Nihat Boydaş

Müzisyen, Hattat, Öykü Yazarı, Şair

Doğum
Eğitim
Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Eğitimi Bölümü

Şair, hikâyeci, müzisyen, hattat. 1942, İnkışla köyü / Sarıkaya / Yozgat doğumlu. Kayseri Mimar Sinan İlköğretmen Okulu (1960), Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Eğitimi Bölümü (1964) mezunu. Gercüş’te sınıf öğretmenliği ve okul müdürlüğü, Ankara ve Bitlis liselerinde resim öğretmenliği yaptı. İngiltere’ye gönderildi, okul yöneticiliği ve müfredat programlarıyla ilgili incelemelerde bulundu. AÜ Eğitim Bilimleri Fakültesinde lisans tamamladı, sanat eğitimi dalında yüksek lisans yaptı. Aynı üniversitenin İlâhiyat Fakültesinde, İslâm sanatları alanında doktorasını tamamladı ve Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Resim-İş Eğitimi Bölümüne geçerek, 1984 yılında doçent, 1995 yılında profesör oldu. Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu üyeliğine seçildi. Rumeli ve Türk Cumhuriyetleri’nde ve yurt içinde birçok bilimsel toplantılara katıldı, konferanslar verdi. Resim-İş Eğitimi Bölümü başkanı iken Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK Dünya Bankası işbirliği ile düzenlenen program geliştirme ve öğretmen yetiştirme çalışmalarına katıldı. 1997 yılında ABD Arizona State Üniversitesinde sanat eğitimi ile ilgili incelemelerde bulundu.

1986 yılından bu yana aynı fakültede Resim Bölümü ve Ana Bilim Dalı başkanı, Atatürk Kültür Merkezi üyesidir. Bir süre Dr. Nazmi Özalp, Cinuçen Tanrıkorur ve Arif Biçen gibi sanatçılardan ud ve ney meşkleri aldı. Şiir, deneme ve hikâyeleri Türk Yurdu, Bilge, Türk Dili, Bozok, Yedi İklim, Millî Eğitim gibi dergilerde yayımlandı.

ESERLERİ:

HİKÂYE: Bal Kokmaz (1992), Kavalını Satanlardan Değilim (1992), Göç (1993), Kadın Kadın Dedikleri (1993), Şıhlı Kâ (1995), Cafiye (1996), Onbir Ev Sahipli Kiracı (1996), Türkçe Bilmeyen Cennete Giremez (2000).

İNCELEME: Ta’lik Yazıya Plastik Değerler Açısından Bir Yaklaşım (1994), Eleştiriye Giriş ve Resim Eleştirileri (2005).

HAKKINDA: Azize Aktaş Yasa / 15. Yılında Atatürk Kültür Merkezi (1998), M. Cumbur / Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi (2000).

 

MEVLÜT HOCA'dan

Katranlı çatal kapının sağ kanadı gıcırdayarak açılır, önce konur öküzün çatak boynuzları görünürdü. Ardından sarı öküz ağır ağır eşini takip ederdi. Mevlüt Hoca öküzlerin ardından, bacaklarını çekerek yavaş yavaş dışarı çıkardı. Elinden eksik etmediği iğdeden kırmızı değneği, başında ak-yeşil sarığı, bacağında kara şalvarı, yaz-kış sırtından çıkarmadığı sakosuyla öküzlerin peşine düşerdi. Kara şalvarının önünde, biri uzun, biri kısa iki kendir uçkur sallanırdı. Çatal kapı sessizce kapanır, Mevlüt Hoca evlerinin 10-15 m ilerisindeki kötü yokuşun dibine varınca, azıcık duraklar, iğdeden kırmızı değneğini sırtına yanlamasına kor, kollarını sağdan soldan değneğe geçirirdi. İğde değnek, yaşlı yorgun gövdesinin ayakta durmasına yardım eder, yürümek için sanki değnekten güç alırdı. Yokuşu çıkarken daima topuğu basık yemenilerine bakar, ardından topuk tipisine benzeyen, etrafa dağılmayan küçük toz bulutlan kalkar, inerdi. Sağına soluna, ardına bakmaz, baksa bile, herhalde göremezdi. Beyaz, çopur yüzünde topakça bir havuca benzeyen burnu, çevresi daima ıslak gözleri, göz kapaklarına secde eden uzan beyaz kaşları, yakından bakmayınca seçilmezdi. Hele hele köse sakalını, şiş göz kapaklarının altında yara izlerine benzeyen gözlerini seçmek hiç mümkün değildi. Yokuşun altına kadar bacaklarını bükmeden, gövdesinin uzantısı gibi hareket ettirir, sağa sola yalpa yapar, "pat pat" ses çıkarırdı. Yokuşu çıkarken bacaklarını dizlerinden ve kalçasından bükmek zorunda kalır, yürüyüşü zorlaşır.

- Ebeem, ebeem!

diye, burnunu çekerek ağlar, öküzlerle aralarındaki mesafe biraz açılırdı. Kağnı tekerlerinin ezerek un ufak haline getirdiği ak topraklı yokuşun başına çıkınca, tosbağa tıslamasını, ağıtı keser nefeslenirdi. Bir çala karşıda, uzaklarda her çalısını, her taşını, inişini-yokuşunu bildiği dağları düşünürdü, görmese de... Kurmut, kuzukulağı, mantar, fındık topladığı, sıyırmık yediği buz gibi soğuk sular içtiği günleri, yeşil çamları, gök ardıçları hatırlardı. Yoğurt Yurdu, Sorguncuk yaylaları, yaylalara gidip geçen allı yeşilli fistanlı kızlar, türkü söyleyen çobanlar birer birer, gayri bir adım ilerisini zor seçen, gözlerinin önünden geçerlerdi. Tepede serin bir yel eser hep, elini bağrına götürür, bağrını yele verir serinlerdi. Tepeden aşağı inerken istemiyerek hızlanır, titreyen bacakları ona itaat etmezler, edemezlerdi. Aşağıdaki çayırda suyu yazın soğuk kışın ılık akan pınarda elini yüzünü yur, ak-yeşil sarığını başından çıkarıp, başına su çalar ve hemen ilerdeki derme-çatma salacak taşına doğru yürürdü. Salacak taşını eliyle koymuş gibi bulurdu. Karşıda mezarlık, salacak taşıyla mezarlık arasında, yazın azalan baharlarda çoğalan bir dere akar. Taşın başında duran Mevlüt Hoca sayısını bilmediği kıldırdığı cenaze namazlarını hatırlar mahzunlaşırdı. Anadan babadan yetim kaldığı için, onu besleyip büyüten çok sevdiği ebesinin cenaze namazını kıldıramamış, iki defa namazı bozmuş, nihayet başka bir hoca kıldırmıştı. Buradan her geçişinde bunları hatırlar, karşıda mezarlıkta yatanların hepsini tanıdığı, bildiği için, kendisini oraya daha yakın hissederdi. Sonra hemen değneğini arkasından çıkarır, diklemesine önüne kor, iki elini üst üste değneğine dayar mezarlığa doğru sümaye veryansın ederdi... 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör