Öykü,
eleştiri ve inceleme yazıları 1997 yılından itibaren Fayton, Anadolu Ekini, Yeni Biçem, Dost Dost, Kül Öykü dergilerinde
yayımlandı. Lefkoşa’da çıkan Halkın Sesi
gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. “Yeşil
Ada’nın Çocukları” adlı çocuk romanı ile Cumhuriyetin 75. Kuruluş Yılı Eser
Yazma Yarışmasında Çocuk Romanı Büyük Ödülünü aldı. 2001 yılında “Düşten Öte Düşe Aşk” adlı öyküsüyle.
Türk Edebiyatı Dergisi Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında mansiyona değer
görüldü. Dil, edebiyat, folklor, çocuk edebiyatı konulu ulusal ve uluslararası
sempozyumlara çağrılarak bildiriler sundu. Türk Edebiyatçılar Derneği, Kıbrıs-
Balkan-Avrasya Türk Edebiyatçıları Kurumu (KIBATEK), Kıbrıs Şair ve Yazarlar
Birliği üyesidir.
ESERLERİ:
ŞİİR:
Yazılmasın Ayrılık ( 1997), Tenim Salamis Mavisi (2001).
ÇOCUK
ROMANI: Yeşil Ada’nın Çocukları
(1998).
KAYNAK: Mehmet Aydın / Edebiyatımızda Kadın Şair ve Yazarlar
Sözlüğü (2001), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Tarih
soylu bir acının orta yeridir
Güneş
kokusundan şaşkına dönmüş gülüşün
Kıvrak
ve nazenin süzülüşünle
İçimde
durursun.
Gizli...
Mavi...
Örtünüp
yıkanan kıyı kentlerinin baharında
Taş
avlulu yalnızlıklarda serinlettim düşlerini
Çağ
vurup çağ büyüttüğün demlerdeyim hala
Bilemedin
tutkumun dipsizliğini
Oysa
bir anafor bademi gibi
Kararıp
durmadaydı gözlerim
Ben
Akdeniz...
Kısrak
huysuzluğunda uyurum geceleri
Ve
yedi dalgama yedi gülüşün düştükçe
Eğri
bir kılıç gibi duran burnunu
Öpüp
uyandırmak düşer aşıklığıma.
Ben
Akdeniz...
Değme
sabahları boşlayan bir aşkla
Sarılırım
kıyılarına...
Bana
çocukluğumu soruyor ince toprak yollardan kalkıp güneşe yaklaşan bulut. İri
verigo üzüm salkımları arasından süzülüp toprağa ve topraktaki karıncalara renk
düşüren gün ışığı, oynaşıyor bir orada bir burada. Güneşi emmiş yapraklarıyla
taze bir gülüş gibi güller. Çocukluğum, gül bahçesinde iki basamakla inilen bir
bahçe. Kovan kaçkını birkaç bal arısının kanatlarından kehribar sarısı heyecanlar
topluyor. Limon ve portakal çiçeği kokusunda sarhoş yediveren ağaçların küçük
gölgelerinde annemi unutuyorum. Güneş yükseliyor.
Süt
kokuyor aşevi ve taze hellim. Akşamdan güneşe bırakılmış nane kokusunda
dolaşıyorum. Annem hatırlanan yüzüyle çocukluğunu taşıyor bana. Gidilmemiş
topraklar gibi akşam. Kapılarını uzaktaki yüzüne kapattığımızda kırgın, koyu
bir hüzünle bakıyor. Çıngırak sesleri geliyor. Yaklaşan gecenin ilk konukları
keçiler,oğlaklar ve iri kıyım tekeler. Tavuklar, ördekler,civcivler hepsi
birbirinin koynunda. Evin telaşsız, ağırbaşlı köpeği eşikte akşam gölgesi.
Ben
kendimi biriktiriyorum yüzyıl savaşları için.
Kokular,tatlar,renkler
biriktiriyorum beni yaratacak. Ben ellerimi toprakta keşfediyorum çiçek
dikerken küçük ev ödevi saksıma.
Dokundukça
tenime ağustos yeli, böylesi bir okşanmayı düşlüyorum. Babam bir bardak süt
koyuyor baş ucuma ve bir demet çiçek.
Sesleri,gecenin
seslerini yıldızları izleyerek
dinliyorum. Açık pencereden giren feslikan kokusuna ilk keşfettiklerimi
saklıyorum. Niçin kalbim çarpıyor bilmiyorum. Uzağa gitme diyor annem. Kendi
çocukluğumun içine kıvrılıp kalıyorum. Yan komşumuz Resmiye teyzenin yüksek
duvarlı iç avlusuna büyük bir ahşap kapı
ile giriliyor. Merak ediyorum. Bir akşam erik uzatıyor bana duvardan. Anneme
bakıyorum. Al demeyince annem yeşil eriklere dokunamıyorum. Belki al demediği
için annem uzun yıllar kaçıyorum sevdiğimden.
Zakkumlar
ellerimi acıtıyor,dere boyunda kurbağalar ürkütüyor beni. Ve sesleri
yankılandıkça suda yalnızlığım büyüyor.
Ağaç
kovuklarında ev yapmayı ilk ne zaman düşündüm hatırlamıyorum. Ama bildim bileli
kendimi evler kurdum. Ağaç kovuklarından kimileri.
Evler
içindekilerin yüreklerini gezdireceği evler olmalı. Yoksa öldürür düşleri. Ne yazık ki gül bahçesinde geçmedi bütün günler.
Dağıldı feslikan kokusunda ağaç kovuğundaki evler ve diğerleri. Bütün diğer
düşler gibi.
Çocukluğumu
soran küçük sarı bulut inceden kaplıyor tenimi.
Tenim
yaz sıcağı, ağustos yeli ,bekleyen bir sevgili...
Alnım
cama dayalı ne zamandır durduğumu bilmiyorum. Zonklayan alnımdaki bir yer mi,
yoksa şah damarımın delice çırpınışının alnımdaki yankısı mı ?
Bu
akan kanla bileklerimin bir ilgisi var mı? Varsa canım niye yanmıyor?
Bir
yanım alnımın soğuyan yanını da alıp köşedeki geniş koltuğa sığınmayı ve
uyumayı istiyor. Ama bu soğuk öyle uygun ki içimdeki yangına!
Mutfakta
suyun kaynadığını haykıran çılgın bir düdük sesi. Susturmazsan susmayacak
türden. Gidip gereğini yapıyorum. Susuyor.
Hayretle
bakıyorum ağzından kızgın dumanlar saçılan çaydanlığa. İyi de suyu kaynasın
diye kim koydu bu çaydanlığa. Kim sıcak suyla ilgili veya farkında? Alnım
ısınıyor cam olmayınca. Gidip cama dayamalı yeniden...
İçim,
kırk türlü polis kovalamacasından bitkin, ard arda sorgu odalarından terk, bezgin bir yanlış kişi. Tutuklu ve tutuksuz,
cezalı ve suçsuzum bütün kayıtlarda.
Bazı
nüfus kayıtlarında yaşamıyorum bile...
İçim
bir eski eserler müzesinin loş ve gizli
koridoru. Sessiz,uzun,zamansız...
Zamansızlığa
uygun sahneler yazıp duruyor beynim. Kimsenin oynamayacağı bir tek kişilik
oyunun özenli son repliğini çizip çizip
yeniden yazıyor gibiyim.
Ev
sessiz. Derin,tarifi zor derinlikte bir sessizlik. Neden?
Sana
bu sessizliği inşa etmeni sonra da gitmeni kim öğütledi? Nefret ederim oysa
sessizlikten. Şimdi can hıraş,feryat figan,ve makamı bozuk nuh nebiden kalma
şarkılarımı kimin sessizliğine inat söyleyeceğim?
Oysa
alışmaya da başlamıştım bu sessizliğe...Ama dedim ya işin içinde sen olunca
sessizlik taşınabilir oluyor. Yoksan kimselerin olmadığına yüzde yüz emin
olduğum bir labirentte,kendi çığlıklarımı denemenin anlamı ne?
Yoksan
ve sessizlik de yoksa gidip ciddi sesler türetirim kendime.
Her
zaman kendini önemsetmek istediğini düşünürdüm. Bak haklıymışım işte...
Bütün
olan biten bu. Böyle çekip gidince önemli kılacaksın kendini sanki!
O dayanılmaz,itici
ve sinir bozucu hallerinden biri işte.
Oysa...
Oysa sen biliyordun... Biliyordun önemli olduğunu.
Ne
zaman içinden çıkılmaz hale getirsem içimi,yanıma oturup da ‘Yapma böyle.
Açtığımız bütün kuyular kendi tırnak izlerimizi taşıdığı sürece uzağa
gidemeyiz. Gel gömülmeden yüzleş’ demez miydin? Yalancısın işte.!
Eğer
yüzleşmekse nerede senin yüzleşmen?
Bir
kerecik olsun çıkarıp da koydun mu teslimiyetin kucağına ellerini?
Şimdi
benim bu deliliğin kapılarını zorlayan hallerimi izleyip eğleniyor mu ruhun? Bu
haksızlık.!
Yaşam
kolaycılığın ve sıradanlığın ellerinde kalacak senin gibi davranırsam. Hani
çekip gitmek korkaklıktı? Hani bu insanlara inat deliliği yüceltmekti as’lolan? Korkaksın korkak... Arkandan
gelmemi istediğini biliyorum. Gelmeyeceğim işte! Sen bekle dur...
Odanın
bir yerinde bir telefon sesi. Düzenli, inatçı...Açmayacağım telefonlardan
sadece biri. Kapıları da açmayacağım, kapılarımı da...
Bütün
kapılarım açılamayacak kadar örtülü.
Camın
soğuk ve saydam gövdesi ben dokundukça kirli,ben kirlettikçe kırmızı. Kırmızı
kimin rengi?
Bir
yılbaşı inanışından fırlamış, ışıklı bir sokak yansımasından heyecanlı,bir
tenin en kuytusunda sevişmesiz sabahlayan bir minik bez parçası,şaşkın bir al
basması...Bir gülün yakıcı elleri... Senin en sevdiğin şarap rengi...
Camın
gerisinde dalgalanan beyaz pamukçuklar...Flu belli belirsiz bir savruluş
yukarıdan aşağıya. Kar yağıyor. Aradığım şey bu işte. Üzerine yağdığı her şeyi
beyaz,kalın, sabırlı elleriyle örtüp kapatan kar. Sevdiğim kar. Ama bulanık
solgun biraz.
Benimle
yürüyemediğin bütün yolların en temiz ve en sıcak hali.
İçimde
bir alev topu. İçim acıyor. Beyazın ölçüsü az da ondan sanki. Sanki iyi
göremiyorum camın gerisini. Bileklerim fazla ıslak ve ayaklarımın yanında
kırmızı bir gölcük...
Seninle
bir göl kıyısında kayıp giden bulutları seyretmiştik. Eylüldü. Hüzünlü gözlerle
bakmıştın. Bütün yangınlara küs yanıyordu yüreğin.
Ben
seni neden anlıyordum?Dip köşe her yanıyla sarmalayarak, göğsümün üstünde
sıkarak zamana doğru koşmuşum hep. Halsizim şimdi.
Bu
ses neyin sesi? Kapı mı, telefon mu, çığlık mı atıyor birisi?
Biliyor
musun artık kabul etmem gerektiğini kabul ediyorum. Sen benim en çıplak yüzümü
gösterdiğimsin. En güçlü halimle en hızlı teslim olduğumsun ve
gülümseyerek...Delilik bu...
Senden
öncenin zamanlarını özlüyorum. Savrulan yaprak hızında akışkan ve hesapsız.
Yönlerimi yönetmenin telaşında yönümü yitirdiğim bütün akşamların intikamıyla
yanarken sakin bir deniz gibi telaşsız gelgitlerle beni içine aldığından beri
ateş almayan bir silah gibi aklım.
Ben
senin teninden yayılan derin bir sabrın kaçılamaz ağır ve vakur kokusuyla
sarhoş oldum. Sen sabırsızca devinerek sabretmeye çalışan bedenime sabrın zaman
denen ağaçtaki en son meyve olduğunu ve uzamadıkça zamanın içinde ona ulaşılamayacağını
öğrettin. Sırf bu yüzden bile olsa sevmiyorum işte seni. Benim sabırsız ve
çırpınan bir kuş tezliğindeki yüreğimi çürüten gözlerini sevmiyorum.
Nerede
benim zamansız ayaklarım?Nerede sensizliğim?
Sensizken
bile sensiz kalamamanın hırpalayan ellerini görmüyor musun?
Başka
nasıl teslim olunur sana. Daha başka nasıl eririm ve karışırım zamana ?
Kar
durmuş olmalı. Cam ateş gibi. Güneş parlıyor camın ardından.
Ellerim
sıcacık. Havada kuşlar. Sakin ve sıcak bir rüzgar. Yürüyorum.
Sarı
ve gittikçe daha da sararan başakların arasından ,eteklerimi savurarak
yürüyorum. Uzakta tarlaların bittiği tepeliklerin başladığı bir yerden kimi
zaman tek tek kimi zaman da üçer beşer kuşlar kalkıyor. Sıcağın tenimi tenimin
sıcağı kabullendiği bir an...Yalın bir sessizliği tek inciten yüreğimin
gümbürtüsü. Tepenin eteklerinde el sallıyor birisi. O el, o sallanan el
avuçlarından koltuk altına kadar bir iri kuş...
Esmer,
parlak, kımıltılı bir kuş. Gel eden bir sessiz çığlık. Koşmak mı gerek diye
düşünüyorum. Yok diyor gövdem ağır ağır geçmelisin başakların tutan ve bırakan
ellerinden.
Yaklaştıkça
uzaklaşan bu kuş elli adam kim?Gözleri neden berrak ve görülebilir?Neden
güneşin altında güneşten bir parça gibi sakin ve gönüllü?
Nereden
tanıyorum senin gözlerini? Soyundukça giyinen, giyindikçe görünen üzüm rengi.
Gözlerin sevinçli dalga dalga genişleyen sevdalı dokunuşlarla geziyor üzerimde
.Hangimizi daha çok özlemişim. Seni,bizi beni...
Örtmeli
gözkapaklarını üstüme örtmeli...
Kırmızı
bir bilek,soğuk bir cam, derin bir huzur ve gözlerin...
Sana
gelmiyorum...