Yazar (D. 1915, İstanbul
- Ö. 7 Mayıs 1986). Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde (1935) tamamladı.
Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’ndeki yükseköğrenimini, tüberküloza
yakalandığı için (1938) yarım bıraktı. 1950 yılında İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 1950-54
yılları arasında üniversitenin sanat tarihi kürsüsünde asistanlık yaptı. Daha
sonra tiyatro öğrenimi için gittiği Viyana’da Max Reinhardt Tiyatro Enstitüsü’nü
bitirdi. Viyana’daki çeşitli tiyatrolarda reji asistanlığı yaptı. 1957 yılında
yurda dönerek İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü ile
Edebiyat Fakültesinde edebiyat, sanat tarihi ve tiyatro, Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde tiyatro dersleri verdi.
Haldun Taner edebiyat
hayatına gençlik döneminde yazdığı skeçlerle girdi. İlk öyküsü Töhmet, Yedigün dergisinde “Haldun Yağcıoğlu” imzasıyla yayımlandı (1946).
Asistanlık yıllarında yazdığı oyunu Günün
Adamı (1953), İstanbul Şehir Tiyatroları’nda provalarına başlandığı halde
devrin yöneticilerini konu aldığı ileri sürülerek sahnelenmeden yasaklandı. 1955-60
yılları arasında Tercüman gazetesinde kültür ve sanat yazıları yazdı,
yine bu gazetede yazdığı köşe yazıları bir ara başyazı olarak yer aldı. Tercüman
gazetesi ile 1974 yılından ölümüne kadar Milliyet gazetesinde çıkan
yazıları daha sonra kitap olarak da yayımlandı. Hikâyeleri ile oyunlarında ince
bir mizah ve eleştiriyi gözeterek, her kesimden kentli ve kasabalı tipleri
ustalıkla işledi. Oyun yazarlığı serüveni içinde ulusal deyişi ısrarla ve
bilinçle arayan bir yazardır. Lütfen Dokunmayın adlı oyunu bu çabanın
ilk denemesidir. Keşanlı Ali Destanı’nda bu arayış iyice
belirginleşti ve Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ise bu çabanın ustalık
dönemi ürünüdür. Oyunlarında tarz olarak geleneksel Türk tiyatrosundan
faydalanmaya özen gösteren Taner, bu çabasıyla çağdaş epik Türk tiyatrosunun
öncüsü sayıldı. Oyunları arasında en ünlüsü ve Türk tiyatrosunda epik
tiyatronun ilk örneği olarak nitelenen Keşanlı Ali Destanı, yurtiçinde
ve yurtdışında başarıyla sahnelendi, ayrıca sinema ve televizyona uyarlandı.
Taner, 1953 yılında Herald
Tribune gazetesinin açtığı uluslararası yarışmada Şişhaneye Yağmur
Yağıyordu hikâyesiyle Türkiye birincisi oldu. 1955 yılında On İkiye Bir
Var adlı oyunuyla Sait Faik Hikâye Armağanını, 1969 yılında Sancho’nun
Sabah Yürüyüşü adlı hikâyesiyle uluslararası Bordegherra Ödülünü, 1972
yılında Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunuyla TDK Tiyatro Ödülünü,
hikâyelerinden oluşan Yalıda Sabah ile 1983 yılında Sedat Simavi Vakfı
Edebiyat Ödülünü (Pertev Naili Boratav ile birlikte) kazandı. Haldun Taner’in
oyunları İstanbul Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları ve özel tiyatrolar
tarafından defalarca sahnelendi. Ölümünden sonra adına bir hikâye ödülü
düzenlendi. Hikâye, oyun ve yazılarından oluşan kitaplarının yeni toplu
basımları yapıldı.
ESERLERİ:
HİKÂYE: Tuş (1951),
Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu (1953), Ayışığında Çalışkur (1954), On
İkiye Bir Var (1954), Konçinalar (1967), Yaşasın Demokrasi
(1969), Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1969), Hikâyeler I (1970), Hikâyeler
II (1971), Şeytan Tüyü (1980).
Bütün Öyküleri şu kitaplarda toplandı: Kızıl Saçlı Amazon (1983), Şişhane’ye
Yağmur Yağıyordu (1983), On İkiye Bir Var (1983), Yalıda Sabah
(1983).
OYUN: Günün Adamı
(1953), Dışardakiler (1957; 1990), Ve
Değirmen Dönerdi (1958), Fazilet Eczanesi (1960; 1982), Timsah (1960), Lütfen Dokunmayın
(1960), Huzur Çıkmazı (1962), Keşanlı
Ali Destanı (1964, bas., 1979), Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım
(1964), Eşeğin Gölgesi (1965; 1995), Zilli Zarife (oyn. 1966), Sersem
Kocanın Kurnaz Karısı (1971), Vatan Kurtaran Şaban (1989), Bu
Şehr-i İstanbul ki, Astronot Niyazi, Ha Bu Diyar (1971), Aşk-u Sevda (1972),
Dev Aynası (1973), Yar Bana Bir Eğlence (1974), Hayırdır
İnşallah (1980), Marko Paşa (1985), Ayışığında Şamata (1987), Ve
Değirmen Dönerdi-Lütfen Dokunmayın (1991).
SOHBET: Hak Dostum
Diye Başlayım Söze (1978).
GEZİ: Düşsem Yollara
Yollara (1979), Berlin Mektupları (1984).
DİĞER ESERLERİ: Devekuşuna
Mektuplar (sanat-edebiyat yazıları, 1960), Tiyatro Terimleri Sözlüğü (Metin
And ve Özdemir Nutku ile, 1966), Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil (portreler,
1979), Çok Güzelsin Gitme Dur (1983), Koyma Akıl Oyma Akıl (1985),
Önce İnsan Olmak (1987), Yaz Boz Tahtası (1987)
ÇEVİRİ: 15. Asır Türk
Halısı (K. Erdmann’dan, 1957).
HAKKINDA: Türkiye Ansiklopedisi (c. 4, s. 1296, 1974), TDE
Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi
(1982), Ayşegül Yüksel / Haldun Taner Tiyatrosu (1986), Mustafa Miyasoğlu /
Haldun Taner (1988), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 2 (1999),
Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Feridun
Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Tatyana Moran / Dün Bugün (2000),
TBE Ansiklopedisi (2001), Sadun Tanju / Eski Dostlar (Ara Güler’in
fotoğraflarıyla, 2002).
.. Leyleklerin Emir Sultan, İsa
Bey, Eyüp Sultan gibi koyu müslüman yerleri sevişlerini nasıl izah etmeli?..
Hele Eyüb'ü... İstanbul semtlerinin her birine bir arma seçilecek olsa
Eyüb'ünkinde muhakkak bir leylek resmi bulunurdu. Bulunmalıdır da. Her
sonbahar, leylekler göç ederken, içlerinden en yaşlı birini Eyüb'e
bırakmalarını, oralılar kendileri için büyük bir teveccüh sayıyorlar. Bir
Eyüplü emekli tanırım: “Leylek namaz bile kılar, sen ne konuşuyorsun efendi!”
diyor.
Bu, benim hikâyesini anlatacağım
İznikli Leylek, namaz kılan soyundan değildi. Çünkü ramazan günü alenen orucunu
yiyordu. Zaten hali, tavrı, yürüyüşü, iki üç adımda bir durup düşünüşü, dini
bütün bir müslümandan çok, şüpheci ve kötümser bir filozofu andırıyordu. Bu
leyleğin ermişlerle değil, her halde Voltaire'lerle, Schopenhauer'larla bir
akrabalığı olacaktı.
Leylek, ihtiyatlı ihtiyatlı,
yolun bir sağına, bir soluna bakındı. Görünürde kamyon, eşek, araba olmadığına
kanaat getirince, gümüş saplı bastonuna dayanarak yürüyen kamburu çıkmış kadit
bir âyan âzası misali, ağır ağır bizim tarafa geçti.
Biz hanın iç avlusunda, sabah
kahvaltısı ediyorduk. Leylek biraz ötemizde güneşli bir yer seçip, gagası ile,
sararmış, tüyleri dökülmüş göğsünü kaşımaya koyuldu.
Kızlardan biri:
“Ay şu hale bakın!” dedi,
“Bayılırım şimdi. Bu ne şirin şey ayol!”
Hayvanın soğukkanlılığından
cesaret alan bir başka kız da usulca yanına yaklaştı. Aklınca yakalayıp onunla
bir fotoğrafını çektirmek istiyordu. Kız yaklaşınca leylek havalanmadı, küçük
bir devekuşu gibi, zıplıya zıplıya uzaklaştı. İşte o zaman anladık ki,
uçamıyordu. Uçamadığı anlaşılınca bu sefer dört talebe leyleği dört yandan
kuşatıp kıstırmaya kalktılar. Ama avlunun girdisini çıktısını çok iyi bilen
hayvan, ellerinden kaçıp kurtuldu.
Profesör, bir türlü yanmak bilmiyen piposunu
nihayet ateşliyebilmişti. Bir nefes çekip kibriti atarken:
“Tuhaf şey” dedi, “Niye uçmuyor
bu hayvan?” Alman profesör:
“Her halde ihtiyarlıktan” diye
teşhisi koydu...
Kolonyalı şapkalı doçent, kamyon
şoförüne sordu:
“Kaç yaşında var acaba?”
“Yaşlı değildir o kadar. Siz
bakmayın tüylerinin döküldüğüne. Kanadı kırık da ondan uçamaz fakir. Yavru iken
anası yuvadan atmış buncağızı.”
Tezini mitolojiden hazırlıyan
gözlüklü bir delikanlı:
“Tıpkı Haphaistos gibi desenize”
diye söylendi. “Ama pardon, onu anası Hera değil de, babası Zeus atmıştı
yeryüzüne.”
Kızlardan biri, sarı süveterlisi,
merakla kalkıp şoförün yanma gelmişti:
“Niye atmış yavrusunu?” dedi.
“Neden atmış kuzum, söylesenize?”
“Neden atacak! Ana leyleğin
âdetidir. Üç yavrusu olursa birini yuvadan atar. İşin kötüsü, düşüp ölmemiş
fakir. Telgraf direğine asılı kalıp kanadı kırılmış. Helvacı Musa çıkıp
indirdi. Kanad, vücuttan ayrılmıştı Sade ufak bir yer tutuyor.İlkin ölecek
sandık. Hikmet-i Hüda, iyileşti işte. Ama alil kaldı gayrı. Çırpınır, çırpınır,
uçamaz.”
“Öbürküler sonbaharda gidince bu
ne yapıyor?”
“Ne yapacak, o gitmez, kalır.
Hepimizle övür oldu üç senedir. Uğurunu denemişler, bütün esnaf sever onu.
Dükkânlara girer çıkar. Kışın fırıncılar barındırıveriyorlar. Yuvarlanıp
gidiyor işte.”
... Leylek, han duvarlarının
dibinde, sanki kendinden bahsolunmuyormuş gibi, çalımlı çalımlı dolaşıyordu.
Halinde, tavrında, sanki istese uçarmış da, şimdilik keyfi yaya gezmek
istediğinden uçmuyormuş gibi bir ifade vardı. Gökyüzünden inmiş olmanın olanca
üstünlüğü ile, önünden geçmekte olan bir kediye, bu aşağılık yeryüzü yaratığına
küçümseme ile baktı. Kedi, “Tısss” diye kabardı. Sonra çardağa tırmanıp kaçtı,
kayboldu. Leylek onu korkutabilmiş olmanın cakası ile çöplüğe doğru yürüdü.
Tepemizdeki çınarın yaprakları,
ılık bir rüzgârla tatlı tatlı hışırdıyordu. Bir kuş öttü ve sustu.
Leylek, başını yukarıya kaldırmış
bakıyordu. Biz de yukarı baktık: yükseklerden, çok yükseklerden kendini rüzgâra
bırakmış bir leylek, motörünü durdurmuş bir uçak gibi sessizce aşağı doğru
kayıyordu. Yabancı leylek süzüldü geldi, tam bizimkinin tepesine yaklaşınca
çapkın bir kanat çırpışla tekrar havalanıp uzaklaştı. Bizim leylek onun
arkasından baktı, baktı. Sonra yine çöplükteki işine döndü. Yarım dakika geçmiş
geçmemişti ki çocuklardan biri:
“Bakın, bakın!” diye bağırdı.
Deminki leylek şimdi yine süzüle
süzüle iniyordu. Geldi, geldi, bu sefer büsbütün alçaktan, sanki sürtünürcesine
bizimkinin başı ucundan seyirtti. Geçerken, bir teviye gagasını birbirine
vuruyordu. Bizim tüyleri dökük leylek, şöyle bir davrandı, kanat çırpıp
havalanmaya yeltendi. Bütün kuvvetiyle çırpındı, çırpındı. Ayakları yerden
kesilip bir, bir buçuk metre yükseldi de. Ama hemen akabinde soluna doğru yan
yatarak çöplüğe yuvarlanıverdi. Herkes soluğunu kesmiş, onun hareketine
bakıyordu. Sakat kanadı üstüne düştüğünden, belli bir şey ki, canı fena
yanmıştı. Buna rağmen hemen kalktı, doğruldu. Birkaç tutam tüyüne mal olan bir
çırpnışla üstünün tozunu silkeledi. Sonra hiç bozuntuya vermeden, sendelemiş
gibi, sessiz ve onurlu, uzaklaştı...
Haldun Taner'in son kitabını* okuduktan sonra, insanın içine
güneş, su, toprak hasreti çöküyor. Bütün tabiî şeyler ve onlarla beraber,
bütün yaşama duygusu, kuruyan bir ağaçtan özsuyun çekilmesi gibi, bu
hikâyelerden uzaklaşıvermiş. Ortada, kala kala, "o güdük, o sümük, o
boynu bükük", o bir türlü "el kaldıramayan" insanlar kalıyor.
Hangi sayfaya göz atarsanız atın, onlardan biriyle karşılaşırsınız. Hepsi de
solda sıfır, hepsi de hayatın sillesini yesinler, bu sillenin altında
ezilsinler diye özel bir kalıba göre yontulmuş, şekillendirilmiş. Hiçbir zaman,
toplum böyle olmasaydı, çevreleri başka türlü davransaydı, şu adamcağız da
başka türlü olabilir, hayatta bir iz bırakır, kaderini yenebilirdi
diyemiyoruz. Bu miskinlik, bu kansızlık onların mayasında var.
"Konçinalar" hikâyesine bir bakın: yazarın kendisi söylüyor,
"aşağılık, daha doğrusu, konçinalık kompleksi" sinmiş bir kere
içlerine. Kimi, "Ablam"da olduğu gibi, peşi sıra bir zührevî hastalık
sürüklüyor; kimi, isterik bir zavallı; kimi, münasebetsiz bir akıl hastası;
kimi cahil; kimi sersem, fakat, hepsi de, içine düştükleri bataklıktan
kurtulmak için bir tepki göstermeyi akıllarının ucundan bile geçirmeyecek
insanlar.
Onların böyle oluşunda tek suçlu, yine Haldun
Taner. Her birini köle durumuna sokmuş, bir diktatör insafsızlığı veya bir kedi
kurnazlığıyla, onlarla oynuyor. Bütün kitap, dokuz hikâye boyunca, bir ama bir
tek kişinin, hikayecinin baskısından kurtulup hür bir insan olduğunu
anlamasını, hikayeciye isyan etmesini boşuna bekledim durdum. Ama olmadı,
olmuyor işte, ellerinden gelmiyor. Hem, nasıl gelebilir ki? Haldun Taner
onları, uşak, bir düşüncenin uşağı kılığına sokmuş, hepsine o biçim bir ruh vermiş.
Beklenmedik bir davranışla karşımıza çıkmak hangisinin haddine ? Hayat bir özsu
gibi içlerinden çekilivermiş diyorum size, hepsini kuru ve tek cepheli olarak
bırakıvermiş. Tek cepheli bir insandan siz ne beklersiniz ? Hayatın
zenginliğini, nefes alışını, insanın içindeki çeşitli çarpışmaları ve beklenmedik bağdaşmaları, onlarda
aramayın. Bunlar hep oldukları gibi kalacak, aynı hikâyeyi ömürleri boyunca
tekrarlayacak, aynı olayların, her sefer, aynı teslimiyetle kurbanı olacaklar.
"Ablam" yine o maceralı hayatını bir yük gibi peşi sıra sürükleyecek;
kantar kâtibi Ali Rıza Efendi kapı kapı dolaşıp, ölüm haberlerini duymak ümidiyle
kulak kabartacak; miralaylar, eski başvekiller, kahvelerde, eczanelerde
zamanın dışında sürdükleri hayatlarına devam edecekler; ihtiyar sapık yine
memeli hayvanlar arayacak, Fasarya yine yaranmak için helak olacak ve "o
güdük, o sümük" konçi-nalar, aptalca bir sırıtmayla, oyun arasında boş
sözler gibi gidip gelmeye devam edecekler. Haldun Taner'in hikâyelerinde son
nokta diye bir şey yok: her olay, hikâyenin çerçevesini kurmuş, hep böyleydi,
hep böyle olacak düşüncesinin verdiği bir kolaylıkla, insanlığın kanında bir
mikrop gibi yuvarlana yuvarlana kendi kendini tekrar etmekte.
Tabiî, insanların hayat hakları bu kadar
kısılırsa, onları kullanmak da bir o kadar kolaylaşır. İşte o zaman, Haldun
Taner'in sevincine de diyecek yok, ustalığına da. Malzemeyi bir kere kıstı,
yonttu, ona hâkim oldu ya, artık büyük bir rahatlık, büyük bir kolaylıkla,
yaşattığı insanların hiçbir itirazda bulunmayacaklarından emin olarak, afyonla
uyutulmuş arslanlarla döğüşen bir kahraman gibi nefesini zorlamadan ve dünyada
parmakla gösterilecek kadar nadir bir ustalıkla, düşüncesinin ipliğine,
insanları ve olayları diziyor. Hâkimiyet ve kendine emniyetin verdiği bu
sevinci anlıyorum: sükûnetini ve tebessümünü kaybetmeden, insanları kaldırıp
kaldırıp yere vurmak ne demek ? Daha hızlı vurabilmek için, daha, gittikçe
daha yükseğe kaldırıyor. Bir ara, kaçırdı kaçıracak, elinden kurtuldu kurtulacak
diyorsunuz, kahramanlardan biri serbestçe nefes almaya başladı diyorsunuz, öyle
bir his geliyor içinize. Ama, Haldun Taner'in pusuda beklediğini
unutmamalısınız. Siz unutacak olsanız, o size hatırlatıyor: ufak bir müdahale,
şöyle bir görünüverme ve bir bakıyorsunuz ki, fakir Alois Morgenrot, değil sabrından,
değil iyiliğinden, sadece bir çöpçü atı Şişhane yokuşunda kişnedi diye, sıkıntısından
kurtulmuş; Ablam'ın ağlamasına sebep, ruhî bir değişme, kendini aşma gücü
değil, bir zührevî hastalıkmış; Fasarya da, artık hayata başka türlü bakacak
demeye kalmıyor, Haldun Taner ön planı işgal ediveriyor, Fasarya'nın omuzunu
sıvazlıyor "...bundan sonra da biz yine haf duracağız, golleri başkaları
atacak... Kaderimiz haflıkmış, ne denir" diye onu yola getiriyor.
İşte, Haldun Taner'in bütün hikâyeleri, bu
"kader" kelimesiyle "ne denir" sözünün etrafında
toplanmış. Sanatı, kadere karşı gelmek ümidini yaratmak ve hemen o ümidi boğmak
kavramları üzerinde kurulmuş. Mesela şu "Fasarya" hikâyesine bakın:
onu Voltaire'in Candide'ine benzetmekten kendimi alamıyorum. Candide gibi,
Fasarya da, tek fikrin yahut yaradılışındaki bir tek özelliğin adamı, daha
doğrusu kurbanı. Ama, Voltaire yine de daha mesut, "Cultivons nötre
jardin" diyor geçiyor. Halbuki Taner, iki eli şakağında, düşünekalıyor,
biz hepimiz böyle değil miyiz demeye getiriyor. İşte Haldun Taner'in bir
özelliği de bu: XVII. asrın ilim düşüncesiyle, mantığıyla çalışıyor. Önce ipotez,
bir fikir, bir düşünce; sonra, tecrübe faslı, bir kahramanın olaylar
karşısındaki davranışları; sonra da tez. Haldun Taner'in herhangi bir
hikâyesini ele alın, bir iki değişiklikle, bu mantıkî şemanın üç unsurunu da
orada bulabilirsiniz. Olaylardan hareket edip, prensibe doğru bir gidiş:
zaten, kitabın 100., 101., 114. ve diğer sayfalarında rastlayacağımız bu
umumîleştirmeler, bu mantıkî yolun ne kadar ısrarla takip edildiğini iyice
gösteriyor.
Haldun Taner'in insanları bu şekilde
kullanmasına itiraz etmek aklımdan bile geçmez. İnsanları düşüş anlarında
yakalamanın, profilden portre çizmek gibi kolay olduğunu söyleyenlere de
inanmıyorum. Haldun Taner, yukarıda belirtmeye çalıştığım ölçüler içinde,
herhangi bir memleketin hikâyecileriyle boy ölçüşecek değerde eserler
vermesini biliyor. Fakat, aslara, papazlara el kaldıramayan konçinalar haline
getirdiği hikâye kahramanlarının, bir gün gelip Haldun Taner'e el
kaldırmalarını, rasyonel bağlarından kopup insanlığın zenginliğini yazara
rağmen elde etmelerini istemekten de bir türlü kendimi alamıyorum.
18 temmuz 1953
(Eleştiri Yazıları, 2000)
Haldun Taner imzasına, ilk defa
Yücel’de rastlamıştım. Dergi kapanıncaya kadar altı hikâyesi çıkmıştı.
(Bunlardan sonuncusu, Yunus Nâdi hikâye müsabakasında dördüncülüğü kazanan
Necmiye’nin Hatırı’dır.) Sonra başka dergi ve gazetelerde yazmağa başladı. Daha
ilk hikâyesinden itibaren yeni bir hikâyeci ile karşılaştığımızı anlamıştım.
Gerçi hikâyelerinin hepsi aynı olgunlukta değildi; fakat yeni bir mizacı ve bu
mizacın adesesinden görülen manzaraları aksettirdiği belliydi.
Yaşasın Demokrasi ve şimdi
elimizde bulunan Tuş, nasıl soy bir hikâyeci ile karşı karşıya bulunduğumuzu
artık şüpheye yer vermeyecek şekilde gösteriyor.
Haldun Taner, hikâyeciliğimizde ne
yeni bir çığır açmış, ne de ona yeni bir hava getirmiştir. Ama, bir hikâyecide
bulunması gerekli vasıfları taşıdığına, hikâyelerinde bu özellikleri
belirttiğine şüphe yoktur. Zaten sanatının püf noktası burada; Hikâye
anlayışında büyük bir değişiklik yapmadığı halde, ilgimizi çekmesini biliyor,
hem ustaca bir biliş. Söyleyeceği çok şey var gibi görünüyor.
Hikâyelerinde görülen ilk vasıf,
kolayca bulunmuş ve kolayca yazılmış intibaını vermesidir. Bu hikâyecideki icat
kudretini takdir etmemek elde değil. İnsana öyle geliyor ki, Haldun Taner,
vak’aları bulmuyor, sadece çevresine dikkat ediyor ve görüyor. Görme...
Hikâyeci ve romancıyı başarıya ulaştıran hareket noktası bu değil midir?
Haldun Taner, olayları komik
tarafından yakalıyor. Bence, Haldun Taner’in hikâye anlayışının düğüm noktası
buradadır. Bunu sadece güldürmek ve alay etmek için yapmıyor. Bu, belki de bir
mizaç meselesidir. Hikâyeci, olayları başka bir gözle görüyor. Shakespeare’in
kahramanları, insanı sözleriyle değil, hareketleriyle güldürürler; Haldun Taner
de böyle yapıyor. Vak’ayı, kahramanları, şahısları önünüze seriyor; ama
öylesine bir seriş ki, ne etseniz,
olayların akışından doğan terslik’e gülmeden edemiyorsunuz. Dikkat edilmesi
gereken şey, aslında ne vak’anın, ne de şahısların komik oluşudur. Her ikisi de
normaldir ve sizde hiçbir şüphe uyandırmadan, sonuna kadar, tabii akışına devam
ediyor. Bütün sürpriz sona saklanmıştır. Klâsik hikâye plânına göre, başlangıç
ve gelişme bölümlerinden sonra böyle bir sonuçla karşılaşacağınızı asla tahmin
edemezsiniz. Fakat, ustalık şurada ki, bu sonuç sizi hayrete düşürmüyor, tabii
karşılıyorsunuz. Zaten hikâyecinin istediği de, sürprizi tabiî şekilde vermektir.
Bu durum, yâni her hikâyenin
mutlaka sürprizle bitmesi, belki de, monotonluk hissi uyandırır, doğru. Fakat
tekrar edelim ki, bir mizaç meselesi üzerinde münakaşa, müsbet bir sonuç doğurmaz.
Esasen, hikâyenin kompozisyonu, bu çeşitlilik ve ustalık, pek öyle başka şeyler
düşünmeğe imkân vermiyor; hikâye şöyle veya böyle bitecekmiş, bu, ikinci plânda
kalıyor.
Haldun Taner hikâyelerinde aktüel
şahıslara da yer veriyor. Bazı hikâyelerinde, ya olduğu gibi, yahut adını
değiştirerek, bir vesile ile, onlardan bahsediyor. Meselâ Kızıl Saçlı Amazon’da
Kara kurt, adıyla sanıyla görüldüğü gibi, Sait Faik «Malik Sait», Orhan Veli de
«Şair Halim» diye anılır. Eller’de Cahide Sonku ve Necmi Rıza’ya, Kaptan’ın
Namusu’nda Hamiyet’e rastlarız.
Bizzat aktüalite de hikâyelerinin
konusunu teşkil eder ve Haldun Taner aktüaliteden sık sık faydalanır. Yaşasın
Demokrasi’de bunun örneklerini vermişti; Tuş’ta da aynı kaynaktan alınmış
hikâyeler var. Made in U.S.A., İki Komşu bunlardandır. Birincisi, büyük şehirlerde
yaygın olan Amerikan hayranlığının traji-komik bir hikayesi; ikincisi,
milletvekili seçimlerinin, kıskançlık ve çekememezlik duygusunun zebunu olan
iki ihtiyar kadının ruhunda uyandırdığı tepkiyi teşhirdir.
‘Komik’i yakalamak meyli,
hikâyeciyi, ister istemez, toplumu tenkide götürmektedir. Fakat bunu acı bir
realizmle yapmıyor; sadece zaafları ve aksaklıkları ortaya koyuyor. Bir Kayak
ve İnsanlar, Kooperatif, bu yönden, başarılı parçalardır. İlkinde, ağaç düşmanlığının
bir hicviyesini buluyoruz. Kooperatif ise, henüz çaresini bulamadığınız bir
derdin üzerine parmağını basıyor: «Nüfuzlu zevatın bir mahalleye taşınmasının o
mahallenin imarı, ihyası ve ilâsı demek olduğu» dâvası…
Haldun Taner’in hikâyelerinin
gövde kısmını vak’alar teşkil ediyor. Hikâyecinin harekete önem verdiği açıkça
görülüyor. Uzun boylu tasvir ve tahlillere girişmiyor. Hattâ portreleri bile
ayrıntılarına kadar vermiyor, sırası geldikçe eksikleri tamamlıyor. Birkaç
çizgi ile hemen bir portre ortaya çıkarıyor; fakat psikolojisinde daha dikkatli davranmaktadır.
Daha derinlere iniyor. Hikâyecinin psikolojiyi sevdiği her vesile ile
anlaşılıyor.
Haldun Taner, bilhassa dil ve
üslûp yünlerinden, ileriye doğru çok yol almıştır. İlk hikâyelerinde yerini
bulmamış kelimelere, ifade aksaklıklarına tesadüf ediliyordu. Dostum İbrahim
Zeki, Yaşasın Demokrasi dolayısıyla yazdığı bir makalede bunları belirtmişti.
Bizzat hikâyeci, İbrahim Zeki’ye gönderdiği mektupta, bunları itiraf ediyor,
bundan sonra daha dikkatli davranacağını söylüyordu. Va’dinde durduğu,
ifadesini kontrol altına aldığından belli. Bütün dikkatime rağmen tek kelime
yanlışı bulabildim: Allegro Ma Nen Troppo’daki tetemmüat kelimesi (S. 71).
Tetümmat olması lâzım. Bunun, hikâyeciye mi, yoksa mürettiplere mi ait olduğunu
kestirmek tabii tabiî imkansız. Hangisinin olursa olsun, tek yanlışın, üzerinde
durulacak bir önem taşımadığı âşikârdır.
Eskilerin «eda ile müeddanın
uygunluğu» dedikleri bir nesne vardır; Haldun Taner, bunu evleviyetle sağlamış.
Hemen her hikayesinde kompozisyon tenevvüüne rastlıyoruz. Bu, hikâyecinin
konusuna hâkim oluşunun ve yazı ustalığının en kuvvetli delil olsa gerek. Sizi,
bir lâmelif çizerek aynı nokta etrafında dolaştırmıyor. Tahkiye ve kompozisyon,
ikizli yoldan, hikâyeyi sağlam bir temele bağlamaktadır. Bundan sonrası,
elbette kolaydır. Kolaydır ama, mesele, bu sonucu sağlayabilmekte!
Şahsen hiç tanımadığım, hatta bir
yerde asıl mesleğinin edebiyatla ilgisi olmadığını öğrendiğim Haldun Taner,
kuvvetli bir kültürün ve gözlem kabiliyetinin izlerini taşıyan hayli başarılı
hikâyeler vermiştir. Allegro Ma Non Troppo, Made in U.S.A., 8’den 9’a kadar
gibi hikâyeler yazabilen hikâyeci, Türk hikâyeciliğine bir adım attırmış sayılır.
Daha şimdiden, iki hikâye kitabıyla, hikâyecilerimiz arasında ön plânda bir yer
almıştır.
Haldun Taner’in, yerinde
saymayacağına, başarısının güzel meyvelerini bizlere vermekte devam edeceğine,
şüphe etmiyorum.
Hisar (sayı:14, Haziran 1951).
(….)
Haldun Taner, oyun yazarlığı serüveni içinde bu ulusal
deyişi en ısrarla, en bilinçle ariyan yazarımız belki. Lütfen Dokunmayın'da bir
denemeyle başlıyan bu arama, “Keşanlı Ali Destanı”nda keskinleşti, “Gözlerimi
Kaparım, Vazifemi Yaparım”da ise iyice belirginleşti.
Taner bir yandan
Geleneksel Türk Tiyatrosu kaynağına eğilirken, öte yandan bugünkü Batı
Tiyatrosunun yönelişlerini gözden geçiriyor. Bugün batıyı da saran “epik
tiyatro” modası içinden “göstermeci
tiyatro”nun temel ilkelerini ayıklıyan Taner, bu biçimsel unsurlarla
geleneksel Türk Tiyatrosunun unsurları arasındaki benzerlikleri ortaya koyuyor.
Geleneksel
Türk Tiyatrosu, toplumumuzun türlü özellikleriyle biçimlenmiştir. Onda,
toplumsal özelliklerimizin yansımalarını bulabiliriz. Ancak o günden bu yana
toplum yapımızdaki değişiklikleri unutursak bugünkü toplumumuzdan da çok geriye
düşebiliriz. Bu noktada batılı yöntem bize yol gösterecektir. Asıl batılı olmak
budur. Yoksa, batılının salt biçimsel yönünü, kalıplarını alırsak, kötü bir
taklitçilikten öteye gidememiş oluruz. Tıpkı, bir vakitler Tomas Fasulyeciyan
Efendi'nin ve öteki ermeni tiyatro sanatçılarının yaptığı gibi.
Batı
konularını, batılı kalıplar içinde vermek, hem de iyi anlamadan. Bu taklitçilik
dönemini batı konularını yerli kalıplara dökme çabası geliyor. Adaptasyonculuk,
kötü taklitçilikten çok daha ileri bir aşama. Ama yeterli mi?
Son olarak da
batı konularını yerli kalıplarla karıştırıp garip bir karışım yaratan ilkel ve
bilinçsiz çözümleme çabası.
Taner, Türk
Tiyatrosundaki bu üç aşamayı bir tek oyunla vermeye çalışıyor. Oyunun belgesel
bir yönü de var. Oyun kişileri Türk Tiyatrosu'na büyük emek vermiş kimseler.
Türk Tiyatrosu'na büyük katkıda bulunan Ahmet Vefîk Paşa'nın Bursa'da Tomas
Fasulyeciyan Efendiye bir tiyatro açtığını, sürekli oyunlar verdirdiğini
biliyoruz. Bu, çağına göre çok önemli bir devrim. Nitekim aynı zamanda büyük
bir devlet adamı olan Ahmet Vefik Paşa'nın bu yüzden Bursa Valiliğinden
alındığı da tarihi bir gerçektir.
(….)