Havva Tekin

Çocuk Edebiyatı Yazarı, Eğitimci, Şair

Doğum
24 Ağustos, 1963
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

 Eğitimci, şair, çocuk edebiyatçısı. 24 Ağustos 1963, Lefkoşa / Kıbrıs doğumlu. Lefkoşa 20 Temmuz Lisesi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (I988) mezunu. Mezuniyet tezi: “Orhan Kemal’in Eserlerinde Sosyal Çatışma”. Eğitimini tamamlayınca, 1989’dan itibaren çeşitli okullarda Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği; Tevfik İleri İlköğretim Okulu müdür yardımcılığı, Çankaya İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü bünyesinde çeşitli komisyon üyelikleri görevlerinde bulundu. Görevini Cumhuriyet Lisesi müdür yardımcısı olarak sürdürdü.

Öykü, eleştiri ve inceleme yazıları 1997 yılından itibaren Fayton, Anadolu Ekini, Yeni Biçem, Dost Dost, Kül Öykü dergilerinde yayımlandı. Lefkoşa’da çıkan Halkın Sesi gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. “Yeşil Ada’nın Çocukları” adlı çocuk romanı ile Cumhuriyetin 75. Kuruluş Yılı Eser Yazma Yarışmasında Çocuk Romanı Büyük Ödülünü aldı. 2001 yılında “Düşten Öte Düşe Aşk” adlı öyküsüyle. Türk Edebiyatı Dergisi Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında mansiyona değer görüldü. Dil, edebiyat, folklor, çocuk edebiyatı konulu ulusal ve uluslararası sempozyumlara çağrılarak bildiriler sundu. Türk Edebiyatçılar Derneği, Kıbrıs- Balkan-Avrasya Türk Edebiyatçıları Kurumu (KIBATEK), Kıbrıs Şair ve Yazarlar Birliği üyesidir.

ESERLERİ:

ŞİİR: Yazılmasın Ayrılık ( 1997), Tenim Salamis Mavisi (2001). 

ÇOCUK ROMANI: Yeşil Ada’nın Çocukları (1998). 

KAYNAK: Mehmet Aydın / Edebiyatımızda Kadın Şair ve Yazarlar Sözlüğü (2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

 

BEN AKDENİZ...

Tarih soylu bir acının orta yeridir

Güneş kokusundan şaşkına dönmüş gülüşün

Kıvrak ve nazenin süzülüşünle

İçimde durursun.

Gizli...

Mavi...

Örtünüp yıkanan kıyı kentlerinin baharında

Taş avlulu yalnızlıklarda serinlettim düşlerini

Çağ vurup çağ büyüttüğün demlerdeyim hala

Bilemedin tutkumun dipsizliğini

Oysa bir anafor bademi gibi

Kararıp durmadaydı gözlerim

 

Ben Akdeniz...

Kısrak huysuzluğunda uyurum geceleri

Ve yedi dalgama yedi gülüşün düştükçe

Eğri bir kılıç gibi duran burnunu

Öpüp uyandırmak düşer aşıklığıma.

 

Ben Akdeniz...

Değme sabahları boşlayan bir aşkla

Sarılırım kıyılarına...

 

GÜL BAHÇESİ

Bana çocukluğumu soruyor ince toprak yollardan kalkıp güneşe yaklaşan bulut. İri verigo üzüm salkımları arasından süzülüp toprağa ve topraktaki karıncalara renk düşüren gün ışığı, oynaşıyor bir orada bir burada. Güneşi emmiş yapraklarıyla taze bir gülüş gibi güller. Çocukluğum, gül bahçesinde iki basamakla inilen bir bahçe. Kovan kaçkını birkaç bal arısının kanatlarından kehribar sarısı heyecanlar topluyor. Limon ve portakal çiçeği kokusunda sarhoş yediveren ağaçların küçük gölgelerinde annemi unutuyorum. Güneş yükseliyor.

Süt kokuyor aşevi ve taze hellim. Akşamdan güneşe bırakılmış nane kokusunda dolaşıyorum. Annem hatırlanan yüzüyle çocukluğunu taşıyor bana. Gidilmemiş topraklar gibi akşam. Kapılarını uzaktaki yüzüne kapattığımızda kırgın, koyu bir hüzünle bakıyor. Çıngırak sesleri geliyor. Yaklaşan gecenin ilk konukları keçiler,oğlaklar ve iri kıyım tekeler. Tavuklar, ördekler,civcivler hepsi birbirinin koynunda. Evin telaşsız, ağırbaşlı köpeği eşikte akşam gölgesi.

Ben kendimi biriktiriyorum yüzyıl savaşları için.

Kokular,tatlar,renkler biriktiriyorum beni yaratacak. Ben ellerimi toprakta keşfediyorum çiçek dikerken küçük ev ödevi saksıma.

Dokundukça tenime ağustos yeli, böylesi bir okşanmayı düşlüyorum. Babam bir bardak süt koyuyor baş ucuma ve bir demet çiçek.

Sesleri,gecenin seslerini yıldızları izleyerek  dinliyorum. Açık pencereden giren feslikan kokusuna ilk keşfettiklerimi saklıyorum. Niçin kalbim çarpıyor bilmiyorum. Uzağa gitme diyor annem. Kendi çocukluğumun içine kıvrılıp kalıyorum. Yan komşumuz Resmiye teyzenin yüksek duvarlı  iç avlusuna büyük bir ahşap kapı ile giriliyor. Merak ediyorum. Bir akşam erik uzatıyor bana duvardan. Anneme bakıyorum. Al demeyince annem yeşil eriklere dokunamıyorum. Belki al demediği için annem uzun yıllar kaçıyorum sevdiğimden.

Zakkumlar ellerimi acıtıyor,dere boyunda kurbağalar ürkütüyor beni. Ve sesleri yankılandıkça suda yalnızlığım büyüyor.

Ağaç kovuklarında ev yapmayı ilk ne zaman düşündüm hatırlamıyorum. Ama bildim bileli kendimi evler kurdum. Ağaç kovuklarından kimileri.

Evler içindekilerin yüreklerini gezdireceği evler olmalı. Yoksa öldürür düşleri.  Ne yazık ki gül bahçesinde geçmedi bütün günler. Dağıldı feslikan kokusunda ağaç kovuğundaki evler ve diğerleri. Bütün diğer düşler gibi.

Çocukluğumu soran küçük sarı bulut inceden kaplıyor tenimi.

Tenim yaz sıcağı, ağustos yeli ,bekleyen bir sevgili...

 

 

YOLCULUK

Alnım cama dayalı ne zamandır durduğumu bilmiyorum. Zonklayan alnımdaki bir yer mi, yoksa şah damarımın delice çırpınışının alnımdaki yankısı mı ?

Bu akan kanla bileklerimin bir ilgisi var mı? Varsa canım niye yanmıyor?

Bir yanım alnımın soğuyan yanını da alıp köşedeki geniş koltuğa sığınmayı ve uyumayı istiyor. Ama bu soğuk öyle uygun ki içimdeki yangına!

Mutfakta suyun kaynadığını haykıran çılgın bir düdük sesi. Susturmazsan susmayacak türden. Gidip gereğini yapıyorum. Susuyor.

Hayretle bakıyorum ağzından kızgın dumanlar saçılan çaydanlığa. İyi de suyu kaynasın diye kim koydu bu çaydanlığa. Kim sıcak suyla ilgili veya farkında? Alnım ısınıyor cam olmayınca. Gidip cama dayamalı yeniden...

İçim, kırk türlü polis kovalamacasından bitkin, ard arda sorgu odalarından terk,  bezgin bir yanlış kişi. Tutuklu ve tutuksuz, cezalı ve suçsuzum bütün kayıtlarda.

Bazı nüfus kayıtlarında yaşamıyorum bile...

İçim bir eski eserler müzesinin  loş ve gizli koridoru. Sessiz,uzun,zamansız...

Zamansızlığa uygun sahneler yazıp duruyor beynim. Kimsenin oynamayacağı bir tek kişilik oyunun özenli son repliğini  çizip çizip yeniden yazıyor gibiyim.

Ev sessiz. Derin,tarifi zor derinlikte bir sessizlik. Neden?

Sana bu sessizliği inşa etmeni sonra da gitmeni kim öğütledi? Nefret ederim oysa sessizlikten. Şimdi can hıraş,feryat figan,ve makamı bozuk nuh nebiden kalma şarkılarımı kimin sessizliğine inat söyleyeceğim?

Oysa alışmaya da başlamıştım bu sessizliğe...Ama dedim ya işin içinde sen olunca sessizlik taşınabilir oluyor. Yoksan kimselerin olmadığına yüzde yüz emin olduğum bir labirentte,kendi çığlıklarımı denemenin anlamı ne?

Yoksan ve sessizlik de yoksa gidip ciddi sesler türetirim kendime.

Her zaman kendini önemsetmek istediğini düşünürdüm. Bak haklıymışım işte...

Bütün olan biten bu. Böyle çekip gidince önemli kılacaksın kendini sanki!

O dayanılmaz,itici ve sinir bozucu hallerinden biri işte.

Oysa... Oysa sen biliyordun... Biliyordun önemli olduğunu.

Ne zaman içinden çıkılmaz hale getirsem içimi,yanıma oturup da ‘Yapma böyle. Açtığımız bütün kuyular kendi tırnak izlerimizi taşıdığı sürece uzağa gidemeyiz. Gel gömülmeden yüzleş’ demez miydin? Yalancısın işte.! 

Eğer yüzleşmekse nerede senin yüzleşmen?

Bir kerecik olsun çıkarıp da koydun mu teslimiyetin kucağına ellerini?

Şimdi benim bu deliliğin kapılarını zorlayan hallerimi izleyip eğleniyor mu ruhun? Bu haksızlık.!

Yaşam kolaycılığın ve sıradanlığın ellerinde kalacak senin gibi davranırsam. Hani çekip gitmek korkaklıktı? Hani bu insanlara inat deliliği yüceltmekti  as’lolan? Korkaksın korkak... Arkandan gelmemi istediğini biliyorum. Gelmeyeceğim işte! Sen bekle dur...

Odanın bir yerinde bir telefon sesi. Düzenli, inatçı...Açmayacağım telefonlardan sadece biri. Kapıları da açmayacağım, kapılarımı da...

Bütün kapılarım açılamayacak kadar örtülü.

Camın soğuk ve saydam gövdesi ben dokundukça kirli,ben kirlettikçe kırmızı. Kırmızı kimin rengi?

Bir yılbaşı inanışından fırlamış, ışıklı bir sokak yansımasından heyecanlı,bir tenin en kuytusunda sevişmesiz sabahlayan bir minik bez parçası,şaşkın bir al basması...Bir gülün yakıcı elleri... Senin en sevdiğin şarap rengi...

Camın gerisinde dalgalanan beyaz pamukçuklar...Flu belli belirsiz bir savruluş yukarıdan aşağıya. Kar yağıyor. Aradığım şey bu işte. Üzerine yağdığı her şeyi beyaz,kalın, sabırlı elleriyle örtüp kapatan kar. Sevdiğim kar. Ama bulanık solgun biraz.

Benimle yürüyemediğin bütün yolların en temiz ve en sıcak hali.

İçimde bir alev topu. İçim acıyor. Beyazın ölçüsü az da ondan sanki. Sanki iyi göremiyorum camın gerisini. Bileklerim fazla ıslak ve ayaklarımın yanında kırmızı bir gölcük...

Seninle bir göl kıyısında kayıp giden bulutları seyretmiştik. Eylüldü. Hüzünlü gözlerle bakmıştın. Bütün yangınlara küs yanıyordu yüreğin.

Ben seni neden anlıyordum?Dip köşe her yanıyla sarmalayarak, göğsümün üstünde sıkarak zamana doğru koşmuşum hep. Halsizim şimdi.

Bu ses neyin sesi? Kapı mı, telefon mu, çığlık mı atıyor birisi?

Biliyor musun artık kabul etmem gerektiğini kabul ediyorum. Sen benim en çıplak yüzümü gösterdiğimsin. En güçlü halimle en hızlı teslim olduğumsun ve gülümseyerek...Delilik bu...

Senden öncenin zamanlarını özlüyorum. Savrulan yaprak hızında akışkan ve hesapsız. Yönlerimi yönetmenin telaşında yönümü yitirdiğim bütün akşamların intikamıyla yanarken sakin bir deniz gibi telaşsız gelgitlerle beni içine aldığından beri ateş almayan bir silah gibi aklım.

Ben senin teninden yayılan derin bir sabrın kaçılamaz ağır ve vakur kokusuyla sarhoş oldum. Sen sabırsızca devinerek sabretmeye çalışan bedenime sabrın zaman denen ağaçtaki en son meyve olduğunu ve uzamadıkça zamanın içinde ona ulaşılamayacağını öğrettin. Sırf bu yüzden bile olsa sevmiyorum işte seni. Benim sabırsız ve çırpınan bir kuş tezliğindeki yüreğimi çürüten gözlerini sevmiyorum.

Nerede benim zamansız ayaklarım?Nerede sensizliğim?

Sensizken bile sensiz kalamamanın hırpalayan ellerini görmüyor musun?

Başka nasıl teslim olunur sana. Daha başka nasıl eririm ve karışırım zamana ?

Kar durmuş olmalı. Cam ateş gibi. Güneş parlıyor camın ardından.

Ellerim sıcacık. Havada kuşlar. Sakin ve sıcak bir rüzgar. Yürüyorum.

Sarı ve gittikçe daha da sararan başakların arasından ,eteklerimi savurarak yürüyorum. Uzakta tarlaların bittiği tepeliklerin başladığı bir yerden kimi zaman tek tek kimi zaman da üçer beşer kuşlar kalkıyor. Sıcağın tenimi tenimin sıcağı kabullendiği bir an...Yalın bir sessizliği tek inciten yüreğimin gümbürtüsü. Tepenin eteklerinde el sallıyor birisi. O el, o sallanan el avuçlarından koltuk altına kadar bir iri kuş...

Esmer, parlak, kımıltılı bir kuş. Gel eden bir sessiz çığlık. Koşmak mı gerek diye düşünüyorum. Yok diyor gövdem ağır ağır geçmelisin başakların tutan ve bırakan ellerinden.

Yaklaştıkça uzaklaşan bu kuş elli adam kim?Gözleri neden berrak ve görülebilir?Neden güneşin altında güneşten bir parça gibi sakin ve gönüllü?

Nereden tanıyorum senin gözlerini? Soyundukça giyinen, giyindikçe görünen üzüm rengi. Gözlerin sevinçli dalga dalga genişleyen sevdalı dokunuşlarla geziyor üzerimde .Hangimizi daha çok özlemişim. Seni,bizi beni...

Örtmeli gözkapaklarını üstüme örtmeli...

Kırmızı bir bilek,soğuk bir cam, derin bir huzur ve gözlerin...

Sana gelmiyorum...

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör