Bahaeddin Özkişi

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
19 Haziran, 1928
Ölüm
10 Kasım, 1975
Eğitim
Elektrik Ark Kaynak Öğretmen Okulu (Almanya)
Burç
Diğer İsimler
Mehmet Bahattin Özkişi

Hikâye ve roman yazarı (D. 19 Haziran 1928, Fatih / İstanbul [nüfusta Manisa] - Ö. 10 Kasım 1975, İstanbul). Tam adı Mehmet Bahattin Özkişi’dir. Babası Fatih dersiâmlarından (camilerde ders vermeye yetkili kişi) Ömer Lütfi Efendi, dedesi Demirci (Manisa) ilçesinin ünlü Nakşi şeyhlerinden Hacı Halit Efendi ve onun da babası Ömer Efendi’dir. Ömer Efendi, Bağdat’tan büyük mutasavvıf Mevlâna Halid’e bağlı idi. İlk eğitimini babasından aldı, özellikle gördüğü tasavvuf terbiyesi, kişiliği üzerinde önemli etkiler bıraktı. İstanbul’da 20. Yıl İlkokulu (1939), Karagümrük Ortaoukulu (Ahmet Rasim Ortaokulu, 1942) ve Sultanahmet Sanat Enstitüsünü (1946) bitirdi. Almanya’da Elektrik Ark Kaynak Öğretmen Okulunu da bitirdikten sonra kaynak öğretmenliği konusunda ihtisas yaptı. Devlet Havayolları’nda oto makinisti (1951-55) olarak çalıştı. 1956’dan itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Teknoloji Kürsüsünde kaynak öğretmeni olarak çalıştı. 

Almaya’dan dönüşünde Süheyl Ünver’den tezhip (süsleme) dersleri aldı. Cam üzerine tezhip çalışmaları yaptı. Yağlı boya resimle de ilgilenerek tablolar çalıştı. Bir yandan da eski İstanbul evlerinin maketlerini üç boyutlu ve dört cepheli olarak yaptı. Aksesuarlarına en ince ayrıntılarına kadar dikkat etti. Bu maketlerde yıkılan evlerin ahşap malzemelerini kullandı. Evleri kendi belirlediği zamandaki görüntüleri ile yansıttı.

Öğrencilik yıllarında, okul atölyesinde bir patlama sonucunda ölen ve yaralananlar, onu bir roman denemesine yöneltti. Bu yıllarda önce küçük hikâyeler yazmaya başladı. Gözlemlediği değişik tipler, olaylar, gemi sintinelerindeki (ambar altı) zehirli havada ekmek parası kazanan küçük çıraklar, dış mahalle sakinlerinin ahlâk anlayışı, onların maceraları ve kişilikleri onda derin etkiler bıraktı.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın teşvikleriyle yazmaya başlayan ve Akbaba dergisinde mizah öyküleri de yayımlayan (1960-65) Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı ve Sokakta adlı romanlarıyla tanındı. Açık, yalın ve samimi bir dille kaleme aldığı tarihî romanlarının yanı sıra düşünce ve duygu yönü ağır basan öyküleriyle de dikkat çekti. 1969’da evlendikten sonra eşinin teşvikiyle yazmaya devam etti. Eşi onun söylediklerini el yazısıyla yazdı, ona cesaret verdi, dikkatli bir okuyucu olarak yapıcı eleştirileriyle ona yardımcı olmaya çalıştı. Bu ortak çalışmaları ölümünden iki gece öncesine kadar sürdü.

Bahaeddin Özkişi, Sokakta adlı kitabıyla 1975 Peyami Safa Roman Yarışmasında birincilik ödülü kazandı. Vefat ettiği gün okuruyla buluşan Göç Zamanı adlı eseriyle Türkiye Millî Kültür Vakfının başarı ödülüne lâyık görüldü. Bu ödülü eşi aldı. Yazmaya başladığı ve Ahiliği konu alan eserini tamamlamaya ömrü yetmedi. Edirnekapı’daki Sakızağa Şehitliğinde toprağa verildi.

ESERLERİ:

HİKÂYE: Bir Çınar Vardı (1959), Göç Zamanı (1975).

ROMAN: Köse Kadı (1974), Uçtaki Adam (1975), Sokakta (1975).

KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Türkiye (10.10.1998), Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (2000; Romanımızın Ermiş Adamı: Bahaeddin Özkişi, s. 109-112), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

GÖÇ ZAMANI

Siz hiç sabaha karşı bir ses duydunuz mu? Yollarda ilk ayak seslerinden çok daha önce, bir ses?
Bir ney ahenginde erimiş bir çağrı, sizi içinizden kavrayıp bir yere, uzak, renkli, bilinmez ve esrarlı bir yere çekti mi?

Bilir misiniz Münâdi nedir ve Göç nasıl olacaktır?

Üzüntülü akşam yemeğinden hemen sonra, yavaşça arka odaya sıvıştım, iki elimi iki yana siper edip alnımı cama dayadım.. Gece, bahçeyi tanınmıyacak kadar değiştirmişti. Binbir cin'i binbir oyunla dal aralarında gördüm, ince patika, belli belirsiz bir ışıkla yarı aydınlanmış kulübeye kadar uzanıyordu. Kulübe koyu gölgeler arasındaydı, uyuyordu.

Yalağa girmeden evvel bahçeye son bir defa baktım, sonra sıkıca sarındığım yorgan altında yapayalnız, geçmek bilmeyen günü ve Dede'yi düşündüm. Aldatıldığım kanısındaydım; üzgündüm, kırıktım.

Belki o, beni beraberinde götürmemek için Münâdi'ye “Sus!” demişti, “Uyanmasın!” Bütün sevgililerin insana kucak açtığı ülkeye gitme acelesiyle “Sonra da gelse olur!” demişti belki.
Sahi size önce Münâdi'nin ne olduğunu anlatmalıyım. Ben onu, Dede'nin köşeleri yuvarlanmış konuşmasından, el kol hareketlerinin yardımıyle yaptığı küçük benzetmelerden tanımıştım. O anlatır, bir görünmez kalem zihnime Münâdi'yi çizerdi; gür sesli, palabıyıklı, iri ve güçlü bir adamı.
Bir eli şakağına dayalı bu hayal yaratığı; “Göç zamanı gelmiştir;” diye haykırır ve ben bu çağrıyı duyar gibi olurdum. Gözüm, Münâdi'nin gerçek kadar canlı çehresinde, kulaklarım karşı durulmaz çağırının âhenginde, konuşmasının sonunu beklerdim.

Daha sonra Göç'ü anlatırdı Dede. Zihnimde bir araba canlanırdı. Denkler, kap-kacak, leğen ve mutlu insanlar yüklü bir araba.

Atın zayıf baldırlarında kaslar zorlanmaktan şekillenirken, anlatılması zor incecik bir hüzün içimi kaplardı.

Dede, her kelimenin tadına baka baka, ağır ağır: “Bir gece.” derdi, “Sabaha karşı Münâdi, Göç zamanıdır diye bağıracak.”

Kaç geceler boyunca, o sesi duyabilmek için beklerken uyuyakalmıştım. Çok defa salâ ile Münâdi'nin çağrısını karıştırmış, heyecanlanmıştım. Kaç kez sabah ezanında bir şey, Dede'nin anlattığı yeri düşündürmüşlü bana.

Derin ve dinlendirici bir çocuk uykusu sabahından sonra bir daha Dede'yi görmedim. Göçmüştü. Ne eşyalarını, ne eski hırkasını alabilmişi! giderken. Kim bilir belki asıl suç Münâdi'nindi. Belki de “Göç zamanıdır” dedikten sonra, “Acele et, acele et!” diye üstelemişli. Tabiî böylece bana haber vermemişti Dede. Bir başka düşünceyse kalbimi sızlatırdı. Belki de diye düşünürdüm, Dede sırtında yepyeni bir hırka, çağırıldığı yerdeki çocuklara hikâyeler anlatmaktadır.

Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses?
Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Münâdi, “Göç zamanıdır” diye haykıran?
Dede olmalıydı şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri uzaklara dalar giderdi.

                                                                                          (Göç Zamanı, 1998) 

ÖZKİŞİ NİYETİNE

Bahaeddin Özkişi'nin Göç Zamanı adlı hikaye kitabını elime aldığımda ne yazar, ne de kitap hakkında hiçbir fikrim ya da referansım yoktu. Kendimi kitaba katacak ve onun kahramanlarıyla uzun süre yarenlik edecek bir ruh hali içinde de değildim. Hacmi küçük bir kitaptı. Hikayeler oldukça kısaydı. Kısa sürede okur ve vaktimi de değerlendirmiş olurum düşüncesiyle kitabı elime aldım. "Sokakta" ve "Göç Zamanı" sehpada üstüste duruyordu. Oldukça sade bir tasarıma sahip kitaplardaki turuncu-kahve, mor-yeşilden daha cazip geldiği için belki de ilk sırayı "Göç Zamanı" kazanmıştı.

İlk işim satır aralarında yazarın ayak izlerini aramak, cinsi-cibiliyeti hakkında az da olsa bir fikir sahibi olabilmekti. Ama yazar ortada yoktu. Ve ben bu konuda bir adım bile ilerlemeden üslubun açıklığı, çok kısa bir anlatım içinde ulaşılan yoğunluk, olayın kendinden ziyade, ruhu/pisikolojisi üzerinde geliştirilmiş derin tahliller beni çoktan kitaba bağlamıştı. Ve ben yazarı ararken, Rilke'nin cisminden öte bir tada varmış anlatıcıdan, insanı hisleriyle çırılçıplak yakalayan köre, dedesinin anlatımıyla ölümü bir masal kadar güzel hisseden bir çocuğun düşlerinden, hayal ülkelerinden babasını bekleyen çocuğun düşlerine, hayatı aydınlatan şeyin içimizin ışığı olduğunu farkeden adamdan, kurşun döktürülen çocuğun halk inaçları üzerindeki derin tahlillerine kadar her mekan ve zamandan, her yaştan onlarca kahramanın ve olayın peşinden oradan oraya sürüklendim.

Okuma ilerledikçe, hikaye dili bu kadar sağlam bir yazardan nasıl hiç haberdar olmadığıma içten içe sinirleniyor, ama bir yandan da onu hiç bir referans olmadan kendimin keşfetmesinden gizli bir haz duyuyordum.

Hikayelerde dil net ve açık. Yazar insanın özüne ait bilgiyi gereksiz bir mesaj verme çabası olmadan, olayın kendi keyfiyeti içnde öylece veriyor. Öyle büyük maceralar, enterasan vak'alar da yok. Bazen bir an, bazen bir bakış, bazen bir park ya da kahvede bir oturumluk süre, bazen satın alınan sıradan bir nesne, hikayeye konu olabiliyor. Yani yaşamın içindeki çoğu zaman ihmal ettiğimiz ya da önemsiz gördüğümüz her renk, her ayrıntı var hikayelerde. Yazar bir an'a bir ömrü dolduracak bir anlam yüklüyor bazen. Bazen de o an'da, o ışıkta varlığın, yaşamın anlamını, özünü yakalıyor. Sürekli oluşunu sorgulama, kainat içindeki yerini tesbit etme hali yoğun olarak hissediliyor. Alıştığımız giriş, gelişme, sonuç bölümleri, belli bir şekle uyma kaygısı yok. Biçim-anlam tartışması aşılmış gibi, insan okurken kendini daha rahat hissediyor. Hikayelerde olaydan ziyade düşünce yoğun bir anlatım ortaya çıksa da artık o bir öncesi olmayan metinler koymuş ortaya. Evrenin bir parçası gibi hissediyor kendini. Adeta "Takva sahibi biri öldüğünde yer ve gök ağlar.." hadisini hatırlatırcasına bütün evren onun sevincine de, hüznüne de ortak oluyor. Halka ait şeyler daha çok yalın ve olağan halleriyle değil de -bu yüzden hikayelerinde folklorik öğeler pek yer almamış- derin ve psikolojik yönleri ile ele alınmış. Bunları jakoben bir aydın tavrıyla değil de -katılmasa bile- anlamaya çalışarak, saygı sınırını aşmadan ortaya koymuş Özkişi. Belki kendimizi kitaba katıştaki rahatlık, kitabın bizi -halkı- hesaba katan bu latif anlatımdan kaynaklanıyor biraz da.

Hikaye kitabını bitirme sabrını gösteremeden "Sokakta"ya geçiyorum. Kısa sürede okuyup bitiriyorum. Hikayelerdeki bu folklorik ve dini motiflere saygı, aynen "Sokakta" romanında da devam ediyor. Hatta yazar bunları farkeden, inceleyen ve saygıyla dile getiren kişi olmaktan çok; yaşayan, inanan kişi olarak çıkıyor karşımıza. Yoksa nasıl bu kadar naif bir dille halka ait kaygıları, üzüntüleri, hurafeleri, inaçları dillendirebilir ki? Yazarın yaşam öyküsünü ciddi bir şekilde merak ediyorum. Ben de "Körün Gördükleri" adlı hikayede olduğu gibi bu konudaki bilgilere ulaşırsam, kafamda yazarın kimliği açıkça şekillenecek, diye düşünüyorum. Ve kitaplarda bu (genellikle) alışık olamadığımız saygının, halkın arasından bir sesle konuşuluyormuş hissinin, kitabın bir yerinde tersyüz olmamasını garanti etmiş olmanın rahatlığıyla devam edeceğim okumalarıma. Belki böyle bir insanla bir yolla iletişim kurma şansını yakalayabileceğim. Ne yazık ki kitapların yayınevinden gelen bilgi yazarın 1975'te vefat ettiğini gösteriyor; üzüntüm büyük. Ama hayat öyküsü bazı şeyleri netleştiriyor yine de. Yazarın "Sokakta"nın öyküsünü üzerine inşa ettiği "ONLAR" -yani cinler-, halk inaçları ve din hakındaki yoğun bilgisinin temelinde baba Ömer Lütfi Efendi ve dede; Nakşi Şeyhi Hacı Halit Efendi yatıyor.

1975 yılı "Peyami Safa Roman Yarışması"nda "Başarı Ödülü" almış "Sokakta". Konusunu son 200 yıllık değişimden alıyor roman. 'Cinler'in işlediği varsayılan bir cinayetin etrafında kurgulanmış olaylar. "Değişme"nin nasıl değerlerimizi yok ettiği, bozulmanın sokağın adetlerinin bozulmasıyla başlayıp, tek tek bireylere nüfuz ettiği bir cemaat bilinciyle yaşanıp, herkesin herkesten haberdar olduğu 'sokakta' artık kimsenin kimseden haberinin olmadığı, bu anlamda "İnsan-Tabiat (çevre)-Allah" ilişkisindeki herhangi bir aksaklığın insanın fıtratını bozacağı dahası kendi "oluşu-hali"ne bir ihanet olacağı anlatılıyor. Ve sokağı koruyan cami, türbe, şadırvan vb.'ne sahip çıkmanın önemi şiddetle vurgulanıyor. Roman cinayeti araştıran komserin, cinayet sanığı arkadaşının ölümünden sonra, sokağın bozulmasını önlemek için nasıl nöbeti devraldığı anlatılarak son buluyor. Nöbet; camiyi, türbeyi, şadırvanı, konakları eski manalarıyla sokakta yaşatabilmek. Mutlak bir son da değil, bir umudun devam edişi romanın sonu. Kurgu bir an bana T. Cansever, M. Özel, M. Armağan da izlerini bulduğumuz "Cami-pazar-medrese" merkezli şehir tasarımlarına ilk işaretlerden biri de Özkişi'den mi geldi acaba? sorusunu sordurtuyor. (Maket evler çalışması da biraz bu savımı destekler görünüyor.) (…)

Yazar: SERPİL ÖZÇEŞMECİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör