Necati Mert

Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
25 Mart, 1945
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Necati (asıl adı)

Öykücü. 25 Mart 1945, Adapazarı doğumlu. Asıl adı Ahmet Necati. Sabihanım İlkokulu (1956), Adapazarı Lisesi (1963), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1968) mezunu. Adapazarı liselerinde (1968-73 ve 1979-80) öğretmenlik yaptı. Daha sonra çalışmalarını aynı kentte kitabevi işletmeciliği yaparak sürdürdü.

İlk öyküsü “Mustafa’nın Karesi”, Yansıma dergisinde (Temmuz 1972) yer almıştı. Sonraki yıllarda hikâye, eleştiri ve denemeleri Yansıma (1972-75), Sanat ve Toplum (1978), Sosyalist Kültür Ansiklopedisi (1980), Adapazarı (mahalli gazete, 1982), Yazko Somut (1983-84), Yaba - Öykü (1984), Karşı Edebiyat (1987-91), Yeni Biçem, Düşlem, Düşler-Öyküler, Üçüncü Öyküler, Bilgi, Hece, Kırklar, Heceöykü dergi, gazete ve ansiklopedilerinde çıktı. Bir süre E dergisindeki “Öykü Noktası” başlıklı köşesinde öykü kuramına ilişkin genç öykücülere yönelik yazılar yazdı (1999-2003). Çarksuyu adlı aylık siyasi haber-yorum, araştırma ve reklam gazetesi çıkardı (1996). Burada ve kentinin yayın organlarından Adapazarı (1982), Sakarya Ekonomi (1993) ve Yeni Sakarya’da (2002-) köşe yazarlığı yaptı. Çarksuyu Yayınevini kurdu. Nedim Gürsel’in hikâyeleri üzerine yazdığı Sevgilim İstanbul adlı yazısıyla 1986-87 Abdi İpekçi Sanat Yarışmasında eleştiri dalında mansiyon kazandı. Bir Yaprağın Düşüşüyle adlı öyküsüyle 1990 yılında THK Hikâye Yarışmasında Birincilik Ödülünü aldı. Türkiye Yazarlar Sendikası yönetim kurulu üyeliğinde bulundu (1996-98). Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Yazarlar Derneği ve Edebiyatçılar Derneği üyesidir.

“Necati Mert her şeyden önce bir öykü yazarıdır. Kendine özgü bir kurgu içinde tiplemeleri bazen hiç sezdirmeden, bazen de kalın çizgilerle gözümüzün önüne ayrıntılı birer resim gibi sergilerken, ipek tellerinden oluşan ipleri elinden hiç bırakmıyorsa da her şeyin onda başlayıp bittiğini hiç hissetmiyorsunuz.” (Faik Baysal)

 “Necati Mert’in öyküleri kısacık. O kısalık içerisindeyse, görmeden geçtiğimiz dünyalar gizli. Mert, öyküleriyle adeta, ‘bakmayın hep belirli bir kesimin yaşadıkları anlatılıyor, oysa herkesin bir hikâyesi var,’ diyor. Toplumsal değişim herkesi etkiliyor, gündelik konuşmalarda bu herkesin dilinde, ama yazın dünyasında bir zamanlar Sait Faik’in, Orhan Kemal’in yaptığını yapanlar çok az. Mert’in kitabındaysa, Sait Faik’in ‘Mercan Usta’sı, örneğin, sanatının yok oluşuyla da olsa, bize görünüveriyor. Gönüller Küçüldü’de gündelik hayatı yansıtan öykülerin ayrıntılarındaki konu çeşitliliği çok dikkat çekici, başka yazarların öykülerinde rastlanmayan ayrıntılar var… Kitaptaki öykülerde, Mert’in iki saniyelik bir konuşma içerisine koca bir dünyayı sığdırmayı nasıl başardığını da görüyoruz. Toplumsal hayattaki değişimi, belki bozulmayı, ahlanıp vahlanan bir geçmişe özlem duygusuyla değil, insanların dünyasında yarattıkları küçük değişimleri şöyle bir anlatarak vermeyi seçmiş Mert; bu değişim ve bozulmaya direnen insani duyarlıkları da unutmadan...” (Behçet Çelik)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Gramofonlar Radyolar Teypler (1979), Minnacık Bir Uçurum (1994), Geceye Uçurulan Güvercinler (1996), Gönüller Küçüldü (2002).

MASAL: Bir Bir Değilken (1979), Hindinin Biri (masal-öykü, 1980).

DENEME: Paytonun F’si (1995), Kapıdan İçeri Girmek (1997), Öykü Yazmak (2006).

OYUN: Büyük Düğün (1998).

İNCELEME: Ömer Seyfettin: İslâmcı Milliyetçi ve Modernist Bir Yazar (2004).

HAKKINDA: Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2. bas. 1982), Yurt Ansiklopedisi (c. VIII, 1982-83), Adnan Özer / Minnacık Bir Uçurum (Düşler, Ocak 1995), Faik Baysal / Taşranın Ayak Sesleri (Cumhuriyet Kitap, 10.10.1996), Nalan Barbarosoğlu / Geceye Uçurulan Güvercinler (Adam Öykü, Mart-Nisan 1997), Geceye Uçurulan Güvercinler (Hece, Ocak 1997), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Behçet Çelik / Gönüller Küçüldü (Virgül, Eylül 2002), Cemile Sümeyra (Heceöykü, Şubat-Mart 2005).

ABLASIZ

Tren geç geldi.

Yolcular kızmış, söyleniyorlar.

Adam; olup bitenin farkında değil, galiba en son inen de o oluyor.

Hatta, elinde bir küçük çanta, içinde, Allah bilir, misafirlik için alınmış yol yol

çizgili bir takım pijama, peronda da adım adımdır.

Garın dışına çıkıyor.

Serince bir yaz gecesi.

İlk kez bulunduğu şehre bakıyor adam. İlk ağızda gördükleri defa defa dinledikleriyle

tıpatıp, yıllar hiçbir şeyi değiştirememiş sanki: Çınarlar, az ötedeki anacaddeye

bağlanan yol, Hasırcılar Camii'ndendir belki, bir ezan sesi, yakınlardaki bir ızgaradan

ince in­ce köfte kokuları -durak şurada olmalıdır, durakta da çifter çifter atları ve Arnavut

sürücüleriyle paytonlar- geçen seyyar kabak çe­kirdeği satıcısı, onun: "Çer'dek taz'diiir bay'lar!"

seslenişi ve hiç büyük hayatları olmamış öyle insanlar... İçi sıcacık, ıpılık oluyor, yürüyor.

Şopar bir boyacı, önündeki işten başını kaldırdı, dinledi, son­ra kolunu, fırçasıyla birlikte,

sorulan mahalleden tarafa doğru bir olta kamışı gibi uzatıp adamı cevapladı.

Mahallede, daha ağzından itibaren bir koku: bir hanımeli mi, bir fesleğen mi yoksa musluk

taşında unutulmuş bir kalıp yeşil sa­bun ya da içinde çamaşır yıkanmış bir bahçe kokusu mu

yahut da hepsinin bir halitası mı olduğu pek kestirilemeyen güzel, hem de tuhafça bir koku vardı.

Her yerde rastlanmayan, sanki sadece bu mahalleye mahsus bir koku.

Adam; aradığıyla arasına yıllar girmiş, etrafta da çağrışımlara açık bir gariplik, tedirgin, çekingen, zaman zaman da utangaç, bah­çeler içindeki evler arasından ilerledi. Bereket, içinde ağabeylik eden bir başka adam daha vardı da ondan cesaret alıyordu.

Cami geçildikten epeyce sonra yol, geometrisini kaybetti. Meydanımsı bir şey oldu. Issızlaştı. Adama hissettirdi ki şehir me­zarlığı bu yolun devamındadır. Zaten evler de, yine bahçe içlerinde ama artık seyrektiler, hemen hemen ışıksızdılar, yıkıldı yıkılacaktı­lar. Ancak bütün bunlar, burada, adam için, hayrettir, ölümü hatır­latır değil, aradığı insanı canlandırıcı işaretler oldular. O insan, o insanın evi bunlarla aranıldı, bunlarla bulundu.

Orta ikide miydim, üçte miydim acaba? O güne kadar bilmediğim bir adreste, uzaktan, çok uzaktan akrabalarımız varmış, on­lardan birinin kızıymış Müzeyyen Abla, bir gün, koltuğunda bohçasıyla çıktı geldi, hayatımıza katıldı.

Geleceği bekleniyornuış; annem babam hiç saşırmadılar, Mü­zeyyen Abla'yı kızları bildiler, ona oda açtılar, yatak, dolap göster­diler, "Ev senin! Serbestsin!" dediler.

Şen şakraktı. Doğuştan mı? Yoksa, yalnız ve yardımsız kal­mıştı da, bizim, İstanbul ölçülerince ortalama olan hayatımızda fev­kalade zenginlikler ve kendisi için teselliler mi bulmuştu? Bundan mı şen şakraktı? Bilmiyorum! Ama bizden aldıkları olduysa da evi­mize, hele bana, unutamadığım neler vermiştir!

Müzeyyen Abla demek hamur işi demektir. Un demektir. Pas­ta, çörek, börek demektir. Evi, bunların kokusu ile sıcacık, ıpılık et­mek demektir. Öyle demektir ya, ben, onu, seyircisi olmuş bana, radyodaki şöhretli adaşına katılmış da şarkı söylerken, baktırdığı falını, dinleyicisi olmuş yine bana, dut ağacı altındaki ikindi kah­valtısında anlatırken... ve elbette, çığlık atar, "İçimden geldi çocuk!"
derken hatırlıyorum hep.           

Komşumuz Atiyânım Teyze'nin bir kızı vardı; Güler Abla. Duldur, deniliyordu. Sık sık bize gelir, iki abla "alt odaya kapanır, fal üstüne fal bakarlardı". Sonra, dut altında kahvaltı ederken öğre­nirdim: Bir doktor, bir mühendis, çok zaman bir deniz subayı, ne­dense hepsi de Müzeyyen Abla'dan küçük erkekler çıkardı fallar­dan. Sorardım! "Olsun be!" derdi, "Ne önemi var? Topu topu bir­kaç yaşçık!" Neler biliyordu bu Müzeyyen Abla, dalar giderdim! " Derken bir çığlık, korkardım! Nedir? Ne oluyor? Elini boş ver makamında sallar, "İçimden geldi çocuk!" derdi ablam.

Şarkılarımızda meyandan sonra nakarattan önce, hani kimile­rinde sanki biri sarp iki ses yamacı arasında kalmışçasına dar, yo­ğun ve çekimli olan bir yer vardır; işte Müzeyyen Abla, meyanı, bü­tün duyuş ve düşünüşü ile söyleyip, anlamını bildiğimiz anlamının ötelerine taşıdıktan sonra, susar, hatta biraz da fazlaca susar ve o yere, her zamankinden başka ama kendisine her zamankinden çok
yakışan bir hal ile iner; lahzada içimden bir şeyin çekilip alındığını duyarım; artık oda, dolap, yatak, radyo gündelik eşyadan değiller­dir; her şey hüzün ve melal kesilir; içimden gelir, onun da gelmiş­tir, karşılıklı çığlık atar, sonra da nakaratı geçeriz.

İç içe iki adamdan ağabeylik edeni, içinden:

"Güzelmiş! Güzel kadınmış! Kıvamlıymış!" dedi, iç geçirdi.

69 nolu hanenin kapısında durup kapı boşluğunu dolduran kadın, gerçekten henüz hiçbir yaprağı kartlamamış, yağlıcasından ve en boylusundan tam bir kadındı. Soluk kesiciydi. İçeriden vuran ışıkta saçları, omuzları ve ayva tüylü yanağı tutuşmuştu, Adama, tıpkı adamınki gibi, gözlerinin bütün akıyla, gözlerinin bütün sınırıyla iri iri baktı. Peşinden sırtını kapı çerçevesine verip adamdan yana olan bacağını da alacak, dizinden kıracak, çerçeveye onu da parmak uçlarından verecekti. Eski "Holivut" filmlerinde usuldür: Basma elbisenin de eteği hafiften sıyrılır ve kız bunu görmezden, bilmezden gelir. İhtimaldir, bunlar burada da olacaktı.

Olacaktı ya olamadı!

Kadın sabırlıydı. Her şeyin gönlünce olmasını bekler, beklerdi. İlk kez, beklediğimi oldurmak için ben de bir adım atayım, de­mişti; demişti ya onu da atmış sürdürememişti.

İç içe iki adamdan küçüğü:

"O benim Müzeyyen Abla'm! Laf söyletmem!" dedi.

Büyük olan, dediklerinden utandı.

Kadın... adamın ak ak, iri iri bakışlarının birden ufaklığını, sı­cak, çekimli ve mahzun bir hal ile o eski çocuk gözbebeklerine çe­kildiğini gördü. Gördü!.. Profil duramadı! Ancak bu hatıralı ve art niyetsiz bakışların onu tatminde yetersiz kalacağını da bedeninde tamamı tamamına hissetti. Hissetti... ve az önce atmayı denediği adımı bu kez de bu çocuğa karşı atmak istedi, tahrikle sordu:

"Niçin geldin öyleyse?"

Umdu ki çocuk, üstüne bu varılışla çözülecek, yeniden ak ak, iri iri bakışlı kocaman adam olacaktır.

Öyle olmadı.

Çocuk önüne baktı. Durdu. Bir Oktay Akbal cümlesi gibi ke­sik kesik, titrek, kırık, sanki hiç yüklemsiz:

"İçimden geldi de!.. Evine alırsın... fallarını anlatırsın... çöre­ğin vardır, yedirirsin... sonra şarkı falan! Bunlar olur, sanmıştım!" dedi.

İçeriye baktı. Her şey yerli yerindeydi. Düzenliydi. Sedir... Kırlentler... Yerdeki iki parça kilim... Komodin... Üzerindeki ayna... Önündeki çerçeveli fotoğraf! Dağınıklık olmadığı gibi aransa bir kül serpintisine de rastlanmazdı evde. Mücerret yaşanıyordu.

İçi sıcacık, ıpılık oldu.

"Belki, biran içimizden gelir, karşılıklı çığlık da atarız, diye de düşünmüştüm!"

"Git başımdan be çocuk!"

Ve ardından, çarpılan bir kapı sesi!

Kadın, kapıda bir an soluklandı. Sonra, koptu oradan. Deniz subayı olan muhayyel kocasının sureti önünden şuursuzca geçti, kendini dolabın başına dar attı, çöreklerinden yedi, yedi, yedi; ol­madı, toparlanamadı.

Sabah olduğunda, perişan, yatağındaydı. Hâlâ için için, çığlık çığlıktı.

Adam da, dönüş treni ertesi sabahtı, içinde bir adam daha, geceyi garda, yaz serinliği altında Müzeyyen Abla ve "Abla"sız Müzeyyen'le birlikte geçirdi.

 

Düşler-Öyküler, Nisan 1996, sayı: 1; Geceye Uçurulan Güvercinler)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör