Şair ve yazar. 20 Haziran 1930,
Ökes köyü / Akşehir / Konya doğumlu. Köyünde
3 yıllık eğitmenli okulu bitirdi. 4.
Sınıfı komşu köyde okurken İvriz Köy Enstitüsü’ne gitti, 5. sınıfı sınavla
atladı (1945). Öğretmen oldu (1948). Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü (Gazi
Üniversitesi) Özel Eğitimi Bölümü’nü (1955). İstanbul Eyüp Levazım Yedek Subay
Okulu’nu, Londra Marlybone Koleji’ni (1962) bitirdi. Bir yıl Londra BBC
Radyosu’nda çalıştı (1963), BBC ve Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda izlenimlerini anlattı.
Çocukluk yıllarında çıraklık, çobanlık;
Akşehir köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. (1948-53) Nasrettin Hoca
Gazetesi’nde yayımlanan Eşeğimiz ve Ben adlı bir öyküsü yüzünden komünizm propagandası iddiası ile yargılandı,
aklandı (1953).
Askerliğini Mersin 3. Astsubay Ortaokulu’nda Yedek
Subay Öğretmen olarak tamamladı (1956).
Mersin’de (1955), Antalya (1957)
ve İzmir’de İlköğretim Müfettişi iken 1971’de Bakanlıkça kıdemi 3 yıl
indirildi. 11 ay boykot etti. Maaş almadı. Öğretmenlerin maddi destek verme
girişimi nedeni ile hükümete karşı gelme suçundan kıdemi 3 yıl daha geriye çekildi.
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile görüşerek haklarını geri aldı (1972). Soruşturmasız
İlköğretim Müfettişliği görevinden uzaklaştırıldı (1979). Gaziemir Lisesi
Eğitim Uzman Yardımcılığı’na verildi. Danıştay kararı ile geri döndü (1982).
1996’dan 2000 yılına dek Kültür Bakanlığı Danışmanlığı görevinde bulundu. 1981’de
emekliye ayrıldı, 1964 yılında oğlu adına kurduğu Özgür Eğitim Yayınevi’nin başına geçti. 1997’de Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü adlı yazma
yarışmasını başlattı.
Yazın yaşamı 1945 yılında Konya
Ereğli İvriz Köy Enstitüsü’nde başladı.
İlk şiiri “Yaylada”,
1946’da Samsun Yayla dergisinde çıktı.
Yurt, Edebiyat Dünyası, Yeni
Ufuklar, İmece, Demet, Aykırısanat, Ardıçkuşu, Damar, Agora, Çalı, Berfin
Bahar, Ülkü, Köy Postası, Erciyes, Damla, Sultandağı, Mavi, Kaynak, Yücel,
Gayret, İvriz, Varlık, Kıyı, Düşün Sanat, Güncel Sanat, Şehir, Esinti dergisinde,
Yeni Konya, Akşehir, Milliyet, Demokrat, İzmir, Sabah Postası, Demokrat Ege,
Yeni Asır, Cumhuriyet gazetesinde makale ve şiirler yazdı.
1947’den sonra çeşitli dergi ve
belediyelerin açtığı yarışmalarda ödüller kazandı. İlk ödülü şiir
dalında 1947’de Bursa Nilüfer Dergisi’nde üçüncülük ödülü ile başladı.
1948’de Edirne Damla Dergisi’nden
birincilik, 1948’de şiir dalında Konya Valiliği’nden
birincilik, 1954’de öykü dalında Gazi
Üniversitesi Edebiyat Bölümü Kültür Kolu’ndan birincilik, 1962’de şiir ile Londra Kıbrıs Türk Cemiyeti’nden
ikincilik, 1962’de öykü ile Konya Turizm Derneği’nden
birincilik, 1962’de şiir ile Yeni Konya Gazetesi’nden
ikincilik, 1963’de makale ile Konya
Turizm Derneği’nden birincilik, 1972’de şiir ile İstanbul Taşlı Tarla
Dergisi’nden ikincilik ödülleri aldı. 1993’de araştırma dalında İzmir-Dikili Belediyesi’nden üçüncülük, 1994’de
şiir ile Adana Altınkoza Şenliği’nden
basılmaya değer ödülü, 1996’da roman dalında Ankara-Çankaya Belediyesi’nden üçüncülük, 2001’de Türk Diline katkısı
nedeniyle Kosova Türk Kültür Sanat
Derneği Türkçem Dergisi’nden Uluslararası Yılın Ödülü’nü aldı. 2006’da İzmir’i Sevenler Kültür Platformu’ndan Onur
Ödülü, 2007’de Azerbaycan Gence Pedagoji
Üniversitesi’nden Fahri Doktora Ödülü, 2007’de Azerbaycan Uluslararası Bilim Kurulu’ndan birincilik roman ile (Dünya
Çocuk Edebiyatı Ödülü), 2008’de şiirle Ilgın
Beykonak Bilim-Külütr Vakfı’ndan birincilik,
2008’de edebiyat ve sanata katkısı nedeni ile İzmir Lions Kulüp’den Onur Ödülü geldi. 2009’da edebiyata hizmeti nedeni
ile Konak Belediyesi Meclisi tarafından
oturduğu sokağa Mevlüt Kaplan adı
verildi. 2011’de İzmir Balkan Dernekleri
Federasyonu tarafından En Başarılı Şair Ödülü, 2014’de edebiyat ve sanata
katkısı nedeni ile Konak Belediyesi tarafından
yaşamı, sanatı kaset yapıldı, Ustaya Saygı Günü düzenlendi. 2015’de 70. Sanat
Yılı nedeni ile Konak Belediyesi, Yeni
Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Kıbrıs, Irak, Balkanlar, Avrasya Türk
Edebiyatları Kurumu Derneği (KIBATEK) ve Müfettişler Derneği tarafından 70.
Sanat Yılı etkinliği düzenlendi.
Türkiye Öğretmen Dernekleri Ulusal
Federasyonu Genel Merkez Yöneticiliği yaptı. 1965’te Fakir Baykurt ve doksan üç
arkadaşıyla Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS)ün kuruluşunu gerçekleştirdi,
Ege Bölgesi Temsilcisi olarak TÖS Genel Merkez Yöneticiliğine getirildi.
İzmir’de ilk kez Türkiye İlköğretim Müfettişleri Sendikasını (TİM-SEN)’i kurdu.
TÖB-DER ve EĞİT-DER kurucusu oldu.
1996’da Mehmet Başaran, Talip
Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal gibi 33 şair yazar arkadaşı ile Çağdaş
Eğitim ve Köy Enstitüleri Vakfı kurucuları arasında yer aldı. Eğitimciler
Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası, ,
Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Dil Derneği üyesi, Kıbrıs-Avrasya-Balkanlar
Türk Edebiyatları Kurumu Derneği (KIBATEK) ve Tüm İlköğretim Müfettişleri (TİM-DER)
Genel Başkanıdır.
“Kaplan, satırlarını çocuk evrenine armağan
ederken özellikle de köylerden, kasabalardan yükselen seslerin, renklerin,
kokuların yansımalarını içtenlikle yansıtır. Hem geçmişte hem de bugünde
dolaştırır kalemini. Olağanüstü serüvenler, düş yüklü masallar anlatmaz, Anadolu’nun
bağrından gelen ırmağı akıtır sadece. Bu ırmak akarken çocuklara bilgece
iletiler bırakmayı da unutmaz. (…)
“Dilini, biçemini, halkın
dilinden beslenen bir Türkçe ve gerçekçi anlatıma dayıyor. Laf kalabalığından
uzak duruşu, anlatım kısırlığı olarak değil, aksine anlatım zenginliği olarak
yansıyor öykülere.” (Cumhuriyet Kitap / Mavisel Yener)
ESERLERİ:
Şiir: Anadolu
Yankıları (1951), Cıvıltı (1950), Ozanca (1951), Sevgi
Barışla Büyür (1996), Cumhuriyet
Dönemi Çocuk Şiirleri Seçkisi (Ergun Enver ve Ahmet Özer ile birlikte
1998), Yaşama Sevinci (2002), Atatürk
Şiirleri (2008), Belirli Günler ve
Haftalar Şiirleri (2008), İlk Aşkım
Son Şarkım (2016).
Masal: Ceylan
Kuzu (1960), Peri Kızı (1960), Aksi Horoz (1960), Zallak
ile Mallak (1960), Devler Arasında Bir Kız (1960), Zanuşakları (1960),
Seçme Türk Halk Masalları (1963), Keloğlan
ile Delioğlan (1970), Telli Turna (1975), Edi ile Büdü
(1980), Ders Veren Masallar (1980), Nasrettin Hoca (1980), Kahraman Keloğlan (1980), En İyi Arkadaş Dizisi (10 Kitap / 1998), Keloğlan ile Delioğlan
(1998), Cin Kuyusu (1998), Balıkçı ile Balık Kız (1998), Büyülü
Gül (1998), Takla Atan Güvercin (1998), Akıl Kutusu (1998), Altın
Beşik (1998), Dilli Düdük (1998), Altın Saçlı Kız (1998), Balım Sultan (1998), Keloğlan
ile Sihirli Fasulyeler (1998), Kaybolan Kedi (1998), Akıllı
Keloğlan (1998), Keloğlan Masalları Dizisi (8 Kitap / 2002), Nasrettin
Hoca Masalları Dizisi (8 Kitap / 2002), Yaşayan Anadolu
Efsaneleri (2004), Ünlü
Masallar (2008), Büyülü Gül (2008),
Gülmeyen Kız (2008), Ayça Kız (2008), Keloğlan Masalları (2008),
Nasrettin Hoca Gülmeceleri (2008), Anadolu
Masalları (2008), Keloğlan’ın Dersi
(2008), Çiçek Kız (2008), Üç Elma (2008), Dağların Çiçeği (2008), Sihirli
Sandık (2012), Gülmeyen Kız (2012), Ayça Kız(2012), Altın Kaz (2012),Yaşayan Anadolu Efsaneleri I-II (2014).
Öykü: Çalışan
Kazanır Dizisi (8 Kitap / 1983), Okuyan
Bilir Dizisi (10 Kitap / 1983), Yolun Öteki Ucu (1990), Serçeler
Yakına Konar (1996), Bir Arpa Boyu Uygarlık (1996), Mektuplar
Barış Olsa (1999), Sabahlar Günaydınla Başlar (2000), Öyküler Ne
Söyler? (2000), Beyaz Mendil (2001), Günaydın Çocuklar (2001),
Ağlayan Duvar (2002), Dumanlı Kaya (2002), Kurtuluş Savaşı Öyküleri (İlköğretim 2008),
Kurtuluş Savaşı Öyküleri (Ortaöğretim
2012).
Roman: Köylü Aşkı (1953), Bücür Osman (1958),
Barış Ülkesi (1980), Tren
Düdükleri (1994), Köyün Demircisi (1996), Kınalı Güvercin (2000), İzmir’in Kavakları (2015)
Gezi:
Adada
Bir Yıl
(1962), Mavi Sularda (1993).
Derleme:
Öğretici Bilmeceler (1980), Eğitici Gülmeceler (1980), Bilmece Gülmece (1983), Tekerleme Şekerleme (1983), Nasrettin Hoca ve Gülmeceleri (2008), Bilmeceler (İlköğretim, 2008), Bilmeceler (Ortaöğretim, 2008),
İnceleme: Küme ve Grupla Çalışma Tekniği (1964), Anılarla
Atatürk (1980), Nasrettin Hoca (1985), Çağdaş Eğitim ve Köy
Enstitüleri (1993), Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri (2002), Belirli Günler ve Haftalar (2005), Toroslardan Doğan Güneş İvriz Köy Enstitüsü (Dündar
Aydoğdu ile 2015), Vatansever Bir Eğitim
Devrimcisi Mustafa Necati (2017).
Okul ders, yardımcı ders ve tatil
kitaplarıyla birlikte irili ufaklı kitap sayısı 600’ü geçkindir.
Okul Öncesi Eğitim kitapları 16, Okul
Öncesi Masal kitabı 22, Sözlük Grubu 7, Ders Kitabı ve Yardımcı Ders Kitabı 13.
Çeviri: Andersen Masalları (10 Kitap / 1998), Grimm Masalları (10 Kitap / 1998), Lafonten Masalları Dizisi (19 Kitap /
1998-2008), Behrengi Dizisi (8 Kitap
/ 2002), Ezop Masalları Dizisi (13
Kitap / 1998-2008), Doğu-Batı Dünya Klasikleri
32 kitap (2015), Masal Kitabı 141, Okul Öncesi Masal Kitabı 73 tanedir.
KAYNAKÇA: Tarık Dursun K.
/ Evvel Zamanda Şairler... (Yeni Asır, 14.4.1998), Fahri Ali / “Sevgi Barışla
Büyür”de Barış Sesleri (Yeni Birlik, Makedonya, 17.6.2000), Vedat Yazıcı / Martıya
Mektuplar (2000), Ahmet Özer / Mevlüt Kaplan’ın Çok Yönlü Emeği - Vedat Günyol
/ Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri - Berin Taşan / Bir Eğitim Emekçisi
Mevlüt Kaplan - Hidayet Karakuş / Sessiz Sedasız Bir Kültür Emekçisi - Mehmet
Başaran / Şair Mevlüt Kaplan - Talip Apaydın / Eğitimci Yazar Mevlüt Kaplan -
Ahmet Günbaş / Adada Bir Yıl Mevlüt Kaplan’la Söyleşi (Çalı dergisi-M. Kaplan
Özel Sayısı, 2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia
of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Serpil Ural (Çoluk
Çocuk Dergisi, Aralık 2002), Dinçer Sezgin / Yaşamı Anlatan Sözcükler (Radikal,
22.11.2003), Aslan Bayır / Mevlüt Kaplan’ın Özgeçmişi (Aykırısanat-Mevlüt
Kaplan Özel Sayısı, Nisan 2004), Aytül Akal / Mevlüt Kaplan’la Tele-röportaj
(Cumhuriyet Kitap, 2000), Mavisel Yener / Mercek: Çocuk Kitapları - Üstadın
Kaleminden (Virgül, sayı: 61, Nisan 2003), Nilay Yılmaz / Yaşayan Anadolu
Efsaneleri (Cumhuriyet Kitap, 6.5.2004), M. Şerif Onaran / Köy Enstitüleri
Aydınlığı (Cumhuriyet Kitap, 20.5.2004), Sirel Ekşi / Ömrünü Kitaba Verdi (Posta
Ege, 31.01.2005), Necdet Tezcan / İzmir Yollarında (Keşan Önder Gazetesi,
25.04.2006), Prof. Dr. Tamilla Aliyeva / Çocuklardan Konuştum Sözümü Büyüklere
Dedim (Tasvir Gazetesi, 05.02.2008), Özdemir Şarman / Mevlüt Kaplan Edebiyat
Ödülü (Ege Telgraf Gazetesi, 06.03.2008), Mustafa Emre / Yaşam ve Sanat (Adana
İlkhaber Gazetesi, 18.11.2012), Adnan Kaya / Köy Enstitülü Bir Yazar ve Yayıncı
Dr. Mevlüt Kaplan (Hürriyet Ege, 20.09.2014).
Mevlüt KAPLAN
Köyün okulu tek dershaneli, beş
sınıflıydı. Öğretmen hem müdürlük yapıyor, hem de birleştirilmiş sınıfları
okutuyordu.
Günün son dersiydi. Kapının
çalınmasıyla, açılması bir oldu.
Ders anlatan öğretmenin son sözleri
ağzında kalmıştı.
Öğrenciler birden ayağa fırladı.
Gelen müfettişti. Sınıfın ortasına
doğru yürümüştü.
Öğretmenin, öğrencilerin gözleri onun
üzerindeydi.
“Tünaydın çocuklar!...” diye seslendi.
Öğrenciler hep bir ağızdan bağırdılar:
“Sağ ol!...”
Müfettiş, öğretmen masasına doğru
yöneldi:
“Oturun çocuklar, siz de sağ olun,”
dedi.
Kendisini öğretmen masasının gerisinde
duran sandalyeye bir külçe gibi attı. Çok yor-gun görünüyordu. Buraya komşu
köylerden yürüyerek gelmiş olduğu belliydi.
Öğretmen müfettişe kendisini ve
sınıfın hangi derste, hangi konuyu işlediğini söyledi.
“İbrahim İbiş. Okul müdürü ve sınıf
öğretmeniyim. Tek dershanede beş sınıfı okutu-yorum. Normal öğretim programını
uyguluyorum. Öğrencilerimin sayısı, yirmi üç kız, otuz yedi erkektir. İşlemekte
olduğumuz konu; Hayat Bilgisi’nden “Evcil Hayvanlarımızdır.”
Müfettiş teşekkür etti:
“Dersinize kaldığınız yerden devam
edin,” dedi.
Öğretmen işlemekte olduğu konuya
yeniden başladı.
Çocuklara rasgele soruyordu:
“Ali sen söyle bakalım. Köyümüzde
gücünden faydalandığımız hayvanlar hangileridir?”
“Eşek
öğretmenim. Öküz öğretmenim. Manda öğretmenim. At öğretmenim. Deve
öğret-menim.”
“Ali aferin sana. İyi de bu köyde deve
var mı?”
“Yok öğretmenim.”
“Öyleyse...”
“................”
Raziye, şimdi de sen söyle bakalım.
Yumurtasını yediğimiz kümes hayvanları hangi-leridir?”
“Tavuk öğretmenim. Kaz öğretmenim.
Keklik öğretmenim. Horoz öğretmenim.”
“Raziye sana da aferin, ama keklik
kümes hayvanı mı? Sonra horozun yumurtası olur mu?”
“Hayır öğretmenim.”
Müfettiş ayağa kalktı.
Öğretmenden izin istedi. Öğrencilerin
verdiği yanıtları beğenmemiş gibiydi.
“Bakın çocuklar,” dedi.
“Söylediğiniz her hayvanın arkasından
“öğretmenim” diyorsunuz, buna gerek yok. Şim-di size benim de bir sorum olacak.
Öğretmenim sözcüğünü kullanmadan kim söylemek ister?”
Çocuklar parmak kaldırmıştı.
“Ben!... Ben öğretmenim!...”
Müfettiş çocuklardan birini
göstererek:
“Sen söyle yavrum. Etinden, sütünden,
derisinden ve de gübresinden faydalandığımız hayvanlar hangileridir?”
“Keçi öğretmenim... İnek
öğretmenim...”
Müfettiş öfkelenmiş gibiydi.
Yine elini kaldırdı. Konuşan çocuğun
da susmasını istedi.
“Hani öğretmenim demeyecektin?”
Bu anda parmak kaldıran başka
öğrenciler de vardı.
Müfettiş bu kez onlardan birine döndü:
“Arkadaşının saydığı hayvanların
dışında kalan etinden, sütünden, yününden, derisinden yararlandığımız
hayvanları da sen söyle.”
“Koyun öğretmenim. Camız öğretmenim.”
Müfettiş onu da durdurdu.
Öğretmene baktı:
“Velahavle... Hayret,” dedi.
Öğretmen öğrencilerin her söz ve
davranışını doğal karşılıyordu.
“Alışkanlık efendim,” dedi.
Paydos saati gelmiş, güneş inmek
üzereydi.
Pencereden karşı dağların
menevişlendiği görülüyordu.
Bu sırada zil çalındı. Sıralar arasında
bir kaynaşma başladı. Öğrenciler kitaplarını, defterlerini çantalarına,
torbalarına dolduruyorlardı.
Dağınık bir halde Kapıdan çıkarlarken
öğretmen bedence gelişmiş öğrencilerden birini çağırdı. Onun kulağına bir
şeyler söyledi. Yeniden seslendi:
“Çabuk ol. Bekliyorum.”
Çocuk “Tamam,” dedi. Birden fırlayıp
gitti.
Diğer öğrenciler, üçerli, beşerli
gruplar halinde okulu terk ettiler.
Müfettiş az da olsa öğretmen ve
öğrencilerin çalışmalarını izlemiş, gereken bilgiyi edinmişti.
Sıra okul müdürü olarak yönetime
ilişkin defterlerin incelenmesine gelmişti.
Dershanenin kapısı birden açıldı. Az
önce öğretmenin görevlendirdiği öğrenci geri gelmişti.
Öğretmen sordu:
“Tamam mı İsmail?”
“Tamam öğretmenim.”
“İyi. Teşekkür ederim. Arkadaşların evlerine
gitti. Çantanı al, sen de git.”
İsmail defterini, kitaplarını ve
kalemini çantasına yerleştirdi, okuldan hızla o da ayrıldı.
Müfettiş, öğretmenin yıllık, ünite
günlük, gezi, gözlem plânlarını inceliyordu. Ders, yoklama, künye, diploma,
karne, sicil, demirbaş defterlerini, desimal dosyalarını ayrı ayrı gözden
geçiriyordu.
Sınıf geçme çizelgelerine, dershanede
bulunan mevsim şeridine, tarih şeridine, hava gözlem grafiklerine bakıyor,
kendine göre değerlendirmelerde bulunuyordu.
Güneş inmiş, ortalık menevişlenmişti.
Ağır ağır karanlık yaklaşıyordu.
Dershane loş durumdaydı.
Öğretmen elektrik düğmesini çevirdi,
dershaneyi birden aydınlık kapladı.
Müfettiş bu kez de okul
kooperatifinin, okul koruma derneğinin çalışmalarını denetlemeye başlamıştı ki;
Kapı birden tekmelenir gibi gürültü
ile bir kez daha açıldı.
Öğretmen baktı. Müfettiş baktı.
İçeriye güzel giyimli, gösterişli bir
bayan girmişti. Yüksek bir sesle çıkışır gibi seslendi:
“Hoş geldin müfettiş bey. Hoş geldin
ama geç kaldın. Dışarısı gece oldu. Haydi, kalk artık. Acıkmadın mı? Susamadın
mı? Sofra hazır. Yemekler daha fazla soğumasın.”
Öğretmen İbrahim onu tanıyordu.
Müfettiş kendi kendine suçlanır gibi
oldu. Eziklik içinde konuştu.
“Az kaldı hanımefendi. Geciktiğimiz
için özür dilerim. Hemen geliyoruz.”
“Vallaha olmaz. Ben müdür, müfettiş
tanımam. İşiniz bitmediyse sabahlar çuvala girmedi ya... Kalanını da yarın
tamamlarsınız.”
Öğretmen araya girdi:
“Bir dakika Ayşe Hanım. Lütfen siz
gidin. Az sonra biz geliriz.”
“Yo!... Olmaz. Sizi almadan şuradan
şuraya adımımı atmam. Gözlerinize yazık ayol! Acıktınız, susadınız. Sizin
canınıza düşmanlığınız mı var?”
Kapıya doğru yürüdü.
Müfettiş baktı, Ayşe Hanım kararlı
görünüyordu. Notlarını yazdığı denetleme defterini katladı. Çantasını
kapatırken öğretmene takıldı.
“Öğretmenim iyisi mi biz hemen
kalkalım. Paparayı yedik. Biraz daha oyalanırsak sizin hanımdan dayak
yiyeceğiz.”
İbrahim Öğretmen sıkılmış gibiydi:
“Efendim, Ayşe Hanım eşim değil,”
dedi.
“Nasıl olur? Çok samimi davranıyordu.”
“Efendim, ona burada “Alaman Ayşe”
derler. Kocası uzun süredir yabanda. Almanya’ da. Bir zamanlar oralarda uzun
süre Ayşe Hanım da bulunmuş.”
Konuşa konuşa dışarıya çıktılar.
Öğretmen müfettişe okulun karşısında iki katlı güzel görünüşlü bir evi gösterdi:
“Efendim şu görünen ev Alaman
Ayşe’nindir. Beş yıl önce yapıldı. O ev en çok benim, bir de muhtarın işine
yarıyor. Köyümüze gelen devlet görevlilerini ağırlamada büyük kolaylık
sağlıyor.”
Müfettiş baktı:
“Evin çatı katı da varmış. Üstelik
üzeri de kırmızı kiremitli. Dışarıdan çok güzel görü-nüyor.”
“Efendim, az sonra göreceksiniz. İçi
de çok güzel. Üstelik o evin acıklı bir de öyküsü var.
Köylüler
Alaman Ayşe’nin kocasına “Alaman Hasbi” derler. Hasbi’nin Almanya’ya gidişi çok
serüvenli olmuştur.”
Müfettişle öğretmen yolda biraz
duruyor söyleşiyor, biraz yürüyorlardı. Öğretmen anlatıyordu. Müfettiş gurbetçi
öykülerini çok seviyordu.
“Hasbi Almanya’ya gitmek için yıllarca
uğraşmış, perişan olmuştu. Sonunda çağrılmış, Almanya’ya kapağı atmıştı ama bu
kez de uzun süre işsiz güçsüz sırada beklemiştir.
Soğukta, sıcakta aç yatmış, parasız,
pulsuz açıkta kalmıştır. Kısa aralıklarla lokantalarda bulaşıkçılık yapmıştır.
Kaçak olduğundan kimse köklü bir iş vermemiştir. Bizim Hasbi sonunda bakmış ki,
kaçak gidenlerden bazı tanıdıklar, parası iyi olan işlerde çalışıyor, hem de
sürekli. Bir araştırıyor, bir soruşturuyor ki, işin altında bir hile, bir bit
yeniği var.
Yani bazı Türk erkekleri, kaçak olarak
gittikleri için bir Alman kadını ile para karşılı-ğında anlaşıyor,
nikâhlanıyor, evleniyorlar. Böyle olunca iş buluyor, çalışıyor, para
kazanı-yorlardı.
Aynı yolu Hasbi’de deniyor. Gökboncuğu
gözlü, sarışın biriyle yaşamını birleştiriyor.
Böylece Almanya’da kalma, düzenli,
sürekli bir iş bulma olanağını o da elde etmiş oluyor.”
Sözün burasında müfettiş araya girdi.
“Yani bu hanımdan boşanıyor öyle mi?”
“Hayır efendim. Boşanma, moşanma yok.
Öyle olsaydı, Türkiye’ye Ayşe Hanım’a Euro gelir miydi?”
“Alman kadın ile yapılan hileli, kaçak
bir evlilik desene.”
“Günahlarını almış olmayalım ama aynen
öyle.
Duyuşumuza göre Alaman Hasbi’nin Alman
kadından bir de çocuğu varmış.”
“İyi de bu kadın burada, kendi başına
ne yapıyor? Nasıl yaşıyor?”
“Efendim Alaman Ayşe’nin durumu çok
iyi. Kocası yani Alaman Hasbi dört beş yıldır gelip gitmiyor. Orada bir domuz
çiftliğinde çobanlık yapıyormuş. Aylığı da çok dolgunmuş. Bizim parayla iki bin
lirayı geçiyormuş. Bu paranın en az yarısı her ay Türkiye’ye geliyor.
Alaman Ayşe canı istediği zaman ilçeye
gidiyor. Gelen Euro’ların birazını alıyor, kala-nını da faize yatırıyor.”
“Yoksa bu gece orada, onun evinde mi
kalacağız?”
“Evet efendim. Yüz güldürecek başka
ev, başka kimse yok.”
“Canım bir gecelik değil mi? Nerede
olsa sabahlardık. Dul bir kadının evinde kalmamız doğru mu? Bekçinin, muhtarın
evi de olabilirdi.”
“Olmaz efendim. Kadına gündüzden haber
gönderdim. Şimdi dökülmüş, saçılmış, hazırlık yapmıştır. Orayı bırakıp başka
bir eve gidemeyiz.”
“Yaa!... Öyle mi? Pekâlâ.”
Alaman Ayşe müfettişle öğretmeni kapıda
karşıladı.
“Buyurun efendim. Hoş geldiniz,”
dedi.
Konuklara rugan terlik uzattı. İkinci
kata çıktılar. Çevresi sedef kakmalı antika sehpalar üzerinde duran içi renkli
çiçeklerle süslenmiş, işlemeli, kesme Fransız kristali, renkli figürler taşıyan
Japon seramik vazolu, tabanı büyük Bünyan halısı dayalı, döşeli güzel ve geniş
bir salona alındılar.
Sofra hazırdı.
Müfettişle, öğretmen ellerini,
ağızlarını, yüzlerini, ısıtılmış su ile kalaylı bakır ibrikli le-ğende, lavanta
kokulu Alman sabunuyla köpürte köpürte yıkadıkar.
Alaman Ayşe üzeri minderli, arkaları
aynalı gelinlik sandalyelerini gösterdi:
“Yemeğe buyurun,” dedi.
Renkli kaplar içinde yemekler çeşit
çeşitti.
Hep birlikte oturdular.
Önce kalaylı bir meydan sinisi
üzerinde çorba, etli, tatlı, sebzeli yemekler geldi. Yan tarafta kristal bardak
ve su dolu sürahi duruyordu. Kaşıklar, çatallar, bıçaklar takımdı. Hepsi pırıl
pırıl Alaman gümüşündendi. Yaldızlı örme iki kayık sepete dilimlenmiş ekmekler
kon-muştu. Başka bir kristal kayık tabakta meyve vardı.
Müfettiş, böylesi yürekten ilgiye ve
görgüye ilk kez tanık oluyordu.
Alaman Ayşe candan davranıyor,
konuklarını en iyi şekilde ağırlamak istiyordu. Yiye-cek, içecek her şey
oradaydı. Önce üzeri tereyağlı, baharatlı, limonlu domates çorbası içildi. Tam
o sırada Ayşe Hanım birden ayağa fırladı.
“Sormayı unuttum müfettiş bey. Özür
dilerim. İştah açıcı bir şeyler alır mıydınız?” dedi.
Müfettiş bu sözden hiçbir anlam
çıkaramamıştı. Çevresine bakındı. Her şey güzel, her şey iştah açıcıydı.
“Teşekkür ederim,” dedi.
Öğretmen araya girdi:
“Efendim, Ayşe Hanım, rakı gibi, şarap
gibi alkollü bir içecek alır mısınız demek istiyor.”
“Hayır. Hayır. İçkilerin ne kokusunu
bilirim ne de tadını. Şimdiye dek ilâç için bile kullanmadım. Dünyada en güzel
içecek sudur. Sağ olun. Teşekkür ederim. Yemekleriniz çok nefis.”
“Afiyet olsun.”
Ağır ağır konuşa konuşa yediler.
Ayşe Hanım başından geçenleri
müfettişe bir bir anlattı:
“Doğma, büyüme buralıyım. Geçmişte çok
yokluk, yoksulluk çektim. Bir Almanya fırsatı doğdu. Herkes gidiyordu. O
kervana ben de katıldım. İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalı ile Frankfurt’a gittim.
Çeşitli fabrikalarda çalıştım. Orada istemeyerek bazı tatsız olaylar ya-şadım.
Türkiye’ye kesin dönüş yapmak zorunda kaldım. Çağım, yaşım geçiyormuş gibi bir
endişeye kapıldım. Olmaz olası çocukluk arkadaşım Hasbi ile evlendim. Ne
yapayım ki, yazgı. Olacakla, öleceğe çare bulunmuyor.”
Alaman Ayşe iç geçirdi. Belli etmek
istemiyordu, ama anlattıklarına bakılırsa mutsuz görünüyordu. Onu buraya
bağlayan anasının, babasının ruhları ile bu evmiş. Yoksa buralar bir gün
eğleşmeye bile değmezmiş.
Koca olacak o Alaman Hasbi kalıbının
adamı değilmiş. Allem etmiş, kallem etmiş Ayşe Hanım’la evlenmiş. Sonradan da
çok hayırsız çıkmış. Neymiş efendim, Alaman Ayşe yani ben oralarda başka
çiçekler koklamış. Mış mış, muş muş.
“O Hasbi’yi Almanya çok şımartmış.
Artık ondan umudunu çoktan kesmiş. Hele bir de para göndermese ipler şimdiye
değin çoktan kopmuşmuş. İyi ki ayakbağı olacak çocukları yokmuş.
Sözün fazlası baş ağrıtırmış. Daha
fazla konuşmamalıymış.”
Müfettiş de kendinden söz etti.
Karşılıklı dertleştiler.
“Bir hastalıklar koleksiyoncusuymuş.
Tansiyonu yüksekmiş. Yani hipertansiyonu varmış. Sinirlenmek hiç iyi
gelmiyormuş. Kalp ve karaciğer yetmezliği varmış. Böbrekleri iyi süzmüyormuş.
Diyaliz makinesine girmekten çok çekiniyormuş. Zaman zaman mide ülseri
azıyormuş. Hele ilkbaharla, sonbaharda çekilir gibi değilmiş. Bütün bu
hastalıkları dağda, bayırda, aç, susuz dolaşırken almış. Yediği yemekler yağlı
tuzlu oluyormuş. İstediği gibi bir perhiz yapamıyormuş. Müfettişlik denen bu
meslek hiç de göründüğü gibi rahat değilmiş.”
Öğretmen İbrahim İbiş’in de kendine
göre sorunları vardı. Uzun süredir bu köydeydi. Artık orada dura dura neredeyse
öğretmenliği unutmuş, köylüleşmiş. Biraz da kente gitmek, az öğrencili, çok
öğretmenli tek sınıflı okulları da, öğretmen olmayı da çok özlemiş.
Öte yandan kendi çocukları da artık
büyümüşler. Bu yıl ilköğretimi bitiriyorlarmış. Mutlaka ortaokulu, lisesi
bulunan bir merkeze alınmalıymış. Ne var ki, bugüne değin verdiği dilekçelerin
tümü geriye tepmiş, bir sonraki yıla
ertelenmiş. Puanı kent okulları için yeterli gelmiyormuş.
Söyleşi arka arkasına birbirine
ekleniyor, uzadıkça uzuyordu.
Yemekten sonra Alaman Ayşe yavaş yavaş
sofrayı toparladı, arkadan meyve getirdi. Arkasından çay ve kahve yaptı.
Müfettiş ne çay kahve içti, ne de
meyve yedi.
Ayşe Hanım buna çok üzülmüştü. Yine
çıkışır gibi konuştu:
“Müfettiş bey, siz de ama
nazlıymışsınız ha!... Çayı mı, kahve mi beğenmediyseniz sütlü neskafe veya
İtalyan kapiçinosu yapayım.”
Müfettiş elini göğsüne götürdü:
“Teşekkür ederim, içemem,” dedi.
Yine söz sözü açtı. Konuşmalar yeniden
başladı.
Dereden, tepeden, havadan, sudan biraz
daha konuştular.
Vakit ilerlemişti. Öğretmen ayağa
kalktı. İzin istedi.
“Efendim yorgunsunuz. Ben gideyim. Siz
de dinlenmenize bakın.”
Müfettiş şaşırmıştı. Hayretle sordu:
“Nereye gidiyorsunuz?”
“Lojmana efendim. Benim hanım ödleğin
biri. Çocukları da korkak yetiştiriyor. Hem de beni merak eder, uyuyamazlar.”
“Burada ben
yalnız mı kalacağım?...”
“Hayır, efendim Ayşe Hanım’la
kalacaksınız.”
Öğretmen böyle söyledi. Beklemeden
geriye dönüp bakmadan oda kapısını, sokak kapısını açtı, çıktı gitti.
Müfettiş orada kalakaldı. Öğretmenin
arkasından bakakaldı. Suçlu gibiydi. Sıkılmıştı. Şaşırmıştı.
Ayşe Hanım onu rahatlatmak istedi:
“Müfettiş bey. Hiç çekinmeyin. Burayı
kendi eviniz kabul edin. İstediğiniz zaman yatabilirsiniz.”
Eliyle işaret etti. Gündüzden
hazırladığı odayı gösterdi. Kendisi başka bir odaya geçti. Kapısını örttü.
Işığını söndürdü.
Müfettiş salondaydı. Geceleyeceği
odaya geçti. Ancak, şimdi yatsa hemen ağrıları tutacak uyuyamayacaktı.
En iyisi okumaktı. Çantasını açtı,
pijamasını giydi.
İlköğretim Yönetmeliği’ni çıkardı.
Önüne bir kalem, küçük bir defter koydu. Kimi satırların altını çizdi. Kimi
paragrafları özetledi, notlar aldı.
Okudu!... Okudu!...
Gece ilerlemişti. Bir ara Ayşe Hanım
dışarıya çıktı. Kapı aralığından müfettişin ışığının yanmakta olduğunu gördü.
Kapıya yaklaştı. Eğildi. Anahtar deliğinden içeriye baktı. Müfettiş okuyordu...
Geriye döndü. Mutfağa geçti. Cezvede
bir bardak süt kaynattı. Müfettişin kapısını tıklattı.
Müfettiş korkmuştu. Uyanır gibi
irkildi. Kapıya baktı. Gelen Ayşe
Hanım’dı.
“Müfettiş bey taze süt ılındırdım. Bir
bardak getirdim. Midenize iyi gelir,” dedi.
“Sağ ol Ayşe Hanım. İçemem. Kaynama
yapar.”
“İçersiniz içersiniz. İşte şuraya
koyuyorum. Ağzına bir de kapak getireyim soğumasın. Biraz sonra içersiniz.”
Ayşe Hanım’ın girmesi ile çıkması bir
oldu.
Müfettiş göz ucuyla baktı. Ayşe Hanım
çok ince giyinmişti. Memelerinin pembesi görünüyordu. Odayı koyu bir parfüm
kokusu sarmıştı.
Müfettiş süte baktı. Başını burdu.
Dişlerinin arasından “cık cık” yaptı, yeniden okumaya daldı.
Ayşe Hanım odasına geçmiş, ışığını
yeniden söndürmüştü. Gecenin karanlığında, çok uzaklardan gelen boğuk boğuk
köpek havlamaları, cingir cingir horoz ötüşleri duyuluyordu. Gözlerini
açtığında saat üçü gösteriyordu. Yeniden dışarıya çıktı.
Müfettişin ışığı hâlâ yanıyordu.
Ayaklarının ucuna basa basa kapıya geldi. Anahtar deliğinden bir kez daha
içeriye baktı.
Müfettiş okuyordu.
Ayşe Hanım, mutfağa gitti. İrilerinden
iki tane elma aldı. Kapıyı çaldı. Müfettiş yeniden ürperdi. Gelen yine Ayşe
Hanım’dı.
“Müfettiş Bey, şimdi de güzel elmalar
getirdim.”
“Sağol Ayşe Hanım. Elma ile aram hoş
değil.”
“Ama bunlar sıradan elma değil. Biri
tavşanbaşı, biri starking.”
“Yiyemem Ayşe Hanım. Teşekkür ederim.”
“Yersiniz, yersiniz. İşte buraya,
pencereye koyuyorum. Biraz sonra canınız çeker.”
Ayşe Hanım dışarıya çıktı. Kapıyı
kapattı. İçerisini bu kez de tatlı bir leylak kokusu sarmıştı.
Müfettiş süt ve elmalara baktı.
Boynunu burdu. Yine “cık cık” yaptı. Yine okumaya daldı. Sabah yakındı.
Tanyeri yavaş yavaş ağarmaya
başlamıştı.
Ayşe Hanım uyuyamıyordu. Kalktı bir
süre odasında dolaştı. Aralığa çıktı. Sessizce ilerledi. Müfettişe anahtar deliğinden
bir kez daha baktı.
Müfettiş okuyordu.
Ayşe Hanım geriye döndü. Mutfağa
geçti. İki portakal aldı. Müfettişin kapısını bir kez daha çaldı, içeriye
girdi. Müfettiş bu kez başını kaldırmadan sordu:
“Ayşe Hanım galiba yine bir şeyler
getirdiniz. Zahmet ediyorsunuz.”
“Zahmet değil müfettiş bey şimdi de
iki tane portakal getirdim.”
“Sağ ol Ayşe Hanım sağ ol. Portakalı
oldum olası sevmem.”
“Ama bunlar sıradan portakallar değil.
Biri yafa, biri washington.”
“Teşekkür ederim. Ekşidir. Asitlidir,
yiyemem.”
“Yersiniz, yersiniz. İşte buraya
pencereye koyuyorum. Biraz sonra dayanamaz, soyar-sınız.”
Ayşe Hanım dışarıya çıkıyordu. Baktı
ki, süt içilmemiş. Elmalar yenmemiş. Hepsi de koyduğu yerde pencerede
duruyordu.
Müfettişe döndü:
“Kuzum Allah aşkına siz neyi
seversiniz? Hiç birine dokunmamışsınız.”
Ayşe Hanım biraz sinirli görünüyordu.
Hızlı adımlarla dışarıya çıktı. Kapıyı
sertçe kapattı. Odayı şimdi de ağır bir menekşe parfümü kokusu doldurmuştu.
Müfettiş okuyordu.
Ayşe Hanım artık yatmak niyetinde
değildi. Evin avluya bakan balkonundaki masayı sildi. Üzerine çiçekli ipek bir
örtü serdi. Kahvaltı hazırlığına başladı.
Ocağı yaktı. Demliğe çay, çaydanlığa
çay suyu koydu. Yumurta haşladı. Siyah zeytin, yeşil zeytin çıkardı. Üzerlerine
biraz zeytinyağı damlattı. Limon sıktı. Kapiçino, neskafe kavanozlarını
getirdi. Domates, peynir, reçel, bal, tereyağı, süt hazırladı. Eksik olan başka
bir şey var mı diye baktı, düşündü. Her şey tamamdı. Çayı demlendi. Çaydanlığın
üzerini havlu ile örttü.
Güneş bir kavak boyu yükselmişti.
Acaba müfettiş ne yapıyordu? Yatmış mı yoksa yine okuyor muydu? Biraz oyalandı.
Anahtar deliğinden son kez baktı.
Müfettiş okuyordu.
Ayşe Hanım kapının koluna bastı,
içeriye girdi. Akşamdan beri pencerede bekleyen süt, elma ve portakalları aldı,
geri döndü. Kapıdan çıkarken:
“Müfettiş bey günaydın. Sabah oldu.
Artık kahvaltıya buyurun,” dedi.
Müfettiş okuyordu. Uyku sersemiydi,
yorgundu. Doğruldu. Kitabı, kalemi ve küçük not defterini çantasına
yerleştirdi.
Tıraş oldu. Elini, yüzünü yıkamıştı
ki, yeniden Ayşe Hanım’ın sesini
işitti:
“Müfettiş bey, bu tarafa, balkona
buyurun.”
Birlikte yürüdüler. Balkon genişti ve
yüksekteydi. Buradan köyün bütün evleri rahatlıkla görülebiliyordu. Hepsi de
tek katlıydı, toprak damlıydı.
Kahvaltı masası çok zengindi. Müfettiş
bundan çok hoşnut olmuştu:
“Zahmet etmişsiniz Ayşe Hanım. Bunları
kim yiyecek?” dedi.
O yine aynı yanıtı verdi:
“Siz yiyeceksiniz müfettiş bey.”
Masaya karşılıklı oturdular. Müfettiş
iştahsızdı. Çekingen duruyordu.
“Ayşe Hanım, bana sadece bir bardak ot
çayı ya da ıhlamur verin tamam. Gerisini lütfen kaldırın.”
“Aaa!... Olur mu öyle şey?” dedi Ayşe
Hanım.
“Olur, olur. Teşekkür ederim,
yiyemem.”
Bir bardak ıhlamuru aldı. Yavaş yavaş
hem içiyor, hem de çevreyi seyrediyordu.
Bir ara aşağıda, avluda tavukların,
horozların toparlandıklarını gördü. İtişe kakışa birbirlerini gagalıyor,
yukarıya, balkona Ayşe Hanımla müfettişe bakıyorlardı.
Müfettiş bey, ıhlamur bardağını masaya
koymuş, elini yüzüne dayamış düşünüyordu. Bir yandan da Tavukları, horozları
izliyordu. Hayrete düşmüş, şaşırmış bir durumda görünüyordu. Ayşe Hanım
dayanamadı, sordu:
“Ne oldu müfettiş bey? Daldınız.
Tuhafınıza giden bir şey mi oldu?”
“Ey... Evet. Biraz öyle.”
“Ne gibi?”
“Ne gibi olacak. Gezdiğim, gördüğüm
her yerde birkaç horoz, daha çok da tavuk olurdu. Sizin burada tam tersi.
Birkaç tavuğunuz, çok sayıda horozunuz var. Kafam buna takıldı.”
Ayşe Hanım güldü. Balkondan aşağıya
baktı.
“Yanlış görüyorsunuz müfettiş bey,”
dedi.
“Onların horoz gibi göründüklerine
bakmayın. Onlar horoz değil.”
Müfettiş yeniden baktı. Yanlış
değildi. Aşağıda çok sayıda horoz vardı.
“Bakın Ayşe Hanım,” dedi.
“Şu parlak tüylü, ibikli olanların
hepsi horoz.”
Ayşe Hanım itiraz etti. Eliyle
göstererek:
“Müfettiş bey asıl siz bakın. Sadece
şu ibiği tarak gibi, kuyruğu orak gibi olan, çalımlı çalımlı yürüyen ve
tavukların peşinden ayrılmayan var ya, işte o horozdur.”
“Ya ötekiler nedir Ayşe Hanım?”
Ayşe Hanım ciddileşmişti. Lâfı
gediğine getirip şıp diye yapıştırdı.
“Onlar
müfettiş.”
«
Mevlüt KAPLAN
Reis
Bucağı’na Yatılı Bölge Okulu’nun temelinin atılışı en çok Cıbır Şevket’i
rahatsız etti.
“Yahu,”
diyordu. “Ne olacak o hangar gibi temel? Bu yörenin oğlu, uşağı burada okuyup
da adam mı olacak? Hökümet bizi cahillikten, yük hayvanı olmaktan kurtaracakmış
öyle mi? Biz iyiyiz. Değil mi ki eşşeğiz, okusak da, okumasak da sırtımıza
binen bulunur. Köylünün yazgısı bu. Ne kaçış var, ne de kurtuluş. Hökümet bir
yanda, ağa bir yanda, muhtar imam bir yanda. Hepsi üstümüzde.”
*
İki yıla varmadan Cıbır Şevket’in
korktuğu başına gelmişti.
Yatılı Bölge Okulu’nun müdürü, köy
muhtarı ve köy korucusu ile birlikte köy odasına kapandılar. Nüfus kütüğünden
yaşı tutan çocukları okula yazdılar. Öğrenci olacakların arasında Cıbır
Şevket’in Kemo da vardı.
Bir liste yapılmış cami kapısına
asılmıştı.
Cıbır Şevket o listede oğlunun da
adının bulunduğunu sağlıkçı Cemal’in okumasından, gelip söylemesinden öğrenince
aklı başından gitti. Başladı, bağırıp çağırmaya.
“Yahu komşular!... Öyle susmayın. Bön
bön bakınmayın. Bu hökümet benden ne isti-yor? Ellerin zinaları gece, gündüz
avare avare dolaşıyorlar. Bu çizelgede neden onların adı yok da, benim Kemo’nun
adı yazılı? Herkes insan da biz hayvan mıyız? Herkes can da biz patlıcan mıyız?
Göreceğiz bakalım, el mi yamanmış, yoksa bey mi? Eğer ben Cıbır Şevket’ sem, o
mektebe ne oğlumu gönderirim, ne de bir ağanın, bir hökümetin binmeye alıştığı
eşşeklikten kurtulurum.
Son sözüm budur. Kim adam olmak
istiyorsa, hökümet gitsin onları okutsun.”
Cıbır Şevket pire için yorgan
yakmaktan çekinmeyen biriydi. Günlerce söylenip durdu.
“Kellemi veririm, oğlumu vermem,”
diyordu.
*
Hani dediğini de yapmadı değil.
Herkesin çocuğu dördüncü sınıfa
geçtiği halde onun oğlu sırımlı çarığı ile dağlarda keçi gütmeyi sürdürüyordu.
Beşinci yılın sonunda Yatılı Bölge Okulunu bitirenler Köy Enstitü-sü’ne
gittiler.
O yıl, bizim köye de damdan bozma,
okula benzer bir yer açıldı. Çocukları okutmak için Çifteler’li biri geldi. O
kendini eğitmen olarak tanıtıyordu. Çocukla çocuk, büyükle büyüktü. Çok
çalışkandı. Onu köyde yediden yetmişe herkes seviyordu. Hatırnaz, çok iyi bir
delikanlıydı. Evlerimizde, odalarımızda başköşeyi daima ona ayırırdık.
Gel gelelim, Cıbır Şevket burada da
kendini gösterdi. Nuh dedi, peygamber demedi. Zaten o, oldum olası sakardı.
Anlatılanlara göre, babası da öyleymiş. Soycak tahtalarından biri noksanmış. El
Mersin’e giderse, Cıbır Şevket her zaman tersine gidiyordu. Birisi bayram
haftası dese, o mangal tahtası derdi. Huyu katır gibiydi. Kıçın kıçın giderdi.
Eğitmenimiz ise onu yola getireceğini
umuyordu. Tarlada, bahçede, camide ona nerede rastlarsa, yalvarıyor, yakarıyor,
öğütler veriyordu.
“Şevket Amca, gel etme, eyleme. İş
işten geçmeden şu senin Kemal’i okula yazalım, üçe değin okusun. Daha sonra
bölge okulunu bitirenler gibi onu da enstitüye gönderelim.”
Cıbır Şevket ayakları yanmış gibi göğe
fırlıyor, inat ediyor, eğitmene kızıyordu.
“Neme lâzım arkadaş. Ben okumadım da
aç mı kaldım? Öldüm mü? Nüfus kütüğünde adım değişti mi? Yarın benim oğlum
okursa Cıbırlıktan kurtulacak mı? Sen okudun da ne oldun? Başın göğe erdi mi?
Seninle benim aramda bir bıçak sırtı değin fark yok. Eğer çocuk okutmaya bu
değin hevesli, bu değin meraklıysan, git Asiye’nin oğlu Sülo’yu okut.”
Asiye’nin kocası Dımışık Şükrü ile
Cıbır Şevket birbiriyle geçinemeyen ayrı uçlarda düşünen iki insandı. Biri
oğlunu okutmak için uğraşırken, öteki, direniyor, tersini yapıyordu.
“O, varsın oğlunu okutsun. Ben
okutmayacağım. Bir de utanmadan orada burada beni çekiştiriyormuş. Efendim
adamlık neymiş, nasıl olurmuş bana gösterecekmiş. Oğlunu ötelere, daha
yükseklere gönderecekmiş.”
Ne var ki, babaları gibi Sülo ile
Kemo’da ayrı telden çalıyorlardı. Kemo okula gitmek, okumak için can attığı
halde, Sülo inadına isteksizdi. Okuyacak cinsten değildi. Ele, avuca gelmiyor,
ipte, kazıkta durmuyordu. Hem anası Asiye Kadına, hem de babası Dımışık Şükrü’
ye yaka silktiriyor, kan kusturuyordu. İşe, okula gitmeye gelince tembeldi.
Yaramazlığa, haydutluğa gelince şeytanın art bacağıydı. Her zaman belinin sağ
yanında çift ağızlı koca bıçak, sol yanında yedili toplu tabanca sokulu
dururdu. Karşısına her çıkana hava atar, sanki var mı bana yan bakan der gibi
davranırdı. Sabahları herkesin çocuğu, elleri çantalı, kitaplı torbalı okula
koşarken, Asiye’nin Sülo habersizce dağlara kaçardı. Ne bilsin Asiye ile kocası
çocuklarının “okula gidiyorum,” deyip de dağlara çıktığını.
Onlar iyi yürekli insanlardı. Köyde
herkese “eğitmen bizim Sülo’yu da okutuyor,” diye övünüyor, kurum kurum
kuruluyorlardı.
Ne var ki,
Sülo’nun oynadığı oyun uzun sürmedi.
Dımışık
Şükrü, oğlunun okuldan kaçtığını sezinlemişti.
Bir gün Sülo erkenden kalktı,
hazırlığa başladı. Kitaplarını torbaya doldurdu. Biraz ekmek aldı. Güneş bir
minare boyu yükselmişti. Okuldan zil sesleri gelmeye başlayınca kitap dolu
torbasını yüklendi, ivedi ivedi çıktı.
Dımışık Şükrü
ise farkettirmeden oğlunun peşine düştü.
Asiye kadın, kocasının bir tuhaflık
içinde olduğunu anlamıştı.
“Ne o herif, nereye gidiyorsun böyle?”
dedi.
Dımışık Şükrü öfkeliydi. Karısına ters
ters baktı. Sesini çıkarmadı. Asiye yeniden üsteledi:
“Adam konuşsana. Dilini mi yuttun? Can
alacak gibi nereye gidiyorsun?”
Dımışık Şükrü kapıdan çıkarken öfke
ile bağırdı:
“Cehenneme gidiyorum. Senin veletten
kuşkulandım, anlamadın mı?” dedi.
Sülo önde, babası peşindeydi. Az
gittiler, uz gittiler, evleri, sokakları geçerek köyün dışındaki ormana
girdiler. Sülo düzlüğü geçince Tuzla’ya vardı. Susuz Dere’nin yamacına tırmandı.
Kaklık denen yerde gözleri ile uzakları taradı. Kendisinin kimse tarafından
izlenme-diğini anlayınca kayalar arasında kalan inlerden birine girdi. Kitap
torbasını çıkardı, başının altına koydu. Bir güzel uykuya daldı.
Dımışık Şükrü, garip duyguların içine
gömülmüştü. İnin ağzına geldi. Nefes nefeseydi. Oraya kendini bir külçe gibi
attı. Derin düşüncelere daldı.
Oğlu, acaba neden böyle yapıyordu?
Öyle bir üzüldü ki, içi kükredi. Gözyaşlarını tutamadı. Boğazına bir şeylerin
düğümlendiğini anladı. Boğulacak gibi oldu.
Burada elleri bağlıymış gibi daha
fazla oturmanın anlamı yoktu. Oğlu Sülo’yu bir an önce uyandırmalı, eve
götürmeliydi. Yumuşak bir sesle inin derinliklerine doğru bağırdı:
“Sülo!... Oğlum. Ben babanım. Sakın
korkma!... Haydi kalk!... Anan evde seni bekliyor!...”
Sülo olup bitenden habersizdi.
Uyuyordu. Kuyudan gelir gibi işittiği sesleri rüyada sanıyordu.
Dımışık Şükrü oğlunun uyanmadığını
görünce bir kez daha hem ağladı, hem güldü.
Doğruldu. İnin içine girdi. Sülo’nun
yanına vardı. Sağ belinden iki ağızlı koca kamasını, sol belinden yedili toplu
tabancasını aldı. Yeniden dışarıya çıktı. Oraya, kuytu bir yere gizlendi. Bir
süre daha bekledi.
Çocuk belki kendiliğinden
uyanabilirdi. Fakat o uyandırılmazsa uyanacak gibi değildi.
Zavallı Dımışık Şükrü, düşünürken,
beklerken kendinden geçti. O da uykuya daldı.
Aradan ne değin zaman geçti
bilmiyordu. Bir çıtırtı duydu. Gözlerini açtığında, kayalar arasında bir ayının
dolaştığını gördü. Aklı başından gider gibi oldu. Birden ayağa fırladı, ine
koştu. Oğlunu kucakladı, dışarıya çıkardı.
Sülo şaşırmıştı. Hâlâ rüya gördüğünü
sanıyordu. Uyanıp gözlerini açtığında babası onu yokuştan aşağıya sürüklüyordu.
Arada bir de tekme, tokat vuruyor, “yürüüü!...” diyordu.
*
Asiye kadın, kocası ile oğlunu bitkin
bir durumda görünce çok şaşırdı. Eli, ayağına dolaştı.
Dımışık Şükrü öfkeliydi. Alaylı bir
sesle karısına çıkıştı:
“Al Asiye. Al avrat al,” dedi.
“Kaklık’da, Katar Kaya ininde bir ayı yakaladım. Ellerin sıpaları adamlığa
özenirken senin sıpan da ayılığa özeniyor. Ellerin sıpaları düzlüğü, insanlık
okulunu seçerken, senin sıpan da yamaca tırmanıyor, ayı inine giriyor.”
Dımışık Şükrü, kendini tutamıyor,
ağzına geleni söylüyordu. İki de bir de Sülo’nun kıçına kıçına vuruyordu.
“Eşşeoğlu eşek. Ayıoğlu ayı.
Hayvanlığı bırakacaksın. Adam olacaksın. Yoksa senin dininden başlar, imanından
çıkarım,” diyordu.
Asiye dövünüyor,
üzülüyordu. Kocasına inme geleceğinden, oğluna kötü birşey olacağından
korkuyordu.
Dımışık Şükrü yumuşayacak gibi
değildi. Oğlunu sürükleye sürükleye ahıra götürdü. Karısına boğuk boğuk
bağırdı.
“Asiye çabuk ol, çabuk.
Bir urgan getir.”
Kadının aklından olmadık
şeyler geçti.
Hayır!... Hayır!... Getiremem!...
Anladım!... Sen oğlumu ipe takmak öldürmek istiyor-sun öyle değil mi?”
“Ulan manyak karı. Ne öldürmesi?
Nereden çıkardın onu? Şimdi senin de geçmişinden başlarım. Çabuk ol. Ne
diyorsam onu yap.”
Köyde Dımışık Şükrü’yü
herkes silik biri olarak görürdü. Karısı Asiye ise erkek gibiydi. Ne oğlunu, ne
de kocasını hiç kimse adı ile çağırmazdı. “Asiye’nin oğlu, Asiye’nin kocası,”
derdi. Asiye yine de kocasına insanca davranır, onu bir erkek olarak tanır,
sever, sayardı.
Çekine çekine gitti. İstemeye istemeye
halat gibi kalın urganı getirdi. Dımışık Şükrü, Sülo’nun boğazından başladı.
Ayaklarına dek oğlunu dolaya dolaya bağladı. Sonra da bir köpek ölüsü gibi onu
omzuna attı, okula götürdü.
Eğitmenin
karşısına dikildi.
“Al eğitmenim,” dedi. “Elini, ayağını
öpeyim. İşte sana bir ayı getirdim. İstersen ona ayı yavrusu de. Okut onu adam
et. Ayı olmaktan kurtar, insan yap. Daha sonra da Köy Enstitüsü’ne yolla. O da
senin gibi onbaşı, çavuş olsun. Eğitmen, öğretmen çıksın. İrezilin ağzına,
ağzına vur. Hiç mi hiç acıma. Ağlasa bile gözünün yaşına bakma. Gık dersem anam
avradım olsun. Bu Sülo denen dürzünün eti senin, kemiği benim. Anladın değil
mi? Haydi hoşça kal.”
Dımışık Şükrü böyle söyledi, kapıya
yürüdü.
Eğitmen arkasından
seslendi.
“Şükrü Amca, o senin dediğin medrese
mektebinde, kuran kursunda olur. Burası Ata-türk okuludur. Bizde dövme,
falakaya yatırma yoktur. Göreceksin Sülo okuyacak, Süleyman olacak. Belki bir
eğitmen, belki de büyük bir paşa olacak.”
Dımışık Şükrü, eğitmenin
söylediklerini işitmişti. Düşündü, o doğru söylüyordu. Sülo’nun Allah’ı ayrı
mıydı? Gözü, kulağı yok muydu? O da insandı. O da okuyabilirdi. Bugün yaptığı o
huysuzluklarını o da mutlaka unutacak, belki de bunlardan büyük bir ders
alacaktı.
Dımışık Şükrü
kararlıydı. Bundan sonra oğlu Sülo’nun peşinde olacaktı. Onu okutacak, Süleyman
yapacaktı. Ama Kemo; Kemal olamayacaktı. Çünkü, Cıbır Şevket dün neyse bugün de
oydu...
«
Mevlüt KAPLAN
Babası köyün depmez delinmez varsıl
ağasıydı. Soyu sopu burada yaşamıştı. Halka göz açtırmamış, kan kusturmuştu.
Tıpkı bu da babası gibiydi. Güçsüzleri, arkasızları ezmeyi, onları köle gibi,
tutsak gibi kullanmayı çok severdi. Fakir fukura doğu batı demeden vatan
görevini kutsal bilirken o bedel vermiş, askerlikten kaçmıştı. Niceleri savaş
boylarında yaşam ve bağımsızlık kavgası verirken bir cepheden başka bir cepheye
giderken, açlıktan, soğuktan, bitten, pireden ölürken o köylerde kalan kimsesiz
dul kadınlara hava atmış, caka satmış, onlara sırtları ile odun, gübre, sap,
saman taşıtmıştır. Köyün ovasına, ormanına “babamdan kaldı,” diyerek zorla
sahip olmuştur. Göz alabildiğince uzayıp giden kırda, bayırda yeşil çimenli
otlaklarda onun koyunları, atları, sığırları beslenirdi. Çevrede ne yana
bakılsa ekili, dikili ya da nadasa bırakılmış su basar meyve, sebze bahçeleri,
arpa, buğday tarlaları onundu. Köyün tüm insanları onun buyruğundaydı. Herkes
boğaz tokluğuna ona çalışırdı. Yoklar, yoksullar kıt kanaat elde ettiği
ürünlerin öşürünü, birkaç keçinin, birkaç koyunun, barındığı yıkık dökük
evinin, birkaç çizik toprağının vergisini verirken o, her zaman adamını bulur,
rüşvet sunar, her zaman kedi gibi dört ayağının üzerine düşerdi.
Köyde bekçi ve muhtar; bucakta müdür
ve jandarma; ilçede kaymakam her zaman onun adamıydı. Çobanların ilgisizliği,
acımasızlığı yüzünden ormana, ekine, sebzeye zarar veren hayvanların sahipleri
cezaya çarptırılırken o her zaman suçsuz bulunur, affa uğrardı.
Yasaların güvencesi altında olduğunu
sanan halk, günün birinde kötü bir olayla karşılaşınca kapana kısılan fare gibi
çaresiz kalırken o, her zaman yasa boşluklarından yararlandırılır, yavuz hırsız
gibi temize çıkarılırdı.
Varyemezoğlu tepmez, delinmez
varsıldı. Neredeyse kapısında bir domuzu eksikti. Müslümanlık yapmasa, sofuluk,
softalık taslamasa, hele konu komşudan çekinmese hiç durmaz, domuzu da getirir,
kapısına bağlardı.
Yıllarca mal, mülk biriktirmişti.
Şöyle bir insan gibi yememiş, giymemiş, gezip eğlenmemişti. Köyden kente
gitmemiş birkaç kilometrelik çevre dışında bir yeri bilmezdi. Sinema nedir
görmemişti. Tiyatroyu, sazı, barı hep kötüye yorardı.
Yaşı elliye dayanmıştı. Yüreğinin
derinliklerinde çöreklenen ve giderek artan ince bir sızı gün yüzüne çıkmaya
başlamıştı.
Önce bir karılıydı. Arkadan ikincisi
geldi. Daha sonra üçüncüsünü aldı. Hepsi de imam nikâhlıydı. Yine de meyvesiz
ağaç gibiydi. Üç kadının üçünden de çocuksuzdu. Öyleyse bun-ca çaba niyeydi?
Yarın Azrail kapıya dayanınca geride kalan emekler kimlere bırakılacaktı? Son
zamanlarda alay edenler de giderek çoğalıyordu.
“Varyemezoğlu aferin sana! Hıh demiş
babanın burnundan düşmüşsün. O da senin gibiydi, sineğin yağını hesaplardı.
Çalışır, çalıştırır da insan gibi yaşamasını bilmezdi. “Kefe-nin cebi mi var?”
diyenleri yanıtsız bırakır, görmezden, duymazdan gelirdi. Sonunda o da cartayı
çekti tahtalı köyün toprağını boyladı. Hiç değilse onun bir oğlu, yani bir
dayanağı vardı. Altını, gümüşü senin için saklardı. Ya sen öyle misin?... Oğul
vermez arıya benzersin. Geride bir döl bile bırakmadın. Yarın sen de baban gibi
dört kollu tahtaya bindiğin zaman arkandan ağlayanın bile bulunmayacak. Her
şeyin döküm, saçım ellere kalacak. Nesli tüken-miş bir bitki, bir hayvan gibi
yok olup gideceksin.”
Varyemezoğlu üzerine gelindikçe
çıldıracak gibi oluyordu. Çaresizdi. Elinden bir şey gelmiyordu. Ancak
hacılara, hocalara, ocaklara, yatırlara gitmesini biliyordu. Oralarda okun-muş,
üflenmiş, dualı sular içirilmiş, muskalar yazdırılmış, kor söndürülmüş, tuz
çatlatmış, ağaçlara dilek çaputları bağlanmış, delikli kayalardan geçilmişti.
Yine de hiçbirisinden en ufak bir yarar görmemiş, çocuğu olmamıştı.
Neden sonra yanmakta olan yüreğine
serin bir su serpilmişti. İçinde ufak da olsa bir umut ışığı belirmişti.
Orada, köyün dışında Kapıkaya ini
denilen yerde yaşayan, Dağ Tarzanı adı verilen bir büyücü vardı. Bir gece
Varyemezoğlu evinde dalgın, düşünceli uyumaya çalışırken Büyücü Tarzan’ın sesi
ile irkildi. Ses kuyudan gelir gibi çok derindendi.
“Ey Varyemezoğlu!... Çocuğum olmadı
diye üzülme. Elbette herkes gibi senin de bir çocuğun olacak. Ama çareyi hep
yanlış yerde aradın. “Büyücünün biri” dedin, bana inan-madın. Beni küçümsedin.
Kapımı çalmadın, evime gelmedin. Şimdi seni uyarıyorum. Bir gece kimseye
görünmeden küçük karını al, bana getir. Ona dağ meyvelerinden elde ettiğim bir
karışımı içireceğim.
Bekleyeceksin. Günü gelince aslan gibi
bir oğlan babası olacaksın.”
Varyemezoğlu sevinçle gözlerini açtı.
Acaba duydukları doğru mu, yoksa rüya mıydı? Bu çağrıya uysa mı yoksa boş mu
verseydi?
Günlerce döktü,
düşündü. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Ne de olsa o, önemli bir umut
ışığıydı. Onu söndürmek doğru değildi. Denemeli, görmeliydi.
İyi de, bu teklife karısı ne
diyecekti?
Ne diyebilirdi ki?... Bu; gelmiş, dala
konmuş bir kuştu, kaçırılamazdı. Bu fırsat iyi değerlendirmeliydi.
Sonunda kararını verdi.
Kapıkaya inine gidecekti.
Zaten o gün geceleme sırası küçük
karısındaydı. Önce onunla bir güzel konuşmalıydı.
Güneş inmiş, hava kararmıştı. Eve
gelir gelmez havayı yumuşatmalıydı. Olmayanı varmış gibi göstermeliydi.
Küçük karısının odasına girer girmez
ona yumuşak bir sesle, neşeyle bağırdı.
“Hatun, burnuma güzel kokular geliyor.
Ne pişirdin gene ?”
Karısı bulgur pilavı yapmıştı.
“Söylemeyeceğim. Tahmin et, kendin
bil,” karşılığını verdi.
“İmambayıldı.”
“Ona et gerek. Bugüne değin bu eve et
girdi mi?”
“Öyleyse ballı baklava yaptın.”
“Hayır. Bilemedin.”
“Kadınbudu köfte, içli köfte.”
“Sen öteki karılarınla yediklerini
sayıyor, benimle alay ediyorsun, öyle mi? Pilav yaptım. Bulgur pilavı. Anladın
mı? Keşke yanına bir de kuru soğan, ayran veya erik hoşafı koyabilseydim.”
Orta yere kirli bir örtü serdi.
Üzerine pilav tenceresini koydu. Ayrı bir tabakları bile yoktu. Tahta
kaşıklarla varıp gelmeye başladılar. İkisi de tencereden yerken çok dikkatli
davranıyordu.
Kendi aralarında bildikleri bir şey
olmalıydı. Pilavı kasıtlı olarak kimse deviremezdi. Deviren cezalandırılırdı.
Bu yüzden kadın böyle cezaya canım kurban diyerek ve de bilerek sık sık pilav
devirirdi. Bugün de öyle yaptı:
“Atın ölümü arpadan olsun. Pilav
devirmenin cezasına her zaman razıyım,” dedi.
Varyemezoğlu kahkahayla güldü:
“Bu gece sana değişik bir ceza
vereceğim. Seni Kapıkaya inine, Büyücü Tarzan’a götüreceğim. Anladın mı?”
Kadın şaşırmıştı.
Sordu:
“O da nereden çıktı?”
“Çıktı işte. Bir tek umudumuz kaldı. O
da orada. Geçen gece hayal miydi, gerçek miydi bilmiyorum, düş gibi bir şey
gördüm. Büyücü Tarzan’ın sesini duydum. O çocuğumuzun olacağını söylüyordu.
Kendisini ziyaret etmemizi istedi.”
“Hemen mi?”
“Evet hemen.”
“Bu gece olmaz. Sabah ola hayır ola.
Bekleyelim. Gündüz gözü ile yarın gidelim.”
“Hayır, hayır. Geceleyin gitmemiz
gerekmiş. Hem de kimseye görünmeden. Çocuğu-muzun olması için sana dağ
meyvelerinden yaptığı bir şurubu içirecekmiş. Haydi kalk. Hazır-lan. Çabuk ol.
Bekleyecek vaktimiz yok, bu fırsatı kaçırmayalım.”
Kadın birden sesini kesti. Neredeyse
sevindirik olmuştu. İvedi ivedi iç ve dış giysilerini değiştirdi.
Karanlık iyice bastırınca karı-koca el
ele tutuştular, Kapıkaya ininin yolunu tuttular. Nereye bastıklarını
bilmiyorlardı. İnin ağzına vardıklarında kan, ter içinde kalmışlardı.
İçerisi özsüz bir mum ışığı ile
aydınlanıyordu. Büyücü Tarzan dışarıdan gelen ayak seslerini işitince inin
ağzına çıktı:
“Hayrola Varyemezoğlu.”
“Hayırdır be... Bir düş gördüm de...
Size gelmem buyuruluyordu da...”
“Hoş geldin. Biraz geç kaldın ama...
Neyse...
Şimdi sen evine dön. Yarın tanyeri
ağarmadan, kimseye görünmeden buraya karını almak için gel.”
Varyemezoğlu şaşırmıştı. İşin buraya
varacağını hiç düşünmemişti. Umutsuzca, şaşkın-ca konuştu:
“O şurubu şimdi içirseniz.”
“Olur mu? Boyacı küpü değil ki bu
hemen batır çıkar. Dediğimi yap. Evine git. Yarın gün ağarmadan gel.”
Varyemezoğlu’nun başı dönmüş, midesi
bulanmıştı. Ne var ki, Büyücü Tarzan’ın ocağı-na düşmüştü. Çaresizdi. Yıllardan
sonra belirmiş bir umudu bir çırpıda yok edemezdi. Karısı-nı oraya bıraktı.
Kurbanlık koç gibi boynunu büktü. Sessizce geriye döndü.
O gidince Büyücü Tarzan kadının
elinden tuttu, onu içeriye çekti. Yer gösterdi:
“Şöyle otur,” dedi.
İçerisi karmakarışıktı. Genzine keskin
bir rutubet kokusu geliyordu. Kıyı, köşe çanak, çömlek gibi çok değişik
eşyalarla doluydu. Bir büyücünün evi olduğu hemen ilk bakışta belli oluyordu.
Büyücü Tarzan küçük, siyah bir fıçıdan
bir tahta çanağa kirli bir şarabı, bulanık bir sirkeyi, bir pekmezi andıran bir
sıvı doldurdu, genç ve güzel konuğa uzattı.
“Bir solukta iç bitir,” dedi.
Kadın çanağı birden başına dikti.
“Şimdi gözlerine bir yarasa bağı
yapacağım. Hiçbir şey görmeyecek, hiçbir şey duymayacaksın. Sadece
uyuyacaksın.”
Çok geçmemişti. Büyücü, mumu söndürdü.
Kadın, derin bir uykuya dalmıştı. Her şeyden habersizdi. Sadece içini
gıdıklayan bir şeyler oluyordu...
*
Genç kadın gözlerini açtığında
tanyerinin ağarmış olduğunu gördü. Baktı, Tarzan orada yanı başındaydı. Aynı
örtünün altında uyuyordu. Hemen fırladı, inin dışına çıktı. Çalılar arasından
kocasının çıtırtılarını duydu.
Varyemezoğlu galiba geceyi orada
geçirmişti. Koştu inin önünde duran karısı ile burun buruna geldi, ikisi de,
soluk soluğaydı
Varyemezoğlu, heyecanla sordu:
“Akşamleyin ben ayrıldıktan sonra sana
ne yaptı?”
“Önce bir yere oturttu. Sırtım
rutubetli kayaya dayalıydı. Bir tahta çanakla sirke gibi kokan, üzüm şırasını
andıran bir içecek verdi. Gözlerime yarasa bağı yaptı. Kendimden geçmiştim.
Sonrasını hatırlamıyorum. Az önce gözlerimi açtığımda şafağın söküyor olduğunu
gördüm.”
Karı, koca kimseye görünmeden sine
sine evlerine döndüler.
*
Aradan haftalar, aylar geçmiş,
Tarzan’ın büyüsü tutmuştu. Kadının karnı kabarmaya, yavaş yavaş büyümeye
başladı.
Varyemezoğlu baba olacaktı. Çok
sevinçliydi. Onurlanıyor, köyde gururla dolaşıyordu. Fakat doğum yaklaştıkça
yüreğinde kimseye söyleyemediği bir ateş vardı. O, bir kız babası olmak
istemiyordu. Varyemezoğullarının ocağını ancak bir oğlan tüttürebilir,
kazanılmış varlığa oğlan sahip çıkabilirdi.
Ne de olsa o, köklü bir aileden geliyordu. Soyunun geleceğe taşınması
lâzımdı. Bunu bir kız çocuğu yapamaz, başaramazdı.
Ya Tanrı korusun kızı olursa!... O
zaman izleyeceği yolu biliyordu. O da; dördüncü karıyı almaktı. Yalnız
sevindiği bir taraf vardı. Artık bundan sonra ona kimse “kısırsın; özür sende,”
diyemeyecekti. Bir kız çocuğunun bile dünyaya gelmiş olması onun hafiflemesine,
kuş gibi uçmasına yol açacaktı.
Önceleri “bir çocuğum olsun, başka bir
şey istemem,” diyen Varyemezoğlu şimdi de mutlaka bir oğlan babası olmayı
umuyordu.
Gündüzünde, gecesinde hep oğlanı
düşlüyordu.
Bir gece yatağına uzanmıştı. Yine yarı
uyur, yarı uyanıktı. Bacadan bir takım seslerin geldiğini işitti. Konuşan
yabancı biri değildi. Yine Büyücü Tarzan’dı:
“Ey Varyemezoğlu!... Bir oğlan babası
olmak istediğini çok iyi biliyorum. Bu dileğini herkese duyurmalısın. Cami
önünde herkesin yanında söz vermelisin.
“Eğer bir oğlum olursa, onu eşeğe
bindirip minarenin son şerefesine dek çıkaracağım,” demelisin.”
Varyemezoğlu birden yatağından
fırladı. İvedi ivedi avluya çıktı, binanın arkasına dolandı, Büyücü Tarzan’ı
aradı.
Gece karanlıktı. Görünürlerde kimse
yoktu. Bir hayal içinde olduğunu sandı, yatağına döndü. Gözlerini bir türlü
uyku tutmuyordu. Düşünüyor, düşünüyordu...
Cami önüne gitmek, “bir oğlum olursa
onu eşeğe bindirip minarenin son şerefesine çıkaracağım,” demek çok kolaydı.
Önemli olan eylemdi, sözünü tutmaktı. İyi de niçin böyle bir dilekte bulunması
isteniyordu? Bile bile nasıl yalan söyleyebilirdi? Sonra buna kim inanırdı?...
Rahatı iyiden iyiye kaçmıştı. Olup
edemedi. Aysız bir gece, el, ayak çekilince yine Büyücü Tarzan’a gitti:
“Oğlan babası olmak istediğim
doğrudur. Bunu cami önünde herkese duyurabilirim. Ancak, çocuğu bir eşeğe
bindirerek minarenin son şerefesine çıkaracağımı asla söyleyemem. Diyelim ki
söyledim. Eşek minareye çıkar mı? Ben bir yalancı durumuna düşmez miyim?”
Büyücü Tarzan çok iyi görünüyordu.
İçeriden bir tas su getirdi:
“İşte bak,” dedi. “Bir çıkar yol
görünüyor mu? Eğer mutlaka bir oğlan babası olmak istiyorsan onu bir eşeğe
bindireceğini, minareye çıkaracağını herkese duyurmak zorundasın. Biliyorsun;
çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.”
Varyemezoğlu boynunu büktü, köye
döndü.
Ertesi gün öğleye doğru camiye gitti.
Namaz çıkışında biriken halka şöyle bağırdı:
“Ey ahali!... Cümle alem bilsin ki,
eğer bir oğlum olursa, onu eşeğe bindirip şu gördü-ğünüz minarenin son
şerefesine dek çıkaracağım.”
Bu sözleri duyan herkes kahkahayla
güldü. Varyemezoğlu’nu kimse ciddiye almamıştı. Ancak:
“Keçileri kaçırmış. Bu nasıl olur?
Saçmalıyor,” diyenler oldu.
*
Aradan dokuz aydan fazla bir zaman
geçmişti. Beklenen gün gelmişti. Varyemezoğlu’ nun gerçekten nur topu gibi bir
oğlu olmuştu.
İleri, geri konuşmalar yeniden
başladı. Elin ağzı torba değildi ki...
“Varyemezoğlu!... Verdiğin sözü yerine
getir. Hani oğlunu eşeğe bindirip minarenin son şerefesine dek
çıkaracaktın!...”
“Hah hah haa!...”
“Çocuk da Tarzan’a benziyormuş...”
“Hih hih hii!...”
Varyemezoğlu bu kez de yeni bir
çözümsüzlüğün içine düşmüştü. Zor durumdaydı. El içine çıkamıyor, düşünüyor,
herkesten köşe bucak kaçıyordu.
Bu böyle gidemezdi. Umut yine Büyücü
Tarzan’daydı.
“Dile düştüm. Beni rezil ettin. Çocuğu
eşeğe bindirerek minareye nasıl çıkaracağım?” diye sordu.
Büyücü çok rahattı. Aldırış etmez bir
davranış içindeydi. Şöyle söyledi:
“Bak Varyemezoğlu. Adınızda bile
meymenet yok. Baban yıllarca çalıştı, mal, mülk edindi. Yemedi, yedirmedi. Ne
kendi güldü, ne halkı güldürdü. Giymedi, giydirmedi. İnsan gibi yaşamadı,
yaşatmadı. Sen de öylesin. Yok, yoksul gibisin. Dilenciyi andırıyorsun.
Yıllarca çalıştın, çabaladın. Kazanmasını bildin, ama harcamasını bir türlü
öğrenemedin, beceremedin. Eşeği uzaklarda arama.
Çocuğu omzuna bindir onu minareye
kendin çıkar. Çünkü senden daha iyi bir eşek bulunmaz,” dedi.
«
17 NİSAN GÜNEŞİ
Mevlüt KAPLAN
Ufuklar aydınlığa durdu,
Gün 17 Nisan’la ağardı
Kuşlar kanat çırptı özgürlüğe
Mavi sevinç delisi gökyüzü
Renkli açtı yaban gülleri.
Issız köyleri muştular sardı
Başı döndü yücelen dağların
Su yürüdü dal uçlarına
Horona kalktı çorak ovalar
Çağlaya oturdu tomurcuklar.
Yıldızlar indi gemsiz gecelere
Issız tepelerde çoban ateşleri parlardı.
Şarkılar yankılandı kervansız geçitlerde
Zifiri karanlığa gür demetli ışıklar vurdu
Kimsesizlerin kimi oldu Yüceller, Tonguçlar.
Çağdaşlığa uyandı gecikmiş evren,
Ölü toprağı damlar birden kımıldadı
Ayçiçeği kesildi dünyamız
Huzme ışığa dönüştü zaman.
Gökkuşağı giyindi köyler.
İmece şenliği cümle gülücükler.
Kör bakışlarda parladı umut
ışıkları
Kardelen çiçekleri derinden sürdü
Kimseler görmedi böylesini
Uzadı karanlığı deldi aydınlıklar.
Bakar bakar imrenirim çocuklara,
Eğer bıraksalardı beni bana,
Çıkardım sokaklara dalardım oyuna,
Çocuk kalır çocuk yaşardım.
Büyüyünce insan,
Sökmüyor şafak,
Atmıyor tan.
Varsın değnekten olsaydı atım,
Çamurdan oyuncaklarım,
İstemezdim daha iyisini,
Düş kurar gerçeği yaşardım,
Ne kin bilir ne kan güderdim.
Büyüyünce insan
Bitmiyor gece
Atmıyor tan.
GELİN CANLAR
Mevlüt KAPLAN
Dur diyelim yaptım oldulara
Ne Feto, ne Çeto
Övüncümüz onayımız olsun
Geri dursun çuval çuvaldız
Bağımsızlığımız baştacımız olsun
Kapatalım el kapılarını
Sona ersin el etek öpmemiz
Kendi ışığımızla yetinelim
Utansın ayın loşluğu
Güneşin aydınlığı
Dilimiz türkülerimizle çoğalsın
Marşlarımız utkularla yücelsin
Birlikte geçelim aşılmayan dorukları
Aydınlık ufuklarda buluşalım
Taş kessin öfkesinden düden çukurları
Emperyalist anaforlar
Gelin şimdi birleşelim
Bir Sisipos, bir Promete olalım(*)
Bir bakışta boğalım karanlığı
Gelin Mustafa Kemal olalım.
Türbanlı hanım,
Fanatik kadın,
Benim bacım,
Senin karın.
Şortlu hanım,
Laik kadın,
Benim karım,
Senin bacın.
öğretmen amca
EĞİTİM ÇIKMAZI
Mevlüt KAPLAN
“Büyük ülkümüz en
uygar ve en zengin bir ulus
olarak
varlığımızı yükseltmektir.
Bu yalnız eğitim
kurumlarında değil,
düşüncelerinde de
temelli bir devrim yapmış olan
büyük Türk
Ulusu’nun güçlü ülküsüdür.
Bu ülküyü en kısa
süre içinde
gerçekleştirmek
için düşünce ve davranışı
birlikte yürütmek
zorundayız.”
ATATÜRK
Günümüz hükümetlerinin uyguladığı
eğitim ve kültür politikası çağdaş ve üretime yönelik olmaktan çok uzak.
Atatürk’e, Atatürk devrim ve
ilkelerine karşı derinden derine bir yıkım var. Laik devrim ilkelerinden
Müslümanlık adına ödün üstüne ödün veriliyor. Din işleri ile devlet işleri
ayrılması gerekirken birbirlerine kenetlenmiş durumdadır. Devletin lâikliğine,
demokratikliğine gölge düşmüştür. Türk halkının inanç ve ibadet özürlüğü sömürü
aracı olarak kullanılma noktasına getirilmiştir.
Eğitim, öğretim çarpıtılmıştır.
Laikliği, demokratik çağdaşlığı savunan öğretmenler hallaç pamuğu gibi oradan
oraya atılmıştır. Okul yöneticilerinin atanmalarında tutucu, teokratik
devletçilik anlayışı öngörülmektedir.
Kılık, kıyafet yasası çiğnenmekte,
bizi birbirimize bağlayan Anadolu uygarlık geleneği Türklük ve Atatürk sevgisi,
saygısı bilinçli olarak yozlaştırılarak yok edilmektedir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde gerici
eğitime gereksinim duyulmadığı halde Türkiye’mizde her il, ilçe ve kasabada
İmam Hatip Okulu, her mahallede Kur’an Kursu açılmaktadır. Bugün bir milyona ya
kın çocuğumuz dört bini aşkın yerde açılan resmî Kur’an Kursu’na devam
etmektedir. Bir o kadarı da kaçak olarak açılmış olan kurslara katılmaktadır.
Bu kurs ve okulların açılış kurdelelerini, Arap kafalı yöneticiler kesmektedir.
Gerici, tüketici eğitimin gerisinde tarikatçılarla işbirlikçi yöneticiler iç
içe çalışıyor.
Bugün bize, diğer ülkelerde olduğu
gibi İmam Hatipli değil, çağın teknolojik gelişmesine koşut olarak yetenekli,
el becerisi güçlü bilimsel ve teknik okul çıkışlılara ağırlık verilmesi
gerekmektedir.
Devlet dairelerinde açık olan memur
ve amir alımları için açılan kurs ve sınavlarda bugün insanlarımızın önce dinî
bilgi ve inanışları yoklanmakta, namaz kılanlara, oruç tutanlara öncelik
tanınmaktadır. Telefonlarda, resmî toplantılarda “günaydın” sözcüğünün yerini “selâmünaleyküm”
almıştır.
Öğretmenlerin rotasyon adı ile bir
bölgeden diğer bölgelere atanmaları adaletli bir uygulama olmayıp bal gibi
apaçık politik bir kamuflâjdır. İlerici görüşü benimseyen öğretmenlerimizin
sürülmeleri ve kıyımları için uygulanan rotasyon, meslekten uzaklaştırmalar,
değişik sindirme ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır. Adalet önün de
hakkını arayanlar suçlanmakta, yargı yolu ile hakkını geri alanlara kinle,
nefretle bakılmaktadır. Bile bile yasalar ve Anayasa suçu işlenerek Türkiye bir
ilkel toplum, yerine konulmaktadır.
Anayasa’da ve eğitimle ilgili
yasalarımızda İlköğretimin zorunlu ve parasız olduğu yazılıdır. Böyle olmasına
karşın hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığının uygulamaları paraya yöneliktir.
Çığ gibi çoğalan kurslar, özel dershaneler, özel okullar, eğitim öğretim
araçları, paralı eğitime birer örnektir.
Hükümetler işine geldiği şekilde
uygulama yapmaktadır. Zorunlu olduğu için okula gelmemekte direnen öğrencilerin
velilerine ceza uygularken, önce 7 ile 14 şimdi 5 yaşından lise çağına dek milyonları
bulan çocuğun okulsuzluk, öğretmensizlik nedeni ile eğitim ve öğrenimden yoksun
kalmasına göz yumulmaktadır. Görevi olduğu halde okul yaptırmadığı, öğretmen
göndermediği için hükümet suçlu olmuyor, ama öğrenci okula gitmediği için suçlu
sayılıyor, anaya, babaya ceza veriliyor.
Buna çifte standart denmez de ne denir? Hem de yasaya karşı gelinerek.
222 sayılı yasaya göre devlet bütçesinin %3’ü, Özel İdare bütçelerinin %10’u,
Belediye bütçelerinin %5’i, Köy bütçelerinin %10’u okul giderleri için ayrılmıştır.
Yasa hükümleri uygulanmış olsa, zenginin vergi olarak vermesi gereken parayı
okul yapımı için kullanmasına gerek kalmaz. Zenginin adını vererek okul yapması
yerine vergi vermesi okulu devletin yapması daha doğru olmaz mı?
Bugün ülkemiz öğretmenlerinin fikir
özgürlükleri kısıtlı hale getirilerek, maaşları güdükleştirilerek işkenceye
itildiklerini görüyoruz. Dünyada öğretmenlerine en az maaşı veren sondan üçüncü
ülke biziz. Bu nedenle öğretmenlik mesleği saygınlığını yitirmiştir. Öğretmen
okulları ilkten, yükseğe dek kapatılmıştır. Meslek içi seminerler
yozlaştırılmıştır. Yetenekli öğretmenlerin resmî okullardan hızla
uzaklaştıklarını, paralı özel okullara kaydıklarını görüyoruz. Öğretmenlerin
çoğu geçim sıkıntısı nedeni ile mesleğinden ayrılırken, öğretmen açığı
inanılmaz boyutlara ulaşırken 500 bine yakın Eğitim Fakültesini bitirmiş,
öğretmen sıraya girmiş, atanmayı bekliyor. Eğitimin, öğretimin kalitesi
düşmüştür. Böyle olduğu halde hiçbir sorumlu bunu sorun olarak görmüyor.
Öğretmen olmayanlar öğretmenliğe
atanıyor. Köy ve kent okullarında
yapılan eğitim, öğretim uygulamaları birbirlerinden farklıdır. Programlar,
dersler, ders kitapları, haftalık ders sayı ve saatleri köyde başka, şehirde
başkadır. Öyle olduğu halde Devlet Parasız Yatılı sınavlarında şehir çocuğu ile
köy çocuğu eşitmiş gibi aynı açıdan değerlendirilmekte, sınavlara
sokulmaktadır. Bu yüzden köy çocuklarının sınavda başarılı olmaları hayalde
kalıyor. Kızların okuması ise daha çok engellenmiş oluyor.
Ulusal eğitimde kitaplar da sorunlu
olmuştur. Türk Dil Kurumu’nun kapatılmasından sonra dil bakımından kitaplara da
ambargo konmuştur. Arapça’ya, Farsça’ya dil bakımından ağırlık veren dergiler,
kitaplar, “Anayasaya dili” olarak
nitelendirilerek uygun bulunduğu halde, Öztürkçe yazılan kitaplar ise “Anayasa dili dışı dil kullanılmış”
denilerek yasak kapsamına alınmaktadır.
Devlet 1950’den bu yana her zaman
özel sektöre yenik düşmüştür. Ne hikmetse İl ve İlçe Ulusal Eğitim Müdürleri,
okul müdürleri AKP yönetimine dek hep özel sektörün kitaplarını seçmiş,
bakanlığın yazdırdığı kitapların çürümesine, hurda kâğıt olmasına yol açmıştır.
Devletin elinde kalmış olan devlet kitapları kamyonlarla hurda kâğıt fiyatına
SEKA’ya verilmek zorunda bırakılmıştır. Özel sektörün hazırladığı kitaplar ki (belli
bir görüşün temsilcilerinin yazdırdığı) her yerde seçilmiş olması da rüşvet
gücüne bağlanmıştır. Şimdi ise AKP hükümetinin istediği doğrultuda yayınlanan
ders kitaplarından bazıları başbakanın anne-babalara yazdığı bir mektupla ders
yılı başında zorunlu bir dayatma olarak öğrencilere verilmektedir.
Ulusal eğitimin mutlaka lâyık hale
getirilmesi gerekir. Bu çağda Türk eğitimi kırk yamalı bohça olmaktan
çıkarılmalı olumsuz uygulamalara son verilmeli, laik, demokratik, bilimsel
eğitim yapılmalıdır.
EĞİTİMDE YOLUMUZ
NEREYE?
Mevlüt KAPLAN
“Yaparak
öğrenmeye dayanan ve
yaygın bir eğitim
için, yurdun önemli
merkezlerinde
yeni kitaplıklar, çeşitli
hayvan ve
bitkileri içine alan bahçeler,
konservatuarlar,
işyerleri, müzeler,
galeriler, sergi salonları kurmak gereklidir.”
ATATÜRK
Zaman olur ki eğitim üstüne bol bol
nutuklar atarız. Caf caflı sözlerle öğretmenleri göklere çıkarırız. Oysa bunlar
modası geçmiş, ortaçağ aldatmacalarıdır.
Eyleme dönüşmeyen ilkesizliklere
aydın eğitimcilerin artık karnı tok. Lafla peynir gemisi yürümüyor.
Bir taraftan herşey özelleştirilerek
elde edilen para çarçur edilirken, öbür yandan tonlarca açılan yara kapanmak
bilmiyor.
Çelişkiler, kamburlar birbirinin
üstüne binmiş durumda.
Günümüz Türkiye’sinin eğitimi çıkmazdadır.
Sağduyu sahibi herkes bunu söylüyor, vurguluyor. Ben ise yazıyor, bar bar
bağırıyorum. Okullar perişan. Öğretmenlerin yaşamı tam bir dram. Fikirsel,
ekonomiksel, örgütsel yönden özgürlüğü kısıtlıdır. Atamalar; politik ve yanlı. Baskılar son kertede.
Adalet yollarda yürüyüşlerle aranıyor.
Okul yapımları birkaç zenginin, üç
beş hayırseverin insafına bırakılmıştır. Bugüne değin hizmetinden dolayı,
devlete, millete dua eden halkımız, bundan sonra varsıllara dua eder duruma düşürülmüştür.
Ne üzücü değil mi?...
Öğretmen kendi öğrencilerine okutacağı
kitabı seçme hakkından bile yoksun. Kitaplar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın
tekelinde ahbap-çavuş ilişkileri içerisinde seçilip kotarılmaktadır. Hükümet,
Milli Eğitim Bakanlığı böylece devlet eliyle “parasız kitap” diyerek kendi politik çıkarı için propaganda yapıyor.
Karabilirsizlik savaşında çağ dışı ve yanlı bilgiler içeren yozlaştırılmış bir
dil ile yazılmış kitaplar kullandırıyor.
Eğitimde fırsat eşitliği, parasız eğitim,
eğitimde öğretim birliği görmezden geliniyor.
M.E.B. müsteşarı ve yetkili
politikacılar açıktan açığa öğretmenlerin büyük çoğunluğunun yeterli bilgiye
sahip olmadıklarını söyleyerek bindikleri dalı kesiyorlar. Öğretmen okullarını,
Köy Enstitüleri açmak varken Anadolu Öğretmen Liseleri’ni bile acımadan kapatıyorlar.
Biz ise bir eğitimci, bir yurtsever
aydın yazar olarak başkentten gelen ses budur, diye susalım mı?... Kulağımızın
üzerine mi yatalım?...
80’li yıllarda eski Cumhurbaşkanlarımızdan
biri İstanbul’da Pertev Niyal Lisesi’ni ziyareti sırasında, suların akmadığını,
ışıkların yanmadığını, kapı ve pencerelerin harap olduğunu, tuvaletlerin pislik
içinde bulunduğunu, her sırada üç öğrencinin oturduğunu görerek “modern hapishaneler buradan kat kat
iyidir,” dememiş miydi?
Bugün Anadolu halkının durumuna
bakarak eğitimde bir suçlu aranmaya kalkacak olursak bunu asla öğretmene ya da
halka yükletemeyiz.
HALKEVLERİ
Mevlüt KAPLAN
“Geleceğin savaşı
beyin savaşı
olacaktır.
Bu savaşın utkusu
da
eğitim yoluyla
kazanılacaktır.”
ATATÜRK
Eğitim, bilim ve kültürle ulusun
yaşam düzeyini yükseltmek, devrimleri en uç köylere değin yaymak Mustafa
Kemal’in başlıca hedefiydi.
Halkevleri, Eğitmen uygulamasından,
Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri gerçeğine, teknik öğretimden köyün
canlandırılmasına uzanan tüm çalışmalar aynı bütünün parçalarıydı.
Halkevleri; sosyal, kültürel
etkinlikler içinde konferanslar, temsiller, gece dersleri, okuma, yazma
kursları aracılığı ile ülkeyi bayındırlaştırmayı ulusu uygarlaştırmayı
amaçlanıyordu.
Bu yüzden bir avuç aydının çabaları
sonucu 19 Şubat 1932 günü on dört kentte Halkevi açılmıştı. Daha birinci yılda
bu sayı 55'e, 1935'de 478'e yükselmişti. Öte yandan bu etkinliklere koşut
olarak köylerde 4500 Halkodası arı kovanı gibi işlemeye koyulmuştu.
Halkevlerinde; Dil, Tarih ve
Edebiyat, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor, Toplumsal Yardım, Halk Dershaneleri ve
Kursları, Kitaplıklar, Müze, Sergi, Yayın ve Köycülük kolları bulunuyordu.
Köylere kasabalara geziler
düzenleniyor, spor yarışmaları yapılıyordu. Elde edilen gelirlerden de
yoksullar, hastalar yararlandırılıyordu.
“Kırsal
kesim, halk, köylü,” gibi deyimler ve sözlükler alabildiğine yaygınlaştı.
Aydınların dikkati çekildi, yönü köye çevrildi.
Halkevleri de tıpkı Eğitmen
Kursları, Köy Enstitüleri gibi halkın kalkındırılmasına yönelikti, devrimci
kuruluşlardı.
İsmet İnönü'nün deyişi ile
“Halkevleri; siyasi kuruluş değil,
sosyal, kültürel kurumlardı.”
Oralarda görev alan, etkin olan
kimselerin büyük bir bölümü öğretmendi. Her yörenin, töresel, bilimsel birçok
değerini o kuruluşlarda çalışan ozanlar, yazarlar inceleme ve araştırmaları ile
gün ışığına çıkardılar.
Öğretmenler o dönemde büyük ölçüde
Atatürk' ün güvenini kazanmış insanlardan oluşuyordu.
Nafi Atuf Kansu, Ferit Celal Güven,
Reşit Galip gibi adları devrimin büyük ülkücüleri olarak saymak yerinde olur.
1932'de Halkevleri'ni öven
1950'lerde bencilliği, siyasi çıkarı uğruna övdüğü bu kurumları, 18 yıl sonra
yerden yere vurmaktan çekinmeyen cumhurbaşkanımız da oldu.
3 Mart 1968 günlü Cumhuriyet
Gazetesi'nde Şevket Süreyya Aydemir Celal Bayar’ın o iki konuşmasını bir kez
daha gözler önüne serdi.
“Ulusumuzun yükselmesi yolunda her
gereksinimi karşılayan, sezen Büyük Gazi toplumsal yaşamımızda çok derin bir
boşluğu ve çok güçlü ve yerinde bir gereksinimi görmüş ve bu boşluğu dolduracak
ve bu gereksinimi yanıtlayacak kurum ve kuruluşun temellerini atmak onurunu da
kazandırmıştır.”
Demokrat Parti'nin önde geleni
olarak bilinen ve sonradan cumhurbaşkanımız olan bu hırslı, çıkarcı devlet
yönetimiz daha sonra, yukarıdaki söylediklerini bilmezden gelerek Halkevleri'nin
temeline dinamit koyarcasına şu sözleri söylemekten çekinmemiştir.
“Halkevleri,
halk odaları kurmak, gençlik örgütlerini ele almak, faşist düşüncelerin
eseridir. Bunlar toplumsal bünyemiz içinde tamamıyla abes, geri ve yabancı
organ halindedirler.
Halkevleri, içi boşaltılmış, tarihe
karışmış, amaçsız birer varlık durumundaydılar. Bunlar partiler için birer
utanç konusu oluyordu.”
Görüldüğü gibi Halkevleri'nin yok
edilmesi aşamasında sergilenen bu oyunun Celal Bayar'la başlatılan provası Köy
Enstitüleri'nin kapatılması ile son bulmuştur.
Burada asıl gerçek olan amaç,
uydurulan yalanlarla halkın uyandırılmasına engel koymaktı.
Kısa sürede nedensiz, sudan
gerekçelerle Halkevleri'nin dergilerine, yayınlarına ve tüm etkinliklerine el
konuldu. Kuruması için dalı, kolu budanan bir ağaç durumuna sokuldu. Sonunda da
kapılarına kilit vurularak viraneye çevrildi.
Raflarda tozlanan kitaplar,
toplandı, yağmalandı, kimi yerde yakıldı. Kitap okumak enikonu suç sayıldı.
Kitapla silah eş değerde tutuldu. Okuyanlara, kitap yazanlara iyi gözle
bakılmadı, dahası komünist damgası vuruldu.
Halkevleri'nin kapanması ile
öğretmenler, aydınlar, halktan, kitaptan koparılmış oldu. Kahvelere tıkılarak
etliye, sütlüye karışmamaları vatan cephesinde(!) toplanmaları istendi. Zaten
devrim düşmanlarının amacı Atatürkçü düşüncenin önünü kesmekti,
başardılar(!...)
Artık devlet erki 1950 sonrasında
Demokrat Parti'nin elindeydi. İşbirlikçiler dirsek dayanışmasını çok sıkı
tutuyorlardı. Kur'an Kursları, cami konuşmaları, İmam Hatip Okulları, dinsel
toplantılar, giderek çoğaldı.
Çünkü gerici kurum ve kuruluşları
destekleyenler, etkinlikleri sergileyenler devletin bakanları tarafından
alkışlanıyor, korunuyorlardı. Öyle ki o zaman:
“Sağcılar asla suç işlemez, devleti
korur,” güçlendirmesinde bulunan başka bir cumhurbaşkanımız vardı.
1960'ın 27 Mayıs'ında Akdevrim hiç
yoktan bir umut ışığı olarak belirmişti. Ne var ki, subaşları tam kadrolarla
tutulduğu için istenilen başarıya yine ulaşılamadı. Her ne değin demokrasiye,
insan haklarına uygun, çağdaş Anayasa değişikliği yapıldıysa da “Türk halkına
bol geldi,” denilerek lâiklik zedelendi, yolundan saptırılarak, 12 Eylül'le
yeniden çıkmaza sokuldu. 1982 Anayasası ile silindi, yok edildi. Din Dersleri
devlet eliyle zorunlu hale getirildi. Gericiliğe, tutuculuğa yeniden fırsat
tanındı.
En küçük köy birimlerinden Ankara'ya
değin Halkevi coşkusu ve tutkusu yok edildi. Yardımlaşma (imece), paylaşmanın
yerini, bencillik, nemelazımcılık aldı.
Ulus ve ülke için çalışanlara
“mukaddes enayi” gözü ile bakılır oldu.
Köy Enstitüsü ülküsü de böyle
silindi. Özveriler, atılımlar bıçakla kesilir gibi durduruldu.
Valiler, kaymakamlar, muhtarlar,
öğretmenler, eğitmenler çok inançlı halkevcilerdi. Onların öz verili
çalışmalarını bugün ancak kitaplarda okuyabiliyoruz.
Vali Kâzım Dirik, Lütfü Kırdar,
Tevfik Gür, Haşim İşcan gibi niceleri unutulmazlığa erişen halk eğitimci
kahramanlarımızdan bazılarıdır.
Halkevleri unutulmaz kültür
anıtlarıydı. Kuşkusuz Türk Ulusu onlarla tasada, kıvançta birliği, yakaladı, yaşadı, bütünlüğü paylaştı. Kim bilir belki
yine bir gün doğar yeniden yaşarız...
Belkisi yok. Güzel günler göreceğiz.
“ARKADAŞIM” HASAN ÂLİ YÜCEL
1940’da
on yaşındaydım. Köyümüze, Reis bucağından eğitmen olarak gelen Ferhat Er benim
de aralarında bulunduğum delik çarıklı, yırtık çoraplı, urbası yamalı 50 çocuğu
muhtar odasının bitişiğinde bulunan ahırdan bozma bir dam altına toplamış, derse
başlamıştı.
Önce İstiklâl Marşı’nı, sonra Ziraat
Marşı’nı (Köy Enstitüleri Marşı) öğretmişti.
“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine,
Milletin
her kazancı milletin kesesine,
Toplandık
baş çiftçinin Atatürk’ün sesine,
Toprakla
savaş için ziraat cephesine,
Biz
yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”
(Behçet Kemal ÇAĞLAR)
Eğitmenimiz bir ay kadar sonra da 5’er
kuruş karşılığında ALFABE kitabı dağıtmıştı.
Okumayı, yazmayı on bir yaşımda çat pat
sökmeye başlamıştım ki anamı kaybettim. Onun ölümü üzerine dünyam yıkılmış, yokluğun,
perişanlığın ortasında kalakalmıştım.
Babamsa feleğe karşı çok öfkeliydi, beş
çocukla ne yapacağını şaşırmış, bunalıma girmişti. İçtiği sigaranın sayısını birden
bire artırmıştı. Her gün altı kuruşa aldığı bir tabaka tütün yetmez olmuştu. ALFABE
parası için beş kuruş istediğimde;
“Beş
kuruşum olsa yanına bir kuruş daha katar bir paket tütün alırım,” dediği
günü hiç ama hiç unutmuyorum. Öyle çok üzülmüştüm ki anlatamam. Oysa yufka
yürekliydi babam. Gönlümü almak için daha sonraki yıllarda eğitmenimizin getirdiği
1. YIL KİTABI’nın, 2. YIL KİTABI’nın ve 3. YIL KİTABI’nın parasını istetmeden hemen
ödemişti.
Hasan Ali Yücel adını ilk kez o yıl
kitaplarından birinde okuduğum Atatürk şiiri
ile tanımıştım.
“Türk’ü
ölümden
O’dur
kurtaran
O’dur
yeniden
Türklüğü
kuran
Bu
memleketi
Cumhuriyeti
Atatürk
etti
Bize
armağan.”
(Hasan
Ali Yücel)
Üç yılın sonunda eğitmenli okul sona
ermişti.
Dördüncü sınıfı beş kilometre ileride
bulunan Reis bucağına gidip gelerek okumuştum.
Beşinci sınıfa gidememiştim, ilkokulu bitirme diplomam yoktu.
Kitap okumayı çok seviyordum ama
köyümüzde doğru dürüst ne okul vardı, ne kitap, ne öğretmen, ne de okuyan,
yazan.
1945’de Konya Ereğli İvriz Köy
Enstitüsü’ne gittim. Okuyup-yazıyordum ama gerçek okumayı, yazmayı Köy
Enstitüsü’nde öğrendim. Beni sınavla ortaokul birinci sınıfa aldılar.
Gurbete ilk kez çıkıyordum. On dört
yaşıma dek köyde kalmıştım.
Çocukluk arkadaşlarımı, yakınlarımı,
köyümüzün ormanlarını, ekilmiş tarlalarını, otlarını, kuş ve böceklerini çok
özlemiştim.
Her bir şey gözümün önüne geliyor,
burnumda tütüyordu.
***
Hasan Âli
Yücel adını en çok Köy Enstitüsü’nde duydum, okudum. Birçok şiirin altında,
kitapların üstünde ve dilimize çevrilen dünya klasiklerinin önsözünde onun adı yazılıydı.
Enstitülerin bazılarında sanat,
edebiyat dergileri yayımlanıyor, sınıf, okul, duvar gazeteleri çıkıyor, kitaba
ve okumaya çok önem veriliyordu. Yapılar yokken kitaplıklar çadırlarda
kuruluyordu. Şiir kitaplarını daha çok seviyor, kendime göre şiirler yazıyordum.
Yaptığım karalamaları önce üst sınıf öğrenci ağabeylerden İbrahim MERCAN’a,
İbrahim YILMAZ’a ve Mahmut MAKAL’a gösteriyordum. Hepsi de güzel yazdığımı,
daha güzelini yazabileceğimi söylüyorlardı. Onların kıvandırıcı sözlerden
kamçılanıyor, daha çok yazıyordum.
Türkçe öğretmenim Sevim BAYKAL ile Ali
İhsan BEYHAN da şiirlerimi yer yer beğeniyorlardı.
Okulumuzun kitaplığına birçok il ve
ilçe halkevlerinin yayımladığı dergiler geliyordu. Herbirini okuyor, kimilerine
yayımlanması için Mahmut MAKAL ile aynı zarf içinde şiirler yolluyorduk.
Bizim enstitüde de İvriz adlı
aylık bir eğitim, edebiyat dergisi yayımlanmaya başlamıştı. Bu dergi ile daha
çok edebiyat öğretmenimiz Ali İhsan BEYHAN ilgileniyordu.
İvriz kısa sürede gelişmiş,
güzelleşmişti. Bu kez kendi dergimiz olan İvriz’de
yazmaya yöneldik.
Ali İhsan BEYHAN ile Sevim BAYKAL bana
çok yüz veriyorlardı. Her fırsatta çekinmeden yanlarına gidiyor, yazdığım her
şiiri gösteriyordum. Beni ciddiye alıyor, “şurasını
şöyle yaz, burasını böyle düzelt,” gibi önerilerde bulunuyorlardı.
Nedense Ali İhsan BEYHAN’a daha çok
inanıyordum. Sınıfta Türkçe metinleri iyi okuyor, iyi açıklıyordu. Hele
dilbilgisi kurallarını güzel ve ayrıntılı biçimde yazı tahtasına şekiller
çizerek göstermesine hayran oluyordum. Hasan Âli YÜCEL gibi o da bize “arkadaş,”
diyordu. Isparta Gönen Köy Enstitüsü’nden gelmişti. Orada Fakir BAYKURT’un da
öğretmeni olduğunu söylerdi.
***
Cumartesi akşamları enstitüde eğlence
toplantıları düzenleniyor, şarkılar, türküler söyleniyor, oyunlar oynanıyor,
halaylar çekiliyor, şiirler okunuyordu.
Gecelerden
birinde ben de Babama Mektup adlı bir şiirimi okumuş, daha sonra da o
şiir, İvriz dergiside yayımlanmıştı.
Şiir şu
dizelerle başlıyordu.
“Özledim
özledim köyüm Ökes’i
Tas
tas ayranını içesim geldi
Hani
nerede kaval sesi, çan sesi?
Koyunu
kuzudan seçesim geldi.”
Birkaç gün sonra enstitü müdürümüzün
beni yönetim odasına çağırdığı haberini aldım. Karşısına dikildiğimde İvriz dergisini çekmecesinden çıkardı, aynı
şiiri göstererek:
“Koyunu kuzudan seçesim geldi”
dizesi ile neyi anlatmak istediğimi sormuştu.
Ben de:
“Köyümüzde
koyundan süt almak için kuzusunu sağım yapılıncaya dek uzak tutarlar. Bu
davranış çocukluğumda çok ilgimi çekerdi, bu şiiri onun özlemini dile getirmek
için yazdım,” demiştim.
Müdürümüz verdiğim yanıtı beğenmemiş
gibi davranmış, ya da bana öyle gelmişti.
“Anlaşıldı,
sınıfına gidebilirsin,” demişti.
Aradan sekiz on gün geçmişti. Uygulamalı
tarım dersi yapıyor, çukur kazıyor, akasya dikiyorduk. Arkadaşlarımdan önce
çukuru kazmış, içine oturarak şiir yazmaya başlamıştım.
Bir öğrencinin soluk soluğa yanıma
geldiğini gördüm.
“Haydi çabuk
ol. Yürü, koş, müdür seni çağırıyor,” diyerek ivecenleniyordu.
Kuşkulanmıştım. Çünkü çalışmıyor, ağaç
dikmek için kazdığım çukura oturmuş şiir yazıyordum. Suçluluk duygusuna
kapılmıştım.
Kazmayı, küreği orada bırakıp koştum.
Müdür Bey sıralı binaların önünde
yabancı bir adamla ayaküstü konuşuyordu.
Tıknefes yanlarına vardım. Üç adım kala
önlerinde esas duruşa geçtim.
Müdür Bey eliyle yanında duran
yabancıya beni göstererek;
“Efendim
işte bu çocuk,” dedi.
Yabancı, eli ile kendisine doğru
yaklaşmamı işaret etti. Sokuldum.
Müdürümüz kendi elini dudaklarına ve
alnına götürdü. Bana yol gösterdi. Sonra da:
“Bakanımızın elini öp,” dedi.
Önüne eğilip eline sarılmak istediğimde
Bakan geriye çekildi. Elini vermedi.
O ana dek
adını birçok kez duyduğum kitaplarda, okuduğum o konuk, Milli Eğitim Bakanımız
Hasan Âli Yücel’miş meğer.
“Arkadaş
güzel şiirler yazıyormuşsun, aferin sana. Yazdıklarını ben de görmek, okumak
isterim,” dedi.
“Yeni başladım. Yüz güldürücü şeyler
değil. İleride daha iyilerini yazacağım,” dedim.
“Müdürünüz
köyünüze özlem duyan bir şiirinizden söz etti. Dergide de yayınlanmış. Çok
merak ettim. Onu şimdi bana da okuyabilir misin?”
Başımı öne doğru eğdim. Selâm verdim.
Şiiri baştan sona ezberden okudum.
Şiir bitince yeniden selâm verdim.
Konuk bakan gür siyah kaşlı, siyah
saçlıydı. Gözleri iri iri çakmak çakmaktı, çok yakışıklıydı.
“Aferin sana. Bundan sonra yazdığın her
şiirin bir kopyasını da bana göndermesi için müdürünüze ver,” dedi.
“Peki,” deyip yanlarından ayrıldım.
Köy Enstitüsü’ne ayak bastığım ilk
günlerde süklüm püklümdüm. Köy çocukları orada kısa sürede arap atı gibi
açılıyorlardı.
Kitaplıkta Hasan Âli Yücel ile ilgili
bir yazı okumuştum. O, çocukluk yıllarında kitap okumayı çok severmiş. Babası
ise onun derslerinden geri kalacağını düşünerek aldığı kitapları sakladığı
yerden bulur, çıkarır, yırtar, yakarmış.
Enstitüde nereye gitsek, azık torbamızda
ekmeğin yanında bir de kitap bulunduruyorduk. Sanki bu bir töreydi, gelenekti.
Bakanla görüştükten sonra şiire daha
çok ilgi duydum. Yazmayı giderek bir alışkanlık haline getirdim.
Yazdığım her şiirin bir kopyasını Bakan
Hasan Âli Yücel’e göndermesi için müdürümüze veriyordum.
Bir
keresinde şiirin yanına bir de mektup koydum:
“Sayın
Bakanım. Siz çocukken çok kitap okurmuşsunuz. Bu yüzden derslerinizi
aksata-cağınız korkusu ile babanızın kitaplarınızı yırttığı, yaktığı doğru mu?”
diye sormuştum.
Çok geçmeden
yanıt gelmişti. Sorumu, doğruluyor, “Ailede
böyle şeyler olur,” diyordu.
O mektubun satırlarından birinde de
şunlar yazılıydı:
“Japonya’nın kalkınması, halkının çok
kitap okuması ile koşuttur. Biz de ne zaman çok okursak kalkınmamız o oranda
hızlanacaktır.”
Başka bir mektubunda;
“Sizler, herbiriniz, birer Promete
olacaksınız,” diyordu. Ne demek istediğini yıllar sonra anlayabilmiştim.
Promete Yunan mitolojisinde geçen bir
halk kahramanıydı. O, Olimpos dağlarında yüksek kaleler içinde yaşayan Tanrılardan
ışığı ve ateşi gizlice alarak halka dağıtmıştır.
***
Bir gün posta ile adıma Ankara’da
yayımlanan Ulus Gazetesi gelmişti. Açtım, içinde “Yurt” adlı başka küçük
bir gazete daha vardı. Orada şiirlerimden birinin yayımlanmış olduğunu gördüm.
Bu şiir müdürümüze verdiğim şiirlerden
biriydi.
Yurt gazetesinden bana bazen ayda 5
lira geliyordu. Anlıyordum ki şiirlerimi yayımlatan, 5 lirayı gönderten Milli
Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’den başkası değildi.
Daha sonraki günlerde müdürümüze
yazdığım şiirlerimden birini götürdüğümde;
“Bundan sonra getirme. Bakan görevinden
ayrıldı. Yeni adresini bilmiyorum,” dediğinde dünyası yıkılmışa döndüm.
Dalsız, kolsuz, arkasız kaldığımı
düşündüm.
***
Köy Enstitüsü’nde beş yılımız dolmuş,
öğretmen olmuştum. Dört yıl gibi kısa süren bir köy öğretmenliğinden sonra
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim Bölümü’ne öğrenci olarak girmiştim.
1946-1947 yılında İvriz Köy Enstitüsü’nde birlikte olduğum Mahmut MAKAL ile
yeniden buluştuk. Bu kez aramızda Fakir BAYKURT da vardı. Önce Müdürümüz Vedide
BAHAPARS’ın izni ile Fakir BAYKURT’la bir ay kadar Edebiyat Bölümüne devan
ettim. Sonra Özel Eğitim Bölümü’ne geçtim. Mahmut MAKAL ile arkadaşlığımız iki
öğretim yılı boyunca sınıf arkadaşı olarak sürdü. Ankara Gazi Eğitim
Enstitüsü’nde gördüm ve anladım ki, Hasan Âli YÜCEL bana gösterdiği yakın
ilgiyi, desteği başka enstitüler de okuyan daha bir çok arkadaşa da göstermiş.
Oysa ben o güne dek bu yakınlığın sadece bana ilişkin olduğunu sanıyordum.
Cumartesi ve Pazar günleri bazen Mahmut
Makal, Fakir Baykurt ile İsmail Hakkı TONGUÇ’a, bazen de Hasan Âli, YÜCEL’e
gidiyorduk. İkisi de akıllı insanlardı. Yürekleri hâlâ ulus, ülke sevgisi ile
doluydu.
Bana “arkadaş,” diyen YÜCEL çok önceden
tanıştığımız birkaç kez de mektuplaştığımız için İvriz’de okuduğum şiiri ve
adresine gönderilenleri unutmamıştı. Yeniden karşılaştığımız için çok
sevindiğini söyledi.
TONGUÇ olsun, YÜCEL olsun, bizleri her
görüşlerinde derin bir soluk alır, ziyaretimizden son derece mutluluk
duyarlardı.
Yüksek okullarda, üniversitelerde
çeşitli yarışmalar yapılıyordu. Öykü, şiir yarışmalarına ben de giriyordum. Birçoklarının seçici
kurullarında YÜCEL de bulunuyordu. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nda ve Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nde yapılan iki şiir yarışmasında yapılan değerlendirmelerde
beni de ödüllendirmişlerdi. Değerlendirme kurulu üyelerinden biri de Nurullah
ATAÇ’tı. Ödüller daha çok dünya klasiklerinden oluşuyordu.
***
1948-1949’da İvriz Köy Enstitüsü’nü
bitirmiş, öğretmen olmuştum. Akşehir Absarı ve Reis köylerinde beş yıl
öğretmenlikten sonra 1953’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdim.
Bir akşam Erkek Teknik Yüksek Öğretmen
Okulu’nda şiir okuma yarışması yapılacağını duydum. Yarışmaya ben de katıldım.
O akşam Selahaddin Ertürk adlı bir şairin Koşma
adlı şiirini okudum.
Seçici kurul üyeleri arasında Nurullah
Ataç’la Hasan Âli Yücel de vardı. Dereceye ben de girmiştim. Ödülümü verirken
Yücel kulağıma:
“Keşke o
adamın şiirini okumasaydın, yine de kutluyorum,” dediğini bugün gibi
anımsıyorum.
Sonradan öğrendim ki Selahaddin Ertürk;
Yücel Öner davasında aleyhine yalancı tanıklık yaptığı için Yücel onu mahkemeye
vermiş, mahkûm ettirmiştir.
Bu olumsuz ilişkiyi öğrenince çok
üzülmüş, hatta utanmış, daha sonraki karşılaşmamız sırasında Yücel’den özür
dilemiştim.
***
Bir gün okulumuzun müdürü Vedide
BAHAPARS ile görüşerek Hasan Âli YÜCEL’i söyleşiye getirmeyi düşündüğümü
anlamıştım. Müdürümüz çok iyi bir eğitimci psikologdu. Önerimi olumlu
karşıladı.
Hasan Âli YÜCEL Gazi Eğitim
Enstitüsü’ne gelerek “Halk Eğitimi ve Toplum Kalkınması “ üstüne iki saate
yakın bir konuşma yaptı. Salon hınca hınç
doluydu. Konuşma boyunca kimsenin çıtı çıkmadı.
YÜCEL konuşmasını bitirince ortaya “güdümlü
eğitimin ne olduğunu?” sordu. Öğrencilerden sadece Fakir BAYKURT söz aldı:
“Güdümlü eğitim, çobanın sürüsünü
istediği yerde otlatması gibi bir şeydir. Başımızda bulunanlar da bize amaçları
doğrultusunda eğitim, öğretim yaptırırlar. İlgi ve isteklerimizi dikkate
almazlar. Bu bir güdümlü eğitimdir,” demişti.
Hasan Âli YÜCEL benim gibi Fakir’i de
tanıyordu. Yeniden sordu:
“Fakir BAYKURT’tan başka söz alacak yok
mu?”
Kimse parmak kaldırmadı, söz alan
olmadı.
Kürsüden inerken yanına gittim:
“Beni müdüre götür,” dedi.
Vedide BAHAPARS’ın odası ikinci
kattaydı. Hasan Âli YÜCEL’i dinlemek için o salona gelmemişti. Biz içeriye
girince ayağa kalktı. İkimizin de elini sıktı, yer gösterdi. YÜCEL oturmadı,
öfkeli görünüyordu. Sertçe konuştu:
“Vedide, Vedide bana bak!… Bu gençler
öğretmen olacaklar. Bunlara hep susmayı değil, biraz da düşünmeyi, düşündüğünü
söylemeyi öğretin.”
Müdür biraz şaşırmıştı, şu savunmada
bulundu:
“Efendim, öğrencilerimiz çok etkindir.
Sanıyorum sizden çekinmiş olacaklar.”
YÜCEL biraz daha ciddileşti. Sesini
daha da yükselterek:
“Doğrudur. Müdür kuşkulanırsa, beni
dinlemeye gelmezse öğrencileri elbette benden korkacaktır.”
Birden kapıya yöneldi, dışarıya çıktı.
Ben de arkasından yürüdüm.
Vedide Hanım yerinde donup kalmıştı.
Yücel ile Erkek Yüksek Öğretmen
Okulu’nun önüne kadar birlikte yürüdük. Orada durdu:
“Yavrum sen okuluna dön,” dedi.
Niyetim onu Bahçelievler otobüs
durağına kadar götürmekti. Parke taşlı yola çıkmıştık ki, geri dönmediğimi
görünce yeninden durdu, beni yeniden uyardı:
“Yavrum,” dedi. “İzleniyorum. Arkamda
biri var. Benim yüzümden sana bir zararın gelmesini istemiyorum. Geriye dön
okuluna git.”
Kararlıydım onu durağa kadar götürecektim. Yan
yana ilerliyorduk.
Şiiri bırakıp bırakmadığımı sordu.
Yazıyordum. “Cıvıltı” adlı yeni bir kitap yayınlamıştım. Onu söyleyince
mutlulandı:
“Bir tane isterim, ama imzalı olacak,”
dedi.
Söz verdim:
“Cumartesi günü getiririm,” dedim.
Halk otobüsüne binerken elimi sıktı.
“Arkadaş, arkadaşlarına selâm söyle.
Okumayı, yazmayı sakın bırakmayın,” dedi.
***
Aradan
üç yıl geçmişti. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiştim. Antalya’da çalışıyordum.
İki kez mektuplaşmıştık. Birisinde Dr. Albert Schıwaytzer’den söz ediyordu.
Albert Schıwaytzer Avrupalı bir doktordu. Afrika’ya gitmiş, ilkel yaşayan halkı
çağdaşlaştırma çabalarında bulunmuş halk adamı bir aydındı.
Yücel’in
dergi ve gazetelerde sık sık yazılarını okuyordum. Hepsi de toplumsal
içerikliydi, edebi, felsefi değer taşıyordu.
Yaz tatili nedeniyle Antalya’dan Konya’ya
gelmiştim. Yerel gazetelerde Hasan Âli Yücel’in de o sırada Konya’da
bulunduğunu okudum. Kaldığı otele uğradım. Hemen tanıdı:
“Öyle ya sen de Akşehir’liydin değil
mi?” dedi.
Daha önce adına imzaladığım “Ceylan
Kuzu” adlı kitabımı uzattım. Sevinçle aldı. Yanında kırçıl sakallı biri
şaşırarak bize bakıyordu. Yücel kitabı ona gösterdi. Farsça konuşuyorlardı. O, İranlı
bir profesörmüş. Mevlana ile ilgili inceleme yapıyormuş. Çevirmenliğini Yücel
üstlenmiş.
Kitabımı dikkatle karıştırdılar. Bana
bazı sorular yönelttiler. Verdiğim yanıtlardan hoşlanmışlardı. Profesör şöyle
söyledi:
“Bu tür masallar bir ulusun kimliğini
ortaya koyan çekirdektir. Masal en önemli kültür birikimidir. Bunun en bilinçli
olanını Köy Enstitüleri ortaya çıkarıp belgelemiştir.”
Hasan Âli Yücel bana adresini orada yeniden
yazdırdı:
“Elinde bulunan bu kitaptakine benzer masallarını
ve yeni yazacaklarınla birlikte bana gönder. Doğan Kardeş Yayınları arasında
kitaplaştıralım, kalıcılık kazandıralım,” dedi.
Çok sevinmiştim.
1961’e dek Yücel’e on iki masal
gönderdim. Sayısı yirmiyi bulunca kalın bir kitap olsun istiyorduk.
Ne yazık ki, o aramızdan ayrılınca
gönderdiğim masalların hepsi geri geldi.
***
1962’de Mahmut MAKAL ile İngiltere’de
bulunuyorduk. Orada Hasan Âli YÜCEL’in oğlu rahmetli Can vardı. Londra BBC
Radyosu Türkçe Yayınlar Dairesi’nde birlikte program yapıyorduk. Can YÜCEL, boş
zamanlarını Hönekes adı verilen yüz yıllık meyhanede değerlendiriyordu. Bazen
oraya beni de götürüyordu. Ona sık sık “ağabey” diyordum.
Her seferinde; “Nereden ağabeyin
oluyorum,” diyerek bana çıkışıyordu.
“Baban ve TONGUÇ olmasaydı ben buralara
gelemezdim. Bize Hasan Âli YÜCEL’in piçleri diyen, kendini bilmezler var, bu
yüzden biz kardeş sayılırız, bu yüzden sana ağabey diyorum,” dediğimde gülmüş, “bırak babamı. Adı solcuya, komüniste
çıkmış. O asla ne solcu, ne komünist olabilir. TONGUÇ’a ise benim de saygım
sonsuzdur,” demişti.
Oysa o daha sonra “Ben hayatta en çok
babamı sevdim,” diyerek babalar için yazılmış en güzel şiiri yazmıştır.
Kim ne derse desin, yargım hiç
değişmedi. Hasan Âli YÜCEL gelmiş, geçmiş unutulmayan, adı ile yaşayacak olan
en büyük eğitim bakanımız, düşünürümüz, şairimiz, yazarımız, halkbilimcimizdir.
Ben ve on yedi bini aşkın Köy Enstitüsü’nü bitirmiş köy çocuğu aldığı bilinçli
eğitim ışığını TONGUÇ’a ve YÜCEL’e borçludur.
Bakanlık süresince Köy Enstitülerini
her yıl en az bir kez Hasan Âli YÜCEL’den başka hangi bakan geldi gördü? Bir
köylü çocuğunu hangi bakan “arkadaş” bilerek kırk yıl, elli yıl izledi,
özendirdi, rehberlik etti, yön verdi?…
Bugün bana unutamadığım
öğretmenlerimden üçünün adını söyle deseler, hemen hiç kuşkusuz köyümüzün
Eğitmeni Ferhat ER’i, İvriz’deki Ali İhsan BEYHAN’ı ve Sevim BAYKAL’ı
anımsarım. Tanıdığım müdürleri sorsalar, Mehmet Rauf İNAN’ı, İsmail Sefa
GÜNER’i ve İsmail Hakkı TONGUÇ’u gösteririm. Bakanlar içinde üç başarılı bakanı
say deseler, Mustafa NECATİ’yi, Saffet ARIKAN’ı, bir de en birincisi de Hasan
Âli YÜCEL’i anımsarım.
Ölenlere rahmet diliyorum. Işıklar
içinde yatsınlar.
Yaşayanlara sağlıklı uzun ömürler.
***
Biz Tonguç ve Yücel sayesinde 17.300
öğretmen, 1.248 sağlık memuru, 8.675 eğitmen hasta ve karanlık köylere ilaç
olduk, ışık götürdük.
Kuşkusuz 40.000 Anadolu köyünden 27.223’üne
hizmet götüren eğitmen, öğretmen ve sağlık memuru Tonguç’u ve Yücel’i asla
unutmayacaktır.
Onlar her yıl en az bir kez bütün Köy
Enstitüleri’ni gelir görür, derslerimizi izlerdi. Birlikte aynı masada oturur aynı
karavanaya kaşık sallar meydanlarda el ele, kol kola, omuz omuza ulusal
oyunlarımızı oynardık.
Düşünün bir kez bugüne dek on sekiz gün hastanede yatan bir
köylü çocuğunu bir hafta on gün hangi bakan ziyaret etmiştir?
Yine başka bir köylü çocuğu olan beni arkadaş bilerek hangi
bakan 40-50 yıl izlemiş, yazmaya özendirmiş, yol göstermiştir?
YARIŞ
ATI ÖĞRENCİLER
Mevlüt
KAPLAN
“Milli
Eğitim programı
derken
hurafelerden, yabancı
fikirlerden,
doğudan ve batıdan
gelebilen
bütün etkilerden uzak,
tarihi
ve milli seviyemize uygun
bir
kültürü kastediyorum.”
ATATÜRK
Bugün ülkemizde her dört kişiden
biri öğrencidir. Örgün eğitime devam eden öğrenci sayımız 18 milyona doğru
tırmanıyor. Ne var ki, okulsuzluk nedeni ile 714 yaş arasında yine milyona
tırmanan çocuğumuz zorunlu eğitimden yoksun olduğunu basından ve istatistik
çizelgelerden öğreniyoruz.
Ana babasının baskısı ile büyük adam
olmak hayali ile her öğrenci ilköğretime başlıyor.
Yoksulluk, okuma beceri sınavlar
yandaş kayırma, YÖK kıskacı sonucu hayaller gerçeğe dönüyor. Bin bir güçlükle
üniversiteyi bitiren zinde güç ve taze beyinlerin toplum içinde iş bulmaları
büyük bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Çığ gibi yetişen gençlerimize, ülke
kapasitesi dikkate alınmadan yön verilmekte, zinde beyinleri köreltilmektedir.
Eğitim çarkı durmadan geriye işlemekte, okullardaki başarı oranı bir sonraki yıl,
bir önceki yılı aratmaktadır. İlköğretim, ortaöğretim ve lisedeki başarı
oranları her yıl düşmektedir. Okul öncesi ve yaygın eğitim ve özürlülere
yönelik eğitim alanlarında durum ise daha da acı.
Çağdaş eğitim içten içe çarpıtılmaktadır.
Dizgeler gereksiz ayrıntılara, teorik bilgilere öbür dünyaya kaydırılmaktadır.
Dersler günlük yaşama ışık tutması için değil, sadece sınıf geçme kaygı ve düşüncesi
ile işlenmektedir.
İnsanca yaşamak, eğitim hakkından
her bireyi yararlandırmak ülke genelinde büyük boyutlu bir sorun durumundadır.
Herkesin gözü doktorlukta,
mühendislikte, valilik ve paşalıkta. Hiçkimse kendisinden aşağıda bulunanlara
bakmıyor. Hiçkimse çocuğunun kapasitesini bilmiyor. Beden ve ruh sağlığını,
zekâ düzeyini hesaba almıyor. Sanki herbiri cansız bir maddeymiş gibi, tornadan
çıkma tek tip insan yetiştirilmek isteniyor. Araştıran, eleştiren, soruşturan
istenmiyor, “buyrulanı robot gibi yap,
gerisine karışma,” deniyor.
Anne
ve babalar öğrencileri sürekli olarak motive ediyorlar. Özel okullar ve
dershaneler neredeyse üniversiteye girebilmenin garanti belgesini verecekler.
Paralı kurslar, ilköğretimden
üniversiteye dek herkesi kıskıvrak sarmış, birer tuzak haline dönüştürülmüştür.
Ücretler serbest bırakılmış, veliler ödeme güçlüğüne itilmiştir. Körpe zekâlara
çocuk oldukları unutturulmuştur. Oyun oynamaları, televizyon izlemeleri
yasaklanmıştır. Her aile bir hırs küpü, her çocuk bir yarış atı görünümüne
sokulmuştur. İnsanın doğal yapısında bulunan yaratıcılık, kişilik ve
yeteneklerini geliştirme özelliği körlenmeye terkedilmiştir.
Öğretimde giderek kalite düşüklüğü
başgöstermiştir. Öyle ki, üniversite giriş sınavlarında her yıl 40 bin, 50 bin
öğrenci sıfır puan almaktadır.
Bu durum bu çağda yürekler acısıdır. Öğrenciler
çağdaş olma özelliğinden giderek uzaklaştırılmıştır. Sınavlar hem öğrencileri,
hem de aileleri bunalıma sürüklemiştir. Bir üst sınıfa geçmek ya da bir üst
okula girmek baş belası olmuştur.
Okumak yoksullar ve köylüler çok
daha ise zorlaştırılmıştır. Okuyup iş bulmak, aslanın ağzından değil midesinden
ekmek almak kadar riskli duruma dönüşmüştür.
Ekonomik ve sosyal bunalımlar sonucu
okuldan kaçan, okuldan uzaklaştırılan, uyumsuzluk gösteren, intihar eden
öğrenci sayılarında yıldan yıla artışlar görülmektedir. Bunun sorumlusu ne
aile, ne de çocuktur. Tüm olup biten bozukluklar eğitim politikamızın
çarpıklığından, dinin siyasete alet edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Eskiden yoksul halk çocukları Sanat
Enstitüleri’ne, Astsubay Ortaokuluna, Polis Okuluna, Köy Enstitüleri’ne
giderlerdi. Şimdi ise bütün öğrenciler İmam Hatip Okullarına yönlendirilmiştir.
Her alanda olduğu gibi öğrenci
cephesinde de alabildiğine bir din sömürücülüğü almış yürümüştür.
Bu gidişle bazı belediyelerin
gerçekleştirmeye çalıştığı göstermelik çocuk meclisi, oluşturma girişimleri
bile, çocuk sorunlarını çözmeye yetmeyecektir.
MEVLÜT KAPLAN’IN ŞİİRE
YASLANAN DÜNYASI
Ahmet ÖZER
Toplumsal tarihimizde önemli yer tutan Köy Enstitüleri, salt eğitim
alanında üretime dayalı bir uygulamayı gerçekleştirmekle kalmamış, açtığı
kapılardan giren on binlerce gencin önemli bir kesimini de yazın alanında ürün
veren değerler olarak yetiştirmiştir. Ülkemizin 21 yerleşim merkezinde boy
veren bu kurumlardan mezun olanlar, gittikleri yerlerde eğitim-öğretim işiyle
uğraşırken dönemin yazın dergilerinde yazma eylemini gerçekleştirerek pek çok
yapıta da imza atmışlardır. Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt,
Dursun Akçam… gibi değerlerimizin başını çektiği yazın hareketi, kırsal alandan
kente yönelen dünyayı bir güzel kavrayıp yorumlamasını bilmiştir. Büyük bir
yurtseverlik duygusuyla yetişen, ülke gerçekleriyle yoğrulan bu insanların
omuzladığı hareketin değerlerinden biri de Mevlüt Kaplan’dır.
Akşehir doğumlu Kaplan, İvriz
Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim Bölümünde
eğitimini tamamlamış Konya, Mersin,
Antalya ve İzmir’de öğretmenlik, eğitim uzmanlığı, ilköğretim müfettişliği
yaparak yüzlerce yapıta imza atmıştır. Bununla da yetinmeyerek öğretmen
hareketinin ilerici kesiminde yer alıp o alanda işlevi olan belli başlı
öğretmen örgütlerinin kurucusu, (TÖS, TÖB-DER, EĞİT-DER) yöneticisi olmuştur.
1945’ten bugüne, 70 yıldır kalemini elden bırakmayan Mevlüt Kaplan’ın
eğitim ışığının yurdun en ücra köşelerine değin gittiğini, yazdıklarıyla,
aldığı ödüllerle çoğu meslektaşına örnek olduğunu vurgulamak isterim.
Bu yazımda yorulmak bilmeyen, her yaşın güzelliğinde üretimden geri
kalmayan, çevresine eğitim ışığıyla sevgisini eksik etmeyen Mevlüt Kaplan’ın
öykü, masal ve yardımcı ders kitaplarıyla donanan dünyasına kattığı şiirleri
üzerine bir yolculuk yapmak istiyorum.
Mevlüt Kaplan’ın
yetişme ortamı, aldığı eğitim, kültürel ve sanatsal açıdan beslendiği kaynaklar
onun şiire bakışında da farklılıklar göstermektedir. Öyle ki o ve onun kuşağı,
hatta onlardan birkaç dönem sonra okullarından mezun olup yazın alanına
katılanlar, yaşama hep bir “öğretmen bakışı” yöneltmişlerdir diyebilirim. Bunda
eğiten, öğreten, toplumsal koşulları gündeme alan, kucaklayıcı, sevecen bir
düşünce egemendir. Özellikle cumhuriyetin kuşatıcı eğitimi sanatta da kendini
gösterecek çoğu şair, klasik yapıda şiirler yazmayı ilke edinecektir. Ülke
gerçekleri, aşk, doğa, sevgi, umut, yurda gönül verme, ülkenin geleceğine kafa
yorma; dönemin şiir yazan çoğu şairinde ön plandadır. İçerikteki bu yapı,
biçimde de çoğu kez uyaklara yaslanan yer yer hece ölçüsünden el alan,
yinelemelere başvuran, nakarata gereksinim duyan, içten çok; dıştan kendini
gösteren bir sesi barındırmıştır.
Mevlüt Kaplan’ın
şiirlerine bu değerlendirmenin ışığında baktığımızda dizeyi yer yer cümle
formunda kullandığını görürüz. Düz bir anlatımı aktarırcasına sunduğu dizelerin
içten içe anlamsal derinlik taşıdığı bir gerçek. Bu noktada şunu belirtmek
isterim ki Kaplan, çoğu şiirinde duygu yönünden öne çıkarmaktadır. Onca
şiirinin arasından seçtiklerim yazımın da eksenini oluştursun istedim. O
nedenle de söylemek istediklerimi altı şiiriyle belirlemeyi uygun gördüm.
Kaplan’ın “Buruk Sevgi”si belirgin ölçüde umudu
ve direnci taşır. “Ferhat misali kafa tuttuk dağlara” diyen şair,
gezegenlerin ötesine yarışımızın olduğunu,
gökyüzünü güneş bildiğimizi, bir uzun savaşımın ardından ne yazık ki
göğsümüze kobra yılanlarının çöreklendiğini vurgular. Şiirin en ilginç
dizelerinden biri “Karnımız tok üveyana sevgisi müjdelere”dir. Bu dizeyi
açıklamak değil duyumsatmakta yarar vardır diyebilirim.
Kaplan’ın “Usta”
başlıklı şiirinde özgün bir “ustalık” görürüz. Şiirde bir demirci
dükkânında işlev adına ne varsa öne çıkarılır: Demir, örs, balyoz, çekiç,
kömür, ocak, alev… Kuşkusuz bunlar kendi başlarına bir anlam taşımaz. Onları
çekip çeviren iki kişi vardır: Ocağı alevleyip demiri bir kıskaçla örsün üstünde
tutanla, kıskaçtaki demire balyozu indiren. “Usta”da doku bütünselliği görürüz, ilk dizeden son
dizeye değin sarmal bir birliktelik söz konusudur. Bu da şiire bir konu
bütünlüğü kazandırır. Bu durum kimi şairler için başvurulmayan bir durum
olabilir. Önce de belirttiğim gibi klasik anlatımın modern şiire evrilen
yapısında bu tür uygulamalar çoğu kez karşımıza çıkar.
“ Ağlamaz olur mu
İndikçe çırağın balyozu
Senin çekicin
(…)
Ey demirci
Çek körüğünü
Güller açsın ocağında…”
Mevlüt Kaplan, bir
öğretmen. O, bugünkü yaşına onu getiren yıllarını verimli kullanırken coşkusunu
da hep 19 yaşında tutmasını bilmiş, yaşama bu pencereden bakmayı önemsemiş,
ömrünü tek mevsimle -ilkyazla- özdeşleştirmiştir. Ona göre öğretmen şiirde nasıl anlatılmalıdır?
“Kâh ateş yakardı
Kâh ışığa koşardı
Bir promete olur da
Zeus’a meydan okurdu.”
Öğretmenin demokratik savaşımında görev üstlenen bir eğitimci olan Kaplan;
öğretmenin, siyasal iktidarların zulmü karşısında nasıl tavır aldığını da
yakından görmüştür. Bu savaşımda ölen bir öğretmenin ağıtıdır bir bakıma
anlatılan, çünkü onun ölümüyle sokakların karanlığa gömüldüğünü görürüz; daha da önemlisi çocukların yasa girmesidir
söz konusu edilen. İşin gerçeği toplum adına görev yapanların gidişi, salt
ailesi için bir kayıp olarak değerlendirilemez, yitiren toplumdur, insanlığın
köşe taşlarından biri düşer, bir yapı yok olur. Yıldızlarla konuşan öğretmeni,
Melih Cevdet Anday’ın “Telgrafhane” şiirindeki aydın olarak da düşünebiliriz:
“Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki...”
“Çocukluğum
II” bir yakınmayı ve bir
özlemi dile getirir. “Bakar bakar
imrenirim çocuklara / Eğer bıraksalardı beni bana / Çıkardım sokaklara dalardım
oyuna / Çocuk kalır çocuk yaşardım.” Kaplan, tıpkı Cahit Sıtkı gibi
çocukluğun o duru duygularına dönmeyi özlerken “Büyüyünce insan / Sökmüyor şafak / Atmıyor tan” dizeleriyle de
insanın yıllar içinde yitirdiği değerleri anımsatmaya çalışır. Bir dönemin
çocuklarının yaşamını dolduran varsıllık olmasa da onlara düşlerden bir güzel
dünyanın yetebildiği, yaşamın onca yükünü kuşanan insanın bakışı olarak
yöneltilir.
Mevlüt Kaplan’ın “Derine
Düşen Tarih”i, zamana yolculuğa bir çağrıdır. Tarihin derinliğinde
olagelen onca yaşanmışlığın içindeki dram, ince bir mizah ve etkili bir
gözlemle verilir: “Yumduğumda gözlerimi /
Bir devir boğazlanıyordu.” Kimi zaman insan, tarihinin değişik sayfalarıyla
övündüğü kadar kimi zaman da iç sızıları yaşar: Geleceğin yüreği / Geçmişin derininde atıyor dizesi bunu anlatır. Kaplan,
aktarılan onca sözün ardından “O denli
kolay mı sandın / Gerçeğin masala dönüşmesini” diye sorar. Sonuç mu “Tarih(in)
yeni baştan konuş”masıdır aslolan.
Sözünü edeceğimiz son şiir “Gölgem”
adını taşır. Şiirin “üçlü” dizelerden kurulduğunu, üçüncü dizelerin son
sözcüğünün ses olgusunu öne çıkardığını görürüz: Ararım-koşarım-sorarım-kurarım-yorarım-ağlarım. Belli ki şiirin
yazılma sürecini yapılma süreci izlemiştir. Belli bir mimarinin bu şiirde iyi
kurulduğunu görürüz: Dil kıvrak, anlatım ritimsel, anlam derindir.
Mevlüt Kaplan,
şiirini kendi merkezinde kurarken o merkeze kuşkusuz “insan”ı koyar.
Şiirin biçim ve içerik sarmalı içinde anlam bulduğu kadar, sözcüğün ifade
zenginliğini, imge boyutunu ve mimari olgusunu da gözetmekte yarar var. Okunduktan
sonra okurun içinde bir görüntü oluşturmak, bir dilsel derinlik yaratmak “şiirin
var olma” amacını da gözetmektir.
Bu çerçevede Kaplan’ın şiirlerini dünle yarın arasında bir köprü
olarak nitelendirebiliriz. Cemal Süreya’nın deyişiyle “şairin hayatı şiire
dahil”dir, sözünü doğrularcasına Kaplan’ın da yaşamına tanıklık eden
şiirden yana olduğu bir gerçek.
DR. MEVLÜT KAPLAN’LA EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ÜSTÜNE BİR SÖYLEŞİ
Atilla ER
1996 yılından bu
yana verilen “MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2006” sahiplerini buldu. Seçici
kurul tarafından birinciliğe değer öykünün bulunamadığı yarışmada diğer dereceler
şöyle paylaştırıldı:
İkincilik Ödülü:
Ali KAYA, Üçüncülük Ödülü: Sezer ODABAŞIOĞLU, Mansiyon: Cebrail SÜRÜCÜ, Seçici Kurul Özel Ödülü: Ethem ORUÇ, Özendirme Ödülü: Hatice Oya KUZGUN.
Ödül alan
öykücülerimizi içtenlikle kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.
Adına ödül
verilen Mevlüt KAPLAN, Köy Enstitüsü çıkışlı ve ömrünü çocuk edebiyatına
adamış; üç yüz küsur kitaba imza atmış; aydın, çalışkan, ufku geniş bir yazar.
Kendisiyle yaklaşık on bir yıldır tanışıyoruz. Bu kez verilmekte olan “MEVLÜT KAPLAN
EDEBİYAT ÖDÜLLERİ” üzerine konuştuk.
A. Er: Öncelikle Mevlüt KAPLAN’ı
tanıyabilir miyiz? Yaklaşık üç yüz kitaba imza atmış bu değerli insan
kendisiyle ilgili bize neler söylemek ister?
M.
Kaplan: 1930’da sekiz yüz nüfuzlu
okuması yazması bulunmayan, okulu öğretmeni olmayan Akşehir ilçesine bağlı Ökes
Köyü’nde doğdum. Beş kardeşin en büyüğüyüm. On yaşımda eğitmenli üç sınıflı köy
okuluna başladım. Okumayı, yazmayı on bir yaşımda öğrendim. Dördüncü sınıfı iki
saat gelip giderek komşu köy okulunda tamamladım. İlk okuduklarım Kesikbaş,
Aşık Garip, Balalayka adlı kitaplar ve Hacivat ile Karagöz gazetesi oldu.
Beşinci sınıfı bitirmeden 1945’de Konya Ereğli İvriz Köy Enstitüsü’ne gittim.
Sınavla ortaokul birinci sınıfa alındım. Bilinçli kitap okumayı, gerçek boyutlu
yazmayı orada kazandım. Halkevlerinin çıkardığı dergilerde şiirlerle yazın
yaşamım başladım.
Öğretmenlik,
yöneticilik, eğitim uzmanlığı ilköğretim müfettişliği görevlerinde bulundum.
Almanya’da, İngiltere’de bilgi, görgü artırdım. Londra’da dil kolejini
bitirdim, BBC Radyosu’nda çalıştım. Kültür Bakanlığı Yayın Danışmanlığı’nda
bulundum. Özgün kitaplarımla, çeviri kitaplarımın sayısı 300’ü geçkindir. Çok
sayıda sivil toplum kuruluşlarının üyesiyim. Özgür Eğitim Yayınevini
yönetiyorum. Yazıyorum. 15’i aşkın ulusal, uluslararası ödül aldım. 16.cısı
fahri doktorluk olarak Azerbaycan’dan geldi.
A. Er: Çocuk Edebiyatımızın dününe ve
bugününe baktığınızda ortaya nasıl bir fotoğraf çıkıyor? Bu fotoğrafta neler
görüyorsunuz?
M.
Kaplan: Dün çocuk edebiyatı var
mı, yok mu tartışması yapılıyordu. Öte yandan her yaş düzeyine uygun çocuk
edebiyatı yoktu. Çocuk yazını küçümseniyordu.
Bugün nasıl çocuğa özgü yiyecek, giyecek,
kullanılacak eşya varsa tartışmasız çocuk edebiyatı da vardır. 1980’den sonra
her yaş ve zekâ düzeyine seslenen çocuk kitabına rastlıyoruz. Çocuk kitabını ve
yazarını küçümseyen zihniyet artık görülmüyor. Çocuk kitabı yazmayan birçok
anlı şanlı yazarlar da çocuk kitabı yazıyorlar. Geçmişte çocuk yazını ile
ilgilenmeyen kendisini büyük gören yayınevleri de çocuk kitabına yöneldi.
Halkın %5’i okuyor. Ancak çocukların %100’ü
kitapla, defterle ve kalemle iç içeler. Her ne kadar sınav korkusu ile yarış
atına döndürülseler de, oyundan, televizyondan, çocukluklarından uzak
tutuluyorlarsa da çocukların en az %25’i yine de bir fırsatını buluyor, şiir,
öykü, roman v.b. okuyor.
Bu yüzden olacak ki çocuğu tanıyan da
tanımayan da çocuk kitabı yazıyor.
Oysa çocuk kitabı yazmak uzmanlık isteyen
bir alandır.
Diyebilirim ki, şu an çocuk edebiyatında bir
karmaşa var. Pazarlama ağını kurmuş olanlar kitap kötü de olsa satabiliyor.
Eğer okura ulaştırılamıyorsa, kitap kapak ve içerik olarak nitelikli de olsa
elde kalıyor. Kitap üretiminde teknolojik gelişmelere koşut olarak uygar
ülkelerde kullanılan araçlar bizde de uygulanmaktadır.
Dünyada çocuk edebiyatında en çok ilerlemiş
olarak İngiltere’yi, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı ve Amerika’yı
gösterebiliriz.
A. Er: Bu yarışmayı projelendirdiğinizde
amacınız neydi?
M.
Kaplan: Yarışmalı MEVLÜT KAPLAN
EDEBİYAT ÖDÜLLERİ’ni düzenlerken üç
amacım vardı.
İlki, günümüz ve gelecek kuşağımızın
çocukları benim çocukluğumda çektiğim kitap yokluğunu ve okuma açlığını
çekmesinler.
İkincisi, çocuk edebiyatımız renklensin, çeşitlensin,
giderek nitelik kazansın.
Üçüncüsü, ödül alan yazarlarımız
kitaplarının yayınlanması ile özendirilsin, sayıları giderek artsın.
On bir yıldır gücümüz oranında tasarladığımız
amaçları gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.
A. Er: Kendi adınıza verilen ödülden de
yola çıkarak, Türkiye genelinde verilen edebiyat ödülleriyle ilgili neler
düşünüyorsunuz?
M. Kaplan: Adıma verdiğimiz ödüllerin de, Türkiye genelindeki aynı amaca yönelik
verilen ödüllerin de dilimiz, edebiyatımız, çocuk eğitimimiz için son derece
yararlı olduğuna inanıyorum.
Kişilerin,
kurum ve kuruluşların da bu tür yarışmalar düzenlemelerini, yazarlarımıza,
dilimize, edebiyatımıza katkı koymalarını diliyorum.
A.
Er: “MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ”ne genç edebiyatçıların ilgisi nasıl? Kimleri
sayabiliriz?
M. Kaplan: Yarışmayı hemen her yıl
20-30 dosya geliyor. Bu sayının yeterli olduğunu söyleyemem. Üstelik katılım
giderek azalıyor.
Bugüne
dek bizden 50’yi geçkin yazarımız, şairimiz ödül aldı. Bunların büyük çoğunluğu
da doğal olarak değişik düzeyde eğitim görmüş öğretmenlerdir.
A.
Er: Belki de ilk kez bu yıl birincilik ödülüne değer yapıt bulunamadı. Bu
durumu neye bağlıyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?
M. Kaplan: Ülkemizde televizyon, bilgisayar ve cep telefonlarının artması, ders
kitapları sınav korkusu ile çocukların okul ders ve test kitaplarına
odaklanmaları kuşkusuz kitap okumalarını engellemiştir.
Öte
yandan yazarlarımız giderek bilinçleniyorlar, çocuk kitabı yazmanın özel bir
bilgi ve birikim istediğinin ayrımına vardırlar.
En az
70-80 sayfa kitap olacak oylumda dosya istiyoruz. Bunu her yazar göze alamıyor.
En
önemlisi de önceleri derece alan yazarlarımızın kitaplarını yayımlıyor,
okurlarla buluşturuyorduk. Birkaç yıldır satışlar azaldığı için bunu
gerçekleştiremiyoruz.
Belki
para olarak verilen ödüllerin de az olduğu bu yüzden katılımın düştüğü söylenebilir.
A. Er: Bir önceki soruya ek olarak bir şey
sormak istiyorum. Yanılmıyorsam 2003 yılına kadarki süreçte ödül alan kitaplar
yayınevinizce kitaplaştırılıyordu. Ancak, son üç yıldır bu kitaplaştırma olayı
gerçekleştirilemiyor. Katılımın azalmasına bu da bir etken olabilir mi?
M. Kaplan: Bu sorunun yanıtını altıncı soruda vermiştik.
A.
Er: Son olarak neler söylemek istersiniz?
M. Kaplan: Çocuk yazını giderek yaygınlaşıyor, Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi her
düzeyde eğitim veren okullarda zorunlu kitap okuma saatleri olmalı. Yazarların
kitaplarının basımında ve satımında yerel yönetimlerin ve bakanlıkların kitap
komisyonları kurumlarının yerinde olacağı inancındayım.
Her
düzeyde yazarlarımız desteklenmelidir.
A. Er:
Söyleşi ve yanıtlarınız için teşekkür ederim.
M. Kaplan: Ben teşekkür ederim.
SESSİZ SEDASIZ
BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİ:
MEVLÜT KAPLAN
Hidayet KARAKUŞ
Öğretmen okulunda yanılmıyorsam Raçinsky’nin
“Mefkureci Muallim / Ülkücü Öğretmeni”ni okumuştum. Matematik profesörü olan
bir aydın Moskova’dan doğduğu köye dönerek okuma-yazma bilmeyen köylü
çocuklarının içinden bir ressam, bir müzisyen, kendisi gibi bir matematikçi
bulup çıkarıyordu kitaba göre. Şu anda anımsamıyorum; belki daha başka
yetenekleri de toprağı eşeleyerek elmas bulan insanlar gibi bulup çıkarmıştır.
Ülkemizdeki eğitim ortamı, eşitsizlikleri;
hâlâ okulsuz bırakılan köylerde, kasabalarda, kentlerin varoşlarında toza
toprağa belenmiş, hastalıklı, aç yoksul çocukları düşünür; içlerinde kim bilir
kaç tanesinin dünya çapında matematikçi, fizikçi, edebiyatçı, ressam, sanatçı olacakken
kaybolup gittiğine de yanarım, bu kayıp değerlerin ülkemize kazandıracaklarını
hiçbir zaman yaşayamayacağımıza da... Hoş, bugünkü eğitim dizgesi içinde belki
banka hortumcuları da olurlardı; paralı katil, derin devletin acımasız bir çete
reisi de kim bilir... Amacınıza bağlı.
Köy Enstitüleri, köy çocuklarına okuma fırsatı
sağlarken ülkemiz insanının yeteneklerini de bulup çıkarmak gibi hiçbir çağda
eskimeyecek bir yaşam doğrusunu topluma göstermişti. En azından üretmeyi temel almış, yeteneğin, gücün
sınırına değin çalışmayı yaşamın en şaşmaz yasası olarak ortaya koymuştu. İnsan
ancak emekle insan olabilirdi.
Mevlüt Kaplan’ı tanıdığımdan beri çalışkan,
alçakgönüllü, yurtsever bir insanın yetmiş yaşına değin nasıl bozulmadan
geldiğini düşünür; Köy Enstitüleri’ndeki evrensel eğitim ilkelerinin yarattığı
bu insanın gerçekte ülkemizde her devirde özlenen insan olduğuna inanırım.
Zaten Köy Enstitüleri’nin hemen hepsi kişiye bunu düşündürür; yalnızca Mevlüt
Kaplan değil. Çünkü onlar hak etmeden yaşamanın ayıp olduğunu bilirler. Çünkü
onlar çalışmadan yaşamanın birilerinin sırtından yaşamak olduğunun
bilincindedirler. Çünkü onlar yurdu sevmenin ancak çalışmakla mümkün olduğunu
beyinlerine kazımışlardır.
Hemen hepsi bir çalgı çalar. Hemen hepsi
beceriklidir; kendi evini, bahçesini kendi yapar, yapmıştır. Hemen hepsi
becerilerini yaşama sanatına dönüştürmüştür. Hemen hepsinin eli kalem tutar.
Üniversite mezunlarının dilekçe yazamadıkları bu ülkede onlar, devletteki karşı
devrimcilere dilekçeleriyle kök söktürmüşlerdir.
Eğitimin temel ilkelerinden biri insanı birey
yapmaksa Köy Enstitüleri bunu başarmıştır. Mevlüt Kaplan o bireylerdendir.
Düşüncelerini söyleme hüneri ve yürekliliği onlara özgüdür. Kelimelerini kimse
satın alamaz. Onların haklarını kimse kolay yiyemez. Yarattıkları değerlere
sahip çıkmak, verilen emeği korumak insanın doğasında vardır. onlar da elli
yılı aşkın bir zamandan beri Köy Enstitülerini unutturmamışlardır. Köy
Enstitüleri’nin bu ülkenin Cumhuriyetle birlikte yaşadığı, yaşayabileceği en
önemli atılım olduğunu bilir Mevlüt Kaplan ve arkadaşları.
Mevlüt Kaplan, edebiyat sözlüklerinde yoktur.
Ansiklopedilerde bulamazsınız onu. Mevlüt Kaplan televizyon yıldızı da
değildir. Ama o, sessiz sedasız bir kültür insanıdır. Gazetelere, dergilere
yazdığı yazı ve şiirlerle, yazdığı, yayımladığı çocuk kitaplarıyla hem
düşüncelerini toplumla paylaşır, hem binlerce çocuğun beyninde yeni ufuklar
açar.
Mevlüt Kaplan, kurduğu Özgür Eğitim
Yayınları’yla pek çok kitap yayınlamış; Çocuk Öyküleri ve Çocuk Romanı
dalında düzenli ödüller vererek yeni pek çok yazarı çocuk edebiyatına
kazandırmıştır. Aynı “Mefkureci Muallim” gibi.
O, okulunda kazandıklarını yeni ürünlerle,
yaptığı kültür hizmetleriyle topluma ödemeye devam ediyor. Yalın, söylemek
istediğini herkesin anlayacağı bir dille söylüyor öykülerinde, şiirlerinde.
Edebiyat yapma niyetinde değil. Yalnızca düşündüğünü, yaşadıklarını paylaşma,
okuyanı düşündürme, gerçeğe yaşlaştırma ereğinde.
Sanatı bir türlü cambazlık olarak
algılayanların Mevlüt Kaplan ve benzeri halk çocuklarını anlamaları kolay
değildir. Sanat onların anladığı anlamda kendini gösterme aracıdır. O yüzden
kaplan ve benzerleri sanatçı sayılmazlar. Onların da böyle bir derdi yoktur.
Onların derdi ülkedir, ülke insanıdır. Bu yüzden yalnızca anlaşmak ve anlatmak
için temiz bir Türkçe’yle yazarlar.
Mevlüt Kaplan’ın öykü kitaplarından biri Serçeler
Yakına Konar’ı okumuştum. Öykülerdeki gözlemcilik, olayların içindeki
gülmelik ilişkiler, insan gerçeğinden süzülen acımsı bir hüzün her yazarın
kolay yakalayamayacağı özellikler gibi göründü bana. Kaplan şiirlerinde de
özellikle çocuklara yazdığı Sevgi Barışla Büyür’de büyüklerinde
etkilenebileceği bir bilgelikle çıkar karşımıza. Örneğin şu dizelerin
söylediğini kaç insan söyleyebilir kendine: “insan denen gerçek / ölecek /
öldürmeyecek.”
Onun şiirleri de, öyküleri de edebiyat
incelemecilerinin ilgisini bekliyor. Biliyorum ki bu ilgiyi ne kadar hak ederse
etsin zor gerecek Kaplan. Çünkü hem yeterince incelemeci yok, hem Kaplan
cambazlık yapmıyor. O yalnızca yazmayı, yayımlamayı, kültürel etkinliğini
sürdürmeyi bir görev olarak üstlenmiş bildiği yolda yürüyor. Alçakgönüllü,
bilge ve kararlı.
SABAHLAR
GÜNAYDINLA BAŞLAR
M. İSTEMİHAN TALAY (Kültür Bakanı)
Büyük Atatürk’ün önerisiyle (1936-1948)
gerçekleştirilen “Eğitmen Uygulaması”, ulusal eğitimimiz açısından yararlı
olduğu kadar, kültürümüz yönünden de önemli bir işlevi yerine getirmiştir.
Askerliğini onbaşı, çavuş olarak bitirmiş,
sağlığı yerinde köylü gençleri, belli bir süre meslek kursundan geçirilerek
“Eğitmen” adıyla köylerde görevlendirilmişlerdir.
Köy Eğitmenleri, okulda çocuklara okuma-yazma
öğretirken bir yandan da halka masal ve öyküler anlatarak, bilinç aşılamaya
çalışmışlar, dilimizin gelişip korunmasına yardımcı olmuşlardır.
“Sabahlar Günaydınla Başlar” adlı bu kitap bir
eğitmenin anlattığı öykü ve masalları içermektedir.
Her biri halkın ve aklın süzgecinden geçmiş,
bir deyimi bir atasözü niteliğindedir. Her birinde halkımızın ağırbaşlı, olgun,
özverili, engin, hoşgörüsü ve bilge kişiliği yatar.
Dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan halk
öyküleri ve masallarının kökenine indiğimizde; Anadolu’muzun ne denli engin bir
kültür birikimine sahip olduğunu kıvançla görüyoruz.
Halk öykü ve masallarında, canlılarla
cansızlar, iyilerle kötüler, güçlülerle güçsüzler, saflarla kurnazlar,
zenginlerle yoksullar, dürüstlerle düzenbazlar iç içedir. Bazıları azdır,
özdür. Bazıları ayrıntıya inilerek işlenmiştir. Sonuçta iyiler
ödüllendirilirken, kötüler cezalandırılmıştır.
Halk masal ve öyküleri; bir okul, bir öğretmen
gibidir. Onları doğuran, besleyip büyüten, unutulmuş olanları yeniden yoğurup
çağa uyarlayan halkın kendisidir.
Bunlardan bir bölümünü kitaplaştırarak
okurlara sunan yazarımız Mevlüt Kaplan’a ve kitabın basımında emeği geçenlere
teşekkür ederim.
AYDINLANMA DEVRİMİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ ÜSTÜNE
Vedat
GÜNYOL
Köy dendi mi, yüreğim hop oturup hop
kalkar sevgiyle, sevgiyle ve de hayıflanmalarla. İlkokul günlerimin anılarında
köyün, köyle birlikte köylünün, hatırı sayılır, çok çok sayılır bir yeri vardır.
Diyarbakır'da yaşanmışlık günlerimde.
Doksanlık bir adamın belleğine
güvenebileceğiniz ölçüde, söyleyeceklerime kulak verirseniz sevinirim.
Çocukluğumun ilk bölümünü, İstanbul'-un Kartal'dan başlayıp Diyarbakır'ın
çeşitli ilçelerinde geçti. Babamın kaymakamlık günlerinin uzantısında. Babam,
köylü kentli ayrımı nedir bilmeyen, kadın-erkek her varlıkta insan cevherine
önem veren bir aydın insandı.
İlkokul son sınıf yaşamım
Diyarbakır'da, bir dayımın evinde geçti. Bu dönemde, dayı oğullarıyla Cemil
Paşa diye bilinen dedemin, sayısı 32'yi bulan köylerinden Bismil'e (şimdi bir
ilçe), atla gittiğimi anımsıyorum. Köye vardığımızda, köylülerin koşup bizi
atlardan indirip, el bebek gül bebek ağırlamaları, inanın beni çok üzüyordu.
Bizi karşılayan köylülerden hiçbiri
bedenleriyle, nefes alıp verişleriyle bizden aşağı insanlar değildi. Ben,
Diyarbakır'da dede konağındaki kısa yaşamımda, hizmetçi, uşak denen kızlı
erkekli gencecik insanlara uygulanan, insan onuruna aykırı, her türlü
davranışlara karşı içimde hep bir direnme, bir başkaldırma iç güdüsü yeşerip
güç kazanmıştı.
Köylüyü, köy insanını II. Dünya Savaşı
sırasında Eskişehir'de yedek subay olarak, yakından tanımak fırsatını
bulacaktım.
Tugayımız, yaz dönemini, kentin dağlık
bölgesinde, çadırlı karargahta geçirmekteydi. Ben orada, ilk kez demeyeceğim
ama, halk türkülerinin yanık havasıyla karşılaşacaktım. O türküler, ömrüm
boyunca, yüreğimde acılı özlemler, horlanmış insanların acılarını dile
getiriyordu.
O gün bugün anladım. Bu ezilmiş
insanlarla candaşım, gönüldaşım.
Günün birinde, Hasanoğlan Köy
Enstitüsü'nde öğretmenlik yapmak ister misin diye bir öneriyle
karşılaşınca
sevinçten dört köşe oldum. Enstitü’de, köy kökenli, bilgiye susamış meraklı
gençler beni, yeni baştan eğitip bilgilenmeye zorladılar. O gün bugün o
aydınlanma ocağından aldığım coşkuyla, kendimi durmadan aşmaya adadım o canım
ciğerim öğrenci dostlarım sayesinde.
Bütün bunları niye yazdım derseniz,
yanıtı şu: Sevgili dostum Mevlüt Kaplan, Köy Enstitüleri üzerine yaptığı bu incelemeye
benim bir önsöz yazmamı istedi. Ben de gördüğünüz gibi bu çırpıştırma yazıyı
kalemimin ucuna yamadım.
Kusurlarımın bağışlanması dileğiyle,
Mevlüt Kaplan dostumun göz nuru, el emeği, gönül borcu ile kotardığı nefis
incelemesini okumanızı diliyorum.
Elinizdeki ve elimdeki AYDINLANMA
DEVRİMİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ başlıklı bu inceleme, iki buçuk yıl öğretmen
kişiliğiyle çalıştığım eşsiz bir eğitim yurdu olan Hasanoğlan Yüksek Köy
Enstitüsü'nde, bilgilenme, aydınlanma yolunda, yürek yüreğe, kafa kafaya verip
nefes alıp nefes tükettiğim tıpkı öğrenci dostlarımdan biri kabul ettiğim
Mevlüt Kaplan'ın inanılmaz bir çaba sonunda kotarıp, gün ışığına çıkardığı
değerli bir incelemedir. Mevlüt Kaplan, Mustafa Kemal, Hasan Âli Yücel ve
özellikle de İsmail Hakkı Tonguç'tan aldığı aydınlanma esiniyle besli bir
eğitimden geçmiş ve bu eğitimin nimetlerinden yararlanmış bir aydındır. O'nun
bu saygın bir yere ulaşmasının elle tutulur tek koşulunun, her ulusun köy
insanlarından başlayıp eğitilmesi olduğunu söylüyor.
Okuyun bu yapıtı, Türkiye'nin inanılmaz
bir aydınlanma çabasını gerçekleştirmeye çalışan eğitim ve öğrenim kurumunun,
aydınlık düşmanlarca, nasıl engellendiğini görecek ve hayıflanacaksınız.
MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ’NDE DERECEYE GİREN YAZARLARIN VE ESERLERİNİN LİSTESİ Mehmet ATİLLA Bir Bayram Günü Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Çiler GAZEL Güneşi Sordum Bulutlardan Öykü 1996 Kitaplaştırıldı İzzet KILIÇLI Köpek Savaşı Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Miyase Ayakkabı Götüren Köpek Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Zeliha AKÇAGÜNER İçimdeki Ses Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Hamdullah KÖSEOĞLU Aynalı Geyik Roman 1997 Kitaplaştırıldı Ömer Faruk ÖZATEŞ Benim Dedem Gazeteci Roman 1997 Kitaplaştırıldı Tacim ÇİÇEK Kurtkıran Roman 1997 Kitaplaştırıldı Çiler GAZEL Mavi Çocuk Roman 1997 Kitaplaştırıldı Ahmet KAŞIKÇI Uzaklaşan Masallar Roman 1997 Kitaplaştırıldı Hamdullah KÖSEOĞLU Çocukluğum Hoşça kal Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Savaş ÜNLÜ Armağanlar En Güzeli Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR Hayvanların Aklı Var Mı? Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Perihan KARAYEL Sevgisiz Olmaz Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Ahmet KAŞIKÇI Bir Öykü On Öykü Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Aysel Kumru KORKUT Çınar Dedenin Bininci Doğum Yılı Roman 1999 Kitaplaştırıldı Zeliha AKÇAGÜNER Çatalçay’ın Çocukları Roman 1999 Kitaplaştırıldı Ekrem GÜNEŞ Çiçekler Solmasın Roman 1999 Kitaplaştırıldı Erol BÜYÜKMERİÇ Son İki Çocuk Roman 1999 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR Türkü Çocuk Roman 1999 Kitaplaştırıldı Lütfi GÜLŞEN Maç Bitti Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Mehmet ERDOĞAN Yıldız Yürümesi Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Hülya TOZLU Birleşen Sevgiler Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Erhan TIĞLI Kolye Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR İlklerin Güncesi Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Kasım Çetin KÖYOĞLU Bilginler Sınıfı Roman 2001 Kitaplaştırıldı İlhan SOYTÜRK Sen Olabilirsin Roman 2001 Kitaplaştırıldı Oya USLU Pembe Pantolonlu Bulut Roman 2001 Kitaplaştırıldı Bilsen BAŞARAN Benekli Turgut Roman 2001 Kitaplaştırıldı Lütfi GÜLŞEN Küçük Arkadaşlarım Roman 2001 Kitaplaştırıldı Hüsnan ŞEKER Mektup Arkadaşı Aranıyor Öykü 2004 Hüseyin BEŞER Karamela Öykü 2004 Adil BOZKURT Serçe Sokağı Öykü 2004 M. Fikret ÜNLÜER Benli Ana Öykü 2004 İlkay MİDİLLİÇ Uçurtmanın Kuyruğundaki Bisiklet Öykü 2004 Necdet TEZCAN Çocukça Şiirler Şiir 2005 Atilla ER Sınıf Arkadaşlarım Şiir 2005 Fahrettin KOYUNCU Samuray Saksağan Şiir 2005 Gülçin Aytan AÇIKALIN Lunaparkta İnecek Var Şiir 2005 Zehra ÜNÜVAR Çocuklara Şiirler Şiir 2005 Ali KAYA Kum Tanecikleri Öykü 2006 Cebrail SÜRÜCÜ Mağara Çiçekleri Öykü 2006 Sezer ODABAŞIOĞLU Zemheri Zürafası Öykü 2006 Ethem ORUÇ Günebakan Öykü 2006 Hatice Oya KUZGUN Sevgi Uçurtma Öykü 2006 Aydın KARASÜLEYMANOĞLU Sandıktaki Mektup Öykü 2007 Erdoğan BAYSAL Öteki Dostlar Öykü 2007 Rasim BAKIRCIOĞLU Mutluluk Nerede? Öykü 2007 Zübeyde Seven TURAN Menekşe Öykü 2007 Hüseyin DUMAN Alaimsema Öykü 2007 Sultan Su ESEN Aslı’nın Dürbünü Öykü 2009 Dündar AYDOĞUDU Babamın Islığı Öykü 2009 Hatice Emel DİNSEVEN Mine Öykü Yazıyor Öykü 2009 Zehra ÜNÜVAR Sihirli Sözcükler Öykü 2009 Lütfi GÜLŞEN Hep Özledim O Kokunu Anne Öykü 2009 Ayel EKİZ Kuşları Dökülmesin Ağaçların Şiir 2012 Cem Seyhun ÜNBAY Pireler Berber Şiir 2012 Atila ER İlknur Büyümek İstemiyor Şiir 2012 Mehmet GENÇ Dil Fırçası Şiir 2012 Mehmet AYDIN Savrulmuş Çocuklar Şiir 2012 Hasan Hüseyin YALVAÇ Çocuk ve Doğa Şiir 2015 Özlem TEZCAN DERTSİZ Ozan’ın Şiir Defteri Şiir 2015 Fahrettin KOYUNCU Gökyüzü Gülsün Bana Şiir 2015 Haydar EROĞLU El Bebek Gül Bebek Şiir 2015 Arslan BAYIR Şirin Yüzler Şiir 2015 A) SEÇİCİ KURUL ÜYELERİ 1. İlk Dönem:Muzaffer İZGÜ, Hüseyin YURTTAŞ, Hidayet KARAKUŞ, M. Kadri SÜMER, Mevlüt KAPLAN 2. İkinci Dönem: Sami KARAÖREN, Talip APAYDIN, Tarık Dursun K., M. Yaşar Bilen, Mevlüt KAPLAN 3. Üçüncü Dönem: Mehmet BAŞARAN, Sami KARAÖREN, Tarık Dursun K., M. Yaşar Bilen, Mevlüt KAPLAN 4. Dördüncü Dönem: Burhan Günel Öner YAĞCI, Hüseyin TUNCER, M. Yaşar Bilen, Mevlüt KAPLAN 5. Beşinci Dönem: Ahmet ÖZER, Öner YAĞCI, Hüseyin TUNCER, M. Yaşar Bilen, Mevlüt KAPLAN 6. Son Dönem: Mahmut MAKAL, Ahmet ÖZER, Bilsen BAŞARAN, Asım ÖZTÜRK ve Özgür KAPLAN B) YILLARA GÖRE YARIŞMA DURUMU 1. 2001 yılına dek yarışmada derece alan 30 öykü ve roman yazarının dereceye giren kitapları yayımlanmıştır. 2. 2001’den bu yana ödül alan yazar ve şairin kitapları satışların durması nedeni ile basılmamıştır. 3. 2005, 2012 ve 2015 yılında yarışma şiir dalında yapılmış 15 şaire ödül verilmiştir. 4. 1996, 1998, 2000, 2004, 2006, 2007 ve 2009 yıllarında yarışma öykü dalında yapılmış, 35 öykücüye ödül verilmiştir. 5. 1997-1999-2001 yılında yarışma roman dalında olmuş, 15 roman yazarına ödül verilmiştir. 6. 22 yıldan buyana yarışmalara toplam 230 dosya ya da kitap katılmıştır. 7. Roman yarışmasının yapıldığı yıllarda katılım daha az olmuş, öyküde bu artmış, şiirde çok katılım olmuştur. 8. 2002, 2003, 2008, 2010, 2011, 2013, 2014, 2016, 2017 yılında katılım az olduğu için yarışmaya katılan ürünler değerlendirilmeye alınmamıştır.