Mevlüt Kaplan

Yazar, Şair

Doğum
20 Haziran, 1930
Eğitim
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitimi Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 20 Haziran 1930, Ökes köyü / Akşehir / Konya doğumlu.  Köyünde 3 yıllık eğitmenli okulu bitirdi.  4. Sınıfı komşu köyde okurken İvriz Köy Enstitüsü’ne gitti, 5. sınıfı sınavla atladı (1945). Öğretmen oldu (1948). Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü (Gazi Üniversitesi) Özel Eğitimi Bölümü’nü (1955). İstanbul Eyüp Levazım Yedek Subay Okulu’nu, Londra Marlybone Koleji’ni (1962) bitirdi. Bir yıl Londra BBC Radyosu’nda çalıştı (1963), BBC ve Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda izlenimlerini anlattı.

Çocukluk yıllarında çıraklık, çobanlık; Akşehir köylerinde ilkokul öğretmenliği yaptı. (1948-53) Nasrettin Hoca Gazetesi’nde yayımlanan Eşeğimiz ve Ben adlı bir öyküsü yüzünden komünizm propagandası iddiası ile yargılandı, aklandı (1953).

  Askerliğini Mersin 3. Astsubay Ortaokulu’nda Yedek Subay Öğretmen olarak tamamladı (1956).

  Mersin’de (1955), Antalya (1957) ve İzmir’de İlköğretim Müfettişi iken 1971’de Bakanlıkça kıdemi 3 yıl indirildi. 11 ay boykot etti. Maaş almadı. Öğretmenlerin maddi destek verme girişimi nedeni ile hükümete karşı gelme suçundan kıdemi 3 yıl daha geriye çekildi. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile görüşerek haklarını geri aldı (1972). Soruşturmasız İlköğretim Müfettişliği görevinden uzaklaştırıldı (1979). Gaziemir Lisesi Eğitim Uzman Yardımcılığı’na verildi. Danıştay kararı ile geri döndü (1982). 1996’dan 2000 yılına dek Kültür Bakanlığı Danışmanlığı görevinde bulundu. 1981’de emekliye ayrıldı, 1964 yılında oğlu adına kurduğu Özgür Eğitim Yayınevi’nin başına geçti. 1997’de Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü adlı yazma yarışmasını başlattı.

Yazın yaşamı 1945 yılında Konya Ereğli İvriz Köy Enstitüsü’nde başladı.

İlk şiiri “Yaylada”, 1946’da Samsun Yayla dergisinde çıktı.

Yurt, Edebiyat Dünyası, Yeni Ufuklar, İmece, Demet, Aykırısanat, Ardıçkuşu, Damar, Agora, Çalı, Berfin Bahar, Ülkü, Köy Postası, Erciyes, Damla, Sultandağı, Mavi, Kaynak, Yücel, Gayret, İvriz, Varlık, Kıyı, Düşün Sanat, Güncel Sanat, Şehir, Esinti dergisinde, Yeni Konya, Akşehir, Milliyet, Demokrat, İzmir, Sabah Postası, Demokrat Ege, Yeni Asır, Cumhuriyet gazetesinde makale ve şiirler yazdı.

1947’den sonra çeşitli dergi ve belediyelerin açtığı yarışmalarda ödüller kazandı. İlk ödülü şiir dalında 1947’de Bursa Nilüfer Dergisi’nde üçüncülük ödülü ile başladı. 1948’de Edirne Damla Dergisi’nden birincilik, 1948’de şiir dalında Konya Valiliği’nden birincilik, 1954’de öykü dalında Gazi Üniversitesi Edebiyat Bölümü Kültür Kolu’ndan birincilik, 1962’de şiir ile Londra Kıbrıs Türk Cemiyeti’nden ikincilik, 1962’de öykü ile Konya Turizm Derneği’nden birincilik, 1962’de şiir ile Yeni Konya Gazetesi’nden ikincilik, 1963’de makale ile Konya Turizm Derneği’nden birincilik, 1972’de şiir ile İstanbul Taşlı Tarla Dergisi’nden ikincilik ödülleri aldı. 1993’de araştırma dalında İzmir-Dikili Belediyesi’nden üçüncülük, 1994’de şiir ile Adana Altınkoza Şenliği’nden basılmaya değer ödülü, 1996’da roman dalında Ankara-Çankaya Belediyesi’nden üçüncülük, 2001’de Türk Diline katkısı nedeniyle Kosova Türk Kültür Sanat Derneği Türkçem Dergisi’nden Uluslararası Yılın Ödülü’nü aldı. 2006’da İzmir’i Sevenler Kültür Platformu’ndan Onur Ödülü, 2007’de Azerbaycan Gence Pedagoji Üniversitesi’nden Fahri Doktora Ödülü, 2007’de Azerbaycan Uluslararası Bilim Kurulu’ndan birincilik roman ile (Dünya Çocuk Edebiyatı Ödülü), 2008’de şiirle Ilgın Beykonak Bilim-Külütr Vakfı’ndan birincilik, 2008’de edebiyat ve sanata katkısı nedeni ile İzmir Lions Kulüp’den Onur Ödülü geldi. 2009’da edebiyata hizmeti nedeni ile Konak Belediyesi Meclisi tarafından oturduğu sokağa Mevlüt Kaplan adı verildi. 2011’de İzmir Balkan Dernekleri Federasyonu tarafından En Başarılı Şair Ödülü, 2014’de edebiyat ve sanata katkısı nedeni ile Konak Belediyesi tarafından yaşamı, sanatı kaset yapıldı, Ustaya Saygı Günü düzenlendi. 2015’de 70. Sanat Yılı nedeni ile Konak Belediyesi, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Kıbrıs, Irak, Balkanlar, Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu Derneği (KIBATEK) ve Müfettişler Derneği tarafından 70. Sanat Yılı etkinliği düzenlendi.

Türkiye Öğretmen Dernekleri Ulusal Federasyonu Genel Merkez Yöneticiliği yaptı. 1965’te Fakir Baykurt ve doksan üç arkadaşıyla Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS)ün kuruluşunu gerçekleştirdi, Ege Bölgesi Temsilcisi olarak TÖS Genel Merkez Yöneticiliğine getirildi. İzmir’de ilk kez Türkiye İlköğretim Müfettişleri Sendikasını (TİM-SEN)’i kurdu. TÖB-DER ve EĞİT-DER kurucusu oldu.

1996’da Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal gibi 33 şair yazar arkadaşı ile Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri Vakfı kurucuları arasında yer aldı. Eğitimciler Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası, , Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Dil Derneği üyesi, Kıbrıs-Avrasya-Balkanlar Türk Edebiyatları Kurumu Derneği (KIBATEK) ve Tüm İlköğretim Müfettişleri (TİM-DER) Genel Başkanıdır.

 “Kaplan, satırlarını çocuk evrenine armağan ederken özellikle de köylerden, kasabalardan yükselen seslerin, renklerin, kokuların yansımalarını içtenlikle yansıtır. Hem geçmişte hem de bugünde dolaştırır kalemini. Olağanüstü serüvenler, düş yüklü masallar anlatmaz, Anadolu’nun bağrından gelen ırmağı akıtır sadece. Bu ırmak akarken çocuklara bilgece iletiler bırakmayı da unutmaz. (…)

“Dilini, biçemini, halkın dilinden beslenen bir Türkçe ve gerçekçi anlatıma dayıyor. Laf kalabalığından uzak duruşu, anlatım kısırlığı olarak değil, aksine anlatım zenginliği olarak yansıyor öykülere.” (Cumhuriyet Kitap / Mavisel Yener)

ESERLERİ:

Şiir: Anadolu Yankıları (1951), Cıvıltı (1950), Ozanca (1951), Sevgi Barışla Büyür (1996), Cumhuriyet Dönemi Çocuk Şiirleri Seçkisi (Ergun Enver ve Ahmet Özer ile birlikte 1998), Yaşama Sevinci (2002), Atatürk Şiirleri (2008), Belirli Günler ve Haftalar Şiirleri (2008), İlk Aşkım Son Şarkım (2016).

Masal: Ceylan Kuzu (1960), Peri Kızı (1960), Aksi Horoz (1960), Zallak ile Mallak (1960), Devler Arasında Bir Kız (1960), Zanuşakları (1960), Seçme Türk Halk Masalları (1963), Keloğlan ile Delioğlan (1970), Telli Turna (1975), Edi ile Büdü (1980), Ders Veren Masallar (1980), Nasrettin Hoca (1980), Kahraman Keloğlan (1980), En İyi Arkadaş Dizisi (10 Kitap / 1998), Keloğlan ile Delioğlan (1998), Cin Kuyusu (1998), Balıkçı ile Balık Kız (1998), Büyülü Gül (1998), Takla Atan Güvercin (1998), Akıl Kutusu (1998), Altın Beşik (1998), Dilli Düdük (1998), Altın Saçlı Kız  (1998), Balım Sultan (1998), Keloğlan ile Sihirli Fasulyeler (1998), Kaybolan Kedi (1998), Akıllı Keloğlan (1998), Keloğlan Masalları Dizisi (8 Kitap / 2002), Nasrettin Hoca Masalları Dizisi (8 Kitap / 2002), Yaşayan Anadolu Efsaneleri (2004), Ünlü Masallar (2008), Büyülü Gül (2008), Gülmeyen Kız (2008), Ayça Kız (2008), Keloğlan Masalları (2008), Nasrettin Hoca Gülmeceleri (2008), Anadolu Masalları (2008), Keloğlan’ın Dersi (2008), Çiçek Kız (2008), Üç Elma (2008), Dağların Çiçeği (2008), Sihirli Sandık (2012), Gülmeyen Kız (2012), Ayça Kız(2012), Altın Kaz (2012),Yaşayan Anadolu Efsaneleri I-II (2014).

Öykü: Çalışan Kazanır Dizisi (8 Kitap / 1983), Okuyan Bilir Dizisi (10 Kitap / 1983), Yolun Öteki Ucu (1990), Serçeler Yakına Konar (1996), Bir Arpa Boyu Uygarlık (1996), Mektuplar Barış Olsa (1999), Sabahlar Günaydınla Başlar (2000), Öyküler Ne Söyler? (2000), Beyaz Mendil (2001), Günaydın Çocuklar (2001), Ağlayan Duvar (2002), Dumanlı Kaya (2002), Kurtuluş Savaşı Öyküleri (İlköğretim 2008), Kurtuluş Savaşı Öyküleri (Ortaöğretim 2012).

Roman: Köylü Aşkı (1953), Bücür Osman (1958), Barış Ülkesi (1980), Tren Düdükleri (1994), Köyün Demircisi (1996), Kınalı Güvercin (2000), İzmir’in Kavakları (2015)

Gezi: Adada Bir Yıl (1962), Mavi Sularda (1993).

Derleme: Öğretici Bilmeceler (1980), Eğitici Gülmeceler (1980), Bilmece Gülmece (1983), Tekerleme Şekerleme (1983), Nasrettin Hoca ve Gülmeceleri (2008), Bilmeceler (İlköğretim, 2008), Bilmeceler (Ortaöğretim, 2008),

İnceleme: Küme ve Grupla Çalışma Tekniği (1964), Anılarla Atatürk (1980), Nasrettin Hoca (1985), Çağdaş Eğitim ve Köy Enstitüleri (1993), Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri (2002), Belirli Günler ve Haftalar (2005), Toroslardan Doğan Güneş İvriz Köy Enstitüsü (Dündar Aydoğdu ile 2015), Vatansever Bir Eğitim Devrimcisi Mustafa Necati (2017).

Okul ders, yardımcı ders ve tatil kitaplarıyla birlikte irili ufaklı kitap sayısı 600’ü geçkindir.

Okul Öncesi Eğitim kitapları 16, Okul Öncesi Masal kitabı 22, Sözlük Grubu 7, Ders Kitabı ve Yardımcı Ders Kitabı 13.

Çeviri: Andersen Masalları (10 Kitap / 1998), Grimm Masalları (10 Kitap / 1998), Lafonten Masalları Dizisi (19 Kitap / 1998-2008), Behrengi Dizisi (8 Kitap / 2002), Ezop Masalları Dizisi (13 Kitap / 1998-2008), Doğu-Batı Dünya Klasikleri 32 kitap (2015), Masal Kitabı 141, Okul Öncesi Masal Kitabı 73 tanedir.

KAYNAKÇA: Tarık Dursun K. / Evvel Zamanda Şairler... (Yeni Asır, 14.4.1998), Fahri Ali / “Sevgi Barışla Büyür”de Barış Sesleri (Yeni Birlik, Makedonya, 17.6.2000), Vedat Yazıcı / Martıya Mektuplar (2000), Ahmet Özer / Mevlüt Kaplan’ın Çok Yönlü Emeği - Vedat Günyol / Aydınlanma Devrimi ve Köy Enstitüleri - Berin Taşan / Bir Eğitim Emekçisi Mevlüt Kaplan - Hidayet Karakuş / Sessiz Sedasız Bir Kültür Emekçisi - Mehmet Başaran / Şair Mevlüt Kaplan - Talip Apaydın / Eğitimci Yazar Mevlüt Kaplan - Ahmet Günbaş / Adada Bir Yıl Mevlüt Kaplan’la Söyleşi (Çalı dergisi-M. Kaplan Özel Sayısı, 2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Serpil Ural (Çoluk Çocuk Dergisi, Aralık 2002), Dinçer Sezgin / Yaşamı Anlatan Sözcükler (Radikal, 22.11.2003), Aslan Bayır / Mevlüt Kaplan’ın Özgeçmişi (Aykırısanat-Mevlüt Kaplan Özel Sayısı, Nisan 2004), Aytül Akal / Mevlüt Kaplan’la Tele-röportaj (Cumhuriyet Kitap, 2000), Mavisel Yener / Mercek: Çocuk Kitapları - Üstadın Kaleminden (Virgül, sayı: 61, Nisan 2003), Nilay Yılmaz / Yaşayan Anadolu Efsaneleri (Cumhuriyet Kitap, 6.5.2004), M. Şerif Onaran / Köy Enstitüleri Aydınlığı (Cumhuriyet Kitap, 20.5.2004), Sirel Ekşi / Ömrünü Kitaba Verdi (Posta Ege, 31.01.2005), Necdet Tezcan / İzmir Yollarında (Keşan Önder Gazetesi, 25.04.2006), Prof. Dr. Tamilla Aliyeva / Çocuklardan Konuştum Sözümü Büyüklere Dedim (Tasvir Gazetesi, 05.02.2008), Özdemir Şarman / Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülü (Ege Telgraf Gazetesi, 06.03.2008), Mustafa Emre / Yaşam ve Sanat (Adana İlkhaber Gazetesi, 18.11.2012), Adnan Kaya / Köy Enstitülü Bir Yazar ve Yayıncı Dr. Mevlüt Kaplan (Hürriyet Ege, 20.09.2014).

ALAMAN AYŞE

          Öykü

 

       ALAMAN AYŞE

 

         Mevlüt KAPLAN

 

          Köyün okulu tek dershaneli, beş sınıflıydı. Öğretmen hem müdürlük yapıyor, hem de birleştirilmiş sınıfları okutuyordu.

          Günün son dersiydi. Kapının çalınmasıyla, açılması bir oldu.

          Ders anlatan öğretmenin son sözleri ağzında kalmıştı.

          Öğrenciler birden ayağa fırladı.

          Gelen müfettişti. Sınıfın ortasına doğru yürümüştü.

          Öğretmenin, öğrencilerin gözleri onun üzerindeydi.

          “Tünaydın  çocuklar!...” diye seslendi.

          Öğrenciler hep bir ağızdan bağırdılar:

          “Sağ ol!...”

          Müfettiş, öğretmen masasına doğru yöneldi:

          “Oturun çocuklar, siz de sağ olun,” dedi.

          Kendisini öğretmen masasının gerisinde duran sandalyeye bir külçe gibi attı. Çok yor-gun görünüyordu. Buraya komşu köylerden yürüyerek gelmiş olduğu belliydi.

          Öğretmen müfettişe kendisini ve sınıfın hangi derste, hangi konuyu işlediğini söyledi.

          “İbrahim İbiş. Okul müdürü ve sınıf öğretmeniyim. Tek dershanede beş sınıfı okutu-yorum. Normal öğretim programını uyguluyorum. Öğrencilerimin sayısı, yirmi üç kız, otuz yedi erkektir. İşlemekte olduğumuz konu; Hayat Bilgisi’nden “Evcil Hayvanlarımızdır.”

          Müfettiş teşekkür etti:

          “Dersinize kaldığınız yerden devam edin,” dedi.

          Öğretmen işlemekte olduğu konuya yeniden başladı.

          Çocuklara rasgele soruyordu:

          “Ali sen söyle bakalım. Köyümüzde gücünden faydalandığımız hayvanlar hangileridir?”

          “Eşek öğretmenim. Öküz öğretmenim. Manda öğretmenim. At öğretmenim. Deve öğret-menim.”

          “Ali aferin sana. İyi de bu köyde deve var mı?”

          “Yok öğretmenim.”

          “Öyleyse...”

          “................”

          Raziye, şimdi de sen söyle bakalım. Yumurtasını yediğimiz kümes hayvanları hangi-leridir?”

          “Tavuk öğretmenim. Kaz öğretmenim. Keklik öğretmenim. Horoz öğretmenim.”

          “Raziye sana da aferin, ama keklik kümes hayvanı mı? Sonra horozun yumurtası olur mu?”

          “Hayır öğretmenim.”

          Müfettiş ayağa kalktı.

          Öğretmenden izin istedi. Öğrencilerin verdiği yanıtları beğenmemiş gibiydi.

          “Bakın çocuklar,” dedi.

          “Söylediğiniz her hayvanın arkasından “öğretmenim” diyorsunuz, buna gerek yok. Şim-di size benim de bir sorum olacak. Öğretmenim sözcüğünü kullanmadan kim söylemek ister?”

          Çocuklar parmak kaldırmıştı.

          “Ben!... Ben öğretmenim!...”

          Müfettiş çocuklardan birini göstererek:

          “Sen söyle yavrum. Etinden, sütünden, derisinden ve de gübresinden faydalandığımız hayvanlar  hangileridir?”

          “Keçi öğretmenim... İnek öğretmenim...”

          Müfettiş öfkelenmiş gibiydi.

          Yine elini kaldırdı. Konuşan çocuğun da susmasını istedi.

          “Hani öğretmenim demeyecektin?”

          Bu anda parmak kaldıran başka öğrenciler de vardı.

          Müfettiş bu kez onlardan birine döndü:

          “Arkadaşının saydığı hayvanların dışında kalan etinden, sütünden, yününden, derisinden yararlandığımız hayvanları da sen söyle.”

          “Koyun öğretmenim. Camız öğretmenim.”

          Müfettiş onu da durdurdu.

          Öğretmene baktı:

          “Velahavle... Hayret,” dedi.

          Öğretmen öğrencilerin her söz ve davranışını doğal karşılıyordu.

          “Alışkanlık efendim,” dedi.

          Paydos saati gelmiş, güneş inmek üzereydi.

          Pencereden karşı dağların menevişlendiği görülüyordu.

          Bu sırada zil çalındı. Sıralar arasında bir kaynaşma başladı. Öğrenciler kitaplarını, defterlerini çantalarına, torbalarına dolduruyorlardı.

          Dağınık bir halde Kapıdan çıkarlarken öğretmen bedence gelişmiş öğrencilerden birini çağırdı. Onun kulağına bir şeyler söyledi. Yeniden seslendi:

          “Çabuk ol. Bekliyorum.”

          Çocuk “Tamam,” dedi. Birden fırlayıp gitti.

          Diğer öğrenciler, üçerli, beşerli gruplar halinde okulu terk ettiler.

          Müfettiş az da olsa öğretmen ve öğrencilerin çalışmalarını izlemiş, gereken bilgiyi edinmişti.

          Sıra okul müdürü olarak yönetime ilişkin defterlerin incelenmesine gelmişti. 

          Dershanenin kapısı birden açıldı. Az önce öğretmenin görevlendirdiği öğrenci geri gelmişti.

          Öğretmen sordu:

          “Tamam mı İsmail?”

          “Tamam öğretmenim.”

          “İyi. Teşekkür ederim. Arkadaşların evlerine gitti. Çantanı al, sen de git.”

          İsmail defterini, kitaplarını ve kalemini çantasına yerleştirdi, okuldan hızla o da ayrıldı.

          Müfettiş, öğretmenin yıllık, ünite günlük, gezi, gözlem plânlarını inceliyordu. Ders, yoklama, künye, diploma, karne, sicil, demirbaş defterlerini, desimal dosyalarını ayrı ayrı gözden geçiriyordu.

          Sınıf geçme çizelgelerine, dershanede bulunan mevsim şeridine, tarih şeridine, hava gözlem grafiklerine bakıyor, kendine göre değerlendirmelerde bulunuyordu.

          Güneş inmiş, ortalık menevişlenmişti.

          Ağır ağır karanlık yaklaşıyordu. Dershane loş durumdaydı.

          Öğretmen elektrik düğmesini çevirdi, dershaneyi birden aydınlık kapladı.

          Müfettiş bu kez de okul kooperatifinin, okul koruma derneğinin çalışmalarını denetlemeye başlamıştı ki;

          Kapı birden tekmelenir gibi gürültü ile bir kez daha açıldı.

          Öğretmen baktı. Müfettiş baktı.

          İçeriye güzel giyimli, gösterişli bir bayan girmişti. Yüksek bir sesle çıkışır gibi seslendi:

          “Hoş geldin müfettiş bey. Hoş geldin ama geç kaldın. Dışarısı gece oldu. Haydi, kalk artık. Acıkmadın mı? Susamadın mı? Sofra hazır. Yemekler daha fazla soğumasın.”

          Öğretmen İbrahim onu tanıyordu.

          Müfettiş kendi kendine suçlanır gibi oldu. Eziklik içinde konuştu.

          “Az kaldı hanımefendi. Geciktiğimiz için özür dilerim. Hemen geliyoruz.”

          “Vallaha olmaz. Ben müdür, müfettiş tanımam. İşiniz bitmediyse sabahlar çuvala girmedi ya... Kalanını da yarın tamamlarsınız.”

          Öğretmen araya girdi:

          “Bir dakika Ayşe Hanım. Lütfen siz gidin. Az sonra biz geliriz.”

          “Yo!... Olmaz. Sizi almadan şuradan şuraya adımımı atmam. Gözlerinize yazık ayol! Acıktınız, susadınız. Sizin canınıza düşmanlığınız mı var?”

          Kapıya doğru yürüdü.

          Müfettiş baktı, Ayşe Hanım kararlı görünüyordu. Notlarını yazdığı denetleme defterini katladı. Çantasını kapatırken öğretmene takıldı.

          “Öğretmenim iyisi mi biz hemen kalkalım. Paparayı yedik. Biraz daha oyalanırsak sizin hanımdan dayak yiyeceğiz.”

          İbrahim Öğretmen sıkılmış gibiydi:

          “Efendim, Ayşe Hanım eşim değil,” dedi.

          “Nasıl olur? Çok samimi davranıyordu.”

          “Efendim, ona burada “Alaman Ayşe” derler. Kocası uzun süredir yabanda. Almanya’ da. Bir zamanlar oralarda uzun süre Ayşe Hanım da bulunmuş.”

          Konuşa konuşa dışarıya çıktılar. Öğretmen müfettişe okulun karşısında iki katlı güzel görünüşlü bir evi gösterdi:

          “Efendim şu görünen ev Alaman Ayşe’nindir. Beş yıl önce yapıldı. O ev en çok benim, bir de muhtarın işine yarıyor. Köyümüze gelen devlet görevlilerini ağırlamada büyük kolaylık sağlıyor.”

          Müfettiş baktı:

          “Evin çatı katı da varmış. Üstelik üzeri de kırmızı kiremitli. Dışarıdan çok güzel görü-nüyor.”

          “Efendim, az sonra göreceksiniz. İçi de çok güzel. Üstelik o evin acıklı bir de öyküsü var.

          Köylüler Alaman Ayşe’nin kocasına “Alaman Hasbi” derler. Hasbi’nin Almanya’ya gidişi çok serüvenli olmuştur.”

          Müfettişle öğretmen yolda biraz duruyor söyleşiyor, biraz yürüyorlardı. Öğretmen anlatıyordu. Müfettiş gurbetçi öykülerini çok seviyordu.

          “Hasbi Almanya’ya gitmek için yıllarca uğraşmış, perişan olmuştu. Sonunda çağrılmış, Almanya’ya kapağı atmıştı ama bu kez de uzun süre işsiz güçsüz sırada beklemiştir.

          Soğukta, sıcakta aç yatmış, parasız, pulsuz açıkta kalmıştır. Kısa aralıklarla lokantalarda bulaşıkçılık yapmıştır. Kaçak olduğundan kimse köklü bir iş vermemiştir. Bizim Hasbi sonunda bakmış ki, kaçak gidenlerden bazı tanıdıklar, parası iyi olan işlerde çalışıyor, hem de sürekli. Bir araştırıyor, bir soruşturuyor ki, işin altında bir hile, bir bit yeniği var.

          Yani bazı Türk erkekleri, kaçak olarak gittikleri için bir Alman kadını ile para karşılı-ğında anlaşıyor, nikâhlanıyor, evleniyorlar. Böyle olunca iş buluyor, çalışıyor, para kazanı-yorlardı.

          Aynı yolu Hasbi’de deniyor. Gökboncuğu gözlü, sarışın biriyle yaşamını birleştiriyor.

          Böylece Almanya’da kalma, düzenli, sürekli bir iş bulma olanağını o da elde etmiş oluyor.”

          Sözün burasında müfettiş araya girdi.

          “Yani bu hanımdan boşanıyor öyle mi?”

          “Hayır efendim. Boşanma, moşanma yok. Öyle olsaydı, Türkiye’ye Ayşe Hanım’a Euro gelir miydi?”

          “Alman kadın ile yapılan hileli, kaçak bir evlilik desene.”

          “Günahlarını almış olmayalım ama aynen öyle.    

          Duyuşumuza göre Alaman Hasbi’nin Alman kadından bir de çocuğu varmış.”

          “İyi de bu kadın burada, kendi başına ne yapıyor? Nasıl yaşıyor?”

          “Efendim Alaman Ayşe’nin durumu çok iyi. Kocası yani Alaman Hasbi dört beş yıldır gelip gitmiyor. Orada bir domuz çiftliğinde çobanlık yapıyormuş. Aylığı da çok dolgunmuş. Bizim parayla iki bin lirayı geçiyormuş. Bu paranın en az yarısı her ay Türkiye’ye geliyor.

          Alaman Ayşe canı istediği zaman ilçeye gidiyor. Gelen Euro’ların birazını alıyor, kala-nını da faize yatırıyor.”

          “Yoksa bu gece orada, onun evinde mi kalacağız?”

          “Evet efendim. Yüz güldürecek başka ev, başka kimse yok.”

          “Canım bir gecelik değil mi? Nerede olsa sabahlardık. Dul bir kadının evinde kalmamız doğru mu? Bekçinin, muhtarın evi de olabilirdi.”         

          “Olmaz efendim. Kadına gündüzden haber gönderdim. Şimdi dökülmüş, saçılmış, hazırlık yapmıştır. Orayı bırakıp başka bir eve gidemeyiz.”

          “Yaa!... Öyle mi? Pekâlâ.”

          Alaman Ayşe müfettişle öğretmeni kapıda karşıladı.

          “Buyurun efendim. Hoş geldiniz,” dedi. 

          Konuklara rugan terlik uzattı. İkinci kata çıktılar. Çevresi sedef kakmalı antika sehpalar üzerinde duran içi renkli çiçeklerle süslenmiş, işlemeli, kesme Fransız kristali, renkli figürler taşıyan Japon seramik vazolu, tabanı büyük Bünyan halısı dayalı, döşeli güzel ve geniş bir salona alındılar.

          Sofra hazırdı.

          Müfettişle, öğretmen ellerini, ağızlarını, yüzlerini, ısıtılmış su ile kalaylı bakır ibrikli le-ğende, lavanta kokulu Alman sabunuyla köpürte köpürte yıkadıkar.

          Alaman Ayşe üzeri minderli, arkaları aynalı gelinlik sandalyelerini gösterdi:

          “Yemeğe buyurun,” dedi.

          Renkli kaplar içinde yemekler çeşit çeşitti.

          Hep birlikte oturdular.

          Önce kalaylı bir meydan sinisi üzerinde çorba, etli, tatlı, sebzeli yemekler geldi. Yan tarafta kristal bardak ve su dolu sürahi duruyordu. Kaşıklar, çatallar, bıçaklar takımdı. Hepsi pırıl pırıl Alaman gümüşündendi. Yaldızlı örme iki kayık sepete dilimlenmiş ekmekler kon-muştu. Başka bir kristal kayık tabakta meyve vardı.

          Müfettiş, böylesi yürekten ilgiye ve görgüye ilk kez tanık oluyordu.

          Alaman Ayşe candan davranıyor, konuklarını en iyi şekilde ağırlamak istiyordu. Yiye-cek, içecek her şey oradaydı. Önce üzeri tereyağlı, baharatlı, limonlu domates çorbası içildi. Tam o sırada Ayşe Hanım birden ayağa fırladı.

          “Sormayı unuttum müfettiş bey. Özür dilerim. İştah açıcı bir şeyler alır mıydınız?” dedi.

          Müfettiş bu sözden hiçbir anlam çıkaramamıştı. Çevresine bakındı. Her şey güzel,  her şey iştah açıcıydı.

          “Teşekkür ederim,” dedi.

          Öğretmen araya girdi:

          “Efendim, Ayşe Hanım, rakı gibi, şarap gibi alkollü bir içecek alır mısınız demek istiyor.”

          “Hayır. Hayır. İçkilerin ne kokusunu bilirim ne de tadını. Şimdiye dek ilâç için bile kullanmadım. Dünyada en güzel içecek sudur. Sağ olun. Teşekkür ederim. Yemekleriniz çok nefis.”

          “Afiyet olsun.”

          Ağır ağır konuşa konuşa yediler.

          Ayşe Hanım başından geçenleri müfettişe bir bir anlattı:  

          “Doğma, büyüme buralıyım. Geçmişte çok yokluk, yoksulluk çektim. Bir Almanya fırsatı doğdu. Herkes gidiyordu. O kervana ben de katıldım. İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalı ile Frankfurt’a gittim. Çeşitli fabrikalarda çalıştım. Orada istemeyerek bazı tatsız olaylar ya-şadım. Türkiye’ye kesin dönüş yapmak zorunda kaldım. Çağım, yaşım geçiyormuş gibi bir endişeye kapıldım. Olmaz olası çocukluk arkadaşım Hasbi ile evlendim. Ne yapayım ki, yazgı. Olacakla, öleceğe çare bulunmuyor.”

          Alaman Ayşe iç geçirdi. Belli etmek istemiyordu, ama anlattıklarına bakılırsa mutsuz görünüyordu. Onu buraya bağlayan anasının, babasının ruhları ile bu evmiş. Yoksa buralar bir gün eğleşmeye bile değmezmiş.

          Koca olacak o Alaman Hasbi kalıbının adamı değilmiş. Allem etmiş, kallem etmiş Ayşe Hanım’la evlenmiş. Sonradan da çok hayırsız çıkmış. Neymiş efendim, Alaman Ayşe yani ben oralarda başka çiçekler koklamış. Mış mış, muş muş.

          “O Hasbi’yi Almanya çok şımartmış. Artık ondan umudunu çoktan kesmiş. Hele bir de para göndermese ipler şimdiye değin çoktan kopmuşmuş. İyi ki ayakbağı olacak çocukları yokmuş.

          Sözün fazlası baş ağrıtırmış. Daha fazla konuşmamalıymış.”

          Müfettiş de kendinden söz etti. Karşılıklı dertleştiler.

          “Bir hastalıklar koleksiyoncusuymuş. Tansiyonu yüksekmiş. Yani hipertansiyonu varmış. Sinirlenmek hiç iyi gelmiyormuş. Kalp ve karaciğer yetmezliği varmış. Böbrekleri iyi süzmüyormuş. Diyaliz makinesine girmekten çok çekiniyormuş. Zaman zaman mide ülseri azıyormuş. Hele ilkbaharla, sonbaharda çekilir gibi değilmiş. Bütün bu hastalıkları dağda, bayırda, aç, susuz dolaşırken almış. Yediği yemekler yağlı tuzlu oluyormuş. İstediği gibi bir perhiz yapamıyormuş. Müfettişlik denen bu meslek hiç de göründüğü gibi rahat değilmiş.”

          Öğretmen İbrahim İbiş’in de kendine göre sorunları vardı. Uzun süredir bu köydeydi. Artık orada dura dura neredeyse öğretmenliği unutmuş, köylüleşmiş. Biraz da kente gitmek, az öğrencili, çok öğretmenli tek sınıflı okulları da, öğretmen olmayı da çok özlemiş.

          Öte yandan kendi çocukları da artık büyümüşler. Bu yıl ilköğretimi bitiriyorlarmış. Mutlaka ortaokulu, lisesi bulunan bir merkeze alınmalıymış. Ne var ki, bugüne değin verdiği dilekçelerin tümü geriye tepmiş,  bir sonraki yıla ertelenmiş. Puanı kent okulları için yeterli gelmiyormuş.

          Söyleşi arka arkasına birbirine ekleniyor, uzadıkça uzuyordu.

          Yemekten sonra Alaman Ayşe yavaş yavaş sofrayı toparladı, arkadan meyve getirdi. Arkasından çay ve kahve yaptı.

          Müfettiş ne çay kahve içti, ne de meyve yedi.

          Ayşe Hanım buna çok üzülmüştü. Yine çıkışır gibi konuştu:

          “Müfettiş bey, siz de ama nazlıymışsınız ha!... Çayı mı, kahve mi beğenmediyseniz sütlü neskafe veya İtalyan kapiçinosu yapayım.”

          Müfettiş elini göğsüne götürdü:

          “Teşekkür ederim, içemem,” dedi.

          Yine söz sözü açtı. Konuşmalar yeniden başladı.

          Dereden, tepeden, havadan, sudan biraz daha konuştular.

          Vakit ilerlemişti. Öğretmen ayağa kalktı. İzin istedi.

          “Efendim yorgunsunuz. Ben gideyim. Siz de dinlenmenize bakın.”

          Müfettiş şaşırmıştı. Hayretle sordu:

          “Nereye gidiyorsunuz?”

          “Lojmana efendim. Benim hanım ödleğin biri. Çocukları da korkak yetiştiriyor. Hem de beni merak eder, uyuyamazlar.”

          “Burada  ben  yalnız  mı  kalacağım?...”

          “Hayır, efendim Ayşe Hanım’la kalacaksınız.”

          Öğretmen böyle söyledi. Beklemeden geriye dönüp bakmadan oda kapısını, sokak kapısını açtı, çıktı gitti.

          Müfettiş orada kalakaldı. Öğretmenin arkasından bakakaldı. Suçlu gibiydi. Sıkılmıştı. Şaşırmıştı.

          Ayşe Hanım onu rahatlatmak istedi:

          “Müfettiş bey. Hiç çekinmeyin. Burayı kendi eviniz kabul edin. İstediğiniz zaman yatabilirsiniz.”

          Eliyle işaret etti. Gündüzden hazırladığı odayı gösterdi. Kendisi başka bir odaya geçti. Kapısını örttü. Işığını söndürdü.

          Müfettiş salondaydı. Geceleyeceği odaya geçti. Ancak, şimdi yatsa hemen ağrıları tutacak uyuyamayacaktı.

          En iyisi okumaktı. Çantasını açtı, pijamasını giydi.

          İlköğretim Yönetmeliği’ni çıkardı. Önüne bir kalem, küçük bir defter koydu. Kimi satırların altını çizdi. Kimi paragrafları özetledi, notlar  aldı.

          Okudu!... Okudu!...

          Gece ilerlemişti. Bir ara Ayşe Hanım dışarıya çıktı. Kapı aralığından müfettişin ışığının yanmakta olduğunu gördü. Kapıya yaklaştı. Eğildi. Anahtar deliğinden içeriye baktı. Müfettiş okuyordu...

          Geriye döndü. Mutfağa geçti. Cezvede bir bardak süt kaynattı. Müfettişin kapısını tıklattı.

          Müfettiş korkmuştu. Uyanır gibi irkildi.  Kapıya baktı. Gelen Ayşe Hanım’dı.

          “Müfettiş bey taze süt ılındırdım. Bir bardak getirdim. Midenize iyi gelir,” dedi.

          “Sağ ol Ayşe Hanım. İçemem. Kaynama yapar.”

          “İçersiniz içersiniz. İşte şuraya koyuyorum. Ağzına bir de kapak getireyim soğumasın. Biraz sonra içersiniz.”

          Ayşe Hanım’ın girmesi ile çıkması bir oldu.

          Müfettiş göz ucuyla baktı. Ayşe Hanım çok ince giyinmişti. Memelerinin pembesi görünüyordu. Odayı koyu bir parfüm kokusu sarmıştı.

          Müfettiş süte baktı. Başını burdu. Dişlerinin arasından “cık cık” yaptı, yeniden okumaya daldı.

          Ayşe Hanım odasına geçmiş, ışığını yeniden söndürmüştü. Gecenin karanlığında, çok uzaklardan gelen boğuk boğuk köpek havlamaları, cingir cingir horoz ötüşleri duyuluyordu. Gözlerini açtığında saat üçü gösteriyordu. Yeniden dışarıya çıktı.

          Müfettişin ışığı hâlâ yanıyordu. Ayaklarının ucuna basa basa kapıya geldi. Anahtar deliğinden bir kez daha içeriye baktı.

          Müfettiş okuyordu.

          Ayşe Hanım, mutfağa gitti. İrilerinden iki tane elma aldı. Kapıyı çaldı. Müfettiş yeniden ürperdi. Gelen yine Ayşe Hanım’dı.

          “Müfettiş Bey, şimdi de güzel elmalar getirdim.”

          “Sağol Ayşe Hanım. Elma ile aram hoş değil.”

          “Ama bunlar sıradan elma değil. Biri tavşanbaşı, biri  starking.”

          “Yiyemem Ayşe Hanım. Teşekkür ederim.”

          “Yersiniz, yersiniz. İşte buraya, pencereye koyuyorum. Biraz sonra canınız çeker.”

          Ayşe Hanım dışarıya çıktı. Kapıyı kapattı. İçerisini bu kez de tatlı bir leylak kokusu sarmıştı.

          Müfettiş süt ve elmalara baktı. Boynunu burdu. Yine “cık cık” yaptı. Yine okumaya daldı. Sabah yakındı.

          Tanyeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı.

          Ayşe Hanım uyuyamıyordu. Kalktı bir süre odasında dolaştı. Aralığa çıktı. Sessizce ilerledi. Müfettişe anahtar deliğinden bir kez daha baktı.

          Müfettiş okuyordu.

          Ayşe Hanım geriye döndü. Mutfağa geçti. İki portakal aldı. Müfettişin kapısını bir kez daha çaldı, içeriye girdi. Müfettiş bu kez başını kaldırmadan sordu:

          “Ayşe Hanım galiba yine bir şeyler getirdiniz. Zahmet ediyorsunuz.”

          “Zahmet değil müfettiş bey şimdi de iki tane portakal getirdim.”

          “Sağ ol Ayşe Hanım sağ ol. Portakalı oldum olası sevmem.”

          “Ama bunlar sıradan portakallar değil. Biri yafa, biri washington.”

          “Teşekkür ederim. Ekşidir. Asitlidir, yiyemem.”

          “Yersiniz, yersiniz. İşte buraya pencereye koyuyorum. Biraz sonra dayanamaz, soyar-sınız.”

          Ayşe Hanım dışarıya çıkıyordu. Baktı ki, süt içilmemiş. Elmalar yenmemiş. Hepsi de koyduğu yerde pencerede duruyordu.

          Müfettişe döndü:

          “Kuzum Allah aşkına siz neyi seversiniz? Hiç birine dokunmamışsınız.”

          Ayşe Hanım biraz sinirli görünüyordu. Hızlı adımlarla dışarıya çıktı.  Kapıyı sertçe kapattı. Odayı şimdi de ağır bir menekşe parfümü kokusu doldurmuştu.

          Müfettiş okuyordu.

          Ayşe Hanım artık yatmak niyetinde değildi. Evin avluya bakan balkonundaki masayı sildi. Üzerine çiçekli ipek bir örtü serdi. Kahvaltı hazırlığına başladı.

          Ocağı yaktı. Demliğe çay, çaydanlığa çay suyu koydu. Yumurta haşladı. Siyah zeytin, yeşil zeytin çıkardı. Üzerlerine biraz zeytinyağı damlattı. Limon sıktı. Kapiçino, neskafe kavanozlarını getirdi. Domates, peynir, reçel, bal, tereyağı, süt hazırladı. Eksik olan başka bir şey var mı diye baktı, düşündü. Her şey tamamdı. Çayı demlendi. Çaydanlığın üzerini havlu ile örttü.

          Güneş bir kavak boyu yükselmişti. Acaba müfettiş ne yapıyordu? Yatmış mı yoksa yine okuyor muydu? Biraz oyalandı. Anahtar deliğinden son kez baktı.

          Müfettiş okuyordu.

          Ayşe Hanım kapının koluna bastı, içeriye girdi. Akşamdan beri pencerede bekleyen süt, elma ve portakalları aldı, geri döndü. Kapıdan çıkarken:

          “Müfettiş bey günaydın. Sabah oldu. Artık kahvaltıya buyurun,” dedi.

          Müfettiş okuyordu. Uyku sersemiydi, yorgundu. Doğruldu. Kitabı, kalemi ve küçük not defterini çantasına yerleştirdi.

          Tıraş oldu. Elini, yüzünü yıkamıştı ki, yeniden Ayşe  Hanım’ın  sesini  işitti:

          “Müfettiş bey, bu tarafa, balkona buyurun.”

          Birlikte yürüdüler. Balkon genişti ve yüksekteydi. Buradan köyün bütün evleri rahatlıkla görülebiliyordu. Hepsi de tek katlıydı, toprak damlıydı.

          Kahvaltı masası çok zengindi. Müfettiş bundan çok hoşnut olmuştu:

          “Zahmet etmişsiniz Ayşe Hanım. Bunları kim yiyecek?” dedi.

          O yine aynı yanıtı verdi:

          “Siz yiyeceksiniz müfettiş bey.”

          Masaya karşılıklı oturdular. Müfettiş iştahsızdı. Çekingen duruyordu.

          “Ayşe Hanım, bana sadece bir bardak ot çayı ya da ıhlamur verin tamam. Gerisini lütfen kaldırın.”

          “Aaa!... Olur mu öyle şey?” dedi Ayşe Hanım.

          “Olur, olur. Teşekkür ederim, yiyemem.”

          Bir bardak ıhlamuru aldı. Yavaş yavaş hem içiyor, hem de çevreyi seyrediyordu.

          Bir ara aşağıda, avluda tavukların, horozların toparlandıklarını gördü. İtişe kakışa birbirlerini gagalıyor, yukarıya, balkona Ayşe Hanımla müfettişe bakıyorlardı.

          Müfettiş bey, ıhlamur bardağını masaya koymuş, elini yüzüne dayamış düşünüyordu. Bir yandan da Tavukları, horozları izliyordu. Hayrete düşmüş, şaşırmış bir durumda görünüyordu. Ayşe Hanım dayanamadı, sordu:

          “Ne oldu müfettiş bey? Daldınız. Tuhafınıza giden bir şey mi oldu?”

          “Ey... Evet. Biraz öyle.”

          “Ne gibi?”

          “Ne gibi olacak. Gezdiğim, gördüğüm her yerde birkaç horoz, daha çok da tavuk olurdu. Sizin burada tam tersi. Birkaç tavuğunuz, çok sayıda horozunuz var. Kafam buna takıldı.”

          Ayşe Hanım güldü. Balkondan aşağıya baktı.

          “Yanlış görüyorsunuz müfettiş bey,” dedi.

          “Onların horoz gibi göründüklerine bakmayın. Onlar horoz değil.”

          Müfettiş yeniden baktı. Yanlış değildi. Aşağıda çok sayıda horoz vardı.

          “Bakın Ayşe Hanım,” dedi.

          “Şu parlak tüylü, ibikli olanların hepsi horoz.”

          Ayşe Hanım itiraz etti. Eliyle göstererek:

          “Müfettiş bey asıl siz bakın. Sadece şu ibiği tarak gibi, kuyruğu orak gibi olan, çalımlı çalımlı yürüyen ve tavukların peşinden ayrılmayan var ya, işte o horozdur.”

          “Ya ötekiler nedir Ayşe Hanım?”

          Ayşe Hanım ciddileşmişti. Lâfı gediğine getirip şıp diye yapıştırdı.

          “Onlar müfettiş.”

 

«

 

ETİ SENİN

            Öykü

 

        ETİ SENİN

 

          Mevlüt KAPLAN

 

          Reis Bucağı’na Yatılı Bölge Okulu’nun temelinin atılışı en çok Cıbır Şevket’i rahatsız etti.

          “Yahu,” diyordu. “Ne olacak o hangar gibi temel? Bu yörenin oğlu, uşağı burada okuyup da adam mı olacak? Hökümet bizi cahillikten, yük hayvanı olmaktan kurtaracakmış öyle mi? Biz iyiyiz. Değil mi ki eşşeğiz, okusak da, okumasak da sırtımıza binen bulunur. Köylünün yazgısı bu. Ne kaçış var, ne de kurtuluş. Hökümet bir yanda, ağa bir yanda, muhtar imam bir yanda. Hepsi üstümüzde.”

*

          İki yıla varmadan Cıbır Şevket’in korktuğu başına gelmişti.

          Yatılı Bölge Okulu’nun müdürü, köy muhtarı ve köy korucusu ile birlikte köy odasına kapandılar. Nüfus kütüğünden yaşı tutan çocukları okula yazdılar. Öğrenci olacakların arasında Cıbır Şevket’in Kemo da vardı.

          Bir liste yapılmış cami kapısına asılmıştı.

          Cıbır Şevket o listede oğlunun da adının bulunduğunu sağlıkçı Cemal’in okumasından, gelip söylemesinden öğrenince aklı başından gitti. Başladı, bağırıp çağırmaya.

          “Yahu komşular!... Öyle susmayın. Bön bön bakınmayın. Bu hökümet benden ne isti-yor? Ellerin zinaları gece, gündüz avare avare dolaşıyorlar. Bu çizelgede neden onların adı yok da, benim Kemo’nun adı yazılı? Herkes insan da biz hayvan mıyız? Herkes can da biz patlıcan mıyız? Göreceğiz bakalım, el mi yamanmış, yoksa bey mi? Eğer ben Cıbır Şevket’ sem, o mektebe ne oğlumu gönderirim, ne de bir ağanın, bir hökümetin binmeye alıştığı eşşeklikten kurtulurum.

          Son sözüm budur. Kim adam olmak istiyorsa, hökümet gitsin onları okutsun.”

          Cıbır Şevket pire için yorgan yakmaktan çekinmeyen biriydi. Günlerce söylenip durdu.

          “Kellemi veririm, oğlumu vermem,” diyordu.

*

          Hani dediğini de yapmadı değil.

          Herkesin çocuğu dördüncü sınıfa geçtiği halde onun oğlu sırımlı çarığı ile dağlarda keçi gütmeyi sürdürüyordu. Beşinci yılın sonunda Yatılı Bölge Okulunu bitirenler Köy Enstitü-sü’ne gittiler.

          O yıl, bizim köye de damdan bozma, okula benzer bir yer açıldı. Çocukları okutmak için Çifteler’li biri geldi. O kendini eğitmen olarak tanıtıyordu. Çocukla çocuk, büyükle büyüktü. Çok çalışkandı. Onu köyde yediden yetmişe herkes seviyordu. Hatırnaz, çok iyi bir delikanlıydı. Evlerimizde, odalarımızda başköşeyi daima ona ayırırdık.

          Gel gelelim, Cıbır Şevket burada da kendini gösterdi. Nuh dedi, peygamber demedi. Zaten o, oldum olası sakardı. Anlatılanlara göre, babası da öyleymiş. Soycak tahtalarından biri noksanmış. El Mersin’e giderse, Cıbır Şevket her zaman tersine gidiyordu. Birisi bayram haftası dese, o mangal tahtası derdi. Huyu katır gibiydi. Kıçın kıçın giderdi.

          Eğitmenimiz ise onu yola getireceğini umuyordu. Tarlada, bahçede, camide ona nerede rastlarsa, yalvarıyor, yakarıyor, öğütler veriyordu.

          “Şevket Amca, gel etme, eyleme. İş işten geçmeden şu senin Kemal’i okula yazalım, üçe değin okusun. Daha sonra bölge okulunu bitirenler gibi onu da enstitüye gönderelim.”

          Cıbır Şevket ayakları yanmış gibi göğe fırlıyor, inat ediyor, eğitmene kızıyordu.

          “Neme lâzım arkadaş. Ben okumadım da aç mı kaldım? Öldüm mü? Nüfus kütüğünde adım değişti mi? Yarın benim oğlum okursa Cıbırlıktan kurtulacak mı? Sen okudun da ne oldun? Başın göğe erdi mi? Seninle benim aramda bir bıçak sırtı değin fark yok. Eğer çocuk okutmaya bu değin hevesli, bu değin meraklıysan, git Asiye’nin oğlu Sülo’yu okut.”

          Asiye’nin kocası Dımışık Şükrü ile Cıbır Şevket birbiriyle geçinemeyen ayrı uçlarda düşünen iki insandı. Biri oğlunu okutmak için uğraşırken, öteki, direniyor, tersini yapıyordu.

          “O, varsın oğlunu okutsun. Ben okutmayacağım. Bir de utanmadan orada burada beni çekiştiriyormuş. Efendim adamlık neymiş, nasıl olurmuş bana gösterecekmiş. Oğlunu ötelere, daha yükseklere gönderecekmiş.”

          Ne var ki, babaları gibi Sülo ile Kemo’da ayrı telden çalıyorlardı. Kemo okula gitmek, okumak için can attığı halde, Sülo inadına isteksizdi. Okuyacak cinsten değildi. Ele, avuca gelmiyor, ipte, kazıkta durmuyordu. Hem anası Asiye Kadına, hem de babası Dımışık Şükrü’ ye yaka silktiriyor, kan kusturuyordu. İşe, okula gitmeye gelince tembeldi. Yaramazlığa, haydutluğa gelince şeytanın art bacağıydı. Her zaman belinin sağ yanında çift ağızlı koca bıçak, sol yanında yedili toplu tabanca sokulu dururdu. Karşısına her çıkana hava atar, sanki var mı bana yan bakan der gibi davranırdı. Sabahları herkesin çocuğu, elleri çantalı, kitaplı torbalı okula koşarken, Asiye’nin Sülo habersizce dağlara kaçardı. Ne bilsin Asiye ile kocası çocuklarının “okula gidiyorum,” deyip de dağlara çıktığını.

          Onlar iyi yürekli insanlardı. Köyde herkese “eğitmen bizim Sülo’yu da okutuyor,” diye övünüyor, kurum kurum kuruluyorlardı.

Ne var ki, Sülo’nun oynadığı oyun uzun sürmedi.

          Dımışık Şükrü, oğlunun okuldan kaçtığını sezinlemişti.

          Bir gün Sülo erkenden kalktı, hazırlığa başladı. Kitaplarını torbaya doldurdu. Biraz ekmek aldı. Güneş bir minare boyu yükselmişti. Okuldan zil sesleri gelmeye başlayınca kitap dolu torbasını yüklendi, ivedi ivedi çıktı.

Dımışık Şükrü ise farkettirmeden oğlunun peşine düştü.

          Asiye kadın, kocasının bir tuhaflık içinde olduğunu anlamıştı.

          “Ne o herif, nereye gidiyorsun böyle?” dedi.

          Dımışık Şükrü öfkeliydi. Karısına ters ters baktı. Sesini çıkarmadı. Asiye yeniden üsteledi:

          “Adam konuşsana. Dilini mi yuttun? Can alacak gibi nereye gidiyorsun?”

          Dımışık Şükrü kapıdan çıkarken öfke ile bağırdı:

          “Cehenneme gidiyorum. Senin veletten kuşkulandım, anlamadın mı?” dedi.

          Sülo önde, babası peşindeydi. Az gittiler, uz gittiler, evleri, sokakları geçerek köyün dışındaki ormana girdiler. Sülo düzlüğü geçince Tuzla’ya vardı. Susuz Dere’nin yamacına tırmandı. Kaklık denen yerde gözleri ile uzakları taradı. Kendisinin kimse tarafından izlenme-diğini anlayınca kayalar arasında kalan inlerden birine girdi. Kitap torbasını çıkardı, başının altına koydu. Bir güzel uykuya daldı.

          Dımışık Şükrü, garip duyguların içine gömülmüştü. İnin ağzına geldi. Nefes nefeseydi. Oraya kendini bir külçe gibi attı. Derin düşüncelere daldı.

          Oğlu, acaba neden böyle yapıyordu? Öyle bir üzüldü ki, içi kükredi. Gözyaşlarını tutamadı. Boğazına bir şeylerin düğümlendiğini anladı. Boğulacak gibi oldu.

          Burada elleri bağlıymış gibi daha fazla oturmanın anlamı yoktu. Oğlu Sülo’yu bir an önce uyandırmalı, eve götürmeliydi. Yumuşak bir sesle inin derinliklerine doğru bağırdı:

          “Sülo!... Oğlum. Ben babanım. Sakın korkma!... Haydi kalk!... Anan evde seni bekliyor!...”

          Sülo olup bitenden habersizdi. Uyuyordu. Kuyudan gelir gibi işittiği sesleri rüyada sanıyordu.

          Dımışık Şükrü oğlunun uyanmadığını görünce bir kez daha hem ağladı, hem güldü.

          Doğruldu. İnin içine girdi. Sülo’nun yanına vardı. Sağ belinden iki ağızlı koca kamasını, sol belinden yedili toplu tabancasını aldı. Yeniden dışarıya çıktı. Oraya, kuytu bir yere gizlendi. Bir süre daha bekledi.

          Çocuk belki kendiliğinden uyanabilirdi. Fakat o uyandırılmazsa uyanacak gibi değildi.

          Zavallı Dımışık Şükrü, düşünürken, beklerken kendinden geçti. O da uykuya daldı.

          Aradan ne değin zaman geçti bilmiyordu. Bir çıtırtı duydu. Gözlerini açtığında, kayalar arasında bir ayının dolaştığını gördü. Aklı başından gider gibi oldu. Birden ayağa fırladı, ine koştu. Oğlunu kucakladı, dışarıya çıkardı.

          Sülo şaşırmıştı. Hâlâ rüya gördüğünü sanıyordu. Uyanıp gözlerini açtığında babası onu yokuştan aşağıya sürüklüyordu. Arada bir de tekme, tokat vuruyor, “yürüüü!...” diyordu.

*

          Asiye kadın, kocası ile oğlunu bitkin bir durumda görünce çok şaşırdı. Eli, ayağına dolaştı.

          Dımışık Şükrü öfkeliydi. Alaylı bir sesle karısına çıkıştı:

          “Al Asiye. Al avrat al,” dedi. “Kaklık’da, Katar Kaya ininde bir ayı yakaladım. Ellerin sıpaları adamlığa özenirken senin sıpan da ayılığa özeniyor. Ellerin sıpaları düzlüğü, insanlık okulunu seçerken, senin sıpan da yamaca tırmanıyor, ayı inine giriyor.”

          Dımışık Şükrü, kendini tutamıyor, ağzına geleni söylüyordu. İki de bir de Sülo’nun kıçına kıçına vuruyordu.

          “Eşşeoğlu eşek. Ayıoğlu ayı. Hayvanlığı bırakacaksın. Adam olacaksın. Yoksa senin dininden başlar, imanından çıkarım,” diyordu.           

Asiye dövünüyor, üzülüyordu. Kocasına inme geleceğinden, oğluna kötü birşey olacağından korkuyordu.

          Dımışık Şükrü yumuşayacak gibi değildi. Oğlunu sürükleye sürükleye ahıra götürdü. Karısına boğuk boğuk bağırdı.

          “Asiye çabuk ol, çabuk. Bir urgan getir.”

          Kadının aklından olmadık şeyler geçti.

          Hayır!... Hayır!... Getiremem!... Anladım!... Sen oğlumu ipe takmak öldürmek istiyor-sun öyle değil mi?”

          “Ulan manyak karı. Ne öldürmesi? Nereden çıkardın onu? Şimdi senin de geçmişinden başlarım. Çabuk ol. Ne diyorsam onu yap.”

          Köyde Dımışık Şükrü’yü herkes silik biri olarak görürdü. Karısı Asiye ise erkek gibiydi. Ne oğlunu, ne de kocasını hiç kimse adı ile çağırmazdı. “Asiye’nin oğlu, Asiye’nin kocası,” derdi. Asiye yine de kocasına insanca davranır, onu bir erkek olarak tanır, sever, sayardı.

          Çekine çekine gitti. İstemeye istemeye halat gibi kalın urganı getirdi. Dımışık Şükrü, Sülo’nun boğazından başladı. Ayaklarına dek oğlunu dolaya dolaya bağladı. Sonra da bir köpek ölüsü gibi onu omzuna attı, okula götürdü.

Eğitmenin karşısına dikildi.

          “Al eğitmenim,” dedi. “Elini, ayağını öpeyim. İşte sana bir ayı getirdim. İstersen ona ayı yavrusu de. Okut onu adam et. Ayı olmaktan kurtar, insan yap. Daha sonra da Köy Enstitüsü’ne yolla. O da senin gibi onbaşı, çavuş olsun. Eğitmen, öğretmen çıksın. İrezilin ağzına, ağzına vur. Hiç mi hiç acıma. Ağlasa bile gözünün yaşına bakma. Gık dersem anam avradım olsun. Bu Sülo denen dürzünün eti senin, kemiği benim. Anladın değil mi? Haydi hoşça kal.”

          Dımışık Şükrü böyle söyledi, kapıya yürüdü.

          Eğitmen arkasından seslendi.

          “Şükrü Amca, o senin dediğin medrese mektebinde, kuran kursunda olur. Burası Ata-türk okuludur. Bizde dövme, falakaya yatırma yoktur. Göreceksin Sülo okuyacak, Süleyman olacak. Belki bir eğitmen, belki de büyük bir paşa olacak.”

          Dımışık Şükrü, eğitmenin söylediklerini işitmişti. Düşündü, o doğru söylüyordu. Sülo’nun Allah’ı ayrı mıydı? Gözü, kulağı yok muydu? O da insandı. O da okuyabilirdi. Bugün yaptığı o huysuzluklarını o da mutlaka unutacak, belki de bunlardan büyük bir ders alacaktı.

          Dımışık Şükrü kararlıydı. Bundan sonra oğlu Sülo’nun peşinde olacaktı. Onu okutacak, Süleyman yapacaktı. Ama Kemo; Kemal olamayacaktı. Çünkü, Cıbır Şevket dün neyse bugün de oydu...

«

 

VARYEMEZOĞLU

          Öykü

 

       VARYEMEZOĞLU

 

         Mevlüt KAPLAN

 

          Babası köyün depmez delinmez varsıl ağasıydı. Soyu sopu burada yaşamıştı. Halka göz açtırmamış, kan kusturmuştu. Tıpkı bu da babası gibiydi. Güçsüzleri, arkasızları ezmeyi, onları köle gibi, tutsak gibi kullanmayı çok severdi. Fakir fukura doğu batı demeden vatan görevini kutsal bilirken o bedel vermiş, askerlikten kaçmıştı. Niceleri savaş boylarında yaşam ve bağımsızlık kavgası verirken bir cepheden başka bir cepheye giderken, açlıktan, soğuktan, bitten, pireden ölürken o köylerde kalan kimsesiz dul kadınlara hava atmış, caka satmış, onlara sırtları ile odun, gübre, sap, saman taşıtmıştır. Köyün ovasına, ormanına “babamdan kaldı,” diyerek zorla sahip olmuştur. Göz alabildiğince uzayıp giden kırda, bayırda yeşil çimenli otlaklarda onun koyunları, atları, sığırları beslenirdi. Çevrede ne yana bakılsa ekili, dikili ya da nadasa bırakılmış su basar meyve, sebze bahçeleri, arpa, buğday tarlaları onundu. Köyün tüm insanları onun buyruğundaydı. Herkes boğaz tokluğuna ona çalışırdı. Yoklar, yoksullar kıt kanaat elde ettiği ürünlerin öşürünü, birkaç keçinin, birkaç koyunun, barındığı yıkık dökük evinin, birkaç çizik toprağının vergisini verirken o, her zaman adamını bulur, rüşvet sunar, her zaman kedi gibi dört ayağının üzerine düşerdi.

          Köyde bekçi ve muhtar; bucakta müdür ve jandarma; ilçede kaymakam her zaman onun adamıydı. Çobanların ilgisizliği, acımasızlığı yüzünden ormana, ekine, sebzeye zarar veren hayvanların sahipleri cezaya çarptırılırken o her zaman suçsuz bulunur, affa uğrardı.

          Yasaların güvencesi altında olduğunu sanan halk, günün birinde kötü bir olayla karşılaşınca kapana kısılan fare gibi çaresiz kalırken o, her zaman yasa boşluklarından yararlandırılır, yavuz hırsız gibi temize çıkarılırdı.

          Varyemezoğlu tepmez, delinmez varsıldı. Neredeyse kapısında bir domuzu eksikti. Müslümanlık yapmasa, sofuluk, softalık taslamasa, hele konu komşudan çekinmese hiç durmaz, domuzu da getirir, kapısına bağlardı.

          Yıllarca mal, mülk biriktirmişti. Şöyle bir insan gibi yememiş, giymemiş, gezip eğlenmemişti. Köyden kente gitmemiş birkaç kilometrelik çevre dışında bir yeri bilmezdi. Sinema nedir görmemişti. Tiyatroyu, sazı, barı hep kötüye yorardı.

          Yaşı elliye dayanmıştı. Yüreğinin derinliklerinde çöreklenen ve giderek artan ince bir sızı gün yüzüne çıkmaya başlamıştı.

          Önce bir karılıydı. Arkadan ikincisi geldi. Daha sonra üçüncüsünü aldı. Hepsi de imam nikâhlıydı. Yine de meyvesiz ağaç gibiydi. Üç kadının üçünden de çocuksuzdu. Öyleyse bun-ca çaba niyeydi? Yarın Azrail kapıya dayanınca geride kalan emekler kimlere bırakılacaktı? Son zamanlarda alay edenler de giderek çoğalıyordu.

          “Varyemezoğlu aferin sana! Hıh demiş babanın burnundan düşmüşsün. O da senin gibiydi, sineğin yağını hesaplardı. Çalışır, çalıştırır da insan gibi yaşamasını bilmezdi. “Kefe-nin cebi mi var?” diyenleri yanıtsız bırakır, görmezden, duymazdan gelirdi. Sonunda o da cartayı çekti tahtalı köyün toprağını boyladı. Hiç değilse onun bir oğlu, yani bir dayanağı vardı. Altını, gümüşü senin için saklardı. Ya sen öyle misin?... Oğul vermez arıya benzersin. Geride bir döl bile bırakmadın. Yarın sen de baban gibi dört kollu tahtaya bindiğin zaman arkandan ağlayanın bile bulunmayacak. Her şeyin döküm, saçım ellere kalacak. Nesli tüken-miş bir bitki, bir hayvan gibi yok olup gideceksin.”

          Varyemezoğlu üzerine gelindikçe çıldıracak gibi oluyordu. Çaresizdi. Elinden bir şey gelmiyordu. Ancak hacılara, hocalara, ocaklara, yatırlara gitmesini biliyordu. Oralarda okun-muş, üflenmiş, dualı sular içirilmiş, muskalar yazdırılmış, kor söndürülmüş, tuz çatlatmış, ağaçlara dilek çaputları bağlanmış, delikli kayalardan geçilmişti. Yine de hiçbirisinden en ufak bir yarar görmemiş, çocuğu olmamıştı.

          Neden sonra yanmakta olan yüreğine serin bir su serpilmişti. İçinde ufak da olsa bir umut ışığı belirmişti.

          Orada, köyün dışında Kapıkaya ini denilen yerde yaşayan, Dağ Tarzanı adı verilen bir büyücü vardı. Bir gece Varyemezoğlu evinde dalgın, düşünceli uyumaya çalışırken Büyücü Tarzan’ın sesi ile irkildi. Ses kuyudan gelir gibi çok derindendi.

          “Ey Varyemezoğlu!... Çocuğum olmadı diye üzülme. Elbette herkes gibi senin de bir çocuğun olacak. Ama çareyi hep yanlış yerde aradın. “Büyücünün biri” dedin, bana inan-madın. Beni küçümsedin. Kapımı çalmadın, evime gelmedin. Şimdi seni uyarıyorum. Bir gece kimseye görünmeden küçük karını al, bana getir. Ona dağ meyvelerinden elde ettiğim bir karışımı içireceğim.

          Bekleyeceksin. Günü gelince aslan gibi bir oğlan babası olacaksın.”

          Varyemezoğlu sevinçle gözlerini açtı. Acaba duydukları doğru mu, yoksa rüya mıydı? Bu çağrıya uysa mı yoksa boş mu verseydi?

Günlerce döktü, düşündü. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Ne de olsa o, önemli bir umut ışığıydı. Onu söndürmek doğru değildi. Denemeli, görmeliydi.

          İyi de, bu teklife karısı ne diyecekti?

          Ne diyebilirdi ki?... Bu; gelmiş, dala konmuş bir kuştu, kaçırılamazdı. Bu fırsat iyi değerlendirmeliydi.

          Sonunda kararını verdi.

          Kapıkaya inine gidecekti.

          Zaten o gün geceleme sırası küçük karısındaydı. Önce onunla bir güzel konuşmalıydı.

          Güneş inmiş, hava kararmıştı. Eve gelir gelmez havayı yumuşatmalıydı. Olmayanı varmış gibi göstermeliydi.

          Küçük karısının odasına girer girmez ona yumuşak bir sesle, neşeyle bağırdı.

          “Hatun, burnuma güzel kokular geliyor. Ne pişirdin gene ?”

          Karısı bulgur pilavı yapmıştı.

          “Söylemeyeceğim. Tahmin et, kendin bil,” karşılığını verdi.

          “İmambayıldı.”

          “Ona et gerek. Bugüne değin bu eve et girdi mi?”

          “Öyleyse ballı baklava yaptın.”

          “Hayır. Bilemedin.”

          “Kadınbudu köfte, içli köfte.”

          “Sen öteki karılarınla yediklerini sayıyor, benimle alay ediyorsun, öyle mi? Pilav yaptım. Bulgur pilavı. Anladın mı? Keşke yanına bir de kuru soğan, ayran veya erik hoşafı koyabilseydim.”       

          Orta yere kirli bir örtü serdi. Üzerine pilav tenceresini koydu. Ayrı bir tabakları bile yoktu. Tahta kaşıklarla varıp gelmeye başladılar. İkisi de tencereden yerken çok dikkatli davranıyordu.  

          Kendi aralarında bildikleri bir şey olmalıydı. Pilavı kasıtlı olarak kimse deviremezdi. Deviren cezalandırılırdı. Bu yüzden kadın böyle cezaya canım kurban diyerek ve de bilerek sık sık pilav devirirdi. Bugün de öyle yaptı:

          “Atın ölümü arpadan olsun. Pilav devirmenin cezasına her zaman razıyım,” dedi.

          Varyemezoğlu kahkahayla güldü:

          “Bu gece sana değişik bir ceza vereceğim. Seni Kapıkaya inine, Büyücü Tarzan’a götüreceğim. Anladın mı?”

          Kadın şaşırmıştı.

Sordu:

          “O da nereden çıktı?”

          “Çıktı işte. Bir tek umudumuz kaldı. O da orada. Geçen gece hayal miydi, gerçek miydi bilmiyorum, düş gibi bir şey gördüm. Büyücü Tarzan’ın sesini duydum. O çocuğumuzun olacağını söylüyordu. Kendisini ziyaret etmemizi istedi.”

          “Hemen mi?”

          “Evet hemen.”

          “Bu gece olmaz. Sabah ola hayır ola. Bekleyelim. Gündüz gözü ile yarın gidelim.”

          “Hayır, hayır. Geceleyin gitmemiz gerekmiş. Hem de kimseye görünmeden. Çocuğu-muzun olması için sana dağ meyvelerinden yaptığı bir şurubu içirecekmiş. Haydi kalk. Hazır-lan. Çabuk ol. Bekleyecek vaktimiz yok, bu fırsatı kaçırmayalım.”

          Kadın birden sesini kesti. Neredeyse sevindirik olmuştu. İvedi ivedi iç ve dış giysilerini değiştirdi.

          Karanlık iyice bastırınca karı-koca el ele tutuştular, Kapıkaya ininin yolunu tuttular. Nereye bastıklarını bilmiyorlardı. İnin ağzına vardıklarında kan, ter içinde kalmışlardı.

          İçerisi özsüz bir mum ışığı ile aydınlanıyordu. Büyücü Tarzan dışarıdan gelen ayak seslerini işitince inin ağzına çıktı:

          “Hayrola Varyemezoğlu.”

          “Hayırdır be... Bir düş gördüm de... Size gelmem buyuruluyordu da...”

          “Hoş geldin. Biraz geç kaldın ama... Neyse...

          Şimdi sen evine dön. Yarın tanyeri ağarmadan, kimseye görünmeden buraya karını almak için gel.”

          Varyemezoğlu şaşırmıştı. İşin buraya varacağını hiç düşünmemişti. Umutsuzca, şaşkın-ca konuştu:

          “O şurubu şimdi içirseniz.”

          “Olur mu? Boyacı küpü değil ki bu hemen batır çıkar. Dediğimi yap. Evine git. Yarın gün ağarmadan gel.”

          Varyemezoğlu’nun başı dönmüş, midesi bulanmıştı. Ne var ki, Büyücü Tarzan’ın ocağı-na düşmüştü. Çaresizdi. Yıllardan sonra belirmiş bir umudu bir çırpıda yok edemezdi. Karısı-nı oraya bıraktı. Kurbanlık koç gibi boynunu büktü. Sessizce geriye döndü.

          O gidince Büyücü Tarzan kadının elinden tuttu, onu içeriye çekti. Yer gösterdi:

          “Şöyle otur,” dedi.

          İçerisi karmakarışıktı. Genzine keskin bir rutubet kokusu geliyordu. Kıyı, köşe çanak, çömlek gibi çok değişik eşyalarla doluydu. Bir büyücünün evi olduğu hemen ilk bakışta belli oluyordu.

          Büyücü Tarzan küçük, siyah bir fıçıdan bir tahta çanağa kirli bir şarabı, bulanık bir sirkeyi, bir pekmezi andıran bir sıvı doldurdu, genç ve güzel konuğa uzattı.

          “Bir solukta iç bitir,” dedi.

          Kadın çanağı birden başına dikti.

          “Şimdi gözlerine bir yarasa bağı yapacağım. Hiçbir şey görmeyecek, hiçbir şey duymayacaksın. Sadece uyuyacaksın.”

          Çok geçmemişti. Büyücü, mumu söndürdü. Kadın, derin bir uykuya dalmıştı. Her şeyden habersizdi. Sadece içini gıdıklayan bir şeyler oluyordu...

*

          Genç kadın gözlerini açtığında tanyerinin ağarmış olduğunu gördü. Baktı, Tarzan orada yanı başındaydı. Aynı örtünün altında uyuyordu. Hemen fırladı, inin dışına çıktı. Çalılar arasından kocasının çıtırtılarını duydu.

          Varyemezoğlu galiba geceyi orada geçirmişti. Koştu inin önünde duran karısı ile burun buruna geldi, ikisi de, soluk soluğaydı

          Varyemezoğlu, heyecanla sordu:

          “Akşamleyin ben ayrıldıktan sonra sana ne yaptı?”

          “Önce bir yere oturttu. Sırtım rutubetli kayaya dayalıydı. Bir tahta çanakla sirke gibi kokan, üzüm şırasını andıran bir içecek verdi. Gözlerime yarasa bağı yaptı. Kendimden geçmiştim. Sonrasını hatırlamıyorum. Az önce gözlerimi açtığımda şafağın söküyor olduğunu gördüm.”

          Karı, koca kimseye görünmeden sine sine evlerine döndüler.

*

          Aradan haftalar, aylar geçmiş, Tarzan’ın büyüsü tutmuştu. Kadının karnı kabarmaya, yavaş yavaş büyümeye başladı.

          Varyemezoğlu baba olacaktı. Çok sevinçliydi. Onurlanıyor, köyde gururla dolaşıyordu. Fakat doğum yaklaştıkça yüreğinde kimseye söyleyemediği bir ateş vardı. O, bir kız babası olmak istemiyordu. Varyemezoğullarının ocağını ancak bir oğlan tüttürebilir, kazanılmış varlığa oğlan sahip çıkabilirdi.  Ne de olsa o, köklü bir aileden geliyordu. Soyunun geleceğe taşınması lâzımdı. Bunu bir kız çocuğu yapamaz, başaramazdı.

          Ya Tanrı korusun kızı olursa!... O zaman izleyeceği yolu biliyordu. O da; dördüncü karıyı almaktı. Yalnız sevindiği bir taraf vardı. Artık bundan sonra ona kimse “kısırsın; özür sende,” diyemeyecekti. Bir kız çocuğunun bile dünyaya gelmiş olması onun hafiflemesine, kuş gibi uçmasına yol açacaktı.

          Önceleri “bir çocuğum olsun, başka bir şey istemem,” diyen Varyemezoğlu şimdi de mutlaka bir oğlan babası olmayı umuyordu.

          Gündüzünde, gecesinde hep oğlanı düşlüyordu.

          Bir gece yatağına uzanmıştı. Yine yarı uyur, yarı uyanıktı. Bacadan bir takım seslerin geldiğini işitti. Konuşan yabancı biri değildi. Yine Büyücü Tarzan’dı:

          “Ey Varyemezoğlu!... Bir oğlan babası olmak istediğini çok iyi biliyorum. Bu dileğini herkese duyurmalısın. Cami önünde herkesin yanında söz vermelisin.

          “Eğer bir oğlum olursa, onu eşeğe bindirip minarenin son şerefesine dek çıkaracağım,” demelisin.”

          Varyemezoğlu birden yatağından fırladı. İvedi ivedi avluya çıktı, binanın arkasına dolandı, Büyücü Tarzan’ı aradı.

          Gece karanlıktı. Görünürlerde kimse yoktu. Bir hayal içinde olduğunu sandı, yatağına döndü. Gözlerini bir türlü uyku tutmuyordu. Düşünüyor, düşünüyordu...

          Cami önüne gitmek, “bir oğlum olursa onu eşeğe bindirip minarenin son şerefesine çıkaracağım,” demek çok kolaydı. Önemli olan eylemdi, sözünü tutmaktı. İyi de niçin böyle bir dilekte bulunması isteniyordu? Bile bile nasıl yalan söyleyebilirdi? Sonra buna kim inanırdı?...

          Rahatı iyiden iyiye kaçmıştı. Olup edemedi. Aysız bir gece, el, ayak çekilince yine Büyücü Tarzan’a gitti:

          “Oğlan babası olmak istediğim doğrudur. Bunu cami önünde herkese duyurabilirim. Ancak, çocuğu bir eşeğe bindirerek minarenin son şerefesine çıkaracağımı asla söyleyemem. Diyelim ki söyledim. Eşek minareye çıkar mı? Ben bir yalancı durumuna düşmez miyim?”

          Büyücü Tarzan çok iyi görünüyordu. İçeriden bir tas su getirdi:

          “İşte bak,” dedi. “Bir çıkar yol görünüyor mu? Eğer mutlaka bir oğlan babası olmak istiyorsan onu bir eşeğe bindireceğini, minareye çıkaracağını herkese duyurmak zorundasın. Biliyorsun; çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz.”

          Varyemezoğlu boynunu büktü, köye döndü.

          Ertesi gün öğleye doğru camiye gitti. Namaz çıkışında biriken halka şöyle bağırdı:

          “Ey ahali!... Cümle alem bilsin ki, eğer bir oğlum olursa, onu eşeğe bindirip şu gördü-ğünüz minarenin son şerefesine dek çıkaracağım.”

          Bu sözleri duyan herkes kahkahayla güldü. Varyemezoğlu’nu kimse ciddiye almamıştı. Ancak:

          “Keçileri kaçırmış. Bu nasıl olur? Saçmalıyor,” diyenler oldu.

*

          Aradan dokuz aydan fazla bir zaman geçmişti. Beklenen gün gelmişti. Varyemezoğlu’ nun gerçekten nur topu gibi bir oğlu olmuştu.

          İleri, geri konuşmalar yeniden başladı. Elin ağzı torba değildi ki...

          “Varyemezoğlu!... Verdiğin sözü yerine getir. Hani oğlunu eşeğe bindirip minarenin son şerefesine dek çıkaracaktın!...”

          “Hah hah haa!...”

          “Çocuk da Tarzan’a benziyormuş...”

          “Hih hih hii!...”

          Varyemezoğlu bu kez de yeni bir çözümsüzlüğün içine düşmüştü. Zor durumdaydı. El içine çıkamıyor, düşünüyor, herkesten köşe bucak kaçıyordu.

          Bu böyle gidemezdi. Umut yine Büyücü Tarzan’daydı.

          “Dile düştüm. Beni rezil ettin. Çocuğu eşeğe bindirerek minareye nasıl çıkaracağım?” diye sordu.

          Büyücü çok rahattı. Aldırış etmez bir davranış içindeydi. Şöyle söyledi:

          “Bak Varyemezoğlu. Adınızda bile meymenet yok. Baban yıllarca çalıştı, mal, mülk edindi. Yemedi, yedirmedi. Ne kendi güldü, ne halkı güldürdü. Giymedi, giydirmedi. İnsan gibi yaşamadı, yaşatmadı. Sen de öylesin. Yok, yoksul gibisin. Dilenciyi andırıyorsun. Yıllarca çalıştın, çabaladın. Kazanmasını bildin, ama harcamasını bir türlü öğrenemedin, beceremedin. Eşeği uzaklarda arama.

          Çocuğu omzuna bindir onu minareye kendin çıkar. Çünkü senden daha iyi bir eşek bulunmaz,” dedi.

 

«

 

17 NİSAN GÜNEŞİ

17 NİSAN GÜNEŞİ

 

Mevlüt KAPLAN

 

Ufuklar aydınlığa durdu,

Gün 17 Nisan’la ağardı

Kuşlar kanat çırptı özgürlüğe

Mavi sevinç delisi gökyüzü

Renkli açtı yaban gülleri.

 

Issız köyleri muştular sardı

Başı döndü yücelen dağların

Su yürüdü dal uçlarına

Horona kalktı çorak ovalar

Çağlaya oturdu tomurcuklar.

 

Yıldızlar indi gemsiz gecelere

Issız tepelerde çoban ateşleri parlardı.

Şarkılar yankılandı kervansız geçitlerde

Zifiri karanlığa gür demetli ışıklar vurdu

Kimsesizlerin kimi oldu Yüceller, Tonguçlar.

 

Çağdaşlığa uyandı gecikmiş evren,

Ölü toprağı damlar birden kımıldadı

Ayçiçeği kesildi dünyamız

Huzme ışığa dönüştü zaman.

Gökkuşağı giyindi köyler.

 

İmece şenliği cümle gülücükler.

Kör bakışlarda parladı umut ışıkları

Kardelen çiçekleri derinden sürdü

Kimseler görmedi böylesini

Uzadı karanlığı deldi aydınlıklar.

ÇOCUKLUĞUM

 

ÇOCUKLUĞUM

 

Mevlüt KAPLAN

 

Bakar bakar imrenirim çocuklara,

Eğer bıraksalardı beni bana,

Çıkardım sokaklara dalardım oyuna,

Çocuk kalır çocuk yaşardım.

 

Büyüyünce insan,

Sökmüyor şafak,

Atmıyor tan.

 

Varsın değnekten olsaydı atım,

Çamurdan oyuncaklarım,

İstemezdim daha iyisini,

Düş kurar gerçeği yaşardım,

Ne kin bilir ne kan güderdim.

 

Büyüyünce insan

Bitmiyor gece

Atmıyor tan.

GELİN CANLAR

GELİN CANLAR

Mevlüt KAPLAN

 

Dur diyelim yaptım oldulara

Ne Feto, ne Çeto

Övüncümüz onayımız olsun

Geri dursun çuval çuvaldız

Bağımsızlığımız baştacımız olsun

Kapatalım el kapılarını

Sona ersin el etek öpmemiz

 

Kendi ışığımızla yetinelim

Utansın ayın loşluğu

Güneşin aydınlığı

 

Dilimiz türkülerimizle çoğalsın

Marşlarımız utkularla yücelsin

Birlikte geçelim aşılmayan dorukları

Aydınlık ufuklarda buluşalım

 

Taş kessin öfkesinden düden çukurları

Emperyalist anaforlar

Gelin şimdi birleşelim

Bir Sisipos, bir Promete olalım(*)

Bir bakışta boğalım karanlığı

Gelin Mustafa Kemal olalım.



(*) Sisipos; suyu, Promete; ateşi, Tanrılardan gizlice alan, halka götüren mitoloji kahramanı.

NİÇİN BU AYRIM?

NİÇİN BU AYRIM?

 

Mevlüt KAPLAN

 

Türbanlı hanım,

Fanatik kadın,

Benim bacım,

Senin karın.

 

Şortlu hanım,

Laik kadın,

Benim karım,

Senin bacın.

 

öğretmen amca

öğretmen amca

 

mevlüt kaplan

 

öğretmen amca

ne güzel okulun var

duvarları süt beyaz

kiremitleri kan kırmızı

ne olur öğretmen amca

geleyim oraya

beni de al sıraya

 

abim söyledi dün akşam

kütüğe koymuşsun ismini

sökecekmiş ak üstünden karayı

öğrenecekmiş herbir şeyi,

 

ninem dedi ki bana

git okula söyle öğretmene

sen de oku, sen de yaz

amir ol memur ol

olanların neyi farklı

 

belli mi olur öğretmen amca

okusam biraz

ben de olurum vali kaymakam

belki daha büyük bir adam

        

olanların ayrı mı allahı

yoksa daha mı çok aklı

ne olur öğretmen amca

okuluna beni de yaz

 

EĞİTİM ÇIKMAZI

EĞİTİM ÇIKMAZI

 

Mevlüt KAPLAN

 

 

“Büyük ülkümüz en uygar ve en zengin bir ulus

olarak varlığımızı yükseltmektir.

Bu yalnız eğitim kurumlarında değil,

düşüncelerinde de temelli bir devrim yapmış olan

büyük Türk Ulusu’nun güçlü  ülküsüdür.

Bu ülküyü en kısa süre içinde

gerçekleştirmek için düşünce ve davranışı

birlikte yürütmek zorundayız.”

 

                                                               ATATÜRK

 

 

 

            Günümüz hükümetlerinin uyguladığı eğitim ve kültür politikası çağdaş ve üretime yönelik olmaktan çok uzak.

            Atatürk’e, Atatürk devrim ve ilkelerine karşı derinden derine bir yıkım var. Laik devrim ilkelerinden Müslümanlık adına ödün üstüne ödün veriliyor. Din işleri ile devlet işleri ayrılması gerekirken birbirlerine kenetlenmiş durumdadır. Devletin lâikliğine, demokratikliğine gölge düşmüştür. Türk halkının inanç ve ibadet özürlüğü sömürü aracı olarak kullanılma noktasına getirilmiştir.

            Eğitim, öğretim çarpıtılmıştır. Laikliği, demokratik çağdaşlığı savunan öğretmenler hallaç pamuğu gibi oradan oraya atılmıştır. Okul yöneticilerinin atanmalarında tutucu, teokratik devletçilik anlayışı öngörülmektedir.

            Kılık, kıyafet yasası çiğnenmekte, bizi birbirimize bağlayan Anadolu uygarlık geleneği Türklük ve Atatürk sevgisi, saygısı bilinçli olarak yozlaştırılarak yok edilmektedir.

            Dünyanın hiçbir ülkesinde gerici eğitime gereksinim duyulmadığı halde Türkiye’mizde her il, ilçe ve kasabada İmam Hatip Okulu, her mahallede Kur’an Kursu açılmaktadır. Bugün bir milyona ya kın çocuğumuz dört bini aşkın yerde açılan resmî Kur’an Kursu’na devam etmektedir. Bir o kadarı da kaçak olarak açılmış olan kurslara katılmaktadır. Bu kurs ve okulların açılış kurdelelerini, Arap kafalı yöneticiler kesmektedir. Gerici, tüketici eğitimin gerisinde tarikatçılarla işbirlikçi yöneticiler iç içe çalışıyor.

            Bugün bize, diğer ülkelerde olduğu gibi İmam Hatipli değil, çağın teknolojik gelişmesine koşut olarak yetenekli, el becerisi güçlü bilimsel ve teknik okul çıkışlılara ağırlık verilmesi gerekmektedir.

            Devlet dairelerinde açık olan memur ve amir alımları için açılan kurs ve sınavlarda bugün insanlarımızın önce dinî bilgi ve inanışları yoklanmakta, namaz kılanlara, oruç tutanlara öncelik tanınmaktadır. Telefonlarda, resmî toplantılarda “günaydın” sözcüğünün yerini “selâmünaleyküm” almıştır.

            Öğretmenlerin rotasyon adı ile bir bölgeden diğer bölgelere atanmaları adaletli bir uygulama olmayıp bal gibi apaçık politik bir kamuflâjdır. İlerici görüşü benimseyen öğretmenlerimizin sürülmeleri ve kıyımları için uygulanan rotasyon, meslekten uzaklaştırmalar, değişik sindirme ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktadır. Adalet önün de hakkını arayanlar suçlanmakta, yargı yolu ile hakkını geri alanlara kinle, nefretle bakılmaktadır. Bile bile yasalar ve Anayasa suçu işlenerek Türkiye bir ilkel toplum, yerine konulmaktadır.

            Anayasa’da ve eğitimle ilgili yasalarımızda İlköğretimin zorunlu ve parasız olduğu yazılıdır. Böyle olmasına karşın hükümetin ve Milli Eğitim Bakanlığının uygulamaları paraya yöneliktir. Çığ gibi çoğalan kurslar, özel dershaneler, özel okullar, eğitim öğretim araçları, paralı eğitime birer örnektir.

            Hükümetler işine geldiği şekilde uygulama yapmaktadır. Zorunlu olduğu için okula gelmemekte direnen öğrencilerin velilerine ceza uygularken, önce 7 ile 14 şimdi 5 yaşından lise çağına dek milyonları bulan çocuğun okulsuzluk, öğretmensizlik nedeni ile eğitim ve öğrenimden yoksun kalmasına göz yumulmaktadır. Görevi olduğu halde okul yaptırmadığı, öğretmen göndermediği için hükümet suçlu olmuyor, ama öğrenci okula gitmediği için suçlu sayılıyor, anaya, babaya ceza veriliyor.  Buna çifte standart denmez de ne denir? Hem de yasaya karşı gelinerek. 222 sayılı yasaya göre devlet bütçesinin %3’ü, Özel İdare bütçelerinin %10’u, Belediye bütçelerinin %5’i, Köy bütçelerinin %10’u okul giderleri için ayrılmıştır. Yasa hükümleri uygulanmış olsa, zenginin vergi olarak vermesi gereken parayı okul yapımı için kullanmasına gerek kalmaz. Zenginin adını vererek okul yapması yerine vergi vermesi okulu devletin yapması daha doğru olmaz mı?

            Bugün ülkemiz öğretmenlerinin fikir özgürlükleri kısıtlı hale getirilerek, maaşları güdükleştirilerek işkenceye itildiklerini görüyoruz. Dünyada öğretmenlerine en az maaşı veren sondan üçüncü ülke biziz. Bu nedenle öğretmenlik mesleği saygınlığını yitirmiştir. Öğretmen okulları ilkten, yükseğe dek kapatılmıştır. Meslek içi seminerler yozlaştırılmıştır. Yetenekli öğretmenlerin resmî okullardan hızla uzaklaştıklarını, paralı özel okullara kaydıklarını görüyoruz. Öğretmenlerin çoğu geçim sıkıntısı nedeni ile mesleğinden ayrılırken, öğretmen açığı inanılmaz boyutlara ulaşırken 500 bine yakın Eğitim Fakültesini bitirmiş, öğretmen sıraya girmiş, atanmayı bekliyor. Eğitimin, öğretimin kalitesi düşmüştür. Böyle olduğu halde hiçbir sorumlu bunu sorun olarak görmüyor.

            Öğretmen olmayanlar öğretmenliğe atanıyor.  Köy ve kent okullarında yapılan eğitim, öğretim uygulamaları birbirlerinden farklıdır. Programlar, dersler, ders kitapları, haftalık ders sayı ve saatleri köyde başka, şehirde başkadır. Öyle olduğu halde Devlet Parasız Yatılı sınavlarında şehir çocuğu ile köy çocuğu eşitmiş gibi aynı açıdan değerlendirilmekte, sınavlara sokulmaktadır. Bu yüzden köy çocuklarının sınavda başarılı olmaları hayalde kalıyor. Kızların okuması ise daha çok engellenmiş oluyor.

            Ulusal eğitimde kitaplar da sorunlu olmuştur. Türk Dil Kurumu’nun kapatılmasından sonra dil bakımından kitaplara da ambargo konmuştur. Arapça’ya, Farsça’ya dil bakımından ağırlık veren dergiler, kitaplar, “Anayasaya dili” olarak nitelendirilerek uygun bulunduğu halde, Öztürkçe yazılan kitaplar ise “Anayasa dili dışı dil kullanılmış” denilerek yasak kapsamına alınmaktadır.

            Devlet 1950’den bu yana her zaman özel sektöre yenik düşmüştür. Ne hikmetse İl ve İlçe Ulusal Eğitim Müdürleri, okul müdürleri AKP yönetimine dek hep özel sektörün kitaplarını seçmiş, bakanlığın yazdırdığı kitapların çürümesine, hurda kâğıt olmasına yol açmıştır. Devletin elinde kalmış olan devlet kitapları kamyonlarla hurda kâğıt fiyatına SEKA’ya verilmek zorunda bırakılmıştır. Özel sektörün hazırladığı kitaplar ki (belli bir görüşün temsilcilerinin yazdırdığı) her yerde seçilmiş olması da rüşvet gücüne bağlanmıştır. Şimdi ise AKP hükümetinin istediği doğrultuda yayınlanan ders kitaplarından bazıları başbakanın anne-babalara yazdığı bir mektupla ders yılı başında zorunlu bir dayatma olarak öğrencilere verilmektedir.

            Ulusal eğitimin mutlaka lâyık hale getirilmesi gerekir. Bu çağda Türk eğitimi kırk yamalı bohça olmaktan çıkarılmalı olumsuz uygulamalara son verilmeli, laik, demokratik, bilimsel eğitim yapılmalıdır.                

EĞİTİMDE YOLUMUZ NEREYE?

EĞİTİMDE YOLUMUZ NEREYE?

 

Mevlüt KAPLAN

 

“Yaparak öğrenmeye dayanan ve

yaygın bir eğitim için, yurdun önemli

merkezlerinde yeni kitaplıklar, çeşitli

hayvan ve bitkileri içine alan bahçeler,

konservatuarlar, işyerleri, müzeler,

galeriler,  sergi salonları kurmak gereklidir.”

 

                                                      ATATÜRK

 

 

 

            Zaman olur ki eğitim üstüne bol bol nutuklar atarız. Caf caflı sözlerle öğretmenleri göklere çıkarırız. Oysa bunlar modası geçmiş, ortaçağ aldatmacalarıdır.

            Eyleme dönüşmeyen ilkesizliklere aydın eğitimcilerin artık karnı tok. Lafla peynir gemisi yürümüyor.

            Bir taraftan herşey özelleştirilerek elde edilen para çarçur edilirken, öbür yandan tonlarca açılan yara kapanmak bilmiyor.

            Çelişkiler, kamburlar birbirinin üstüne binmiş durumda.

            Günümüz Türkiye’sinin eğitimi çıkmazdadır. Sağduyu sahibi herkes bunu söylüyor, vurguluyor. Ben ise yazıyor, bar bar bağırıyorum. Okullar perişan. Öğretmenlerin yaşamı tam bir dram. Fikirsel, ekonomiksel, örgütsel yönden özgürlüğü kısıtlıdır. Atamalar;  politik ve yanlı. Baskılar son kertede. Adalet yollarda yürüyüşlerle aranıyor.

            Okul yapımları birkaç zenginin, üç beş hayırseverin insafına bırakılmıştır. Bugüne değin hizmetinden dolayı, devlete, millete dua eden halkımız, bundan sonra varsıllara dua eder duruma düşürülmüştür. Ne üzücü değil mi?...

            Öğretmen kendi öğrencilerine okutacağı kitabı seçme hakkından bile yoksun. Kitaplar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın tekelinde ahbap-çavuş ilişkileri içerisinde seçilip kotarılmaktadır. Hükümet, Milli Eğitim Bakanlığı böylece devlet eliyle “parasız kitap” diyerek kendi politik çıkarı için propaganda yapıyor. Karabilirsizlik savaşında çağ dışı ve yanlı bilgiler içeren yozlaştırılmış bir dil ile yazılmış kitaplar kullandırıyor.

            Eğitimde fırsat eşitliği, parasız eğitim, eğitimde öğretim birliği görmezden geliniyor.

            M.E.B. müsteşarı ve yetkili politikacılar açıktan açığa öğretmenlerin büyük çoğunluğunun yeterli bilgiye sahip olmadıklarını söyleyerek bindikleri dalı kesiyorlar. Öğretmen okullarını, Köy Enstitüleri açmak varken Anadolu Öğretmen Liseleri’ni bile acımadan kapatıyorlar.

            Biz ise bir eğitimci, bir yurtsever aydın yazar olarak başkentten gelen ses budur, diye susalım mı?... Kulağımızın üzerine mi yatalım?...

            80’li yıllarda eski Cumhurbaşkanlarımızdan biri İstanbul’da Pertev Niyal Lisesi’ni ziyareti sırasında, suların akmadığını, ışıkların yanmadığını, kapı ve pencerelerin harap olduğunu, tuvaletlerin pislik içinde bulunduğunu, her sırada üç öğrencinin oturduğunu görerek “modern hapishaneler buradan kat kat iyidir,” dememiş miydi?

            Bugün Anadolu halkının durumuna bakarak eğitimde bir suçlu aranmaya kalkacak olursak bunu asla öğretmene ya da halka yükletemeyiz.

HALKEVLERİ

HALKEVLERİ

 

Mevlüt KAPLAN

 

“Geleceğin savaşı

beyin savaşı olacaktır.

Bu savaşın utkusu da

eğitim yoluyla kazanılacaktır.”

 

                                                             ATATÜRK

 

 

 

            Eğitim, bilim ve kültürle ulusun yaşam düzeyini yükseltmek, devrimleri en uç köylere değin yaymak Mustafa Kemal’in başlıca hedefiydi.

            Halkevleri, Eğitmen uygulamasından, Köy Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri gerçeğine, teknik öğretimden köyün canlandırılmasına uzanan tüm çalışmalar aynı bütünün parçalarıydı.

            Halkevleri; sosyal, kültürel etkinlikler içinde konferanslar, temsiller, gece dersleri, okuma, yazma kursları aracılığı ile ülkeyi bayındırlaştırmayı ulusu uygarlaştırmayı amaçlanıyordu.

            Bu yüzden bir avuç aydının çabaları sonucu 19 Şubat 1932 günü on dört kentte Halkevi açılmıştı. Daha birinci yılda bu sayı 55'e, 1935'de 478'e yükselmişti. Öte yandan bu etkinliklere koşut olarak köylerde 4500 Halkodası arı kovanı gibi işlemeye koyulmuştu.

            Halkevlerinde; Dil, Tarih ve Edebiyat, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor, Toplumsal Yardım, Halk Dershaneleri ve Kursları, Kitaplıklar, Müze, Sergi, Yayın ve Köycülük kolları bulunuyordu.

            Köylere kasabalara geziler düzenleniyor, spor yarışmaları yapılıyordu. Elde edilen gelirlerden de yoksullar,  hastalar yararlandırılıyordu.

            “Kırsal kesim, halk, köylü,” gibi deyimler ve sözlükler alabildiğine yaygınlaştı. Aydınların dikkati çekildi, yönü köye çevrildi.

            Halkevleri de tıpkı Eğitmen Kursları, Köy Enstitüleri gibi halkın kalkındırılmasına yönelikti, devrimci kuruluşlardı.

            İsmet İnönü'nün deyişi ile “Halkevleri; siyasi kuruluş değil,  sosyal,  kültürel kurumlardı.”

            Oralarda görev alan, etkin olan kimselerin büyük bir bölümü öğretmendi. Her yörenin, töresel, bilimsel birçok değerini o kuruluşlarda çalışan ozanlar, yazarlar inceleme ve araştırmaları ile gün ışığına çıkardılar.

            Öğretmenler o dönemde büyük ölçüde Atatürk' ün güvenini kazanmış insanlardan oluşuyordu.

            Nafi Atuf Kansu, Ferit Celal Güven, Reşit Galip gibi adları devrimin büyük ülkücüleri olarak saymak yerinde olur.

            1932'de Halkevleri'ni öven 1950'lerde bencilliği, siyasi çıkarı uğruna övdüğü bu kurumları, 18 yıl sonra yerden yere vurmaktan çekinmeyen cumhurbaşkanımız da oldu.

            3 Mart 1968 günlü Cumhuriyet Gazetesi'nde Şevket Süreyya Aydemir Celal Bayar’ın o iki konuşmasını bir kez daha gözler önüne serdi.

            “Ulusumuzun yükselmesi yolunda her gereksinimi karşılayan, sezen Büyük Gazi toplumsal yaşamımızda çok derin bir boşluğu ve çok güçlü ve yerinde bir gereksinimi görmüş ve bu boşluğu dolduracak ve bu gereksinimi yanıtlayacak kurum ve kuruluşun temellerini atmak onurunu da kazandırmıştır.”

            Demokrat Parti'nin önde geleni olarak bilinen ve sonradan cumhurbaşkanımız olan bu hırslı, çıkarcı devlet yönetimiz daha sonra, yukarıdaki söylediklerini bilmezden gelerek Halkevleri'nin temeline dinamit koyarcasına şu sözleri söylemekten çekinmemiştir.

            “Halkevleri, halk odaları kurmak, gençlik örgütlerini ele almak, faşist düşüncelerin eseridir. Bunlar toplumsal bünyemiz içinde tamamıyla abes, geri ve yabancı organ halindedirler.

            Halkevleri, içi boşaltılmış, tarihe karışmış, amaçsız birer varlık durumundaydılar. Bunlar partiler için birer utanç konusu oluyordu.”  

            Görüldüğü gibi Halkevleri'nin yok edilmesi aşamasında sergilenen bu oyunun Celal Bayar'la başlatılan provası Köy Enstitüleri'nin kapatılması ile son bulmuştur.

            Burada asıl gerçek olan amaç, uydurulan yalanlarla halkın uyandırılmasına engel koymaktı.

            Kısa sürede nedensiz, sudan gerekçelerle Halkevleri'nin dergilerine, yayınlarına ve tüm etkinliklerine el konuldu. Kuruması için dalı, kolu budanan bir ağaç durumuna sokuldu. Sonunda da kapılarına kilit vurularak viraneye çevrildi.

            Raflarda tozlanan kitaplar, toplandı, yağmalandı, kimi yerde yakıldı. Kitap okumak enikonu suç sayıldı. Kitapla silah eş değerde tutuldu. Okuyanlara, kitap yazanlara iyi gözle bakılmadı, dahası komünist damgası vuruldu.

            Halkevleri'nin kapanması ile öğretmenler, aydınlar, halktan, kitaptan koparılmış oldu. Kahvelere tıkılarak etliye, sütlüye karışmamaları vatan cephesinde(!) toplanmaları istendi. Zaten devrim düşmanlarının amacı Atatürkçü düşüncenin önünü kesmekti, başardılar(!...)

            Artık devlet erki 1950 sonrasında Demokrat Parti'nin elindeydi. İşbirlikçiler dirsek dayanışmasını çok sıkı tutuyorlardı. Kur'an Kursları, cami konuşmaları, İmam Hatip Okulları, dinsel toplantılar,  giderek çoğaldı.

            Çünkü gerici kurum ve kuruluşları destekleyenler, etkinlikleri sergileyenler devletin bakanları tarafından alkışlanıyor, korunuyorlardı. Öyle ki o zaman:

            “Sağcılar asla suç işlemez, devleti korur,” güçlendirmesinde bulunan başka bir cumhurbaşkanımız vardı.

            1960'ın 27 Mayıs'ında Akdevrim hiç yoktan bir umut ışığı olarak belirmişti. Ne var ki, subaşları tam kadrolarla tutulduğu için istenilen başarıya yine ulaşılamadı. Her ne değin demokrasiye, insan haklarına uygun, çağdaş Anayasa değişikliği yapıldıysa da “Türk halkına bol geldi,” denilerek lâiklik zedelendi, yolundan saptırılarak, 12 Eylül'le yeniden çıkmaza sokuldu. 1982 Anayasası ile silindi, yok edildi. Din Dersleri devlet eliyle zorunlu hale getirildi. Gericiliğe, tutuculuğa yeniden fırsat tanındı.

            En küçük köy birimlerinden Ankara'ya değin Halkevi coşkusu ve tutkusu yok edildi. Yardımlaşma (imece), paylaşmanın yerini, bencillik, nemelazımcılık aldı.

            Ulus ve ülke için çalışanlara “mukaddes enayi” gözü ile bakılır oldu.

            Köy Enstitüsü ülküsü de böyle silindi. Özveriler, atılımlar bıçakla kesilir gibi durduruldu.

            Valiler, kaymakamlar, muhtarlar, öğretmenler, eğitmenler çok inançlı halkevcilerdi. Onların öz verili çalışmalarını bugün ancak kitaplarda okuyabiliyoruz.

            Vali Kâzım Dirik, Lütfü Kırdar, Tevfik Gür, Haşim İşcan gibi niceleri unutulmazlığa erişen halk eğitimci kahramanlarımızdan bazılarıdır.

            Halkevleri unutulmaz kültür anıtlarıydı. Kuşkusuz Türk Ulusu onlarla tasada, kıvançta birliği, yakaladı,  yaşadı, bütünlüğü paylaştı. Kim bilir belki yine bir gün doğar yeniden yaşarız...

            Belkisi yok. Güzel günler göreceğiz.                                    

“ARKADAŞIM” HASAN ÂLİ YÜCEL

   “ARKADAŞIM” HASAN ÂLİ YÜCEL

     Mevlüt KAPLAN

        

 

         1940’da on yaşındaydım. Köyümüze, Reis bucağından eğitmen olarak gelen Ferhat Er benim de aralarında bulunduğum delik çarıklı, yırtık çoraplı, urbası yamalı 50 çocuğu muhtar odasının bitişiğinde bulunan ahırdan bozma bir dam altına toplamış, derse başlamıştı.

         Önce İstiklâl Marşı’nı, sonra Ziraat Marşı’nı (Köy Enstitüleri Marşı) öğretmişti.

 

                                                “Sürer eker biçeriz güvenip ötesine,

                                                Milletin her kazancı milletin kesesine,

                                                Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine,

                                                Toprakla savaş için ziraat cephesine,

 

                                                Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz

                                                Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz.”

                                                                          (Behçet Kemal ÇAĞLAR)

 

         Eğitmenimiz bir ay kadar sonra da 5’er kuruş karşılığında ALFABE kitabı dağıtmıştı.

         Okumayı, yazmayı on bir yaşımda çat pat sökmeye başlamıştım ki anamı kaybettim. Onun ölümü üzerine dünyam yıkılmış, yokluğun, perişanlığın ortasında kalakalmıştım.

         Babamsa feleğe karşı çok öfkeliydi, beş çocukla ne yapacağını şaşırmış, bunalıma girmişti. İçtiği sigaranın sayısını birden bire artırmıştı. Her gün altı kuruşa aldığı bir tabaka tütün yetmez olmuştu. ALFABE parası için beş kuruş istediğimde;

         “Beş kuruşum olsa yanına bir kuruş daha katar bir paket tütün alırım,” dediği günü hiç ama hiç unutmuyorum. Öyle çok üzülmüştüm ki anlatamam. Oysa yufka yürekliydi babam. Gönlümü almak için daha sonraki yıllarda eğitmenimizin getirdiği 1. YIL KİTABI’nın, 2. YIL KİTABI’nın ve 3. YIL KİTABI’nın parasını istetmeden hemen ödemişti.

         Hasan Ali Yücel adını ilk kez o yıl kitaplarından birinde okuduğum Atatürk şiiri ile tanımıştım.

 

                                                            “Türk’ü ölümden

                                                            O’dur kurtaran

                                                            O’dur yeniden

                                                            Türklüğü kuran

 

                                                            Bu memleketi

                                                            Cumhuriyeti

                                                            Atatürk etti

                                                            Bize armağan.”

                                                                       (Hasan Ali Yücel)

 

         Üç yılın sonunda eğitmenli okul sona ermişti.

         Dördüncü sınıfı beş kilometre ileride bulunan Reis bucağına gidip gelerek okumuştum.  Beşinci sınıfa gidememiştim, ilkokulu bitirme diplomam yoktu.

         Kitap okumayı çok seviyordum ama köyümüzde doğru dürüst ne okul vardı, ne kitap, ne öğretmen, ne de okuyan, yazan.

         1945’de Konya Ereğli İvriz Köy Enstitüsü’ne gittim. Okuyup-yazıyordum ama gerçek okumayı, yazmayı Köy Enstitüsü’nde öğrendim. Beni sınavla ortaokul birinci sınıfa aldılar.

         Gurbete ilk kez çıkıyordum. On dört yaşıma dek köyde kalmıştım.

         Çocukluk arkadaşlarımı, yakınlarımı, köyümüzün ormanlarını, ekilmiş tarlalarını, otlarını, kuş ve böceklerini çok özlemiştim.

         Her bir şey gözümün önüne geliyor, burnumda tütüyordu.

 

***

 

         Hasan Âli Yücel adını en çok Köy Enstitüsü’nde duydum, okudum. Birçok şiirin altında, kitapların üstünde ve dilimize çevrilen dünya klasiklerinin önsözünde onun adı yazılıydı.

         Enstitülerin bazılarında sanat, edebiyat dergileri yayımlanıyor, sınıf, okul, duvar gazeteleri çıkıyor, kitaba ve okumaya çok önem veriliyordu. Yapılar yokken kitaplıklar çadırlarda kuruluyordu. Şiir kitaplarını daha çok seviyor, kendime göre şiirler yazıyordum. Yaptığım karalamaları önce üst sınıf öğrenci ağabeylerden İbrahim MERCAN’a, İbrahim YILMAZ’a ve Mahmut MAKAL’a gösteriyordum. Hepsi de güzel yazdığımı, daha güzelini yazabileceğimi söylüyorlardı. Onların kıvandırıcı sözlerden kamçılanıyor, daha çok yazıyordum.

         Türkçe öğretmenim Sevim BAYKAL ile Ali İhsan BEYHAN da şiirlerimi yer yer beğeniyorlardı.

         Okulumuzun kitaplığına birçok il ve ilçe halkevlerinin yayımladığı dergiler geliyordu. Herbirini okuyor, kimilerine yayımlanması için Mahmut MAKAL ile aynı zarf içinde şiirler yolluyorduk.

         Bizim enstitüde de İvriz adlı aylık bir eğitim, edebiyat dergisi yayımlanmaya başlamıştı. Bu dergi ile daha çok edebiyat öğretmenimiz Ali İhsan BEYHAN ilgileniyordu.

         İvriz kısa sürede gelişmiş, güzelleşmişti. Bu kez kendi dergimiz olan İvriz’de yazmaya yöneldik.

         Ali İhsan BEYHAN ile Sevim BAYKAL bana çok yüz veriyorlardı. Her fırsatta çekinmeden yanlarına gidiyor, yazdığım her şiiri gösteriyordum. Beni ciddiye alıyor, “şurasını şöyle yaz, burasını böyle düzelt,” gibi önerilerde bulunuyorlardı.

         Nedense Ali İhsan BEYHAN’a daha çok inanıyordum. Sınıfta Türkçe metinleri iyi okuyor, iyi açıklıyordu. Hele dilbilgisi kurallarını güzel ve ayrıntılı biçimde yazı tahtasına şekiller çizerek göstermesine hayran oluyordum. Hasan Âli YÜCEL gibi o da bize “arkadaş,” diyordu. Isparta Gönen Köy Enstitüsü’nden gelmişti. Orada Fakir BAYKURT’un da öğretmeni olduğunu söylerdi.

 

***

 

         Cumartesi akşamları enstitüde eğlence toplantıları düzenleniyor, şarkılar, türküler söyleniyor, oyunlar oynanıyor, halaylar çekiliyor, şiirler okunuyordu.

         Gecelerden birinde ben de Babama Mektup adlı bir şiirimi okumuş, daha sonra da o şiir, İvriz dergiside yayımlanmıştı.

         Şiir şu dizelerle başlıyordu.

 

                                                “Özledim özledim köyüm Ökes’i

                                                Tas tas ayranını içesim geldi

                                                Hani nerede kaval sesi, çan sesi?

                                                Koyunu kuzudan seçesim geldi.”

                 

         Birkaç gün sonra enstitü müdürümüzün beni yönetim odasına çağırdığı haberini aldım. Karşısına dikildiğimde İvriz dergisini çekmecesinden çıkardı, aynı şiiri göstererek:

         “Koyunu kuzudan seçesim geldi” dizesi ile neyi anlatmak istediğimi sormuştu.

         Ben de:

         “Köyümüzde koyundan süt almak için kuzusunu sağım yapılıncaya dek uzak tutarlar. Bu davranış çocukluğumda çok ilgimi çekerdi, bu şiiri onun özlemini dile getirmek için yazdım,” demiştim.

         Müdürümüz verdiğim yanıtı beğenmemiş gibi davranmış, ya da bana öyle gelmişti.

         “Anlaşıldı, sınıfına gidebilirsin,” demişti.

         Aradan sekiz on gün geçmişti. Uygulamalı tarım dersi yapıyor, çukur kazıyor, akasya dikiyorduk. Arkadaşlarımdan önce çukuru kazmış, içine oturarak şiir yazmaya başlamıştım.

         Bir öğrencinin soluk soluğa yanıma geldiğini gördüm.      

         “Haydi çabuk ol. Yürü, koş, müdür seni çağırıyor,” diyerek ivecenleniyordu.

         Kuşkulanmıştım. Çünkü çalışmıyor, ağaç dikmek için kazdığım çukura oturmuş şiir yazıyordum. Suçluluk duygusuna kapılmıştım.

         Kazmayı, küreği orada bırakıp koştum.

         Müdür Bey sıralı binaların önünde yabancı bir adamla ayaküstü konuşuyordu.

         Tıknefes yanlarına vardım. Üç adım kala önlerinde esas duruşa geçtim.

         Müdür Bey eliyle yanında duran yabancıya beni göstererek;

         “Efendim işte bu çocuk,” dedi.

         Yabancı, eli ile kendisine doğru yaklaşmamı işaret etti. Sokuldum.

         Müdürümüz kendi elini dudaklarına ve alnına götürdü. Bana yol gösterdi. Sonra da:

         “Bakanımızın elini öp,” dedi.

         Önüne eğilip eline sarılmak istediğimde Bakan geriye çekildi. Elini vermedi.

         O ana dek adını birçok kez duyduğum kitaplarda, okuduğum o konuk, Milli Eğitim Bakanımız Hasan Âli Yücel’miş meğer.

         “Arkadaş güzel şiirler yazıyormuşsun, aferin sana. Yazdıklarını ben de görmek, okumak isterim,” dedi.

         “Yeni başladım. Yüz güldürücü şeyler değil. İleride daha iyilerini yazacağım,” dedim.

         “Müdürünüz köyünüze özlem duyan bir şiirinizden söz etti. Dergide de yayınlanmış. Çok merak ettim. Onu şimdi bana da okuyabilir misin?”

         Başımı öne doğru eğdim. Selâm verdim. Şiiri baştan sona ezberden okudum.

         Şiir bitince yeniden selâm verdim.

         Konuk bakan gür siyah kaşlı, siyah saçlıydı. Gözleri iri iri çakmak çakmaktı, çok yakışıklıydı.

         “Aferin sana. Bundan sonra yazdığın her şiirin bir kopyasını da bana göndermesi için müdürünüze ver,” dedi.

         “Peki,” deyip yanlarından ayrıldım.

         Köy Enstitüsü’ne ayak bastığım ilk günlerde süklüm püklümdüm. Köy çocukları orada kısa sürede arap atı gibi açılıyorlardı.

         Kitaplıkta Hasan Âli Yücel ile ilgili bir yazı okumuştum. O, çocukluk yıllarında kitap okumayı çok severmiş. Babası ise onun derslerinden geri kalacağını düşünerek aldığı kitapları sakladığı yerden bulur, çıkarır, yırtar, yakarmış.

         Enstitüde nereye gitsek, azık torbamızda ekmeğin yanında bir de kitap bulunduruyorduk. Sanki bu bir töreydi, gelenekti.

         Bakanla görüştükten sonra şiire daha çok ilgi duydum. Yazmayı giderek bir alışkanlık haline getirdim.

         Yazdığım her şiirin bir kopyasını Bakan Hasan Âli Yücel’e göndermesi için müdürümüze veriyordum.

         Bir keresinde şiirin yanına bir de mektup koydum:

         “Sayın Bakanım. Siz çocukken çok kitap okurmuşsunuz. Bu yüzden derslerinizi aksata-cağınız korkusu ile babanızın kitaplarınızı yırttığı, yaktığı doğru mu?” diye sormuştum.

         Çok geçmeden yanıt gelmişti. Sorumu, doğruluyor, “Ailede böyle şeyler olur,” diyordu.

         O mektubun satırlarından birinde de şunlar yazılıydı:

         “Japonya’nın kalkınması, halkının çok kitap okuması ile koşuttur. Biz de ne zaman çok okursak kalkınmamız o oranda hızlanacaktır.”

         Başka bir mektubunda;               

         “Sizler, herbiriniz, birer Promete olacaksınız,” diyordu. Ne demek istediğini yıllar sonra anlayabilmiştim.

         Promete Yunan mitolojisinde geçen bir halk kahramanıydı. O, Olimpos dağlarında yüksek kaleler içinde yaşayan Tanrılardan ışığı ve ateşi gizlice alarak halka dağıtmıştır.

***

         Bir gün posta ile adıma Ankara’da yayımlanan Ulus Gazetesi gelmişti. Açtım, içinde “Yurt” adlı başka küçük bir gazete daha vardı. Orada şiirlerimden birinin yayımlanmış olduğunu gördüm.

         Bu şiir müdürümüze verdiğim şiirlerden biriydi.

         Yurt gazetesinden bana bazen ayda 5 lira geliyordu. Anlıyordum ki şiirlerimi yayımlatan, 5 lirayı gönderten Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’den başkası değildi.

         Daha sonraki günlerde müdürümüze yazdığım şiirlerimden birini götürdüğümde;

         “Bundan sonra getirme. Bakan görevinden ayrıldı. Yeni adresini bilmiyorum,” dediğinde dünyası yıkılmışa döndüm.

         Dalsız, kolsuz, arkasız kaldığımı düşündüm.

        

***

 

         Köy Enstitüsü’nde beş yılımız dolmuş, öğretmen olmuştum. Dört yıl gibi kısa süren bir köy öğretmenliğinden sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim Bölümü’ne öğrenci olarak girmiştim. 1946-1947 yılında İvriz Köy Enstitüsü’nde birlikte olduğum Mahmut MAKAL ile yeniden buluştuk. Bu kez aramızda Fakir BAYKURT da vardı. Önce Müdürümüz Vedide BAHAPARS’ın izni ile Fakir BAYKURT’la bir ay kadar Edebiyat Bölümüne devan ettim. Sonra Özel Eğitim Bölümü’ne geçtim. Mahmut MAKAL ile arkadaşlığımız iki öğretim yılı boyunca sınıf arkadaşı olarak sürdü. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde gördüm ve anladım ki, Hasan Âli YÜCEL bana gösterdiği yakın ilgiyi, desteği başka enstitüler de okuyan daha bir çok arkadaşa da göstermiş. Oysa ben o güne dek bu yakınlığın sadece bana ilişkin olduğunu sanıyordum.

         Cumartesi ve Pazar günleri bazen Mahmut Makal, Fakir Baykurt ile İsmail Hakkı TONGUÇ’a, bazen de Hasan Âli, YÜCEL’e gidiyorduk. İkisi de akıllı insanlardı. Yürekleri hâlâ ulus, ülke sevgisi ile doluydu.

         Bana “arkadaş,” diyen YÜCEL çok önceden tanıştığımız birkaç kez de mektuplaştığımız için İvriz’de okuduğum şiiri ve adresine gönderilenleri unutmamıştı. Yeniden karşılaştığımız için çok sevindiğini söyledi.

         TONGUÇ olsun, YÜCEL olsun, bizleri her görüşlerinde derin bir soluk alır, ziyaretimizden son derece mutluluk duyarlardı.

         Yüksek okullarda, üniversitelerde çeşitli yarışmalar yapılıyordu. Öykü, şiir yarışmalarına ben  de giriyordum. Birçoklarının seçici kurullarında YÜCEL de bulunuyordu. Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’nda ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yapılan iki şiir yarışmasında yapılan değerlendirmelerde beni de ödüllendirmişlerdi. Değerlendirme kurulu üyelerinden biri de Nurullah ATAÇ’tı. Ödüller daha çok dünya klasiklerinden oluşuyordu.

 

***

 

         1948-1949’da İvriz Köy Enstitüsü’nü bitirmiş, öğretmen olmuştum. Akşehir Absarı ve Reis köylerinde beş yıl öğretmenlikten sonra 1953’te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’ne girdim.

         Bir akşam Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda şiir okuma yarışması yapılacağını duydum. Yarışmaya ben de katıldım. O akşam Selahaddin Ertürk adlı bir şairin Koşma adlı şiirini okudum.

         Seçici kurul üyeleri arasında Nurullah Ataç’la Hasan Âli Yücel de vardı. Dereceye ben de girmiştim. Ödülümü verirken Yücel kulağıma:

         “Keşke o adamın şiirini okumasaydın, yine de kutluyorum,” dediğini bugün gibi anımsıyorum.

         Sonradan öğrendim ki Selahaddin Ertürk; Yücel Öner davasında aleyhine yalancı tanıklık yaptığı için Yücel onu mahkemeye vermiş, mahkûm ettirmiştir.

         Bu olumsuz ilişkiyi öğrenince çok üzülmüş, hatta utanmış, daha sonraki karşılaşmamız sırasında Yücel’den özür dilemiştim.

 

***

 

         Bir gün okulumuzun müdürü Vedide BAHAPARS ile görüşerek Hasan Âli YÜCEL’i söyleşiye getirmeyi düşündüğümü anlamıştım. Müdürümüz çok iyi bir eğitimci psikologdu. Önerimi olumlu karşıladı.

         Hasan Âli YÜCEL Gazi Eğitim Enstitüsü’ne gelerek “Halk Eğitimi ve Toplum Kalkınması “ üstüne iki saate yakın bir konuşma yaptı. Salon hınca hınç  doluydu. Konuşma boyunca kimsenin çıtı çıkmadı.

         YÜCEL konuşmasını bitirince ortaya “güdümlü eğitimin ne olduğunu?” sordu. Öğrencilerden sadece Fakir BAYKURT söz aldı:

         “Güdümlü eğitim, çobanın sürüsünü istediği yerde otlatması gibi bir şeydir. Başımızda bulunanlar da bize amaçları doğrultusunda eğitim, öğretim yaptırırlar. İlgi ve isteklerimizi dikkate almazlar. Bu bir güdümlü eğitimdir,” demişti.

         Hasan Âli YÜCEL benim gibi Fakir’i de tanıyordu. Yeniden sordu:

         “Fakir BAYKURT’tan başka söz alacak yok mu?”

         Kimse parmak kaldırmadı, söz alan olmadı.

         Kürsüden inerken yanına gittim:

         “Beni müdüre götür,” dedi.

         Vedide BAHAPARS’ın odası ikinci kattaydı. Hasan Âli YÜCEL’i dinlemek için o salona gelmemişti. Biz içeriye girince ayağa kalktı. İkimizin de elini sıktı, yer gösterdi. YÜCEL oturmadı, öfkeli görünüyordu. Sertçe konuştu:

         “Vedide, Vedide bana bak!… Bu gençler öğretmen olacaklar. Bunlara hep susmayı değil, biraz da düşünmeyi, düşündüğünü söylemeyi öğretin.”

         Müdür biraz şaşırmıştı, şu savunmada bulundu:

         “Efendim, öğrencilerimiz çok etkindir. Sanıyorum sizden çekinmiş olacaklar.”

         YÜCEL biraz daha ciddileşti. Sesini daha da yükselterek:

         “Doğrudur. Müdür kuşkulanırsa, beni dinlemeye gelmezse öğrencileri elbette benden korkacaktır.”

         Birden kapıya yöneldi, dışarıya çıktı.

         Ben de arkasından yürüdüm.

         Vedide Hanım yerinde donup kalmıştı.

         Yücel ile Erkek Yüksek Öğretmen Okulu’nun önüne kadar birlikte yürüdük. Orada durdu:

         “Yavrum sen okuluna dön,” dedi.

         Niyetim onu Bahçelievler otobüs durağına kadar götürmekti. Parke taşlı yola çıkmıştık ki, geri dönmediğimi görünce yeninden durdu, beni yeniden uyardı:

         “Yavrum,” dedi. “İzleniyorum. Arkamda biri var. Benim yüzümden sana bir zararın gelmesini istemiyorum. Geriye dön okuluna git.”

          Kararlıydım onu durağa kadar götürecektim. Yan yana ilerliyorduk.

         Şiiri bırakıp bırakmadığımı sordu. Yazıyordum. “Cıvıltı” adlı yeni bir kitap yayınlamıştım. Onu söyleyince mutlulandı:

         “Bir tane isterim, ama imzalı olacak,” dedi.

         Söz verdim:

         “Cumartesi günü getiririm,” dedim.

         Halk otobüsüne binerken elimi sıktı.

         “Arkadaş, arkadaşlarına selâm söyle. Okumayı, yazmayı sakın bırakmayın,” dedi.

 

***

         Aradan üç yıl geçmişti. Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiştim. Antalya’da çalışıyordum. İki kez mektuplaşmıştık. Birisinde Dr. Albert Schıwaytzer’den söz ediyordu. Albert Schıwaytzer Avrupalı bir doktordu. Afrika’ya gitmiş, ilkel yaşayan halkı çağdaşlaştırma çabalarında bulunmuş halk adamı bir aydındı.

         Yücel’in dergi ve gazetelerde sık sık yazılarını okuyordum. Hepsi de toplumsal içerikliydi, edebi, felsefi değer taşıyordu.

         Yaz tatili nedeniyle Antalya’dan Konya’ya gelmiştim. Yerel gazetelerde Hasan Âli Yücel’in de o sırada Konya’da bulunduğunu okudum. Kaldığı otele uğradım. Hemen tanıdı:

         “Öyle ya sen de Akşehir’liydin değil mi?” dedi.

         Daha önce adına imzaladığım “Ceylan Kuzu” adlı kitabımı uzattım. Sevinçle aldı. Yanında kırçıl sakallı biri şaşırarak bize bakıyordu. Yücel kitabı ona gösterdi. Farsça konuşuyorlardı. O, İranlı bir profesörmüş. Mevlana ile ilgili inceleme yapıyormuş. Çevirmenliğini Yücel üstlenmiş.

         Kitabımı dikkatle karıştırdılar. Bana bazı sorular yönelttiler. Verdiğim yanıtlardan hoşlanmışlardı. Profesör şöyle söyledi:

         “Bu tür masallar bir ulusun kimliğini ortaya koyan çekirdektir. Masal en önemli kültür birikimidir. Bunun en bilinçli olanını Köy Enstitüleri ortaya çıkarıp belgelemiştir.”

         Hasan Âli Yücel bana adresini orada yeniden yazdırdı:

         “Elinde bulunan bu kitaptakine benzer masallarını ve yeni yazacaklarınla birlikte bana gönder. Doğan Kardeş Yayınları arasında kitaplaştıralım, kalıcılık kazandıralım,” dedi.

         Çok sevinmiştim.

         1961’e dek Yücel’e on iki masal gönderdim. Sayısı yirmiyi bulunca kalın bir kitap olsun istiyorduk.

         Ne yazık ki, o aramızdan ayrılınca gönderdiğim masalların hepsi geri geldi.

 

***

         1962’de Mahmut MAKAL ile İngiltere’de bulunuyorduk. Orada Hasan Âli YÜCEL’in oğlu rahmetli Can vardı. Londra BBC Radyosu Türkçe Yayınlar Dairesi’nde birlikte program yapıyorduk. Can YÜCEL, boş zamanlarını Hönekes adı verilen yüz yıllık meyhanede değerlendiriyordu. Bazen oraya beni de götürüyordu. Ona sık sık “ağabey” diyordum.

         Her seferinde; “Nereden ağabeyin oluyorum,” diyerek bana çıkışıyordu.

         “Baban ve TONGUÇ olmasaydı ben buralara gelemezdim. Bize Hasan Âli YÜCEL’in piçleri diyen, kendini bilmezler var, bu yüzden biz kardeş sayılırız, bu yüzden sana ağabey diyorum,” dediğimde gülmüş,          “bırak babamı. Adı solcuya, komüniste çıkmış. O asla ne solcu, ne komünist olabilir. TONGUÇ’a ise benim de saygım sonsuzdur,” demişti.

         Oysa o daha sonra “Ben hayatta en çok babamı sevdim,” diyerek babalar için yazılmış en güzel şiiri yazmıştır.

         Kim ne derse desin, yargım hiç değişmedi. Hasan Âli YÜCEL gelmiş, geçmiş unutulmayan, adı ile yaşayacak olan en büyük eğitim bakanımız, düşünürümüz, şairimiz, yazarımız, halkbilimcimizdir. Ben ve on yedi bini aşkın Köy Enstitüsü’nü bitirmiş köy çocuğu aldığı bilinçli eğitim ışığını TONGUÇ’a ve YÜCEL’e borçludur.

         Bakanlık süresince Köy Enstitülerini her yıl en az bir kez Hasan Âli YÜCEL’den başka hangi bakan geldi gördü? Bir köylü çocuğunu hangi bakan “arkadaş” bilerek kırk yıl, elli yıl izledi, özendirdi, rehberlik etti, yön verdi?…

         Bugün bana unutamadığım öğretmenlerimden üçünün adını söyle deseler, hemen hiç kuşkusuz köyümüzün Eğitmeni Ferhat ER’i, İvriz’deki Ali İhsan BEYHAN’ı ve Sevim BAYKAL’ı anımsarım. Tanıdığım müdürleri sorsalar, Mehmet Rauf İNAN’ı, İsmail Sefa GÜNER’i ve İsmail Hakkı TONGUÇ’u gösteririm. Bakanlar içinde üç başarılı bakanı say deseler, Mustafa NECATİ’yi, Saffet ARIKAN’ı, bir de en birincisi de Hasan Âli YÜCEL’i anımsarım.

         Ölenlere rahmet diliyorum. Işıklar içinde yatsınlar.

         Yaşayanlara sağlıklı uzun ömürler.

 

***

 

         Biz Tonguç ve Yücel sayesinde 17.300 öğretmen, 1.248 sağlık memuru, 8.675 eğitmen hasta ve karanlık köylere ilaç olduk, ışık götürdük.

         Kuşkusuz 40.000 Anadolu köyünden 27.223’üne hizmet götüren eğitmen, öğretmen ve sağlık memuru Tonguç’u ve Yücel’i asla unutmayacaktır.

         Onlar her yıl en az bir kez bütün Köy Enstitüleri’ni gelir görür, derslerimizi izlerdi. Birlikte aynı masada oturur aynı karavanaya kaşık sallar meydanlarda el ele, kol kola, omuz omuza ulusal oyunlarımızı oynardık.

         Düşünün bir kez bugüne dek on sekiz gün hastanede yatan bir köylü çocuğunu bir hafta on gün hangi bakan ziyaret etmiştir?

         Yine başka bir köylü çocuğu olan beni arkadaş bilerek hangi bakan 40-50 yıl izlemiş, yazmaya özendirmiş, yol göstermiştir?

YARIŞ ATI ÖĞRENCİLER

YARIŞ ATI ÖĞRENCİLER

 

Mevlüt KAPLAN

“Milli Eğitim programı

derken hurafelerden, yabancı

fikirlerden, doğudan ve batıdan

gelebilen bütün etkilerden uzak,

tarihi ve milli seviyemize uygun

bir kültürü kastediyorum.”

 

                                                          ATATÜRK

 

 

 

            Bugün ülkemizde her dört kişiden biri öğrencidir. Örgün eğitime devam eden öğrenci sayımız 18 milyona doğru tırmanıyor. Ne var ki, okulsuzluk nedeni ile 714 yaş arasında yine milyona tırmanan çocuğumuz zorunlu eğitimden yoksun olduğunu basından ve istatistik çizelgelerden öğreniyoruz.

            Ana babasının baskısı ile büyük adam olmak hayali ile her öğrenci ilköğretime başlıyor.

            Yoksulluk, okuma beceri sınavlar yandaş kayırma, YÖK kıskacı sonucu hayaller gerçeğe dönüyor. Bin bir güçlükle üniversiteyi bitiren zinde güç ve taze beyinlerin toplum içinde iş bulmaları büyük bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır.

            Çığ gibi yetişen gençlerimize, ülke kapasitesi dikkate alınmadan yön verilmekte, zinde beyinleri köreltilmektedir. Eğitim çarkı durmadan geriye işlemekte, okullardaki başarı oranı bir sonraki yıl, bir önceki yılı aratmaktadır. İlköğretim, ortaöğretim ve lisedeki başarı oranları her yıl düşmektedir. Okul öncesi ve yaygın eğitim ve özürlülere yönelik eğitim alanlarında durum ise daha da acı.

            Çağdaş eğitim içten içe çarpıtılmaktadır. Dizgeler gereksiz ayrıntılara, teorik bilgilere öbür dünyaya kaydırılmaktadır. Dersler günlük yaşama ışık tutması için değil, sadece sınıf geçme kaygı ve düşüncesi ile işlenmektedir.

            İnsanca yaşamak, eğitim hakkından her bireyi yararlandırmak ülke genelinde büyük boyutlu bir sorun durumundadır.

            Herkesin gözü doktorlukta, mühendislikte, valilik ve paşalıkta. Hiçkimse kendisinden aşağıda bulunanlara bakmıyor. Hiçkimse çocuğunun kapasitesini bilmiyor. Beden ve ruh sağlığını, zekâ düzeyini hesaba almıyor. Sanki herbiri cansız bir maddeymiş gibi, tornadan çıkma tek tip insan yetiştirilmek isteniyor. Araştıran, eleştiren, soruşturan istenmiyor, “buyrulanı robot gibi yap, gerisine karışma,” deniyor.  

            Anne ve babalar öğrencileri sürekli olarak motive ediyorlar. Özel okullar ve dershaneler neredeyse üniversiteye girebilmenin garanti belgesini verecekler.

            Paralı kurslar, ilköğretimden üniversiteye dek herkesi kıskıvrak sarmış, birer tuzak haline dönüştürülmüştür. Ücretler serbest bırakılmış, veliler ödeme güçlüğüne itilmiştir. Körpe zekâlara çocuk oldukları unutturulmuştur. Oyun oynamaları, televizyon izlemeleri yasaklanmıştır. Her aile bir hırs küpü, her çocuk bir yarış atı görünümüne sokulmuştur. İnsanın doğal yapısında bulunan yaratıcılık, kişilik ve yeteneklerini geliştirme özelliği körlenmeye terkedilmiştir.

            Öğretimde giderek kalite düşüklüğü başgöstermiştir. Öyle ki, üniversite giriş sınavlarında her yıl 40 bin, 50 bin öğrenci sıfır puan almaktadır.

        Bu durum bu çağda yürekler acısıdır. Öğrenciler çağdaş olma özelliğinden giderek uzaklaştırılmıştır. Sınavlar hem öğrencileri, hem de aileleri bunalıma sürüklemiştir. Bir üst sınıfa geçmek ya da bir üst okula girmek baş belası olmuştur.

            Okumak yoksullar ve köylüler çok daha ise zorlaştırılmıştır. Okuyup iş bulmak, aslanın ağzından değil midesinden ekmek almak kadar riskli duruma dönüşmüştür.

            Ekonomik ve sosyal bunalımlar sonucu okuldan kaçan, okuldan uzaklaştırılan, uyumsuzluk gösteren, intihar eden öğrenci sayılarında yıldan yıla artışlar görülmektedir. Bunun sorumlusu ne aile, ne de çocuktur. Tüm olup biten bozukluklar eğitim politikamızın çarpıklığından, dinin siyasete alet edilmesinden kaynaklanmaktadır.

            Eskiden yoksul halk çocukları Sanat Enstitüleri’ne, Astsubay Ortaokuluna, Polis Okuluna, Köy Enstitüleri’ne giderlerdi. Şimdi ise bütün öğrenciler İmam Hatip Okullarına yönlendirilmiştir. 

            Her alanda olduğu gibi öğrenci cephesinde de alabildiğine bir din sömürücülüğü almış yürümüştür.

            Bu gidişle bazı belediyelerin gerçekleştirmeye çalıştığı göstermelik çocuk meclisi, oluşturma girişimleri bile, çocuk sorunlarını çözmeye yetmeyecektir.

 

MEVLÜT KAPLAN’IN ŞİİRE YASLANAN DÜNYASI

MEVLÜT KAPLAN’IN ŞİİRE YASLANAN DÜNYASI

 

Ahmet ÖZER

 

 

Toplumsal tarihimizde önemli yer tutan Köy Enstitüleri, salt eğitim alanında üretime dayalı bir uygulamayı gerçekleştirmekle kalmamış, açtığı kapılardan giren on binlerce gencin önemli bir kesimini de yazın alanında ürün veren değerler olarak yetiştirmiştir. Ülkemizin 21 yerleşim merkezinde boy veren bu kurumlardan mezun olanlar, gittikleri yerlerde eğitim-öğretim işiyle uğraşırken dönemin yazın dergilerinde yazma eylemini gerçekleştirerek pek çok yapıta da imza atmışlardır. Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Fakir Baykurt, Dursun Akçam… gibi değerlerimizin başını çektiği yazın hareketi, kırsal alandan kente yönelen dünyayı bir güzel kavrayıp yorumlamasını bilmiştir. Büyük bir yurtseverlik duygusuyla yetişen, ülke gerçekleriyle yoğrulan bu insanların omuzladığı hareketin değerlerinden biri de Mevlüt Kaplan’dır.

Akşehir doğumlu Kaplan, İvriz Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Özel Eğitim Bölümünde eğitimini tamamlamış Konya,  Mersin, Antalya ve İzmir’de öğretmenlik, eğitim uzmanlığı, ilköğretim müfettişliği yaparak yüzlerce yapıta imza atmıştır. Bununla da yetinmeyerek öğretmen hareketinin ilerici kesiminde yer alıp o alanda işlevi olan belli başlı öğretmen örgütlerinin kurucusu, (TÖS, TÖB-DER, EĞİT-DER) yöneticisi olmuştur.

1945’ten bugüne, 70 yıldır kalemini elden bırakmayan Mevlüt Kaplan’ın eğitim ışığının yurdun en ücra köşelerine değin gittiğini, yazdıklarıyla, aldığı ödüllerle çoğu meslektaşına örnek olduğunu vurgulamak isterim.

Bu yazımda yorulmak bilmeyen, her yaşın güzelliğinde üretimden geri kalmayan, çevresine eğitim ışığıyla sevgisini eksik etmeyen Mevlüt Kaplan’ın öykü, masal ve yardımcı ders kitaplarıyla donanan dünyasına kattığı şiirleri üzerine bir yolculuk yapmak istiyorum.

Mevlüt Kaplan’ın yetişme ortamı, aldığı eğitim, kültürel ve sanatsal açıdan beslendiği kaynaklar onun şiire bakışında da farklılıklar göstermektedir. Öyle ki o ve onun kuşağı, hatta onlardan birkaç dönem sonra okullarından mezun olup yazın alanına katılanlar, yaşama hep bir “öğretmen bakışı” yöneltmişlerdir diyebilirim. Bunda eğiten, öğreten, toplumsal koşulları gündeme alan, kucaklayıcı, sevecen bir düşünce egemendir. Özellikle cumhuriyetin kuşatıcı eğitimi sanatta da kendini gösterecek çoğu şair, klasik yapıda şiirler yazmayı ilke edinecektir. Ülke gerçekleri, aşk, doğa, sevgi, umut, yurda gönül verme, ülkenin geleceğine kafa yorma; dönemin şiir yazan çoğu şairinde ön plandadır. İçerikteki bu yapı, biçimde de çoğu kez uyaklara yaslanan yer yer hece ölçüsünden el alan, yinelemelere başvuran, nakarata gereksinim duyan, içten çok; dıştan kendini gösteren bir sesi barındırmıştır.

Mevlüt Kaplan’ın şiirlerine bu değerlendirmenin ışığında baktığımızda dizeyi yer yer cümle formunda kullandığını görürüz. Düz bir anlatımı aktarırcasına sunduğu dizelerin içten içe anlamsal derinlik taşıdığı bir gerçek. Bu noktada şunu belirtmek isterim ki Kaplan, çoğu şiirinde duygu yönünden öne çıkarmaktadır. Onca şiirinin arasından seçtiklerim yazımın da eksenini oluştursun istedim. O nedenle de söylemek istediklerimi altı şiiriyle belirlemeyi uygun gördüm.

Kaplan’ın “Buruk Sevgi”si belirgin ölçüde umudu ve direnci taşır. “Ferhat misali kafa tuttuk dağlara” diyen şair, gezegenlerin ötesine yarışımızın olduğunu,  gökyüzünü güneş bildiğimizi, bir uzun savaşımın ardından ne yazık ki göğsümüze kobra yılanlarının çöreklendiğini vurgular. Şiirin en ilginç dizelerinden biri “Karnımız tok üveyana sevgisi müjdelere”dir. Bu dizeyi açıklamak değil duyumsatmakta yarar vardır diyebilirim.

Kaplan’ın “Usta” başlıklı şiirinde özgün bir “ustalık” görürüz. Şiirde bir demirci dükkânında işlev adına ne varsa öne çıkarılır: Demir, örs, balyoz, çekiç, kömür, ocak, alev… Kuşkusuz bunlar kendi başlarına bir anlam taşımaz. Onları çekip çeviren iki kişi vardır: Ocağı alevleyip demiri bir kıskaçla örsün üstünde tutanla, kıskaçtaki demire balyozu indiren. “Usta”da  doku bütünselliği görürüz, ilk dizeden son dizeye değin sarmal bir birliktelik söz konusudur. Bu da şiire bir konu bütünlüğü kazandırır. Bu durum kimi şairler için başvurulmayan bir durum olabilir. Önce de belirttiğim gibi klasik anlatımın modern şiire evrilen yapısında bu tür uygulamalar çoğu kez karşımıza çıkar.

 

“ Ağlamaz olur mu

İndikçe çırağın balyozu

Senin çekicin

(…)

Ey demirci

Çek körüğünü

Çiçeklensin ateşin

Güller açsın ocağında…”

 

Mevlüt Kaplan, bir öğretmen. O, bugünkü yaşına onu getiren yıllarını verimli kullanırken coşkusunu da hep 19 yaşında tutmasını bilmiş, yaşama bu pencereden bakmayı önemsemiş, ömrünü tek mevsimle -ilkyazla- özdeşleştirmiştir. Ona göre öğretmen şiirde nasıl anlatılmalıdır?

 

“Kâh ateş yakardı

Kâh ışığa koşardı

Bir promete olur da

Zeus’a meydan okurdu.”

 

 

Öğretmenin demokratik savaşımında görev üstlenen bir eğitimci olan Kaplan; öğretmenin, siyasal iktidarların zulmü karşısında nasıl tavır aldığını da yakından görmüştür. Bu savaşımda ölen bir öğretmenin ağıtıdır bir bakıma anlatılan, çünkü onun ölümüyle sokakların karanlığa gömüldüğünü görürüz;  daha da önemlisi çocukların yasa girmesidir söz konusu edilen. İşin gerçeği toplum adına görev yapanların gidişi, salt ailesi için bir kayıp olarak değerlendirilemez, yitiren toplumdur, insanlığın köşe taşlarından biri düşer, bir yapı yok olur. Yıldızlarla konuşan öğretmeni, Melih Cevdet Anday’ın “Telgrafhane” şiirindeki aydın olarak da düşünebiliriz:

 

“Uyuyamayacaksın

Düzelmeden memleketin hali

Düzelmeden dünyanın hali

Gözüne uyku giremez ki...”

 

“Çocukluğum II” bir yakınmayı ve bir özlemi dile getirir. “Bakar bakar imrenirim çocuklara / Eğer bıraksalardı beni bana / Çıkardım sokaklara dalardım oyuna / Çocuk kalır çocuk yaşardım.” Kaplan, tıpkı Cahit Sıtkı gibi çocukluğun o duru duygularına dönmeyi özlerken “Büyüyünce insan / Sökmüyor şafak / Atmıyor tan” dizeleriyle de insanın yıllar içinde yitirdiği değerleri anımsatmaya çalışır. Bir dönemin çocuklarının yaşamını dolduran varsıllık olmasa da onlara düşlerden bir güzel dünyanın yetebildiği, yaşamın onca yükünü kuşanan insanın bakışı olarak yöneltilir.

Mevlüt Kaplan’ın “Derine Düşen Tarih”i, zamana yolculuğa bir çağrıdır. Tarihin derinliğinde olagelen onca yaşanmışlığın içindeki dram, ince bir mizah ve etkili bir gözlemle verilir: “Yumduğumda gözlerimi / Bir devir boğazlanıyordu.” Kimi zaman insan, tarihinin değişik sayfalarıyla övündüğü kadar kimi zaman da iç sızıları yaşar: Geleceğin yüreği / Geçmişin derininde atıyor dizesi bunu anlatır. Kaplan, aktarılan onca sözün ardından “O denli kolay mı sandın / Gerçeğin masala dönüşmesini” diye sorar. Sonuç mu “Tarih(in) yeni baştan konuş”masıdır aslolan.

Sözünü edeceğimiz son şiir “Gölgem” adını taşır. Şiirin “üçlü” dizelerden kurulduğunu, üçüncü dizelerin son sözcüğünün ses olgusunu öne çıkardığını görürüz: Ararım-koşarım-sorarım-kurarım-yorarım-ağlarım. Belli ki şiirin yazılma sürecini yapılma süreci izlemiştir. Belli bir mimarinin bu şiirde iyi kurulduğunu görürüz: Dil kıvrak, anlatım ritimsel, anlam derindir.

Mevlüt Kaplan, şiirini kendi merkezinde kurarken o merkeze kuşkusuz “insan”ı koyar. Şiirin biçim ve içerik sarmalı içinde anlam bulduğu kadar, sözcüğün ifade zenginliğini, imge boyutunu ve mimari olgusunu da gözetmekte yarar var. Okunduktan sonra okurun içinde bir görüntü oluşturmak, bir dilsel derinlik yaratmak “şiirin var olma” amacını da gözetmektir.

Bu çerçevede Kaplan’ın şiirlerini dünle yarın arasında bir köprü olarak nitelendirebiliriz. Cemal Süreya’nın deyişiyle “şairin hayatı şiire dahil”dir, sözünü doğrularcasına Kaplan’ın da yaşamına tanıklık eden şiirden yana olduğu bir gerçek.

 

 

Yazar: Ahmet ÖZER

DR. MEVLÜT KAPLAN’LA EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ÜSTÜNE BİR SÖYLEŞİ

DR. MEVLÜT KAPLAN’LA EDEBİYAT ÖDÜLLERİ ÜSTÜNE BİR SÖYLEŞİ

                                                                                                                       

Atilla ER         

 

1996 yılından bu yana verilen “MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ 2006” sahiplerini buldu. Seçici kurul tarafından birinciliğe değer öykünün bulunamadığı yarışmada diğer dereceler şöyle paylaştırıldı:

İkincilik Ödülü: Ali KAYA, Üçüncülük Ödülü: Sezer ODABAŞIOĞLU, Mansiyon:  Cebrail SÜRÜCÜ, Seçici Kurul Özel Ödülü:  Ethem ORUÇ, Özendirme Ödülü:  Hatice Oya KUZGUN.

Ödül alan öykücülerimizi içtenlikle kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

Adına ödül verilen Mevlüt KAPLAN, Köy Enstitüsü çıkışlı ve ömrünü çocuk edebiyatına adamış; üç yüz küsur kitaba imza atmış; aydın, çalışkan, ufku geniş bir yazar. Kendisiyle yaklaşık on bir yıldır tanışıyoruz. Bu kez verilmekte olan “MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ” üzerine konuştuk.

 

A. Er: Öncelikle Mevlüt KAPLAN’ı tanıyabilir miyiz? Yaklaşık üç yüz kitaba imza atmış bu değerli insan kendisiyle ilgili bize neler söylemek ister?

M. Kaplan: 1930’da sekiz yüz nüfuzlu okuması yazması bulunmayan, okulu öğretmeni olmayan Akşehir ilçesine bağlı Ökes Köyü’nde doğdum. Beş kardeşin en büyüğüyüm. On yaşımda eğitmenli üç sınıflı köy okuluna başladım. Okumayı, yazmayı on bir yaşımda öğrendim. Dördüncü sınıfı iki saat gelip giderek komşu köy okulunda tamamladım. İlk okuduklarım Kesikbaş, Aşık Garip, Balalayka adlı kitaplar ve Hacivat ile Karagöz gazetesi oldu. Beşinci sınıfı bitirmeden 1945’de Konya Ereğli İvriz Köy Enstitüsü’ne gittim. Sınavla ortaokul birinci sınıfa alındım. Bilinçli kitap okumayı, gerçek boyutlu yazmayı orada kazandım. Halkevlerinin çıkardığı dergilerde şiirlerle yazın yaşamım başladım.

  Öğretmenlik, yöneticilik, eğitim uzmanlığı ilköğretim müfettişliği görevlerinde bulundum. Almanya’da, İngiltere’de bilgi, görgü artırdım. Londra’da dil kolejini bitirdim, BBC Radyosu’nda çalıştım. Kültür Bakanlığı Yayın Danışmanlığı’nda bulundum. Özgün kitaplarımla, çeviri kitaplarımın sayısı 300’ü geçkindir. Çok sayıda sivil toplum kuruluşlarının üyesiyim. Özgür Eğitim Yayınevini yönetiyorum. Yazıyorum. 15’i aşkın ulusal, uluslararası ödül aldım. 16.cısı fahri doktorluk olarak Azerbaycan’dan geldi.

 

A. Er: Çocuk Edebiyatımızın dününe ve bugününe baktığınızda ortaya nasıl bir fotoğraf çıkıyor? Bu fotoğrafta neler görüyorsunuz?

M. Kaplan: Dün çocuk edebiyatı var mı, yok mu tartışması yapılıyordu. Öte yandan her yaş düzeyine uygun çocuk edebiyatı yoktu. Çocuk yazını küçümseniyordu.

Bugün nasıl çocuğa özgü yiyecek, giyecek, kullanılacak eşya varsa tartışmasız çocuk edebiyatı da vardır. 1980’den sonra her yaş ve zekâ düzeyine seslenen çocuk kitabına rastlıyoruz. Çocuk kitabını ve yazarını küçümseyen zihniyet artık görülmüyor. Çocuk kitabı yazmayan birçok anlı şanlı yazarlar da çocuk kitabı yazıyorlar. Geçmişte çocuk yazını ile ilgilenmeyen kendisini büyük gören yayınevleri de çocuk kitabına yöneldi.

Halkın %5’i okuyor. Ancak çocukların %100’ü kitapla, defterle ve kalemle iç içeler. Her ne kadar sınav korkusu ile yarış atına döndürülseler de, oyundan, televizyondan, çocukluklarından uzak tutuluyorlarsa da çocukların en az %25’i yine de bir fırsatını buluyor, şiir, öykü, roman v.b. okuyor.

Bu yüzden olacak ki çocuğu tanıyan da tanımayan da çocuk kitabı yazıyor.

Oysa çocuk kitabı yazmak uzmanlık isteyen bir alandır.

Diyebilirim ki, şu an çocuk edebiyatında bir karmaşa var. Pazarlama ağını kurmuş olanlar kitap kötü de olsa satabiliyor. Eğer okura ulaştırılamıyorsa, kitap kapak ve içerik olarak nitelikli de olsa elde kalıyor. Kitap üretiminde teknolojik gelişmelere koşut olarak uygar ülkelerde kullanılan araçlar bizde de uygulanmaktadır.

Dünyada çocuk edebiyatında en çok ilerlemiş olarak İngiltere’yi, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı ve Amerika’yı gösterebiliriz.

 

A. Er: Bu yarışmayı projelendirdiğinizde amacınız neydi?

M. Kaplan: Yarışmalı MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ’ni düzenlerken  üç amacım vardı.

İlki, günümüz ve gelecek kuşağımızın çocukları benim çocukluğumda çektiğim kitap yokluğunu ve okuma açlığını çekmesinler.

İkincisi, çocuk edebiyatımız renklensin, çeşitlensin, giderek nitelik kazansın.

Üçüncüsü, ödül alan yazarlarımız kitaplarının yayınlanması ile özendirilsin, sayıları giderek artsın.

On bir yıldır gücümüz oranında tasarladığımız amaçları gerçekleştirdiğimizi düşünüyorum.

 

  A. Er: Kendi adınıza verilen ödülden de yola çıkarak, Türkiye genelinde verilen edebiyat ödülleriyle ilgili neler düşünüyorsunuz?

  M. Kaplan: Adıma verdiğimiz ödüllerin de, Türkiye genelindeki aynı amaca yönelik verilen ödüllerin de dilimiz, edebiyatımız, çocuk eğitimimiz için son derece yararlı olduğuna inanıyorum.

  Kişilerin, kurum ve kuruluşların da bu tür yarışmalar düzenlemelerini, yazarlarımıza, dilimize, edebiyatımıza katkı koymalarını diliyorum.

 

  A. Er: “MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ”ne genç edebiyatçıların ilgisi nasıl? Kimleri sayabiliriz?

  M. Kaplan: Yarışmayı hemen her yıl 20-30 dosya geliyor. Bu sayının yeterli olduğunu söyleyemem. Üstelik katılım giderek azalıyor.

  Bugüne dek bizden 50’yi geçkin yazarımız, şairimiz ödül aldı. Bunların büyük çoğunluğu da doğal olarak değişik düzeyde eğitim görmüş öğretmenlerdir.

 

  A. Er: Belki de ilk kez bu yıl birincilik ödülüne değer yapıt bulunamadı. Bu durumu neye bağlıyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

  M. Kaplan: Ülkemizde televizyon, bilgisayar ve cep telefonlarının artması, ders kitapları sınav korkusu ile çocukların okul ders ve test kitaplarına odaklanmaları kuşkusuz kitap okumalarını engellemiştir.

  Öte yandan yazarlarımız giderek bilinçleniyorlar, çocuk kitabı yazmanın özel bir bilgi ve birikim istediğinin ayrımına vardırlar.

  En az 70-80 sayfa kitap olacak oylumda dosya istiyoruz. Bunu her yazar göze alamıyor.

  En önemlisi de önceleri derece alan yazarlarımızın kitaplarını yayımlıyor, okurlarla buluşturuyorduk. Birkaç yıldır satışlar azaldığı için bunu gerçekleştiremiyoruz.

  Belki para olarak verilen ödüllerin de az olduğu bu yüzden katılımın düştüğü söylenebilir.

 

  A. Er: Bir önceki soruya ek olarak bir şey sormak istiyorum. Yanılmıyorsam 2003 yılına kadarki süreçte ödül alan kitaplar yayınevinizce kitaplaştırılıyordu. Ancak, son üç yıldır bu kitaplaştırma olayı gerçekleştirilemiyor. Katılımın azalmasına bu da bir etken olabilir mi?

  M. Kaplan: Bu sorunun yanıtını altıncı soruda vermiştik.

 

  A. Er: Son olarak neler söylemek istersiniz?

  M. Kaplan: Çocuk yazını giderek yaygınlaşıyor, Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi her düzeyde eğitim veren okullarda zorunlu kitap okuma saatleri olmalı. Yazarların kitaplarının basımında ve satımında yerel yönetimlerin ve bakanlıkların kitap komisyonları kurumlarının yerinde olacağı inancındayım.

  Her düzeyde yazarlarımız desteklenmelidir.

 

  A. Er: Söyleşi ve yanıtlarınız için teşekkür ederim.

  M. Kaplan: Ben teşekkür ederim.

Yazar: Atilla ER

SESSİZ SEDASIZ BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİ

 SESSİZ SEDASIZ BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİ:

 MEVLÜT KAPLAN

 

  Hidayet KARAKUŞ

 

  Öğretmen okulunda yanılmıyorsam Raçinsky’nin “Mefkureci Muallim / Ülkücü Öğretmeni”ni okumuştum. Matematik profesörü olan bir aydın Moskova’dan doğduğu köye dönerek okuma-yazma bilmeyen köylü çocuklarının içinden bir ressam, bir müzisyen, kendisi gibi bir matematikçi bulup çıkarıyordu kitaba göre. Şu anda anımsamıyorum; belki daha başka yetenekleri de toprağı eşeleyerek elmas bulan insanlar gibi bulup çıkarmıştır.

  Ülkemizdeki eğitim ortamı, eşitsizlikleri; hâlâ okulsuz bırakılan köylerde, kasabalarda, kentlerin varoşlarında toza toprağa belenmiş, hastalıklı, aç yoksul çocukları düşünür; içlerinde kim bilir kaç tanesinin dünya çapında matematikçi, fizikçi, edebiyatçı, ressam, sanatçı olacakken kaybolup gittiğine de yanarım, bu kayıp değerlerin ülkemize kazandıracaklarını hiçbir zaman yaşayamayacağımıza da... Hoş, bugünkü eğitim dizgesi içinde belki banka hortumcuları da olurlardı; paralı katil, derin devletin acımasız bir çete reisi de kim bilir... Amacınıza bağlı.

  Köy Enstitüleri, köy çocuklarına okuma fırsatı sağlarken ülkemiz insanının yeteneklerini de bulup çıkarmak gibi hiçbir çağda eskimeyecek bir yaşam doğrusunu topluma göstermişti. En azından  üretmeyi temel almış, yeteneğin, gücün sınırına değin çalışmayı yaşamın en şaşmaz yasası olarak ortaya koymuştu. İnsan ancak emekle insan olabilirdi.

  Mevlüt Kaplan’ı tanıdığımdan beri çalışkan, alçakgönüllü, yurtsever bir insanın yetmiş yaşına değin nasıl bozulmadan geldiğini düşünür; Köy Enstitüleri’ndeki evrensel eğitim ilkelerinin yarattığı bu insanın gerçekte ülkemizde her devirde özlenen insan olduğuna inanırım. Zaten Köy Enstitüleri’nin hemen hepsi kişiye bunu düşündürür; yalnızca Mevlüt Kaplan değil. Çünkü onlar hak etmeden yaşamanın ayıp olduğunu bilirler. Çünkü onlar çalışmadan yaşamanın birilerinin sırtından yaşamak olduğunun bilincindedirler. Çünkü onlar yurdu sevmenin ancak çalışmakla mümkün olduğunu beyinlerine kazımışlardır.

  Hemen hepsi bir çalgı çalar. Hemen hepsi beceriklidir; kendi evini, bahçesini kendi yapar, yapmıştır. Hemen hepsi becerilerini yaşama sanatına dönüştürmüştür. Hemen hepsinin eli kalem tutar. Üniversite mezunlarının dilekçe yazamadıkları bu ülkede onlar, devletteki karşı devrimcilere dilekçeleriyle kök söktürmüşlerdir.

  Eğitimin temel ilkelerinden biri insanı birey yapmaksa Köy Enstitüleri bunu başarmıştır. Mevlüt Kaplan o bireylerdendir. Düşüncelerini söyleme hüneri ve yürekliliği onlara özgüdür. Kelimelerini kimse satın alamaz. Onların haklarını kimse kolay yiyemez. Yarattıkları değerlere sahip çıkmak, verilen emeği korumak insanın doğasında vardır. onlar da elli yılı aşkın bir zamandan beri Köy Enstitülerini unutturmamışlardır. Köy Enstitüleri’nin bu ülkenin Cumhuriyetle birlikte yaşadığı, yaşayabileceği en önemli atılım olduğunu bilir Mevlüt Kaplan ve arkadaşları.

  Mevlüt Kaplan, edebiyat sözlüklerinde yoktur. Ansiklopedilerde bulamazsınız onu. Mevlüt Kaplan televizyon yıldızı da değildir. Ama o, sessiz sedasız bir kültür insanıdır. Gazetelere, dergilere yazdığı yazı ve şiirlerle, yazdığı, yayımladığı çocuk kitaplarıyla hem düşüncelerini toplumla paylaşır, hem binlerce çocuğun beyninde yeni ufuklar açar.

  Mevlüt Kaplan, kurduğu Özgür Eğitim Yayınları’yla pek çok kitap yayınlamış; Çocuk Öyküleri ve Çocuk Romanı dalında düzenli ödüller vererek yeni pek çok yazarı çocuk edebiyatına kazandırmıştır. Aynı “Mefkureci Muallim” gibi.

  O, okulunda kazandıklarını yeni ürünlerle, yaptığı kültür hizmetleriyle topluma ödemeye devam ediyor. Yalın, söylemek istediğini herkesin anlayacağı bir dille söylüyor öykülerinde, şiirlerinde. Edebiyat yapma niyetinde değil. Yalnızca düşündüğünü, yaşadıklarını paylaşma, okuyanı düşündürme, gerçeğe yaşlaştırma ereğinde.

  Sanatı bir türlü cambazlık olarak algılayanların Mevlüt Kaplan ve benzeri halk çocuklarını anlamaları kolay değildir. Sanat onların anladığı anlamda kendini gösterme aracıdır. O yüzden kaplan ve benzerleri sanatçı sayılmazlar. Onların da böyle bir derdi yoktur. Onların derdi ülkedir, ülke insanıdır. Bu yüzden yalnızca anlaşmak ve anlatmak için temiz bir Türkçe’yle yazarlar.

  Mevlüt Kaplan’ın öykü kitaplarından biri Serçeler Yakına Konar’ı okumuştum. Öykülerdeki gözlemcilik, olayların içindeki gülmelik ilişkiler, insan gerçeğinden süzülen acımsı bir hüzün her yazarın kolay yakalayamayacağı özellikler gibi göründü bana. Kaplan şiirlerinde de özellikle çocuklara yazdığı Sevgi Barışla Büyür’de büyüklerinde etkilenebileceği bir bilgelikle çıkar karşımıza. Örneğin şu dizelerin söylediğini kaç insan söyleyebilir kendine: “insan denen gerçek / ölecek / öldürmeyecek.”

  Onun şiirleri de, öyküleri de edebiyat incelemecilerinin ilgisini bekliyor. Biliyorum ki bu ilgiyi ne kadar hak ederse etsin zor gerecek Kaplan. Çünkü hem yeterince incelemeci yok, hem Kaplan cambazlık yapmıyor. O yalnızca yazmayı, yayımlamayı, kültürel etkinliğini sürdürmeyi bir görev olarak üstlenmiş bildiği yolda yürüyor. Alçakgönüllü, bilge ve kararlı.

 

Yazar: Hidayet KARAKUŞ

SABAHLAR GÜNAYDINLA BAŞLAR

  SABAHLAR GÜNAYDINLA BAŞLAR

 

  M. İSTEMİHAN TALAY (Kültür Bakanı)

 

  Büyük Atatürk’ün önerisiyle (1936-1948) gerçekleştirilen “Eğitmen Uygulaması”, ulusal eğitimimiz açısından yararlı olduğu kadar, kültürümüz yönünden de önemli bir işlevi yerine getirmiştir.

  Askerliğini onbaşı, çavuş olarak bitirmiş, sağlığı yerinde köylü gençleri, belli bir süre meslek kursundan geçirilerek “Eğitmen” adıyla köylerde görevlendirilmişlerdir.

  Köy Eğitmenleri, okulda çocuklara okuma-yazma öğretirken bir yandan da halka masal ve öyküler anlatarak, bilinç aşılamaya çalışmışlar, dilimizin gelişip korunmasına yardımcı olmuşlardır.

  “Sabahlar Günaydınla Başlar” adlı bu kitap bir eğitmenin anlattığı öykü ve masalları içermektedir.

  Her biri halkın ve aklın süzgecinden geçmiş, bir deyimi bir atasözü niteliğindedir. Her birinde halkımızın ağırbaşlı, olgun, özverili, engin, hoşgörüsü ve bilge kişiliği yatar.

  Dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılan halk öyküleri ve masallarının kökenine indiğimizde; Anadolu’muzun ne denli engin bir kültür birikimine sahip olduğunu kıvançla görüyoruz.

  Halk öykü ve masallarında, canlılarla cansızlar, iyilerle kötüler, güçlülerle güçsüzler, saflarla kurnazlar, zenginlerle yoksullar, dürüstlerle düzenbazlar iç içedir. Bazıları azdır, özdür. Bazıları ayrıntıya inilerek işlenmiştir. Sonuçta iyiler ödüllendirilirken, kötüler cezalandırılmıştır.

  Halk masal ve öyküleri; bir okul, bir öğretmen gibidir. Onları doğuran, besleyip büyüten, unutulmuş olanları yeniden yoğurup çağa uyarlayan halkın kendisidir.

  Bunlardan bir bölümünü kitaplaştırarak okurlara sunan yazarımız Mevlüt Kaplan’a ve kitabın basımında emeği geçenlere teşekkür ederim.

 

 

Yazar: M. İSTEMİHAN TALAY (Kültür Bakanı)

AYDINLANMA DEVRİMİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ ÜSTÜNE

AYDINLANMA DEVRİMİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ ÜSTÜNE

 

Vedat GÜNYOL

 

         Köy dendi mi, yüreğim hop oturup hop kalkar sevgiyle, sevgiyle ve de hayıflanmalarla. İlkokul günlerimin anılarında köyün, köyle birlikte köylünün, hatırı sayılır, çok çok sayılır bir yeri vardır. Diyarbakır'da yaşanmışlık günlerimde.

         Doksanlık bir adamın belleğine güvenebileceğiniz ölçüde, söyleyeceklerime kulak verirseniz sevinirim. Çocukluğumun ilk bölümünü, İstanbul'-un Kartal'dan başlayıp Diyarbakır'ın çeşitli ilçelerinde geçti. Babamın kaymakamlık günlerinin uzantısında. Babam, köylü kentli ayrımı nedir bilmeyen, kadın-erkek her varlıkta insan cevherine önem veren bir aydın insandı.

         İlkokul son sınıf yaşamım Diyarbakır'da, bir dayımın evinde geçti. Bu dönemde, dayı oğullarıyla Cemil Paşa diye bilinen dedemin, sayısı 32'yi bulan köylerinden Bismil'e (şimdi bir ilçe), atla gittiğimi anımsıyorum. Köye vardığımızda, köylülerin koşup bizi atlardan indirip, el bebek gül bebek ağırlamaları, inanın beni çok üzüyordu.

         Bizi karşılayan köylülerden hiçbiri bedenleriyle, nefes alıp verişleriyle bizden aşağı insanlar değildi. Ben, Diyarbakır'da dede konağındaki kısa yaşamımda, hizmetçi, uşak denen kızlı erkekli gencecik insanlara uygulanan, insan onuruna aykırı, her türlü davranışlara karşı içimde hep bir direnme, bir başkaldırma iç güdüsü yeşerip güç kazanmıştı.

         Köylüyü, köy insanını II. Dünya Savaşı sırasında Eskişehir'de yedek subay olarak, yakından tanımak fırsatını bulacaktım.

         Tugayımız, yaz dönemini, kentin dağlık bölgesinde, çadırlı karargahta geçirmekteydi. Ben orada, ilk kez demeyeceğim ama, halk türkülerinin yanık havasıyla karşılaşacaktım. O türküler, ömrüm boyunca, yüreğimde acılı özlemler, horlanmış insanların acılarını dile getiriyordu.

         O gün bugün anladım. Bu ezilmiş insanlarla candaşım, gönüldaşım.

         Günün birinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde öğretmenlik yapmak ister misin diye bir öneriyle              

karşılaşınca sevinçten dört köşe oldum. Enstitü’de, köy kökenli, bilgiye susamış meraklı gençler beni, yeni baştan eğitip bilgilenmeye zorladılar. O gün bugün o aydınlanma ocağından aldığım coşkuyla, kendimi durmadan aşmaya adadım o canım ciğerim öğrenci dostlarım sayesinde.

         Bütün bunları niye yazdım derseniz, yanıtı şu: Sevgili dostum Mevlüt Kaplan, Köy Enstitüleri üzerine yaptığı bu incelemeye benim bir önsöz yazmamı istedi. Ben de gördüğünüz gibi bu çırpıştırma yazıyı kalemimin ucuna yamadım.

         Kusurlarımın bağışlanması dileğiyle, Mevlüt Kaplan dostumun göz nuru, el emeği, gönül borcu ile kotardığı nefis incelemesini okumanızı diliyorum.

         Elinizdeki ve elimdeki AYDINLANMA DEVRİMİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ başlıklı bu inceleme, iki buçuk yıl öğretmen kişiliğiyle çalıştığım eşsiz bir eğitim yurdu olan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde, bilgilenme, aydınlanma yolunda, yürek yüreğe, kafa kafaya verip nefes alıp nefes tükettiğim tıpkı öğrenci dostlarımdan biri kabul ettiğim Mevlüt Kaplan'ın inanılmaz bir çaba sonunda kotarıp, gün ışığına çıkardığı değerli bir incelemedir. Mevlüt Kaplan, Mustafa Kemal, Hasan Âli Yücel ve özellikle de İsmail Hakkı Tonguç'tan aldığı aydınlanma esiniyle besli bir eğitimden geçmiş ve bu eğitimin nimetlerinden yararlanmış bir aydındır. O'nun bu saygın bir yere ulaşmasının elle tutulur tek koşulunun, her ulusun köy insanlarından başlayıp eğitilmesi olduğunu söylüyor.

         Okuyun bu yapıtı, Türkiye'nin inanılmaz bir aydınlanma çabasını gerçekleştirmeye çalışan eğitim ve öğrenim kurumunun, aydınlık düşmanlarca, nasıl engellendiğini görecek ve hayıflanacaksınız.

Yazar: Vedat GÜNYOL

MEVLÜT KAPLAN ÖDÜLLERİ

MEVLÜT KAPLAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ’NDE  DERECEYE GİREN YAZARLARIN VE ESERLERİNİN LİSTESİ  Mehmet ATİLLA Bir Bayram Günü Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Çiler GAZEL Güneşi Sordum Bulutlardan Öykü 1996 Kitaplaştırıldı İzzet KILIÇLI Köpek Savaşı Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Miyase Ayakkabı Götüren Köpek Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Zeliha AKÇAGÜNER İçimdeki Ses Öykü 1996 Kitaplaştırıldı Hamdullah KÖSEOĞLU Aynalı Geyik Roman 1997 Kitaplaştırıldı Ömer Faruk ÖZATEŞ Benim Dedem Gazeteci Roman 1997 Kitaplaştırıldı Tacim ÇİÇEK Kurtkıran Roman 1997 Kitaplaştırıldı Çiler GAZEL Mavi Çocuk Roman 1997 Kitaplaştırıldı Ahmet KAŞIKÇI Uzaklaşan Masallar Roman 1997 Kitaplaştırıldı Hamdullah KÖSEOĞLU Çocukluğum Hoşça kal Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Savaş ÜNLÜ Armağanlar En Güzeli Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR Hayvanların Aklı Var Mı? Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Perihan KARAYEL Sevgisiz Olmaz Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Ahmet KAŞIKÇI Bir Öykü On Öykü Öykü 1998 Kitaplaştırıldı Aysel Kumru KORKUT Çınar Dedenin Bininci Doğum Yılı Roman 1999 Kitaplaştırıldı Zeliha AKÇAGÜNER Çatalçay’ın Çocukları Roman 1999 Kitaplaştırıldı Ekrem GÜNEŞ Çiçekler Solmasın Roman 1999 Kitaplaştırıldı Erol BÜYÜKMERİÇ Son İki Çocuk Roman 1999 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR Türkü Çocuk Roman 1999 Kitaplaştırıldı Lütfi GÜLŞEN Maç Bitti Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Mehmet ERDOĞAN Yıldız Yürümesi Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Hülya TOZLU Birleşen Sevgiler Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Erhan TIĞLI Kolye Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Nursel SAYGINAR İlklerin Güncesi Öykü 2000 Kitaplaştırıldı Kasım Çetin KÖYOĞLU  Bilginler Sınıfı Roman 2001 Kitaplaştırıldı İlhan SOYTÜRK Sen Olabilirsin Roman 2001 Kitaplaştırıldı Oya USLU Pembe Pantolonlu Bulut Roman 2001 Kitaplaştırıldı Bilsen BAŞARAN Benekli Turgut Roman 2001 Kitaplaştırıldı Lütfi GÜLŞEN Küçük Arkadaşlarım Roman 2001 Kitaplaştırıldı Hüsnan ŞEKER Mektup Arkadaşı Aranıyor Öykü 2004 Hüseyin BEŞER Karamela Öykü 2004 Adil BOZKURT Serçe Sokağı Öykü 2004 M. Fikret ÜNLÜER Benli Ana Öykü 2004 İlkay MİDİLLİÇ Uçurtmanın Kuyruğundaki Bisiklet Öykü 2004 Necdet TEZCAN Çocukça Şiirler Şiir 2005 Atilla ER Sınıf Arkadaşlarım Şiir 2005 Fahrettin KOYUNCU Samuray Saksağan Şiir 2005 Gülçin Aytan AÇIKALIN Lunaparkta İnecek Var Şiir 2005 Zehra ÜNÜVAR Çocuklara Şiirler Şiir 2005 Ali KAYA Kum Tanecikleri Öykü 2006 Cebrail SÜRÜCÜ Mağara Çiçekleri Öykü 2006 Sezer ODABAŞIOĞLU Zemheri Zürafası Öykü 2006 Ethem ORUÇ Günebakan Öykü 2006 Hatice Oya KUZGUN Sevgi Uçurtma Öykü 2006 Aydın KARASÜLEYMANOĞLU Sandıktaki Mektup Öykü 2007 Erdoğan BAYSAL Öteki Dostlar Öykü 2007 Rasim BAKIRCIOĞLU Mutluluk Nerede? Öykü 2007 Zübeyde Seven TURAN Menekşe Öykü 2007 Hüseyin DUMAN Alaimsema Öykü 2007 Sultan Su ESEN Aslı’nın Dürbünü Öykü 2009 Dündar AYDOĞUDU Babamın Islığı Öykü 2009 Hatice Emel DİNSEVEN Mine Öykü Yazıyor Öykü 2009 Zehra ÜNÜVAR Sihirli Sözcükler Öykü 2009 Lütfi GÜLŞEN Hep Özledim O Kokunu Anne Öykü 2009 Ayel EKİZ Kuşları Dökülmesin Ağaçların Şiir 2012 Cem Seyhun ÜNBAY Pireler Berber Şiir 2012 Atila ER İlknur Büyümek İstemiyor Şiir 2012 Mehmet GENÇ Dil Fırçası Şiir 2012 Mehmet AYDIN Savrulmuş Çocuklar Şiir 2012 Hasan Hüseyin YALVAÇ Çocuk ve Doğa Şiir 2015 Özlem TEZCAN DERTSİZ Ozan’ın Şiir Defteri Şiir 2015 Fahrettin KOYUNCU Gökyüzü Gülsün Bana Şiir 2015 Haydar EROĞLU El Bebek Gül Bebek Şiir 2015 Arslan BAYIR Şirin Yüzler Şiir 2015    A) SEÇİCİ KURUL ÜYELERİ  1. İlk Dönem:Muzaffer İZGÜ, Hüseyin YURTTAŞ, Hidayet KARAKUŞ, M. Kadri SÜMER, Mevlüt KAPLAN 2. İkinci Dönem: Sami KARAÖREN, Talip APAYDIN, Tarık Dursun K., M. Yaşar Bilen,     Mevlüt KAPLAN 3. Üçüncü Dönem: Mehmet BAŞARAN, Sami KARAÖREN, Tarık Dursun K.,      M. Yaşar Bilen, Mevlüt KAPLAN 4. Dördüncü Dönem: Burhan Günel Öner YAĞCI, Hüseyin TUNCER, M. Yaşar Bilen,      Mevlüt KAPLAN 5. Beşinci Dönem: Ahmet ÖZER, Öner YAĞCI, Hüseyin TUNCER, M. Yaşar Bilen,      Mevlüt KAPLAN 6. Son Dönem: Mahmut MAKAL, Ahmet ÖZER, Bilsen BAŞARAN, Asım ÖZTÜRK ve Özgür KAPLAN  B) YILLARA GÖRE YARIŞMA DURUMU  1. 2001 yılına dek yarışmada derece alan 30 öykü ve roman yazarının dereceye giren kitapları yayımlanmıştır. 2. 2001’den bu yana ödül alan yazar ve şairin kitapları satışların durması nedeni ile basılmamıştır. 3. 2005, 2012 ve 2015 yılında yarışma şiir dalında yapılmış 15 şaire ödül verilmiştir. 4. 1996, 1998, 2000, 2004, 2006, 2007 ve 2009 yıllarında yarışma öykü dalında yapılmış, 35 öykücüye ödül verilmiştir. 5. 1997-1999-2001 yılında yarışma roman dalında olmuş, 15 roman yazarına ödül verilmiştir. 6. 22 yıldan buyana yarışmalara toplam 230 dosya ya da kitap katılmıştır.  7. Roman yarışmasının yapıldığı yıllarda katılım daha az olmuş, öyküde bu artmış, şiirde çok katılım olmuştur. 8. 2002, 2003, 2008, 2010, 2011, 2013, 2014, 2016, 2017 yılında katılım az olduğu için yarışmaya katılan ürünler değerlendirilmeye alınmamıştır.

Yazar: MEVLÜT KAPLAN

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör