil de, diğer illerden, diğer muhitlerden gelenlerce hissedilir ve ifade edilir. O şehrin sakinlerinin çoğu şehrin birkaç noktasına dikkatlerini teksif etmişler ve şehrin tamamına bakmayı ihmal etmişlerdir. Dışarıdan mesela komşu ilden gelen; şehir ve medeniyet konularına gönül vermiş insanların dikkatli bir nazarı; şehrin mümeyyiz vasfını teşhis eder ve bir değerlendirme yapabilir.

Bu yapısal ve kültürel birikim bugün yaşayanlarca ne derece bilinmekte, ne derece takdir edilmektedir. Bu konularla ilgileri ne kadardır? Cetlerinden kaldığı, korumaları ve sahiplenmeleri gereken, tarihin ve medeniyetin kazandırdığı zenginlikler olduğunun farkındalar mı?

Şehir ile orada halen yaşayan insanlar arasında bir ahenk; bir uyum varsa, onlar böyle bir şehirde yaşamaktan mutlu oluyorlarsa, orada kültürün ve medeniyetin dengeli bir sentezini gördüğümüzü rahatlıkla söyleyebiliriz. Ben bu ahenge ve güzelliklere bizim iklimimiz, bizi yaratan ve besleyen Anadolu iklimi diyorum, birbirine saygılı, yardımlaşan, kadir kıymet bilen Anadolu insanı...

 

YOL AKLIMA DÜŞER

 

Yol aklıma düşer

En olmadık zamanda.

Aklımı çeler bir vuslat demi.

Beni çağıran hakikat

Göz kırpan bir sevgili.

 

Yol aklıma düşer

Gerçekle yüz yüze zaman.

Kimi, beyin dehlizlerinde bir kuyumcu

Kimi, mavi ufukta bir ressam.

 

Yol aklıma düşer

Hakikat  peşinde insan.

Bir tefekkür, bir arayış

Bir özlemdir yağmurla buluşan.

 

En olmadık zamanda

Sen dertlere derman ararken

Bir teselli çıkar ortaya,

Selâmlarsın sabah aydınlığını.      

                            

(2000)

                                     

 

YUNUS EMRE İNCELEMELERİNDE BİR METOT DENEMESİ

 

(Kültür ve Turizm Bakanlığının YUNUS EMRE adlı kitabı vesilesiyle)

 

                                                            İSMAİL  ÖZMEL

 

            Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın editörlüğünde Kültür ve Turizm Bakanlığının Anma ve Armağan kitaplar Dizisinden 2012 yılında Ankara’da yayımlanan YUNUS EMRE adlı hacimli (498 s.) eserini okuyorum. Bu eserde:

            Tuncer Baykara “Yunus Emre Anadolu’sunda Siyasal ve Toplumsal Ortam”,

            Ahmet Kartal ““Yunus Emre Anadolu’sunda Kültürel ve Entelektüel Hayat,

            Semih Tezcan ”Eski Anadolu Türkçesi ve Yunus Emre Şiirlerinin Dili Üzerine,

            Semih Tezcan “Yunus Emre’nin Adı”,

            Turan Alptekin “Üç Yunus, Yunus Emre-Âşık Yunus-Bizim Yunus”,

            Ahmet Yaşar Ocak “Yunus Emre: 13-14. Yüzyıllar Arasında ‘Bir Garip Derviş-i Kalender-reviş’ Yahut Önce Kendi Zaman ve Zemininin İnsanı”,

            Haşim Şahin “ Yunus Emre’nin Şeyhi Taptuk Emre”,

            Turan Alptekin “Yunus Emre Dîvanı ve Risaletü’n Nushiye’si”,

            Mustafa Kara “ Yunus Emre’nin Tasavvufî Kavramlar Dünyası”,

            Ahmet T. Karamustafa “ İslam Tasavvuf Düşüncesinde Yunus Emre’nin Yeri”,

            Turan Alptekin “Alevi ve Bektaşi Edebiyatında Yunus Emre”,

            İlhan Başgöz “Yunus Emre, Türk Folkloru ve Halk Edebiyatı”,

            M. Sabri Koz “Halk Kültüründe Yunus Emre”

            Beşir Ayvazoğlu ‘“Her Dem Yeni Dirlikte” Cumhuriyet Sonrası Yunus Emre Yorumları’, Onur Bilge Kula “Yunus Emre’de Çoğulluk, Tolerans ve İnsancılık İdesi” bölümlerini kaleme almışlardır.

             Bu eserin Sunuş yazısını okurken bir takım çağrışımlar beni bazen olduğum noktadan başka noktalara taşıdı. Bu çağrışımların, yorumların ışığı altında, kendi kendime “Yunus Emre araştırmalarında başka hangi metotları deneyebiliriz? Sorusunu sordum. Cevaplarımı kısa kısa arz etmek istiyorum.

            1-   Yunus Emre şiirlerini; konularını esas alarak; bir tasnife tabi tutabilir miyiz?     Birkaç divan yayınlanmıştır ve fakat konularına göre bir tasnife rastlamadığımı söyleyebilirim. Bu çalışmada dünya ile ilgili, ahretle ilgili, dini yanlış anlayanlarla ilgili, bade içmesi ile ilgili şiirler bir tasnife tabi tutulsa, onu anlamakta kolaylık sağlayabilir mi diye düşündüm.

            2-   Bu şiirler önce kelimesi kelimesine nesre çevrilse, okuyanlar asıl muradın ne olduğunu anlamaya çalışsalar. Sonra bu şiirleri; kendi anlayışımıza göre; yorumlasak. Bu çalışmada başka anlayış ve yorumları da naklederek, hangi görüşün öne çıktığını veya çıkması gerektiğini göstersek.

            3-   Biliniyor ki Yunus Emre, sadece bir mutasavvıf şair değildir, İslam’ın temel değerleri, insanlık, ilim ve hayatla ilgili yorumlar veren ve bu görüşlerini bazen tüllerle örtülü, bazen de apaçık ifade eden; yıldızlar kadar parlak, Türkçenin ahenklerle dolu anlatımı ile ve şiir diliyle bizlerin anlayışına ve vicdanına miras olarak bırakmıştır. Biz, yedi yüz yıl sonra onu insanlığın istifadesine sunarken çok mu geç kaldık diye kendi kendime hayıflanıyorum.

            3-   Yunus Emre’yi yetiştiren kültür, medeniyet ve edebiyat ortamı hakkında neler söylenebilir? Bu eserde böyle bir deneme yapılmıştır. Yalnız onu okuyucularının farklı değerlendirmelerinden rahatsız olarak adeta Yunus Emre üzerine yapılan ve yapılacak yorumlar kısıtlanmak istenmiştir. Yani Yunus bizim dediğimiz gibi anlaşılır, her önüne gelen yunus Emre yorumu yapamaz gibi bir sonuca ulaşan cümleler var. Belki maksadını aşmış beyanlar olabilir veya biz yanlış değerlendirmiş olabiliriz.

            5-    Yunus Emre; dört başı mamur fikri ve edebi bir zirve olarak; yapayalnız yetişmiş olabilir mi? Onun iman ve aşk, hayat ve ölüm konularını bu kadar güzel terennüme imkân veren kültür ortamı yalınkat bir ortamın değil, Anadolu’da yaşayan en az dört- beş neslin gayret ve çalışmaları ile kurulan bir kültür, iman, edebiyat ve medeniyet ortamının mahsulü olabilir. Uzun süren bir yerleşik hayatın ve dünyayı ve ahreti denge içinde götüren Türk milletinin o zamanki ulaştığı genel anlayış, hür düşünce ve iman bahisleri üzerinde etraflı bir şekilde durmak, tarihi, medeni ve edebi birikimimizi kullanarak böyle bir şiirin nasıl zengin bir kültür ve dünya görüşünün sağladığı atmosfer içinde hayat bulabileceğini düşünmemiz gerekir. Bunu, üzerinde durulması gereken önemli ve derinlikli bir mesele olarak görüyorum.

            6-   Yunus Emre şiirleri yaşadığı çağa ne kadar etkili olmuştur? Ne kadar anlaşılmış ve nasıl karşılanmıştır?            Yöneticiler nasıl karşılamış, çağdaşları kimlerdi, onlarla varsa konuşmaları veya etkileşimleri nasıl olmuştur? Öyle fars şairi filanı okumuş muydu gibi iddialar ortaya atmaktansa; milli hazineye sahiplik şuuru içinde; onun yarattığı iklimin azametini ve derinliğini tasavvur ederek, bahanelerle küçültmeye kalkmadan, sabırla ve vukufla anlamaya çalışarak ve her noktada; 800 yıl öncesi hakkında konuştuğumuzu unutmadan; bu şiir ve tefekkür zirvesini anlamaya çalışmalıyız. Yunus’un etkilerini kelimelerle ifade etmenin zor olduğunu kabul edelim. Böyle bir yorumu yapabilmek için Kültür Bakanlığının yayınladığı Yunus Emre adlı eseri dikkatle okumak ve eserin birçok kalem sahibinin ayrı bölümler halinde yazdıklarını da düşünerek varsa çelişkileri, ilgisiz konuları ve noktaları da gözlemleyerek; ondan ilham almanın faydalı olacağını söyleyebilirim.

            7-   Yunus Emre şiirlerinin yaşadığı çağ şiirine ve sonra gelen şair kuşaklara ne derece etkili olmuştur? Bugünkü şairlerin Yunus Emre’den alacağı ilham, hikmet ve öğütler nelerdir, gerek ahlaki gerekse şiirsel olarak, ulaşılan söyleyiş özellikleri de belirtilerek, bunların yeni nesillere ulaştırılması sağlanmalıdır diye düşünüyorum.

            8-    Yunus Emre’nin, İslam’la birlikte gelen Arapça kökenli kelimelere Türkçe karşılıklar bulmasını ve bunları şiirlerinde kullanmasını nasıl anladığımızı yorumlamalıyız. Şiirlerinde cennet kelimesi yanında uçmak ve benzeri Türkçe kelimeleri kullanmasının anlamı ve niyeti üzerinde durmadan bir değerlendirme eksik olmaz mı? Türkçe karşılıklarını yaşatmak ve dilin yabancı kelimelerle yozlaşmasını önlemek, diğeri de genel gidişata uyum göstermek için ikisini de kullanmıştır şeklinde değerlendirmek neyimize zarar verir? Dil bilimcilerin Yunus Emre şiirlerinde dil konusunu objektif bir şekilde çalışmalarında fayda vardır.

            9-         Edebiyat metinlerinde ve şiirlerde bazen okunamayan veya kaybolmuş mısralar yerine şairin şiir anlayışı ve kelime hazinesi göz önünde tutularak metin tamirleri yapılır. Bu metot hayat hikâyelerinde de uygulanabilir diye düşünüyor, müphem ve karanlık dönemlerin hayat hikâyesi, kültür ortamı, yaşadığı hayatın standardı, tarih ve kültür tarihi bakımlarından elde edilen bilgilerden de yararlanarak mümkün olduğu nispette berrak bir hayat hikâyesi yazmak çok mu riskli olur ne dersiniz? Bunu çeşitli zamanlarda, çeşitli yazarlar; kendi anlayış ve bakış açılarına göre; yapabilirler, yapmalarında da bir sakınca olacağını düşünmüyorum. Bu bakımdan Yunus Emre’nin hayat hikâyelerindeki farklılıklar zaten vardır, belki bu yorumlar birçok Yunus Emre romanına da vücut ve ilham verebilir diye düşünüyorum. Bunu temenni de ediyorum. Çünkü bizim kültürümüzün çok geniş bir yorumu ve dünya görüşümüzü şekillendiren köklü edebi ve kültürel unsurları ihtiva eden bu şiir dünyası, bizim kültür ve edebiyat dünyamıza, duygudaşlık ve insanlara hoşgörüyle bakmamıza daha donanımlı olmamıza katkı sağlar diye düşünüyorum.

            10-   İçinde bulunduğumuz edebiyat ve kültür ortamından bile siyasi faydalar çıkarmaya çalışan anlayış; sanırım önümüzdeki dönemlerde rahatlayacak ve bu konuların bütün zamanlarımızı kuşatan kuşaklar olacağını; küçük politika hesaplarının dışına çıkılacak ve millet ırmağının bel kemiğini teşkil eden bu kültür-Türkçe konuşan ve Türk gibi bakan, üzerinde yaşadığı vatan coğrafyasının mayasını kuran, değerini bilen - yeniçağa öncü olacak anlayış, hoşgörü medeniyetinin unsurlarını daha titizlikle ve yapıcı unsurlarla bezemeye daha başarılı bir şekilde devam edecektir.

            11-   YUNUS EMRE’Yİ KENDİ ANLAYIŞI İLE YORUMLAMAK

            Kendisini Yunus Emre uzmanı olarak kabul eden bazı kalem sahiplerinde bir telaş görüyorum. Sanki biri gelip Yunus Emre’yi elimizden alıp kendi vadisine götürüp oraya hapsedecek; bizi de Yunussuz bırakacakmış gibi; korkuyla karışık bir telaş hissediyorum. Herkes Yunus Emre hakkında yazamazmış ve bu amatörler hep yanlış anlıyor ve yanlış anlatıyormuş, bundan kültürümüz ve edebiyatımız kadar Yunus Emre de zarar görüyormuş. Bu iddiaların gerçekle bir ilgisi olamaz. Yunus Emre pınarından herkes, o iddia sahipleri de dâhil, ellerindeki tas dolusu kadarını alıyorlar ve onu anlatmaya çalışıyorlar. Yok, benim elimde tas değil testi var diyenler de o kadarını anlatıyor. El elden elbette üstündür ve saygıyla karşılamak gerekir.

            Bu tarz bir yasağı koymayı düşünenlerin niyetleri muhakkak ki Yunus’u en iyi şekilde anlamak, anlatmak ve gelecek nesillere ulaştırmaktır. Mesele bu noktaya gelince şu değerlendirmeler yapılabilir:

            Siz Yunus Emre’yi bütün yönleri ile anlatmaya çalışıyor musunuz? Yoksa kendi anlayışınıza; Yunus Emre’yi mahkûm etmek; hapsetmek mi istiyorsunuz? Bırakınız Yunus Emre dostları, hayranları ve okurları anladıklarını yazsınlar. Konunun uzmanları da bildikleri gibi yazmaya devam etsinler. Yunus Emre 750-800 yıldır Anadolu’ya,  Türklüğe meşale olmaya devam ediyorsa, onu herhangi bir şekilde sınırlamanın bir faydası olmayacağını, bunun mümkün de olmadığını bilmek durumundayız. Onu şiirleri ve duyguları dışında değerlendirmek de mümkün değildir. Onda tek renk görmek isteyenler de Yunus’u yeterince anlayamadıklarını bilmelidirler. O bizim şiirimizin ve kültürümüzün en önemli üstatlarından ve zirvelerinden birisidir.

            Yunus Emre şiir ve duygu köşkünde herkes seccade serip oturacak, mutlu olacak bir yer buluyorsa, (Vatan Toprağı gibi) bu ancak bir iftihar vesilesi olabilir. Yunus Emre’nin sınırlı bir anlayışa, sınırlı bir yere, bir mekâna sığdırılması mümkün değildir. 800 yıldır ONUNLA BERABER MUTLU YAŞAMIŞSA BU MİLLET, BIRAKINIZ, BU KUTLU VE MUTLU BERABERLİĞİ YÜZLERCE, BİNLERCE YÜZYIL SÜRDÜRMEYE DEVAM ETSİN.

            Vatan toprağı gibi Yunus Emre de her vatandaşımız için bir övünç, bir mutluluk kaynağı olmaya devam etsin. Onlara sahiplik şuuru ve huzuru içinde yaşasınlar.

 

BENİM GÖZÜMDE İSMAİL ÖZMEL

Yazı hayatının 50. yılında Niğde Üniversitesi ve Yazsanbir’in ortak çalışmasıyla anılan Sayın Özmel Paneli hakkında Fırat Ensari, yazdı.

 

Okumak, düşünmek, yazmak, yayınlamak, bu ne tatlı bir susuzluktur. Her yeni kitapta susuzluk bir parça diner gibi olur. Zaman onu tekrar yakalar; o ihtiyaçlar o tahminler ve arzular dünyasına çeker.

Susuzların pınarlarına koşmasına benzer bir iştiyakla, gönülden ve tarifsiz güzel duygularla o muhayyel vahaya döner. Arının kovanla çiçek arasındaki serüvenine benzer bir görüntü içinde. Bal yapmak istiyor ve çiçek farkı gözetmiyorsa, elbette bir gün başaracak, bayrağı zirveye dikecektir.

Sihirli zaman adlı deneme kitabında yukarıdaki satırları yazan Sayın İsmail Özmel, çiçek farkı gözetmeksizin bal yapmak isteyen bir arı misali üretip, düşünüp, yazıya dökerek insan ömrünün ciddi elli yılını yazı hayatına vererek düşünce ve gönül dünyamıza hitap ediyor.

Yazı hayatının 50. yılında Niğde Üniversitesi ve Yazsanbir’in ortak çalışmasıyla anılan Sayın Özmel, yazı ve düşünce dünyasına emek verilenlerin pekte takdir görmediği günümüz dünyasının vefasızlığında, eserleriyle ve edebi kişiliğiyle tartışılırken, hala üreten dimağıyla değme gençlere taş çıkartan bir enerjiyi de taşıyordu.

Şiirlerinde halk bilimi dünyası, bir kültür adamı olması sıfatı, medeniyet kavramı, şiirlerindeki Yahya Kemal tesiri ve İstanbul, eserlerindeki yaşama sevinci ile anılan Sayın Özmel, aynı zaman da mevsimlerin şairi olarak da anılıyordu.

50 yıllık bir zaman aralığına değil esasında koca bir ömre sığan yazarlık ve şairlik eyleminin baş uygulayıcısı ve emekçisi olan üstadı, bir panele veya gazete köşesine sıkıştırmak elbet haksızlık olur…

"Kemal için koşan ruha
Sevgi sade bir basamaktır
Hayal yetmez bu vecd ile
Asıl olan yaşamaktır.”

diyen üstadın yaşama bakış açısı bir ölçü olurken,

"Beraberlik mukadderse bir gün inan ki etmem tasa
Ölüm, korkunç değildir, yalnız dosttan ayırmasa”

dizeleriyle ayrılığı tanımlayan ama eserleriyle hep yaşayacak olan üstada daha nice verimli yıllar dilemek yüreğimizden geliyor ve bir paragrafta kentin üniversitesine açmak istiyorum.

Kentin her tür platformda tanıtılıp, yetiştirdiği değerlerini korumasında öncülük etmekten hiçbir zaman elini taşın altına koymaktan çekinmeyen Niğde Üniversitesi’nin, Yazsambir ile ortak panel düzenleyerek, yaşayan değerlere sahip çıkması gerçekten gurur verici.

Niğde Günlerinde 60 kişilik bir ekiple Başkentte Niğde’nin yüz akı olan üniversitenin bu çabalarını es geçmemek gerekliliğine inanarak, Rektör Sayın Adnan Görür nezdinde emeği geçen ve bundan sonra da geçeceğinden şüphe duymayacağım herkesi gönülden kutluyorum…

 

Fırat Ensari, yazdı... 

(defterk’dan alınmıştır.14. 11.2012)

 

Yazı hayatının 50. yılında İsmail Özmel. Bir ömür edebiyat, kültür, sanat vadisinde yürüyüş. Şiirin ellerini bırakmayan bir şair. Niğde’den sesleniyor.

Liseli yıllarım. Okul kütüphanesinde kitapların, dergilerin dünyasında gezinir iken “Çağır da Geleyim Güzel İstanbul” isimli şiir kitabını gördüm ve bir merak ile okumaya durdum. Hayat hikâyesinde geçen “Niğde’de doğdu” ifadesi yabancısı olduğum şaire bir adım daha yaklaşmamı sağladı.  Sonra Niğde’de yaşadığını, avukat olarak görev yaptığını öğrendim. Artık benim için bir takip süreci başladı.  Bir vakit bürosuna kadar gelmiş ve kapıdan göz ucuyla bakmıştım. Şair çalışıyordu ve genç okurundan şimdilik habersizdi. Çekingen, utangaç bir halet-i ruhiye içinde hemen oradan uzaklaştım.  Şiirlerini bir dönem Türk Edebiyatı ve Türk Dili dergilerinde okudum. Sonraki zamanlarda şair İsmail Özmel’in diğer kitaplarını da edindim. Eserleri sayesinde daha yakından tanımaya başladım. Gel zaman git zaman İsmail Özmel ağabey ile görüşmelerimiz, buluşmalarımız arttı. Edebiyat, tarih ve sanat üzerine sohbetlerimiz oldu. Her hafta sonu bir araya gelip olup bitenleri konuşur; duygu-düşünce ikliminde paylaşımlarımız olurdu. Dergi çalışmaları, kitap çalışmaları, kültür etkinlikleri… Şunu özellikle belirtmek isterim ki derdi edebiyat, sanat, tarih, kültür olanların Niğde’de uğrak yeri İsmail Özmel’in bürosudur. Niğde, Yeni Çarşı’da güzellik, iyilik adına bir buluşma yeridir o mekân. Bir yazıevi, edebiyatevi dense yeridir.(Murat Soyak’ın yazısı)

***

(defterk’dan alındı.14. 11 2012

 

 

 

 

 

Yazar: Fırat Ensari

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör