Ahmet Kutsi Tecer

Oyun Yazarı, Araştırmacı, Şair

Ölüm
23 Temmuz, 1967
Eğitim
Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümü Felsefe Bölümü

Şair, oyun yazarı ve araştırmacı (D.1901, Kudüs - Ö. 23 Temmuz 1967, İstanbul). Adı Ahmet Tecer. Adına eklediği “Kudsî” kelimesiyle, babasının görevi nedeniyle doğmuş olduğu yeri belirtmek istemiştir. Ailesi Eğin (Kemaliye) / Erzincanlıdır. İlköğrenimine doğduğu yerdeki Frères Okulunda başladı, Kırklareli’nde bitirdi. Ortaokulu da aynı yerde bitirdikten sonra girdiği Kadıköy Sultanisinden (Lisesinden) ve Halkalı Yüksek Ziraat Okulundan mezun (1922) oldu. Bir yıl kadar İzmir’de bir çiftlikte tarım işlerinde çalıştı. Daha sonraları Yüksek Öğretmen Okuluna girdi, bu okulun verdiği bursla (1925) Paris’te Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde okudu. Paris’teki öğrenimi sırasında Paris Ulusal Kütüphanesinde eski Türk el yazmalarını inceledi, Cezayirli halk şairleri ve Köroğlu üzerine yeni belgeler buldu, bu çalışmalarıyla dikkatleri üzerine çekti. 1927 yılında yeniden İstanbul Üniversitesine döndü, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü (1929) bitirdi. Gazi Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı (1930), aynı yıl içinde, burslu okumuş olması nedeniyle, Sivas Lisesi edebiyat öğretmenliğine nakledildi, 1934 yılına kadar öğretmen ve Millî Eğitim Müdürü olarak orada görev yaptı. Sivas yöresi Halkevlerini örgütledi ve Halk Şairleri Derneğini kurdu. Dernek aracılığıyla ülkemizde ilk defa Şairleri Bayramını düzenledi. Aşık Veysel (Şatıroğlu), Ali İzzet (Özkan) ve Talibî gibi değerli halk şairleri bu bayramda kendilerini kanıtladılar.

 Ahmet Kutsi, Sivas’ta bulunduğu son yıl içinde çıkan soyadı yasası üzerine, Sivaslı halk şairi Ruhsatî’nin “Sevdiğim sabreyle hele yaz gelsin / Tecer’in gülleri bitene kadar / Gönül sevdiğinden nasıl vaz gelsin / Derdime Lokman’ım yetene kadar” dörtlüğünde geçen ve Tecer dağını çağrıştırması nedeniyle Tecer soyadını aldı. Ahmet Kutsi Tecer’in şiirlerinde, özellikle de halkın anlayışını yansıtan dili üzerinde Ruhsatî’nin etki yarattığı söylenebilir.

Tecer, Sivas’ta çalıştığı yıllar içerisinde, Sivas çevresini taramış, halk kültürünün ortaya çıkması için bütün kuruluşlarla birlikte, siyasi iktidarın imkânlarını seferber etmiş, özellikle Halkevlerinden ve Halkodalarından yararlanmıştır. İstanbul’da öğrenci olarak bulunduğu yıllarda Halk Bilgisi Mecmuası’nda, Paris kütüphanelerinde yaptığı çalışmaların sonuçlarını yayımlamıştı. Bu bağlamda yayımladığı ilk yazı Köroğlu üzerinedir ve bu yazıyla birlikte Köroğlu’nun bilinmeyen iki koşması da dergide yer almıştı (V. Timuroğlu). Bedrettin Tuncer, Ahmet Kutsi’nin Sivas’ta yaptığı hizmeti, “Koçyiğit Tecer’imiz” başlıklı yazısında şöyle ifade eder: “Sivas Lisesinde edebiyat öğretmeni iken, İç Anadolu’nun ince Selçuklu eserleri ile bezenmiş büyük şehrinde kısa zamanda yarattığı derin sevgi ve saygı içinde memleketimizde unutulmaz ilk Halk Şairleri Bayramını gerçekleştirmişti (1931). Benliğini sanki orada kazanmıştı. Deliktaşlı Ruhsatî’nin gelip geçtiği Tecer Dağı’nın adını, soyadı olarak alması sebepsiz değil. Aşık Veyseller, Talibiler, Ali İzzetler o bayramın içinden çıktılar.”

Ahmet Kutsi Tecer de, Sivas’ta yaptığı çalışmaların gayesini şöyle açıklar: “Halk kitlesi ile fikir hayatımızın umumi bağlarını birleştirmek, münevver kitle ile geniş kitle arasını doldurmak: Bunu tahakkuk ettirmek için de halk dili, halk nağmeleri, halk edebiyatı, halk ananeleri ile münevver adamın medeni bilgilerini kaynaştırmak, meczetmektir.”

 Halk şairleri Bayramı, yalnızca Sivas çevresindeki halk şairlerinin tanınmasına hizmet etmez, konservatuara Türk halk müziğinin girmesine de zemin hazırlar. Zira o, 1934’te Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğüne atandıktan sonra, Muzaffer Sarısözen’i Sivas’tan Ankara’ya getirterek, Devlet Konservatuarı Folklor Arşivi Şefi yapar. Tecer, 1942 yılında Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirilir. Hayatının bu döneminden itibaren Halkevlerinin çıkardığı Ülkü dergisi ile ilgilenmeye başlar. Onun gayretleriyle Ülkü dergisi, Türk folklorunun bütün dallarına yönelir. Ahmet Kutsi Tecer bu dönemde köy temsillerini inceleme imkânı bulur. Bu görevlerini Adana ve Şanlıurfa milletvekillikleri (1942-46, VI. Dönem Adana ve VII. Şanlıurfa) izledi. 1948 yılında Ankara Devlet Konservatuarına atandı. Bu görevine devam ederken folklor üzerindeki araştırmalarını da yoğunlaştırır. Halil Bedi Yönetken’le birlikte Anadolu gezileri düzenleyerek, yeni bulgular elde eder. 1949’da Paris’te öğrenci müfettişi ve Kültür Ataşesi olarak görevlendirilir. Daha sonra da UNESCO Yürütme Kurulunda Türk Delegesi olarak (1949-51) görev alır. 1951 yılında Galatasaray Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin edilir, sonraları sırasıyla, İstanbul Belediye Konservatuarı (1953), Güzel Sanatlar Akademisi (1957), İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü ve İstanbul Radyosunda görev yapar. Bu kurumlarda estetik ve halkbilimi dersleri verir. 1940’lı yıllarda yazı ve diğer çalışmalarıyla iktidar partisinin prensiplerini halka yaymaya, halkın zihni faaliyetlerini aydın zümreye tanıtmaya gayret eder. 1951’den sonra politikadan tamamen çekilerek, düşünce ve sanat sahalarındaki hizmetlerini sürdürür. 1966 yılında yaş haddinden emekliye ayrıldı. Karaciğer kanserinden öldü.

Ahmet Kutsi Tecer, şair olduğu kadar, bir oyun yazarı ve folklor araştırıcısıdır. Folklor araştırmaları alanında en çok ilgilendiği dal, köy temsilleridir. Karagöz ve Kuklaya ait kısa notları, büyük bir değer taşımaktadır. O, folklor ürünlerini halk edebiyatına ait olanlardan ayırma konusunda olabildiğince titiz davranırdı. Halk edebiyatı ürünlerinin şahsi, folklorun ise anonim olduğunu sık sık vurgular. Gerçek bir folklor araştırmacısının çalışma tarzı hakkında şöyle der: “Halkın mahrem hayatı içine girmek suretiyle zevklerini, yaşayışını, ananelerimizi öğrenmiş oluruz. Kadın, erkek, genç, ihtiyar... zümreler arasındaki hayatın daimi kaynaşmasını böylece kavrarız.” (Folklor Gezileri / Kalem, s. 9) Onun sanat ve edebiyat anlayışı da bu düşünceden kaynaklanır; halkın yaşama biçimi içerisinde tespit ettiği değerleri, sanat ve edebiyatta işleyerek zenginleştirmeye taraftardır. Hareket noktası olarak halkın güzellik ilkelerini ve coşkusunu almayı önerir. Halkın kolektif yaratma faaliyetinin profesyonel sanatın kaynağı olacağı düşüncesini savunur. Ziya Gökalp tarafından ortaya konulan “halka doğru” ilkesini iyi anlar ve o ölçüde de yorumlar. Hayatında olduğu gibi şiirinde de Anadolu yaşamı ve insanı asli unsur durumundadır.

İlk yazısı, Halkalı Ziraat Okulunda öğrenci olduğu 1919 yılında, Bolu’da çıkan Dertli gazetesinde yayınlanmıştı. Bu yazının son cümlesi, onun daha sonraki yıllarda yapacaklarını daha o yıllarda planladığını göstermektedir: “Ben ömrümün sonuna kadar Anadolu’yu dinleyeceğim ve onun sesini dinletmeye çalışacağım.” Şiirlerini Dergâh (1921), Millî Mecmua (1924-25), Varlık (1933-35), Oluş (1939), Yücel 1941), Ülkü (1941-45), Türk Düşüncesi (1953-54) ve yine Varlık (1960-) dergilerinde yayımladı. Batı şiiri kuşkusuz ona, sözü kullanma ustalığını kazandırmıştır. Ancak bu hünerin halka ait değer ve güzellik anlayışıyla birleşmesi, zamana, deneyime ve halkı tanımaya ihtiyaç gösterir. O, şiirde, halk şiirine ait sesin duyulmasını arzu ederdi. Bunun için hece veznini ve halk şiirine has mısra örgüsünün imkânlarını kullanmayı denedi, halk konuşmasına has ahengi şiirine yerleştirmeye çalıştı. Türkçe yazılmış başarılı eserlerde denenmiş yolları gözden uzak tutmaz. Bu sebeple onu, modelini yalnızca halk edebiyatı ve folklorun imkânları arasında arayan bir şair olarak düşünemeyiz. Zira koşma ve semai gibi nazım şekillerinden hareketle kendi şiir yapısını kurmaya gayret gösterdiği gibi, Divan edebiyatı nazım şekillerinden müstezadın ritmini hece vezniyle yazdığı şiirlere taşımayı da dener. “Uyandırma” başlıklı şiiri böyle bir denemenin ürünüdür. Onun zaman zaman serbest şiirin imkânlarını da kullandığı görülür. Bu gruba giren şiirlerinde, aynı parçada hecenin farklı vezinlerini kullanarak yeni bir ahenk arayışı içindedir. “Kaybolan Çocuğa Çağrı”, “Bebeği İncinen Çocuğa Ninni”, “Hasta Çocuğa Türkü” adlı şiirleri bu arayışı açıkça ortaya koyar. “Nerdesin” başlıklı şiirinde olduğu gibi, zaman zaman halk şiirine özgü bir sesle, çağının modern şiirini yazmanın yollarını arar. Şiirde gaye edindiği millî ve özgün yapıya gönlünce ulaştığını söylemek oldukça güçtür. “Tek dilin halk dili” olduğunu ileri sürmesine karşın, bu dille arzuladığı şiiri yazması için, dilin modern şiir ikliminde esneklik kazanıp zenginleşmesine ihtiyaç olduğu açıktır. Denilebilir ki onun benimsediği Türkçe, bu dönemde büyük şiiri ortaya koyabilecek zenginliğe, derinliğe henüz kavuşamamıştı. Yine de ağıtlar, ninniler, masallar, efsaneler, destanlar, halk anlatıları ve atasözleri onun şiirini besleyen kaynaklardır.

 “Ahmet Kutsi Tecer, resmi öğrenime dayalı bir duygulanmanın, bir bakıma basit, belirsiz, her döneme aynı rahatlıkla uygulanabilecek izlenimlerin şairidir. Aslında hepsi birer ‘manzume’ olan şiirleri dirimden yoksundur. Sanki okur-yazar biri, bir edebiyat öğretmeni olduğu için şiir yazması gerektiğini düşünmüş ve o yüzden yazmıştır. Şiirden o kadar uzaktır ki, ne etki almış ne de etkilenmiştir, ortalama bir duygunluğun en düzayak kesimlerinde kalmıştır. Ahmet Kutsi Tecer için ünü ile eş değerde olmayan bir şairdir diyebiliriz, ‘has’ bir şair değildir yani. Bir çok öbür şair gibi, şiirin sorunlarına ilgisiz bir çevreye ‘şair’ diye sunulmuştur. Ne var ki onun erdemi, bu sunuluşu öbürlerinin aksine pek kabullenmeyişidir.Yaşam boyunca şiir konusundaki tutumundan çıkarılabilir bu. Büyük bir olasılıkla, içinden kendisi de bilmektedir gerçeği. O yüzden şiirde ısrar etmez, başarılı olduğu başka alanlara, tiyatro çalışmalarına, folklor araştırmalarına yönelir.

“Ahmet Kutsi Tecer, süregelen bir iğretiliğin bütün sonuçlarını yüklenen bir yarı-şairdir diyebiliriz. Her şeyi bitmiş, tamamlanmış görmenin güveni içinde koşma kafiyelemesi ve heceyle sudan izlenimler dile getirir, birtakım kelimelerin şiiri şiir yapmaya yeteceği inancı ile acemice bir kelime tutkunluğuna saplanır.

“Tarihsel işlev yönünden de Cahit Sıtkı duyarlığının ilk belirtilerini taşır Ahmet Kutsi: yalınlığı ve renksizliğiyle Türk şiirine yeni okuyucular kazandırırken şiir okuyucusunun beğenisini o tür şiirde dondurur.” (Turgut Uyar)

Ahmet Kutsi’nin folklor araştırıcılığı ve şairliği yanında, tiyatro yazarlığından da söz etmek gerekir. Onun basılmış ilk tiyatro eseri Köşebaşı (1947) adını taşır. Onun şiiri için; “Sanatını tek başına kurdu; samimi ve ince, duygu ve memleket şiirleriyle tanındı, heceye yeni imkanlar aradı.” diyen Behçet Necatigil, Köşebaşı oyunu için de şöyle demektedir: “Ortaoyunu tekniğine yakın bir yerlilik içinde düzenlenmiş ve şiirli bir dille yazılmış bir eserdir.” İkinci tiyatro oyunu Bir Pazar Günü (1959) adlı eseridir. Bu oyun, “Curcuna” adlı bir ön oyunla başlar. Ara oyunu denilen 2. perdesi, eşit parçaya ayırdığı üç bölümden ibarettir. Bu oyunda toplumsal bir eleştiririn varlığı kendisini duyumsatır. İnsanın birçok yüzü olduğunu var sayan, insanları yüzlerine taktıkları maske aracılığıyla tanıdığımızı söyleyen Tecer, bu oyununda insanların iç yüzünü tanımaya çalışmanın boşuna bir çaba olduğunu vurgulamaktadır. Bu oyunda da orta oyunu tekniğinden yararlanılmıştır. Bir başka oyunu olan Koçyiğit Köroğlu önce 1941-42 yıllarında Ülkü dergisinde tefrika edilmiştir. Eser, iki bölüm, bir prolog ve altı tablodan ibarettir. Konusunu Köroğlu hikâyelerinden alır. Cavit Orhan Tütengil bu oyunu şöyle değerlendiriyor: “Koçyiğit Köroğlu’ndaki trajik unsur, Türk mitolojisindeki diyalektik karaktere bağlıdır. Gök ve yer ilahi kudretlerdir. İnsanoğlu bu ikisi arasında üçüncü bir varlıktır. Yer ve gök ile bağları vardır. Bu iki kudret arasında insanoğlu daima kendini aşmak ister. Eserin kompozisyonundaki düzen de bu diyalektik karakterden çıkmaktadır.” Bu oyunda ayrıca, halk edebiyatından, özellikle de Dede Korkut hikâyelerinden gelen çeşitli unsurlar eserdeki anlatma tarzını zenginleştirir. Ahmet Kutsi Tecer’in bunlardan başka yayınlanmamış, ancak 1961 yılında sahnelenmiş Satılık Ev adlı bir tiyatro oyunu daha vardır.

ESERLERİ:

ŞİİR: Şiirler (1932), Ahmet Kutsi Tecer - Tüm Şiirleri (haz: Vecihi Timuroğlu, 1980), Bütün Şiirleri (haz. Leyla Tecer, 2001).

İNCELEME: Köylü Temsilleri (1940).

BASILMIŞ OYUNLAR: Köşebaşı (1947, The Neighbourhood adıyla İngilizceye çevrildi, 1964), Bir Pazar Günü (1959), Koçyiğit Köroğlu (1969).

BASILMAMIŞ OYUNLAR: Satılık Ev (Ülkü dergisi, 1941-42 / 1961’de oynandı), Yazılan Bozulmaz (1947’de Devlet Tiyatrosunda oynandı), Hakikat (Yüzük Oyunu), Ömür Yolu, Arkadaş Hatırı, Avşarlar, Didonlar, Sunalar.

KAYNAKÇA: Eflatun Cem Güney (Türk Folklor Araştırmaları, 1 Eylül 1968), Baki Süha Ediboğlu / Bizim Kuşak ve Ötekiler (1968), Halit Fahri Ozansoy (Edebiyatçılar Çevremde, 1970), Yaşar Nabi Nayır / Dost Mektuplarıyla Edebiyatçılarımız (1972), Mehmet Kaplan / Edebiyatımızın İçinden (1978), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1983), Mehmet Kaplan / Şiir Tahlilleri: Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1984), Mustafa Özbalcı / Ahmet Kutsi Tecer: Şairliği ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme (1998), Mehmet Atilla Maraş / Şair Milletvekilleri 1 - 22. Dönem 1920-2005 (2005), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

BESBELLİ

Besbelli ölümüm sabahleyindir 
İlk ışık korkuyla girerken camdan 
Uzan başucumda perdeyi indir 
Mum olduğu gibi kalsın akşamdan 
 
Sonra koş terlikle haber vermeye 
"kiracım bu sabah can verdi" diye 
Üç beş kişi duysun ve belediye 
Beni kaldırmaya gelsin odamdan 
 
Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut 
Sen de eller gibi adımı unut 
Kapımı birkaç gün için açık tut 

Eşyam bakakalsın diye arkamdan.

GÜZELLEME

Dün yine bir çini şehrini gezdim,

Bu geziş bir günden bile kısadır.

Her çini önünde bir ömür sezdim,

Bu seziş gönlümde bitmez tasadır.

 

Bir garip hulyaya nazım düşeli,

Gezdim yarı gamlı yarı neşeli,

Yerler gökler bütün çini döşeli,

Bu biraz Kütahya, biraz Bursa’dır.

 

Bir çağ güneşinde açılmış güller.

Bir zaman yelinde serviler inler,

Çiniden çiniye taşan sümbüller,

Asırdan asıra solmaz busedir.

 

Aşk doğar, bir çini gibi, nakışla,

Bir fırın içinde kalbi yakışla,

Çiniler, sevgilim, içten bakışla,

Aşkın destanından birer ‘kıssa’dır.

 

Okur gönlüm, okur aşkı ezberden,

Okuyup öğrenmiş, bilir mi nerden?

Diz çöküp önünde, kaldırdım yerden,

Sevgilim, bu gönlüm çini kâsedir.

 

(1943, Ülkü)

İBRAHİM

Bir gece Urfa’da Halil-rahman’da

Suda ay doğduğu garip zamanda

İçimde hicranlı bir bülbül sesi

Altımda seccade bir gül bahçesi

Üstümde yıldızlar önümde havuz

Pırıl pırıl bir aşk gecesi temmuz

Orada sularla baş başa kaldım

Asırlar boyunca hülyaya daldım

 

Hâcer’den uzakta Kâbe’den ırak

Ne gökte bir haber ne kuş ne burak

Sanki Tanrısın uzak kederde

Nemrud’un ateşe attığı yerde

Şimdi oturduğum gibi İbrahim

O benim yerimde, ben o, o benim

 

İbrahim’i dile getiren masal

Bu gece içimde canlandı dal dal

Nemrud’u, ateşi yanımda duydum

Gurbeti, hicranı canımda, duydum

Ayıldım hülyadan bülbül sesiyle

Ayın doğmasıyla suyun aksine

 

Urfa, destan yurdu bu eski belde

Nice efsaneler yaşar dilinde

Toprağın öz oğlu öz kızı Urfa

Bin kere hem şehit hem gazi Urfa

Güneyde Türklüğün demir kalesi

Bu gece içimde Urfa’nın sesi

MURADİYE’DE AKŞAM

Tırman, akşamleyin, Muradiye’den.

Uzaklaşan günün sesini dinle.

Bir kırık basamak, bir taş merdiven,

Bekliyor çıkalım diye seninle.

 

Yalnız çıkacaksın şimdi... Bir revak

Altında oturup dinleneceksin.

Birden bir kumrunun sesi taşacak,

Günün arkasından söyleneceksin:

 

“-Temmuzdu, buraya geldik beraber,

akşam ne güzeldi, Tunca ne süzgün!

Nasılsa öyleydi eski çiniler

İkinci Murad’ın koydurduğu gün..

NERDESİN

Geceleyin bir ses böler uykumu,

İçim ürpermeyle dolar: - Nerdesin?

Arıyorum yıllar var ki ben onu.

Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.

 

Gün olur sürüyüp beni derbeder,

Bu ses rüzgârlara karışır gider

Gün olur peşimden yürür beraber,

Ansızın haykırır bana: - Nerdesin?

 

Bütün sevgileri atın içimden,

Varlığımı yalnız ona verdim ben,

Elverir ki bir gün bana derinden,

Ta derinden bir gün bana “Gel!” desin.

 

ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA

Orda bir köy var uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Orda bir ev var uzakta,

O ev bizim evimizdir.

Yatmasak da, kalkmasak da

O ev bizim evimizdir.

 

Orda bir ses var uzakta,

O ses bizim sesimizdir.

Duymasak da, tınmasak da

O ses bizim sesimizdir.

 

Orda bir dağ var uzakta.

O dağ bizim dağımızdır.

İnmesek de, çıkmasak da

O dağ bizim dağımızdır.

 

Orda bir yol var uzakta,

O yol bizim yolumuzdur.

Dönmesek de, varmasak da

O yol bizim yolumuzdur.

 

TABİAT ODAM

Severim kırlarda ben yaşamayı,

On iki ayı.

Severim kırların yeşil göğsünü.

Bütün süsünü.

 

İstemem başımın üzerinde dam,

Tabiat odam.                  

İstemem topraktan başka bir yatak, Kehkeşanlar tak.

 

Kuşlardan savrulan bir incecik tül,

Üstümde örtü.

Ve aydan kırpılan bütün yıldızlar,

Rüyamda kızlar.

 

Her sabah neşeyle uyanan bir eş,

Koynumda güneş.

Dallarda ötüşen kuşlar kabilem,

Bilmezler elem.

 

Ağlarsak bizimle beraber olur,

Hemşirem yağmur. Sızlarsak bizimle beraber sızlar,

Kardeşim rüzgâr.

 

İstiyen toplasın binlerce argın,

Karlardan kışın.

Mutlaka öptürür kırlarda temmuz,

Çıplak bir omuz.

 

Severim kırlarda ben yaşamayı,

On iki ayı.

Severim kırların yeşil göğsünü,

Bütün süsünü.

 

Ölürsem istemem ne yas, ne kefen,

Ne başka bir fen.

Üstümden kalkmasın çimen, çiy, yosun,

Ruhum uyusun.

 

NERDESİN?

(…) Duygusunu kalabalık unsurlardan sıyıran ve teferruata değil, öze ehemmiyet veren Tecer’in üslûbu da çıplaktır. “Nerdesin” şiirinde hiç bir teşbih, istiare ve mecaz olmadığı gibi sıfat da yoktur. Bu sadelik ve çıplaklığı, daha sonra Orhan Veli nesli bir prensip haline getirecektir. Haşim’in tesiri altında kalan bütün şairlerin, renge ne kadar ehemmiyet verdiklerini ve mısralarını süslediklerini görmüştük. “Ner­desin” şiirinin üslûp bakımından en mühim özelliği her türlü ziynetten uzak, saf, sesin kendisi gibi âdeta maddenin inkârı olmasıdır. Bunun sebebi bizzat muhtevanın,, mücerret, gözle görülmez ve elle tutulmaz bir varlığı anlatmasıdır.

            Tecer, diğer şiirlerinde dış âleme ve eşyaya yer verir, fakat onlarda da ifade tar­zı “çıplak”tır. Benzetme ve sıfatlara az rastlanılır. Bu bakımdan, Tecer’in üslubuyla Sabri Esat’ınki arasında tezat vardır. “Odalar ve Sofalar” şairinin teferruatla oyna­masına ve oyalanmasına karşılık, Tecer, âdeta tabiat ve eşyanın arasından geçer. Onu ilgilendiren, bu geçişin bıraktığı tatlı veya acı intihalardır. Buna hayatın içinde ken­disini hissettiren “fânilik duygusu” adını da verebiliriz. Fakat bu, eskilerin, insanı dünyadan uzaklaştıran ve ebediyet özlemi uyandıran, ölüme çok yakın fânilik duy­gusu değil, sadece intiba olarak yaşanan geçiş duygusudur. “Kış Düşünceleri” ad­lı şiirde bu duygu ifade olunmuştur:

           

Geçti yaz günlerinin güzelliği,

Açık pencereler, damlar, bahçeler...

Her şey ne sıcaktı, her şey ne iyi,

Hattâ o karanlık, aysız geceler.

 

Hani o gezmeler kırda, denizde?

Hani o cümbüşler, sazlar temmuzda?

Ağustos mehtabı tam üstümüzde,

Pilâjlarda neydi o eğlenceler?

 

Yaşamak, diyordum, yaşamak ne hoş?

Hele bir gelmesin n’olurdu bu kış?

Nerde o kahkaha, o ses, o alkış?

Şimdi yerini aldı düşünceler.

           

            Burada dış âleme ait unsurlar oldukça geniş bir yer tutuyor. Fakat onlar “geç­miş”, sadece hâtıra ve özlemi kalmıştır. Kaybolanı arayan tonuyla bu şiir “Nerdesin” şiirine yaklaşır. Yalnız burada kaybolan ve aranan bellidir. Şiirde bir iki sıfat müs­tesna i nsimlerin umumiyetle çıplak oluşlarına ve hiç bir benzetme bulunmayışına dik­kat ediniz.

            “Şimal Rüzgârları” adlı şiirinde Tecer, “geçiş”i anda yakalıyor:

 

Duyulmuyor günlerin nasıl geçtiği

Bu Temmuz, Ağustos ayları böyledir.

Dakikalar öyle süratli geçer ki           

Daha sabah zannedersiniz, öğledir.

 

Erkenden çağırır ya deniz, ya bahçe,

Her yerde tükenmez kahkaha, eğlence,

Daha uzak, uzak sanırsınız gece,

Bir de bakarsınız gün batmış, ay bedir.

 

Sonra bir yel eser enginden, şimalden,

Bütün neş’eleri toplayıp götüren,

Ey şimal rüzgârı, hasret dolu tren,

Bari o günlerin kokusunu getir.

 

            Burada da duyular ve objeler şiire çıplak olarak, kendi gerçekleriyle giriyorlar. Yalnız son parçanın üçüncü mısraında şimal rüzgârı “hasret dolu tren”e benzetiliyor. Fakat bu benzetme “geçiş” duygusunun hâkim olduğu şiirin muhtevasına tamamiyle uyuyor. Bundan dolayı da bizde “süs” intibaı uyandırmıyor.

            Ahmet Kutsi Tecer, Orhan Veli neslinden önce, Türk şiirini sade, saf ve çıplak hale getirenlerin başında gelir.

                                                                                   (Şiir Tahlilleri, 1965)

Yazar: MEHMET KAPLAN
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör