Nezihe Meriç

Yazar

Doğum
28 Şubat, 1924
Ölüm
18 Ağustos, 2009
Burç
Diğer İsimler
Nezihe Şükran Meriç

Yazar (D. 28 Şubat 1924, Gemlik / Bursa – Ö. 18 Ağustos 2009, İstanbul). Tam adı Nezihe Şükran Meriç’tir. Eskişehir’de başladığı ilkokulu Ağrı Karaköse’de (1936), ortaokulu Kırşehir’de (1959), liseyi Eskişehir’de (1942) tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Felsefe bölümlerine devam ettiyse de öğrenimini tamamlamadan (1945) bıraktı. Bir süre Heybeliada’da ilkokul öğretmenliği (1946-54) yaptıktan sonra eşi Salim Şengil’in Ankara’da kurduğu Dost dergisi ve Dost Yayınları’nı (1957-72) yönetti. 

İlk yazısı N. Ufuk imzası ile İstanbul dergisinde (15 Şubat 1945), ilk hikâyesi “Bir Şey”, Seçilmiş Hikâyeler dergisinde (1950) yayımlandı. Daha sonra da öykülerini bu dergide yayımladı. İlk kitabı Bozbulanık ile adını duyurdu. Hikâyelerinde ortaya koyduğu kadın duyarlığıyla dikkatleri çekti. Cumhuriyet döneminde doğan ilk kadın yazar olarak kabul edildi. Farklı ve yeni söyleyiş biçimlerini aradığı öykülerinde, toplu yaşayışlarda bile kendi iç yalnızlığını sürdüren genç kız ve kadınları anlatmadaki başarısıyla tanındı. Türk öykücülüğünün geleneksel çizgisi ile yenilikçi yönelişleri arasında sağlam bir köprü kurduğu değerlendirmesi kabul gördü. Eserlerinde modern öykünün imkânlarını kullanırken dilde özenli davrandı ve bilinçakışı, iç monolog gibi yeni teknikler denedi. Bu yönüyle de döneminin kadın yazarlarından ayrıldı ve yenilikçi bir öykü anlayışını temsil etti. Öykü serüveni üç dönemde incelenebilir: Kadın-erkek ilişkilerinin ön plana çıkarıldığı ilk dönem, siyasal ağırlıklı ikinci dönem öyküleri ve yazma sıkıntılarının yansıdığı son dönem öyküleri. İlk dönemde Bozbulanık, Topal Koşma, Menekşeli Bilinç kitapları; ikincide Dumanaltı; üçüncü dönemde ise Bir Kara Derin Kuyu, Yandırma kitapları vardır.

İlk kitabı Bozbulanık’ta, daha çok genç kız ve kadınları yalın bir dille anlattı. Daha ilk kitabıyla Güzide Sabri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir gibi kadın yazarlardan tümüyle farklı bir anlayış sergiledi. 1980’lerden sonra edebiyatımızı kuşatan, kadının cinsel özgürlüğü ve erkeklerin dünyasındaki ezilmişlikleri ilk kez Nezihe Meriç aracılığıyla edebiyat gündemine gelmiş oldu. Daha sonraki eserlerinde kendine özgü bir öykü dünyası kurdu. İkinci kitabı Topal Koşma, çoğu kadın ve öğretmen olan sıkıntılı kişilerin bir türlü uyum sağlayamadıkları toplumun eskimiş değer yargı­larından kaynaklanan tedirginliklerini dile getirdi. Kadınların bakışından erkekler çoğunlukla olumsuz tiplerdir. Menekşeli Bilinç’te kadınlar artık başkaldırır ve cinsel özgürlüklerinin peşine düşerler. Dördüncü öykü kitabı Dumanaltı, ideolojik ve tezli öykülerden oluşur. Bu kitap, 12 Mart (1971) edebiyatının tipik örneklerinden biridir. Bir Kara Derin Kuyu’daki öykülerde derin bir “kırıklık” hissedilir. Kitap, bir yaz kenti izlenimlerinden oluşur. Yandırma adlı öykü kitabıyla ilk öykülerine, çok sevdiği konulara; kadın-erkek ilişkilerine ve aşka yeniden döndü.

Anılara, çağrışımlara, duygu­lara ve iç konuşmalara yaslanarak yazdığı, adını Beyoğlu’ndaki bir sokaktan alan romanı Korsan Çıkmazı ile 1962 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü, Bir Kara Derin Kuyu adlı öykü kitabıyla 1990 Sait Faik Hikâye Hikâye Armağanını, Yandırma adlı eseriyle 1998 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü, Çavlanın İçinde Sessizce ile 2004 Dünya Kitap-Yılın Telif Kitabı Ödülünü aldı. Çocuklar için yazdığı kitaplarla çocuk edebiyatının önemli yazarları arasında yer aldı. Üç oyunu yurtiçi ve yurtdışında sahnelendi. ABD, Almanya, Fransa ve Rusya’da basılan çeşitli öykü antolojilerinde öykülerine yer verildi.

“İşlediği konulara bir iç zenginliği, dinlendirilmiş dikkatler, boyutlar ekleyen yazar değerini daha bu ilk kitabıyla kabul ettirdi.” (Behçet Necatigil)

“Nezihe Meriç’in dünyası tanıdık bir dünya. Ta Bozbulanık’lardan, Topal Koşma’lardan, Dumanaltı’lara, Yandırma’lara, içinde evimizde gibi dolaştığımız, çoğu zaman aydınlık, ferah, bazen de hüzünler, buruklar barındıran bir dünya. Ev içleri, mutfaklar, balkonlar, bahçeler, denize çıkan sokaklar, yaşamın ta içinden mahalleler, yıkanmış avlularla canlanan, hayata katılan, okuyanı içine alan bir dünyadır bu.” (Füsun Akatlı)

“Meriç, Türk öykücülüğünde dil bilinci en yüksek yazarlarımızdan biridir. Özellikle atmosfer yaratma ve duygu aktarımında dili kusursuz kullanır. Meriç, ‘Menekşeli Bilinç’ öyküsünde bir ayrılık ve duygu yoğun an’ı abartmadan çarpıcı bir resimle şöyle anlatır: ‘Sokak kapısı açılınca kamaşık bir beyaz ışık düştü merdiven başına. Sonra, ışıktan, sarı tüyleri parlayan iki ince bacak, bir küçük bavul geçti. Bir ince bilek, bir kalın kemerli kol saati, bir tutulmuş öpücük, üç damla peş peşe gözyaşı damlası geçti. Sokak kapısı, sonra, yavaşça sineklenmiş menekşelerin üzerine kapandı.’ Meriç burada sulugözlü metinlerin tuzağına düşmeden, ayrılık anlarının insanda yarattığı acıyı, hüznü etkili bir şekilde bize yaşatır.

“Sonuç olarak Meriç, bireysel hayatları yok sayan toplumsal baskıları, anlayışsızlıkları eleştirerek, ülkemizde büyük baskı altında olduğuna inandığı kadınları özgürlük perspektifinden ele alarak öykülere taşımış, onların önünü açmaya çalışmıştır. Bunu yaparken de modern öykünün imkânlarını ve araçlarını pek çok öykücüden önce keşfedip öykülerinde uygulayarak Türk öykücülüğünde yol açıcı bir yazar kimliği oluşturmuştur.” (Necip Tosun)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Bozbulanık (1953), Topal Koşma (1956), Menekşeli Bilinç (1965), Dumanaltı (1979), Bir Kara Derin Kuyu (1989), Yandırma (1998), Toplu Öyküleri (Cilt 1: Bozbulanık / Topal Koşma / Menekşeli Bilinç, 1998), Toplu Öyküleri (Cilt 2: Dumanaltı / Bir Kara Derin Kuyu, 1998), Çisenti (2005), Gülün İçinde Bülbül Sesi Var (2008).

ANI: Çavlanın İçinde Sessizce (2004).

ROMAN: Korsan Çıkmazı (1961), Boşlukta Mavi (1992), Alacaceren (2003).

OYUN: Sular Aydınlanıyordu (1970), Sevdican (Almanya’da sahnelendi, 1984), Sular Aydınlanıyordu-Sevdican (1992), Çın Sabahta (1995).

ÇOCUK KİTABI: Alagün Çocukları (1976), Küçük Bir Kız Tanıyorum Altı Yaşında (1992), Küçük Bir Kız Tanıyorum Yedi Yaşında (1992), Küçük Bir Kız Tanıyorum Sekiz Yaşında (1993), Küçük Bir Kız Tanıyorum Dokuz Yaşında (1994), Küçük Bir Kız Tanıyorum On Yaşında (1995), Küçük Bir Kız Tanıyorum On Bir Yaşında (1996), Küçük Bir Kız Tanıyorum On İki Yaşında (1998), Ahmet Adında Bir Çocuk (1998), Dur Dünya Çocukları Bekle (1999).

KAYNAK: Vedat Günyol / Dile Gelseler (1966), Asım Bezirci / 1950 Sonrasın­da Hikâyecilerimiz (1980) - Nezihe Meriç (1999), Füsun Akatlı / Bir Pencereden (1982) - Edebiyat Defteri (1987) - Küçük Bir Sabah Müziği (Varlık, Mayıs 2003), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (5. bas. 1997), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Necip Tosun / Nezihe Meriç Öykücülüğü (Hece, Aralık 2005), Sennur Sezer / Nezihe Meriç Yaşamı Savunur (Radikal Kitap, 22 Temmuz 2008), Ayfer Tunç / Nezihe Meriç, Türk öyküsünün kucağı geniş annesiydi (Radikal, 19.08.2009).

 

 

 

DUMANALTI’dan


 

Başını çevirmedi.
Çevirip, biriken kalabalığa bakmadı. İpek eşarbını bağlamış, yeni dikindiği mantosunu giyinmişti. Candarmaların arasında, her zamanki ince sessizliğiyle yürüyordu. Rengi uçmuştu yüzünden. Bir gözleri kalmıştı, çakılı. Çevresinde kimseler yokmuşcasına, yukarı, gün yılımıyla ışıklanan dağlara doğru bakıyordu. Yürüyüşünden de durumuyla ilgili bir anlam çıkarılamazdı. Sanki çarşıya gidiyordu. Kuka, tığ, emzik alıp dönecekti.
Kentin bu Kayabaşı semtinde, bütün sokaklar yokuş yukarı gider. Her yolun sonunda, dağlar görünür. Çıktıkça açılır hava. Güneşlenir, aydınlanır. Tozsuzdur buralar. Kayalık. Aşağıda hükümet caddesinden geçen büyük çarşı yolu olsun, istasyon caddesi, kervansaray giden anayol olsun, hep taş döşelidir. Eski çağlardan kalmadır. Hacı Alibey konağına giderken geçilen Beyler mahallesinin, Kale'nin çevresini dolanan yolun, o zamanlardan bu yana, nasıl böyle bozulmadan kaldığına şaşılır. Toz, bağ yollarındadır. Ayak bileklerine dek gömülür yürüyen. İnce elekten geçmiş gibidir; pof pof eder... Yol boyunca sararan bahçelerde, bu tozlu yollarda, güneşten pişerek ezilip fırçmış kayısıların kokusu, iç bayıltarak yayılır gezer. Bunalır sıcakta insan. Oysa Kayabaşı, yaylasıdır kentin. Esintili, serin. Karlı dağlara yakın, öyle ya...
Kentin bu Kayabaşı semtinde, her evin yanında bir kaya vardır. Ya, aş damının bir duvarının dayandığı, ya ahırın, ya sundurmanın... Güzel kenttir burası. Eski kent. Gelip geçmiş uygarlıkların, bolluk günlerinin, o zamanlarda yaşamış, bu kayalıkları, bu bağlık bahçelik büyük ovayı sevmiş olan insanları düşündüren... Onlardan kalan bir şenlik, şölen havasını diri tutan. Türküleriyle, oyunlarıyla. Gelenek, görenek...
Yağmur boşandı mıydı, Kayabaşından doğru gelen seller, boz boz köpürür akar taşların arasından. Toz ne bırakmaz. Yol kenarlarında, taşların arasında biten otlar, küçük sarı çiçekler daha bir çoğalıp kaldırı kaldırıverirler başlarını suyu görünce. Bahçelerden kadın gülüşmeleri gelir; yıkanıp, serinlemiş... Kahvelerin, lokantaların, kebapçıların havası değişiverir yağmur sonu. Şakalaşmaların, açan güne karşı, tavlanın başına, iskemle atıp oturmaların tadı artar. Birer cıgara daha yakılır. İri yarı, saçları gür kıvırcık, beyaz dişli, sağlam, güzel erkeklerdir, bu kentin erkekleri. Yüksek sesle güler, büyük kıllı elleriyle, şakır şakır tavla oynarlar. Düğünlerde havaya ateş edilirken, fırlayıverirler ortaya. Küçük topuk vurmalarıyla oynarken, ağır ağır dönüp, çap çarparlar ellerini havada. Bembeyaz dişleriyle gülerler her dönüşte, biraz sarhoş kentin ünlü şaraplarıyla; fırınlanmış kuzudan koca bir lokma ısırılırken dikilivermiş kaçak rakılarla... Dümbür düdük arasında, kebap ve anason kokuları dağılır bahçelerden...
Yolun sonuna, cipin durduğu Aslanlı çeşme düzlüğüne gelince bir solukluk duraladı. Sokağın alt ucunda, şaşkınlıkla, kararsızlığın arasında kımıltısız duran kalabalık, ürkek durgunluğunda biraz daha sindi. Kadınların yazmaları, örtmeleri, göğüslerinin üzerinde sıkıca kavuşturarak içine sığındıkları hırkaları, allı yeşilli belirsiz dalgalanmalarla birbirine geçiyordu. Kimseden ses çıkmıyordu. Bir, küçük kuşlar, durup dururken cikciklenip göğe doğru ağıyordu, bir de, bahçelerin kuytularından doğru, büyük kuşların hü hü'sü geliyordu; tok tok eden postal seslerine karşılık. Anlamsız, akıl almaz bir şeyle karşılaşmış kişinin, uçuklamış dudağı, boş bakışları, korkunun içinde bulunulduğu zamanki durgunluğuyla, öylece bakıyorlardı. Erkeklerin kasketleri, lacivert elbiseleri, kadınların renkli kümelenişi arkasında, koyu renk bir duvar gibiydi. Kaşlarını çatmışlardı. Baş parmak sustalıların düğmesine basmaya hazır, ama kasılıp kalmış. Günlerdir kenti saran tedirginlik, kuşku, sinir gerginliği içinde, ne uyku ne durak. Ajans haberleri, hükümet meydanından, en ıssızdaki bağ evlerine değin dizi dizi sıralıyordu haberleri: Anarşistlerin başı, Murat Muratoğlu, doğduğu kentin yakınlarında, ana yolda görülmüş, devriyelerin elinden kaçmış, ortadan kaybolup izini yoketmiş.

Kent candarmaya, kaçakçıya alışıktı ama, bu sefer başka türlüydü işler. Şaşırıyorlardı. Alışılmışın dışında, kavrayamadıkları, o yüzden huysuzlandıkları bir durumdu bu. Kuş uçmaz sokak başlarına değin polis, candarma sarmıştı ortalığı. Bir de bu sıkı yönetim başlarında! Murat için, "Öğrencilerin başı" diye yazıyordu gazeteler. "Eşkıyanın azgını değel ya!" diye yanıtlıyorlardı. Soruyorlardı: "Bu anarcist ne ki?" sonra düşünüyorlardı: "Bizim sendikacı Mahmıtla, topal sürgün öğretmenin dediğine bakılırsa, bu bebelerin ettikleri bizim hayrımıza emme..."

Başını onlara çevirecek sandılar. Gene çevirmedi. Hafifçe eğilerek cipe girdi. Valinin karısının sarışın başı, köşe başındaki Arif Bey konağının üst kat sofasının, orta penceresinden görünür gibi oldu. Asmanın dallarının arasına siperlenmişti. Kalabalık öylece ortada durmak için yaratılmış, orda unutulmuşcasına, anlatılması güç bir kalakalmışlık içinde, Gülgunun cipe bindirilişine bakıyordu. Beş candarma, bir yüzbaşı, iki teğmen... Güneş vurdukça, stenler, Kayabaşının kayaları gibi çakıp çakıp göz alıyordu. Cip hareket ederken bir kıpırdanma oldu kalabalıkta ama, köşeyi döndüğünde eski donmuşluğuna dönülmüştü. Gülgunun iki yaşındaki kızı, halasının kucağında, ona sarılarak, "Anne atta!" dedi. Güldü, elini salladı. (…)

                                                                                                   (Dumanaltı, 1979, s. 24-46.

 

AYRINTILI SEVİNÇLER


Nezihe Meriç’in kısa roman formatında kaleme aldığı Alacaceren, yazarın 1976 yılında yayımlanan Alagün Çocukları romanıyla başlatmak istediği bir dizinin son halkası olarak tasarlanmış aslında. “Sürdürülmedi” diyor Meriç kitabın son sayfalarında ve şöyle açıklıyor nedenini: “[O]n iki kitaplık bir dizinin içinde, [çocuklar] ilkokul, ortaokul, lise yıllarında büyüyecek, bilinçlenecek, kişilikleri gelişecek, söyleyecek sözleri olacaktı yaşam üzerine. Olamadı. Olamazdı. 2000’li yıllara gelirken Türk toplumu büyük bir karmaşanın içindeydi. Memlekette terör vardı. Sıkıyönetimler, yasaklar, tutuklamalar, işkenceler, yolsuzluklar... Bu kargaşada tutuklanan anneler, babalar, ablalar, ağabeyler. Basılan, altüst edilen evler, devrilen kitaplar, polisler, silahlar, sıkılmış dişler, sapsarı olmuş yüzler, eli ayağı çözülmüş yaşlı dedeler, büyükanneler vardı. Bu çocuklar onları görerek, o günleri yaşayarak büyüyeceklerdi. Üstelik bütün çiçekler önce kurumuş, sonra solmuştu evlerde.” İşte çocuklarını bu sevgisiz ortam içerisinde büyütmeye gönlü elvermemiş Meriç’in; bu coğrafyada 80’lerden bugüne kadar geçen zaman içerisinde yaşananlardan “yaşamayı çok seven, ayrıntılı sevinçler üreten” Nezihe Meriç’in bile güzel şeyler çıkarmaya gücü yetmemiş. Kendisinden önceki kadın yazarların salonlarda geçen hissi roman geleneğinin dışına çıkıp kadın sorunlarını, kadın dünyasını toplumsal çatışmalara paralel ve gerçekçi biçimde işleyen bir yazar olarak gerçeklere sırtını da dönememiş elbette. İşte bu nedenle Alacaceren ilk tasarlanışından farklı bir mecraya kaymış ve yazılması da 2003’lere sarkıvermiş.

Hikâyedeki anlatıcı ses, Bengi adlı bir kızın hayatına odaklanıyor; anne ve babasının ayrılmasından sonra dedesi tarafından büyütülen Bengi ile kızkardeşi Gün’ün hayatından bir sabahla başlıyor söze. Onların zamanından bir sabah vaktinde, kentteki milyonlarca evden, apartmandan birindeyiz... Sekiz yıl önce evi terk edip giden annesi de uyuyor şimdi içerde, ama sadece bir konuk artık anne, çok sevdikleri dedelerinden ise ölüm ayırmış çocukları...

Nezihe Meriç, başlangıç zamanından ileri ve geri gidip gelişlerle aktarıyor Bengi’nin hikâyesini. Bengi’nin değil, ama anlatıcının bilinç akışını izliyoruz; anne güzel giyinmeyi, güzel eşyaları, yemekleri sevmiş, arkadaşlarının yaşam tarzlarına özenmiş, uzak diyarlara seyahatler düşlemiş, kısacası parayla kurulabilecek bir dünyayı arzulamış... Ne var ki, daha iyi bir yaşam hayaliyle evlendiği mimar kocasının o taraklarda hiç bezi yok; etrafındaki saçmalıklardan, hayatın çirkinliklerinden bunalan, doğayı seven, dost sohbetlerinden hoşlanan birisi o. Belki de bu nedenle alkole tutulmuş... Anlaşılacağı gibi farklı dünyanın insanları onlar, anlaşamıyor, sıklıkla kavga ediyor ve sonunda ayrı ayrı terk ediyorlar evlerini. Ancak çocukların gidecekleri bir yer yok. Böylelikle, kendisine verilen zamanı gönlünce yaşamış, yaşamına kimseyi karıştırmamış, bu yaşamı beğenmeyenleri elinin tersiyle itmiş sevgi dolu bir insan olan dedeye kalıyor kızlar; Bengi ile Gün’ü hayatın erken bir anında yakalayan kötü kader, böyle bir dedenin gelişiyle kırılıp bir fırsata dönüşüyor...

Anlatısını ince ince örmüş Meriç, büyük olaylar, kişilikleri kesin hatlarla çizilmiş roman kahramanları yok, ama gündelik hayatın alışkanlıkları, zihinde an an çakan duygu ve düşünceler, çocukların sevgi ve güvenlik arayışları, insan-eşya ilişkileri eksiksiz resmedilmiş. Mesela dedenin eve yerleşme anını naklettiği birkaç cümle, dede hakkında bir fikir sahibi olmamıza yetebiliyor: “Sonra, dede evi gezdi. Her odayı tek tek, ince ince gözden geçirdi. Sonunda, kendisi için konuk odasını seçti. Elbiselerini bavuldan çıkarıp dolaba astı. Soyundu, evde giydiği pantolonunu, kazağını, yumuşak ev ayakkabılarını giydi. Tıraş takımını, diş fırçasını, tıraştan sonra sürdüğü kokusunu banyo aynasının önüne yerleştirdi. Koyu sarı havlusunu astı... Dede, boşalan bavulu elbise dolabının üzerine yerleştirdi, sonra bir öneride bulundu: ‘Hadi şimdi balkona çıkıp oturalım. Yorulduk. Bir sabah kahvesinin tam zamanı.’”

Bu kısa romanın alışılageldik, başlı sonlu bir hikâyesi yok. Bengi’nin küçük bir çocukken yazdığı hikâyeleri izliyor anlatıcı ve anlatım zamanında yetişkinliğe adım atan Bengi’nin hayata karşı sevinçler üreten duygu ve düşünce dünyasında gezdiriyor okuyucusunu; çok sade, akıcı ve rahat bir anlatım, hiç aksamayan bir dil eşliğinde...

                                   (Mercek: Yeni Yerli Romanlar, Virgül, sayı: 60, Mart 2003)

 

Yazar: ÖMER TÜRKEŞ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör