Haldun Taner

Yazar

Doğum
Ölüm
07 Mayıs, 1986
-
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü
Diğer İsimler
Haldun Yağcıoğlu

Yazar (D. 1915, İstanbul - Ö. 7 Mayıs 1986). Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde (1935) tamamladı. Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’ndeki yükseköğrenimini, tüberküloza yakalandığı için (1938) yarım bıraktı. 1950 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. 1950-54 yılları arasında üniversitenin sanat tarihi kürsüsünde asistanlık yaptı. Daha sonra tiyatro öğrenimi için gittiği Viyana’da Max Reinhardt Tiyatro Enstitüsü’nü bitirdi. Viyana’daki çeşitli tiyatrolarda reji asistanlığı yaptı. 1957 yılında yurda dönerek İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü ile Edebiyat Fakültesinde edebiyat, sanat tarihi ve tiyatro, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde tiyatro dersleri verdi.

Haldun Taner edebiyat hayatına gençlik döneminde yazdığı skeçlerle girdi. İlk öyküsü Töhmet, Yedigün dergisinde “Haldun Yağcıoğlu” imzasıyla yayımlandı (1946). Asistanlık yıllarında yazdığı oyunu Günün Adamı (1953), İstanbul Şehir Tiyatroları’nda provalarına başlandığı halde devrin yöneticilerini konu aldığı ileri sürülerek sahnelenmeden yasaklandı. 1955-60 yılları arasında Tercüman gazetesinde kültür ve sanat yazıları yazdı, yine bu gazetede yazdığı köşe yazıları bir ara başyazı olarak yer aldı. Tercüman gazetesi ile 1974 yılından ölümüne kadar Milliyet gazetesinde çıkan yazıları daha sonra kitap olarak da yayımlandı. Hikâyeleri ile oyunlarında ince bir mizah ve eleştiriyi gözeterek, her kesimden kentli ve kasabalı tipleri ustalıkla işledi. Oyun yazarlığı serüveni içinde ulusal deyişi ısrarla ve bilinçle arayan bir yazardır. Lütfen Dokunmayın adlı oyunu bu çabanın ilk denemesidir. Keşanlı Ali Destanı’nda bu arayış iyice belirginleşti ve Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım ise bu çabanın ustalık dönemi ürünüdür. Oyunlarında tarz olarak geleneksel Türk tiyatrosundan faydalanmaya özen gösteren Taner, bu çabasıyla çağdaş epik Türk tiyatrosunun öncüsü sayıldı. Oyunları arasında en ünlüsü ve Türk tiyatrosunda epik tiyatronun ilk örneği olarak nitelenen Keşanlı Ali Destanı, yurtiçinde ve yurtdışında başarıyla sahnelendi, ayrıca sinema ve televizyona uyarlandı.

Taner, 1953 yılında Herald Tribune gazetesinin açtığı uluslararası yarışmada Şişhaneye Yağmur Yağıyordu hikâyesiyle Türkiye birincisi oldu. 1955 yılında On İkiye Bir Var adlı oyunuyla Sait Faik Hikâye Armağanını, 1969 yılında Sancho’nun Sabah Yürüyüşü adlı hikâyesiyle uluslararası Bordegherra Ödülünü, 1972 yılında Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunuyla TDK Tiyatro Ödülünü, hikâyelerinden oluşan Yalıda Sabah ile 1983 yılında Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü (Pertev Naili Boratav ile birlikte) kazandı. Haldun Taner’in oyunları İstanbul Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları ve özel tiyatrolar tarafından defalarca sahnelendi. Ölümünden sonra adına bir hikâye ödülü düzenlendi. Hikâye, oyun ve yazılarından oluşan kitaplarının yeni toplu basımları yapıldı.

ESERLERİ:

HİKÂYE: Tuş (1951), Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu (1953), Ayışığında Çalışkur (1954), On İkiye Bir Var (1954), Konçinalar (1967), Yaşasın Demokrasi (1969), Sancho’nun Sabah Yürüyüşü (1969), Hikâyeler I (1970), Hikâyeler II (1971), Şeytan Tüyü (1980). Bütün Öyküleri şu kitaplarda toplandı: Kızıl Saçlı Amazon (1983), Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu (1983), On İkiye Bir Var (1983), Yalıda Sabah (1983).

OYUN: Günün Adamı (1953), Dışardakiler (1957; 1990), Ve Değirmen Dönerdi (1958), Fazilet Eczanesi (1960; 1982), Timsah (1960), Lütfen Dokunmayın (1960), Huzur Çıkmazı (1962), Keşanlı Ali Destanı (1964, bas., 1979), Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1964), Eşeğin Gölgesi (1965; 1995), Zilli Zarife (oyn. 1966), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1971), Vatan Kurtaran Şaban (1989), Bu Şehr-i İstanbul ki, Astronot Niyazi, Ha Bu Diyar (1971), Aşk-u Sevda (1972), Dev Aynası (1973), Yar Bana Bir Eğlence (1974), Hayırdır İnşallah (1980), Marko Paşa (1985), Ayışığında Şamata (1987), Ve Değirmen Dönerdi-Lütfen Dokunmayın (1991).

SOHBET: Hak Dostum Diye Başlayım Söze (1978).

GEZİ: Düşsem Yollara Yollara (1979), Berlin Mektupları (1984).

DİĞER ESERLERİ: Devekuşuna Mektuplar (sanat-edebiyat yazıları, 1960), Tiyatro Terimleri Sözlüğü (Metin And ve Özdemir Nutku ile, 1966), Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil (portreler, 1979), Çok Güzelsin Gitme Dur (1983), Koyma Akıl Oyma Akıl (1985), Önce İnsan Olmak (1987), Yaz Boz Tahtası (1987)

ÇEVİRİ: 15. Asır Türk Halısı (K. Erdmann’dan, 1957).

HAKKINDA: Türkiye Ansiklopedisi (c. 4, s. 1296, 1974), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Ayşegül Yüksel / Haldun Taner Tiyatrosu (1986), Mustafa Miyasoğlu / Haldun Taner (1988), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 2 (1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Tatyana Moran / Dün Bugün (2000), TBE Ansiklopedisi (2001), Sadun Tanju / Eski Dostlar (Ara Güler’in fotoğraflarıyla, 2002).

 

İZNİKLİ LEYLEK

.. Leyleklerin Emir Sultan, İsa Bey, Eyüp Sultan gibi koyu müslüman yerleri sevişlerini nasıl izah etmeli?.. Hele Eyüb'ü... İstanbul semtlerinin her birine bir arma seçilecek olsa Eyüb'ünkinde muhakkak bir leylek resmi bulunurdu. Bulunmalıdır da. Her sonbahar, leylekler göç ederken, içlerinden en yaşlı birini Eyüb'e bırakmalarını, oralılar kendileri için büyük bir teveccüh sayıyorlar. Bir Eyüplü emekli tanırım: “Leylek namaz bile kılar, sen ne konuşuyorsun efendi!” diyor.

Bu, benim hikâyesini anlatacağım İznikli Leylek, namaz kılan soyundan değildi. Çünkü ramazan günü alenen orucunu yiyordu. Zaten hali, tavrı, yürüyüşü, iki üç adımda bir durup düşünüşü, dini bütün bir müslümandan çok, şüpheci ve kötümser bir filozofu andırıyordu. Bu leyleğin ermişlerle değil, her halde Voltaire'lerle, Schopenhauer'larla bir akrabalığı olacaktı.

Leylek, ihtiyatlı ihtiyatlı, yolun bir sağına, bir soluna bakındı. Görünürde kamyon, eşek, araba olmadığına kanaat getirince, gümüş saplı bastonuna dayanarak yürüyen kamburu çıkmış kadit bir âyan âzası misali, ağır ağır bizim tarafa geçti.

Biz hanın iç avlusunda, sabah kahvaltısı ediyorduk. Leylek biraz ötemizde güneşli bir yer seçip, gagası ile, sararmış, tüyleri dökülmüş göğsünü kaşımaya koyuldu.

Kızlardan biri:

“Ay şu hale bakın!” dedi, “Bayılırım şimdi. Bu ne şirin şey ayol!”

Hayvanın soğukkanlılığından cesaret alan bir başka kız da usulca yanına yaklaştı. Aklınca yakalayıp onunla bir fotoğrafını çektirmek istiyordu. Kız yaklaşınca leylek havalanmadı, küçük bir devekuşu gibi, zıplıya zıplıya uzaklaştı. İşte o zaman anladık ki, uçamıyordu. Uçamadığı anlaşılınca bu sefer dört talebe leyleği dört yandan kuşatıp kıstırmaya kalktılar. Ama avlunun girdisini çıktısını çok iyi bilen hayvan, ellerinden kaçıp kurtuldu.

 Profesör, bir türlü yanmak bilmiyen piposunu nihayet ateşliyebilmişti. Bir nefes çekip kibriti atarken:

“Tuhaf şey” dedi, “Niye uçmuyor bu hayvan?” Alman profesör:

“Her halde ihtiyarlıktan” diye teşhisi koydu...

Kolonyalı şapkalı doçent, kamyon şoförüne sordu:

“Kaç yaşında var acaba?”

“Yaşlı değildir o kadar. Siz bakmayın tüylerinin döküldüğüne. Kanadı kırık da ondan uçamaz fakir. Yavru iken anası yuvadan atmış buncağızı.”

Tezini mitolojiden hazırlıyan gözlüklü bir delikanlı:

“Tıpkı Haphaistos gibi desenize” diye söylendi. “Ama pardon, onu anası Hera değil de, babası Zeus atmıştı yeryüzüne.”

Kızlardan biri, sarı süveterlisi, merakla kalkıp şoförün yanma gelmişti:

“Niye atmış yavrusunu?” dedi. “Neden atmış kuzum, söylesenize?”

“Neden atacak! Ana leyleğin âdetidir. Üç yavrusu olursa birini yuvadan atar. İşin kötüsü, düşüp ölmemiş fakir. Telgraf direğine asılı kalıp kanadı kırılmış. Helvacı Musa çıkıp indirdi. Kanad, vücuttan ayrılmıştı Sade ufak bir yer tutuyor.İlkin ölecek sandık. Hikmet-i Hüda, iyileşti işte. Ama alil kaldı gayrı. Çırpınır, çırpınır, uçamaz.”

“Öbürküler sonbaharda gidince bu ne yapıyor?”

“Ne yapacak, o gitmez, kalır. Hepimizle övür oldu üç senedir. Uğurunu denemişler, bütün esnaf sever onu. Dükkânlara girer çıkar. Kışın fırıncılar barındırıveriyorlar. Yuvarlanıp gidiyor işte.”

... Leylek, han duvarlarının dibinde, sanki kendinden bahsolunmuyormuş gibi, çalımlı çalımlı dolaşıyordu. Halinde, tavrında, sanki istese uçarmış da, şimdilik keyfi yaya gezmek istediğinden uçmuyormuş gibi bir ifade vardı. Gökyüzünden inmiş olmanın olanca üstünlüğü ile, önünden geçmekte olan bir kediye, bu aşağılık yeryüzü yaratığına küçümseme ile baktı. Kedi, “Tısss” diye kabardı. Sonra çardağa tırmanıp kaçtı, kayboldu. Leylek onu korkutabilmiş olmanın cakası ile çöplüğe doğru yürüdü.

Tepemizdeki çınarın yaprakları, ılık bir rüzgârla tatlı tatlı hışırdıyordu. Bir kuş öttü ve sustu.

Leylek, başını yukarıya kaldırmış bakıyordu. Biz de yukarı baktık: yükseklerden, çok yükseklerden kendini rüzgâra bırakmış bir leylek, motörünü durdurmuş bir uçak gibi sessizce aşağı doğru kayıyordu. Yabancı leylek süzüldü geldi, tam bizimkinin tepesine yaklaşınca çapkın bir kanat çırpışla tekrar havalanıp uzaklaştı. Bizim leylek onun arkasından baktı, baktı. Sonra yine çöplükteki işine döndü. Yarım dakika geçmiş geçmemişti ki çocuklardan biri:

“Bakın, bakın!” diye bağırdı.

Deminki leylek şimdi yine süzüle süzüle iniyordu. Geldi, geldi, bu sefer büsbütün alçaktan, sanki sürtünürcesine bizimkinin başı ucundan seyirtti. Geçerken, bir teviye gagasını birbirine vuruyordu. Bizim tüyleri dökük leylek, şöyle bir davrandı, kanat çırpıp havalanmaya yeltendi. Bütün kuvvetiyle çırpındı, çırpındı. Ayakları yerden kesilip bir, bir buçuk metre yükseldi de. Ama hemen akabinde soluna doğru yan yatarak çöplüğe yuvarlanıverdi. Herkes soluğunu kesmiş, onun hareketine bakıyordu. Sakat kanadı üstüne düştüğünden, belli bir şey ki, canı fena yanmıştı. Buna rağmen hemen kalktı, doğruldu. Birkaç tutam tüyüne mal olan bir çırpnışla üstünün tozunu silkeledi. Sonra hiç bozuntuya vermeden, sendelemiş gibi, sessiz ve onurlu, uzaklaştı...

 

KONÇİNALIK KOMPLEKSİ

Haldun Taner'in son kitabını* okuduktan sonra, insanın içi­ne güneş, su, toprak hasreti çöküyor. Bütün tabiî şeyler ve on­larla beraber, bütün yaşama duygusu, kuruyan bir ağaçtan özsuyun çekilmesi gibi, bu hikâyelerden uzaklaşıvermiş. Ortada, ka­la kala, "o güdük, o sümük, o boynu bükük", o bir türlü "el kal­dıramayan" insanlar kalıyor. Hangi sayfaya göz atarsanız atın, onlardan biriyle karşılaşırsınız. Hepsi de solda sıfır, hepsi de ha­yatın sillesini yesinler, bu sillenin altında ezilsinler diye özel bir kalıba göre yontulmuş, şekillendirilmiş. Hiçbir zaman, toplum böyle olmasaydı, çevreleri başka türlü davransaydı, şu adamca­ğız da başka türlü olabilir, hayatta bir iz bırakır, kaderini yene­bilirdi diyemiyoruz. Bu miskinlik, bu kansızlık onların mayasın­da var. "Konçinalar" hikâyesine bir bakın: yazarın kendisi söylü­yor, "aşağılık, daha doğrusu, konçinalık kompleksi" sinmiş bir kere içlerine. Kimi, "Ablam"da olduğu gibi, peşi sıra bir zührevî hastalık sürüklüyor; kimi, isterik bir zavallı; kimi, münasebetsiz bir akıl hastası; kimi cahil; kimi sersem, fakat, hepsi de, içine düştükleri bataklıktan kurtulmak için bir tepki göstermeyi akıl­larının ucundan bile geçirmeyecek insanlar.

  Onların böyle oluşunda tek suçlu, yine Haldun Taner. Her bi­rini köle durumuna sokmuş, bir diktatör insafsızlığı veya bir ke­di kurnazlığıyla, onlarla oynuyor. Bütün kitap, dokuz hikâye bo­yunca, bir ama bir tek kişinin, hikayecinin baskısından kurtulup hür bir insan olduğunu anlamasını, hikayeciye isyan etmesini boşuna bekledim durdum. Ama olmadı, olmuyor işte, ellerinden gelmiyor. Hem, nasıl gelebilir ki? Haldun Taner onları, uşak, bir düşüncenin uşağı kılığına sokmuş, hepsine o biçim bir ruh ver­miş. Beklenmedik bir davranışla karşımıza çıkmak hangisinin haddine ? Hayat bir özsu gibi içlerinden çekilivermiş diyorum si­ze, hepsini kuru ve tek cepheli olarak bırakıvermiş. Tek cepheli bir insandan siz ne beklersiniz ? Hayatın zenginliğini, nefes alışı­nı, insanın içindeki çeşitli çarpışmaları ve beklenmedik bağdaş­maları, onlarda aramayın. Bunlar hep oldukları gibi kalacak, ay­nı hikâyeyi ömürleri boyunca tekrarlayacak, aynı olayların, her sefer, aynı teslimiyetle kurbanı olacaklar. "Ablam" yine o mace­ralı hayatını bir yük gibi peşi sıra sürükleyecek; kantar kâtibi Ali Rıza Efendi kapı kapı dolaşıp, ölüm haberlerini duymak ümidiy­le kulak kabartacak; miralaylar, eski başvekiller, kahvelerde, ec­zanelerde zamanın dışında sürdükleri hayatlarına devam ede­cekler; ihtiyar sapık yine memeli hayvanlar arayacak, Fasarya yine yaranmak için helak olacak ve "o güdük, o sümük" konçi-nalar, aptalca bir sırıtmayla, oyun arasında boş sözler gibi gidip gelmeye devam edecekler. Haldun Taner'in hikâyelerinde son nokta diye bir şey yok: her olay, hikâyenin çerçevesini kurmuş, hep böyleydi, hep böyle olacak düşüncesinin verdiği bir kolay­lıkla, insanlığın kanında bir mikrop gibi yuvarlana yuvarlana kendi kendini tekrar etmekte.

  Tabiî, insanların hayat hakları bu kadar kısılırsa, onları kul­lanmak da bir o kadar kolaylaşır. İşte o zaman, Haldun Taner'in sevincine de diyecek yok, ustalığına da. Malzemeyi bir kere kıstı, yonttu, ona hâkim oldu ya, artık büyük bir rahatlık, büyük bir kolaylıkla, yaşattığı insanların hiçbir itirazda bulunmaya­caklarından emin olarak, afyonla uyutulmuş arslanlarla döğüşen bir kahraman gibi nefesini zorlamadan ve dünyada par­makla gösterilecek kadar nadir bir ustalıkla, düşüncesinin ipli­ğine, insanları ve olayları diziyor. Hâkimiyet ve kendine emni­yetin verdiği bu sevinci anlıyorum: sükûnetini ve tebessümünü kaybetmeden, insanları kaldırıp kaldırıp yere vurmak ne de­mek ? Daha hızlı vurabilmek için, daha, gittikçe daha yükseğe kaldırıyor. Bir ara, kaçırdı kaçıracak, elinden kurtuldu kurtula­cak diyorsunuz, kahramanlardan biri serbestçe nefes almaya başladı diyorsunuz, öyle bir his geliyor içinize. Ama, Haldun Ta­ner'in pusuda beklediğini unutmamalısınız. Siz unutacak olsa­nız, o size hatırlatıyor: ufak bir müdahale, şöyle bir görünüverme ve bir bakıyorsunuz ki, fakir Alois Morgenrot, değil sabrın­dan, değil iyiliğinden, sadece bir çöpçü atı Şişhane yokuşunda kişnedi diye, sıkıntısından kurtulmuş; Ablam'ın ağlamasına se­bep, ruhî bir değişme, kendini aşma gücü değil, bir zührevî hastalıkmış; Fasarya da, artık hayata başka türlü bakacak demeye kalmıyor, Haldun Taner ön planı işgal ediveriyor, Fasarya'nın omuzunu sıvazlıyor "...bundan sonra da biz yine haf duracağız, golleri başkaları atacak... Kaderimiz haflıkmış, ne denir" diye onu yola getiriyor.

  İşte, Haldun Taner'in bütün hikâyeleri, bu "kader" kelimesiy­le "ne denir" sözünün etrafında toplanmış. Sanatı, kadere karşı gelmek ümidini yaratmak ve hemen o ümidi boğmak kavramla­rı üzerinde kurulmuş. Mesela şu "Fasarya" hikâyesine bakın: onu Voltaire'in Candide'ine benzetmekten kendimi alamıyo­rum. Candide gibi, Fasarya da, tek fikrin yahut yaradılışındaki bir tek özelliğin adamı, daha doğrusu kurbanı. Ama, Voltaire yi­ne de daha mesut, "Cultivons nötre jardin" diyor geçiyor. Halbuki Taner, iki eli şakağında, düşünekalıyor, biz hepimiz böyle de­ğil miyiz demeye getiriyor. İşte Haldun Taner'in bir özelliği de bu: XVII. asrın ilim düşüncesiyle, mantığıyla çalışıyor. Önce ipotez, bir fikir, bir düşünce; sonra, tecrübe faslı, bir kahramanın olaylar karşısındaki davranışları; sonra da tez. Haldun Taner'in herhangi bir hikâyesini ele alın, bir iki değişiklikle, bu mantıkî şemanın üç unsurunu da orada bulabilirsiniz. Olaylardan hare­ket edip, prensibe doğru bir gidiş: zaten, kitabın 100., 101., 114. ve diğer sayfalarında rastlayacağımız bu umumîleştirmeler, bu mantıkî yolun ne kadar ısrarla takip edildiğini iyice gösteriyor.

  Haldun Taner'in insanları bu şekilde kullanmasına itiraz et­mek aklımdan bile geçmez. İnsanları düşüş anlarında yakalama­nın, profilden portre çizmek gibi kolay olduğunu söyleyenlere de inanmıyorum. Haldun Taner, yukarıda belirtmeye çalıştığım ölçüler içinde, herhangi bir memleketin hikâyecileriyle boy öl­çüşecek değerde eserler vermesini biliyor. Fakat, aslara, papaz­lara el kaldıramayan konçinalar haline getirdiği hikâye kahra­manlarının, bir gün gelip Haldun Taner'e el kaldırmalarını, ras­yonel bağlarından kopup insanlığın zenginliğini yazara rağmen elde etmelerini istemekten de bir türlü kendimi alamıyorum.

                                                                                                                18 temmuz 1953

(Eleştiri Yazıları, 2000)

Yazar: ADNAN BENK

YENİ BİR HİKÂYECİ

Haldun Taner imzasına, ilk defa Yücel’de rastlamıştım. Dergi kapanıncaya kadar altı hikâyesi çıkmıştı. (Bunlardan sonuncusu, Yunus Nâdi hikâye müsabakasında dördüncülüğü kazanan Necmiye’nin Hatırı’dır.) Sonra başka dergi ve gazetelerde yazmağa başladı. Daha ilk hikâyesinden itibaren yeni bir hikâyeci ile karşılaştığımızı anlamıştım. Gerçi hikâyelerinin hepsi aynı olgunlukta değildi; fakat yeni bir mizacı ve bu mizacın adesesinden görülen manzaraları aksettirdiği belliydi.

Yaşasın Demokrasi ve şimdi elimizde bulunan Tuş, nasıl soy bir hikâyeci ile karşı karşıya bulunduğumuzu artık şüpheye yer vermeyecek şekilde gösteriyor.

Haldun Taner, hikâyeciliğimizde ne yeni bir çığır açmış, ne de ona yeni bir hava getirmiştir. Ama, bir hikâyecide bulunması gerekli vasıfları taşıdığına, hikâyelerinde bu özellikleri belirttiğine şüphe yoktur. Zaten sanatının püf noktası burada; Hikâye anlayışında büyük bir değişiklik yapmadığı halde, ilgimizi çekmesini biliyor, hem ustaca bir biliş. Söyleyeceği çok şey var gibi görünüyor.

Hikâyelerinde görülen ilk vasıf, kolayca bulunmuş ve kolayca yazılmış intibaını vermesidir. Bu hikâyecideki icat kudretini takdir etmemek elde değil. İnsana öyle geliyor ki, Haldun Taner, vak’aları bulmuyor, sadece çevresine dikkat ediyor ve görüyor. Görme... Hikâyeci ve romancıyı başarıya ulaştıran hareket noktası bu değil midir?

Haldun Taner, olayları komik tarafından yakalıyor. Bence, Haldun Taner’in hikâye anlayışının düğüm noktası buradadır. Bunu sadece güldürmek ve alay etmek için yapmıyor. Bu, belki de bir mizaç meselesidir. Hikâyeci, olayları başka bir gözle görüyor. Shakespeare’in kahramanları, insanı sözleriyle değil, hareketleriyle güldürürler; Haldun Taner de böyle yapıyor. Vak’ayı, kahramanları, şahısları önünüze seriyor; ama öylesine  bir seriş ki, ne etseniz, olayların akışından doğan terslik’e gülmeden edemiyorsunuz. Dikkat edilmesi gereken şey, aslında ne vak’anın, ne de şahısların komik oluşudur. Her ikisi de normaldir ve sizde hiçbir şüphe uyandırmadan, sonuna kadar, tabii akışına devam ediyor. Bütün sürpriz sona saklanmıştır. Klâsik hikâye plânına göre, başlangıç ve gelişme bölümlerinden sonra böyle bir sonuçla karşılaşacağınızı asla tahmin edemezsiniz. Fakat, ustalık şurada ki, bu sonuç sizi hayrete düşürmüyor, tabii karşılıyorsunuz. Zaten hikâyecinin istediği de, sürprizi tabiî şekilde vermektir.

Bu durum, yâni her hikâyenin mutlaka sürprizle bitmesi, belki de, monotonluk hissi uyandırır, doğru. Fakat tekrar edelim ki, bir mizaç meselesi üzerinde münakaşa, müsbet bir sonuç doğurmaz. Esasen, hikâyenin kompozisyonu, bu çeşitlilik ve ustalık, pek öyle başka şeyler düşünmeğe imkân vermiyor; hikâye şöyle veya böyle bitecekmiş, bu, ikinci plânda kalıyor.

Haldun Taner hikâyelerinde aktüel şahıslara da yer veriyor. Bazı hikâyelerinde, ya olduğu gibi, yahut adını değiştirerek, bir vesile ile, onlardan bahsediyor. Meselâ Kızıl Saçlı Amazon’da Kara kurt, adıyla sanıyla görüldüğü gibi, Sait Faik «Malik Sait», Orhan Veli de «Şair Halim» diye anılır. Eller’de Cahide Sonku ve Necmi Rıza’ya, Kaptan’ın Namusu’nda Hamiyet’e rastlarız.

Bizzat aktüalite de hikâyelerinin konusunu teşkil eder ve Haldun Taner aktüaliteden sık sık faydalanır. Yaşasın Demokrasi’de bunun örneklerini vermişti; Tuş’ta da aynı kaynaktan alınmış hikâyeler var. Made in U.S.A., İki Komşu bunlardandır. Birincisi, büyük şehirlerde yaygın olan Amerikan hayranlığının traji-komik bir hikayesi; ikincisi, milletvekili seçimlerinin, kıskançlık ve çekememezlik duygusunun zebunu olan iki ihtiyar kadının ruhunda uyandırdığı tepkiyi teşhirdir.

‘Komik’i yakalamak meyli, hikâyeciyi, ister istemez, toplumu tenkide götürmektedir. Fakat bunu acı bir realizmle yapmıyor; sadece zaafları ve aksaklıkları ortaya koyuyor. Bir Kayak ve İnsanlar, Kooperatif, bu yönden, başarılı parçalardır. İlkinde, ağaç düşmanlığının bir hicviyesini buluyoruz. Kooperatif ise, henüz çaresini bulamadığınız bir derdin üzerine parmağını basıyor: «Nüfuzlu zevatın bir mahalleye taşınmasının o mahallenin imarı, ihyası ve ilâsı demek olduğu» dâvası…

Haldun Taner’in hikâyelerinin gövde kısmını vak’alar teşkil ediyor. Hikâyecinin harekete önem verdiği açıkça görülüyor. Uzun boylu tasvir ve tahlillere girişmiyor. Hattâ portreleri bile ayrıntılarına kadar vermiyor, sırası geldikçe eksikleri tamamlıyor. Birkaç çizgi ile hemen bir portre ortaya çıkarıyor; fakat  psikolojisinde daha dikkatli davranmaktadır. Daha derinlere iniyor. Hikâyecinin psikolojiyi sevdiği her vesile ile anlaşılıyor.

Haldun Taner, bilhassa dil ve üslûp yünlerinden, ileriye doğru çok yol almıştır. İlk hikâyelerinde yerini bulmamış kelimelere, ifade aksaklıklarına tesadüf ediliyordu. Dostum İbrahim Zeki, Yaşasın Demokrasi dolayısıyla yazdığı bir makalede bunları belirtmişti. Bizzat hikâyeci, İbrahim Zeki’ye gönderdiği mektupta, bunları itiraf ediyor, bundan sonra daha dikkatli davranacağını söylüyordu. Va’dinde durduğu, ifadesini kontrol altına aldığından belli. Bütün dikkatime rağmen tek kelime yanlışı bulabildim: Allegro Ma Nen Troppo’daki tetemmüat kelimesi (S. 71). Tetümmat olması lâzım. Bunun, hikâyeciye mi, yoksa mürettiplere mi ait olduğunu kestirmek tabii tabiî imkansız. Hangisinin olursa olsun, tek yanlışın, üzerinde durulacak bir önem taşımadığı âşikârdır.

Eskilerin «eda ile müeddanın uygunluğu» dedikleri bir nesne vardır; Haldun Taner, bunu evleviyetle sağlamış. Hemen her hikayesinde kompozisyon tenevvüüne rastlıyoruz. Bu, hikâyecinin konusuna hâkim oluşunun ve yazı ustalığının en kuvvetli delil olsa gerek. Sizi, bir lâmelif çizerek aynı nokta etrafında dolaştırmıyor. Tahkiye ve kompozisyon, ikizli yoldan, hikâyeyi sağlam bir temele bağlamaktadır. Bundan sonrası, elbette kolaydır. Kolaydır ama, mesele, bu sonucu sağlayabilmekte!

Şahsen hiç tanımadığım, hatta bir yerde asıl mesleğinin edebiyatla ilgisi olmadığını öğrendiğim Haldun Taner, kuvvetli bir kültürün ve gözlem kabiliyetinin izlerini taşıyan hayli başarılı hikâyeler vermiştir. Allegro Ma Non Troppo, Made in U.S.A., 8’den 9’a kadar gibi hikâyeler yazabilen hikâyeci, Türk hikâyeciliğine bir adım attırmış sayılır. Daha şimdiden, iki hikâye kitabıyla, hikâyecilerimiz arasında ön plânda bir yer almıştır.

Haldun Taner’in, yerinde saymayacağına, başarısının güzel meyvelerini bizlere vermekte devam edeceğine, şüphe etmiyorum.

 

Hisar (sayı:14, Haziran 1951).

 

Yazar: HİKMET DİZDAROĞLU

BİZİM TİYATRO

(….)

Haldun Taner, oyun yazarlığı serüveni içinde bu ulusal deyişi en ısrarla, en bilinçle ariyan yazarımız belki. Lütfen Dokunmayın'da bir denemeyle başlıyan bu arama, “Keşanlı Ali Destanı”nda keskinleşti, “Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım”da ise iyice belirginleşti.

        Taner bir yandan Geleneksel Türk Tiyatrosu kaynağına eğilirken, öte yandan bugünkü Batı Tiyatrosunun yönelişlerini gözden geçiriyor. Bugün batıyı da saran “epik tiyatro” modası içinden “göstermeci tiyatro”nun temel ilkelerini ayıklıyan Taner, bu biçimsel unsurlarla geleneksel Türk Tiyatrosunun unsurları arasındaki benzerlikleri ortaya koyuyor.

        Geleneksel Türk Tiyatrosu, toplumumuzun türlü özellikleriyle biçimlenmiştir. Onda, toplumsal özelliklerimizin yansımalarını bulabiliriz. Ancak o günden bu yana toplum yapımızdaki değişiklikleri unutursak bugünkü toplumumuzdan da çok geriye düşebiliriz. Bu noktada batılı yöntem bize yol gösterecektir. Asıl batılı olmak budur. Yoksa, batılının salt biçimsel yönünü, kalıplarını alırsak, kötü bir taklitçilikten öteye gidememiş oluruz. Tıpkı, bir vakitler Tomas Fasulyeciyan Efendi'nin ve öteki ermeni tiyatro sanatçılarının yaptığı gibi.

        Batı konularını, batılı kalıplar içinde vermek, hem de iyi anlamadan. Bu taklitçilik dönemini batı konularını yerli kalıplara dökme çabası geliyor. Adaptasyonculuk, kötü taklitçilikten çok daha ileri bir aşama. Ama yeterli mi?

        Son olarak da batı konularını yerli kalıplarla karıştırıp garip bir karışım yaratan ilkel ve bilinçsiz çözümleme çabası.

        Taner, Türk Tiyatrosundaki bu üç aşamayı bir tek oyunla vermeye çalışıyor. Oyunun belgesel bir yönü de var. Oyun kişileri Türk Tiyatrosu'na büyük emek vermiş kimseler. Türk Tiyatrosu'na büyük katkıda bulunan Ahmet Vefîk Paşa'nın Bursa'da Tomas Fasulyeciyan Efendiye bir tiyatro açtığını, sürekli oyunlar verdirdiğini biliyoruz. Bu, çağına göre çok önemli bir devrim. Nitekim aynı zamanda büyük bir devlet adamı olan Ahmet Vefik Paşa'nın bu yüzden Bursa Valiliğinden alındığı da tarihi bir gerçektir.

(….)

             

Kaynak: Hisar Dergisi, sayı: 73, Ocak 1970, s.26                                                           

Yazar: ÖMER ATİLÂ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör