Düşünür, bilgin (D.1208, Hortu
köyü / Sivrihisar / Eskişehir - Ö. 1284, Akşehir / Konya). Yaşadığı dönem ve
yöre hak¬kındaki en önemli kanıtlar Akşehir’deki tür¬besi, soyundan geldikleri
söylenen kişilere ait mezar taşı kitabeleri ve adına kurul¬muş olan vakıfla
ilgili Fatih Sultan Mehmed dönemine ait bir arşiv belgesidir. Doğduğu köyün
imamı olan babası Abdullah Efendi’den sonra bu görevi ken¬disi üstlendi. Daha
sonra Akşehir’e göç ederek burada kadılık yaptı. Hortu köyünde Nasreddin
Hoca’ya ait olduğu söylenen bir ev yıkıntısı ve onun soyundan geldiklerini
söyleyen kimselerin bulunduğu birçok kay¬nakta belirtilmektedir. Ayrıca
Mükrimin Halil Yinanç, Hoca’nın oğullarına ait mezar taşlarını Sivrihisar
yakınındaki Sultana köyünde gördüğünü söyle¬miştir. Nasreddin Ho¬ca’nın
kızlarından birine ait olduğu sanılan bir mezar taşı da Sivrihisar’da
bulunmuştur. İstanbul’un ilk kadısı, Fatih Sultan Mehmed’in hocası olan
Sivrihisarlı Hızır Bey’in de annesinin Hoca’nın torunlarından olduğuna dair
bilgilere kimi kaynaklarda rast¬lanmaktadır.
Nasreddin Hoca üzerine yapılan
araştırmalarda, XIII. yüzyılda Selçuklu Türkleri döneminde yaşadığı ve
Akşehir’deki türbesinde yatmakta olduğu görüşü yaygın olarak kabul görmektedir.
Başta Evliya Çelebi olmak üzere (Seyahatname III) kimi ta¬rihçiler ve
araştırmacılar Hoca’yı I. Murat, Yıldırım Bayezid ve Timur’un çağdaşı gibi
göster¬miştir. Hatta Evliya Çelebi, Hoca ile Ti¬mur arasında geçen bir
konuşmayı aktarmaktadır. Ancak bu savlar doğru değildir. Çünkü Timur ile
konuşan kişi “Kendernâme”nin sahibi olan şair Ahmedî’dir. Hoca’nın kimliğine
dair doğru yanlış çok sayıda ve çok farklı bilgiler vardır. Bu tür varsayımlar,
Nasreddin Hoca hakkında yapılmış olan araştırmaların sonucunda varılmış olan
ortak kanaatler göz önünde bulundurma¬dan kaleme alınmıştır. Bunlardan biri de,
birtakım söylentilerden hareketle, Hoca’nın, Ahî Evran diye bilinen Hâce
Nasîrüddin Mahmûd el-Hûyî olduğunun ifade edilmiş olmasıdır.
Fıkraları dikkatle incelendiğinde,
Müslüman Türk halkının mizah simgesi olan Nasreddin Hoca’nın hazırcevap bir
kişi olduğu; insanları kırmadan, incitmeden, ironik bir dille doğruları söyleyen,
yeri geldiğinde kendisiyle de alay etmesini bilen bir tip olduğu görülür. Hatta
halkın, yönetsel ve öteki otorite sahiplerini doğrudan eleştiremediğinde, her
çağda Hoca’nın fıkraları türünden ifadeler aracılığıyla bu gereksinimini
karşıladığı görülür. Fıkralarının çoğunda sıra¬dan bir köylü gibi tarlasında,
bağında ça¬lışır, ormana odun kesmeye gider, zaman zaman da kente iner. Bu kent
çoğu kez Akşehir, Sivrihisar ya da Konya’dır. Ancak Hoca’nın kimi zaman bir
âlim, kimi zaman bir bilge kişi, kimi zaman da kadı, tabip, hoca ve elçi
kişili¬ğine büründüğü de görülür.
Enis Batur, Pertev Naili
Boratav’ın “Nasreddin Hoca” (1996) kitabına yazdığı sunuş yazısında; “Her
kültürün büyük sözlü kaynakları, bu kaynakları harekete geçiren büyük
simge-kahramanları olur: Hikâye1eri ağızdan ağıza, yöreden yöreye, dilden dile
dolaşırken çoğalır, değişir, aslından zenginleşerek uzaklaşır, aslına
zenginleşmiş olarak döner, dönüşür, birikir. Anadolu kültürünün en güçlü figürü
hiç şüphesiz Nasreddin Hoca’dır.
Bir başlangıcı, bir gerçekliği var
mıdır bu damarın; bir yüzü, bir künyesi, sicili var mıdır Hoca’nın, belli bir
noktadan sonra bunu kestirmek hem güçleşir, hem de anlamını yitirir: Birden
fazla doğum yeri, doğum tarihi, giderek çoğul sayılabilecek bir kimliği olma Nasreddin
Hoca’nın halkı simgelediği görüşünü doğrular.” der. Bu sözler aslında bir
gerçekliğin dile getirilişidir.
Nasreddin Hoca fıkraları Batı ve
Doğu ülkelerindeki yaygın fıkralarda işlenenlerle karşılaştırıldığında,
bun¬ların Tayland, Pencap ve Türkistan ile Al¬manya, Fransa, İngiltere, İber
yarımadası, Baltık ülkeleri ve İskandinavya, Kuzey Afri¬ka, Mısır ve Sudan
dahil geniş bir coğraf¬yayı kapsadığı görülür. Bu temaların bir bölümü
rastlantı ya da doğal benzerliklerle açıkla¬nabilirken, birçoğunun aynı kaynaktan
gel¬diği anlaşılmaktadır. Dikkat çeken diğer bir konu da başta Arapların
Cuhâ’sı olmak üzere, Amerikalıların Paul Bünyan’ı, Bulgarlar’ın Hıtar Petar’ı,
İngilizlerin Joe Miller’i, İtalyan¬ların Bertoldo’su, Rusların Balakirevv’i,
Yugoslavların Kerempuh ve Era’sı, Japonların Ikkyu’suna ait fıkraların Hoca’nın
fık¬ralarıyla benzerlik göstermesidir. Hatta Türkiye’de bile Hoca ile
ilişkilendirilebilecek Karagöz, Hacivat, Eb¬leh Mehmed, İncili Çavuş gibi
tipler vardır. Ancak ta¬rihî gerçek ne olursa olsun Anadolu’dan yayılan
Nasreddin Hoca fıkralarının Doğu İslâm zekâsının özel bir ürünü olduğu ka¬bul
edilmektedir. Bu durum onu bütün Doğu İslâm dünyasının ortak kahramanı
yapmıştır. Türkistan’da Çin’nin İli vadisinden Kafkasya’ya, İran
Azerbaycanı’ndan Arabistan’a, Türkiye, Mısır ve Ak¬deniz kıyılarından Tunus,
Kırım ve Kaza¬kistan’a kadar her yerde bir Hoca vardır. Bu durum da Hoca’nın
evrensel bir dünya görüşüne sahip olduğunu gösterir. Daha önce Osmanlı
Devleti’nin hâkimiyetin¬de kalmış olan Romanya, Bulgaristan, Sırbis¬tan,
Hırvatistan, Yunanistan ve Arnavut¬luk’ta da Nasreddin Hoca fıkralarına yay¬gın
biçimde rastlanmaktadır.
Hoca’ya mal edilen fıkraların bir
bölümünün kaba ve çirkin olayları konu edindiği ve hatta ahlâk dışı olduğu da
görülür. Müslüman Türk halkının, başta İslam inancı olmak üzere ah¬lâk anlayışı
ve gelenekleriyle bağdaşmayan bu fıkraların Nasreddin Hoca’ya ait olma¬dığı,
sonradan ona mal edildiği kesin¬dir. Nas¬reddin Hoca fıkraları; hakaret
içermeyen, açık ve dışa dönük, incitmeden eğiten mi¬zahî yaklaşımların en güzel
örnekleridir. Aykırı konuşmayı seven, akl-ı selimi kuvvet¬li, neşeli, babacan
bir tip olan Hoca’nın mi¬zahı hiciv gibi yıkıcı değil yapıcıdır. Fıkralarda
alay ve eleştiri okları çoğunlukla ev, sokak, aile, toplum, iş hayatı, din,
yargı sistemi, eko¬nomi, otorite, dostluk gibi hayatın her alanını ilgilendiren
konulara yönelmiştir. Bu fıkralar arasında bir maksadı açıklamak, bir düşünceyi
desteklemek için atasözü yerine kullanılanları da vardır. Böylece Türk halkının
selim aklını, duyuş ve düşünüş özelliklerini ifade etmiş olur. Tahkiye (anlatış
düzeni, öyküleme) ve di¬yalog dengesine dayanan Nasreddin Ho¬ca fıkralarının
halk tarafından büyük ka¬bul görmesinin bir nedeni de bu özellikle¬ridir.
Çok yönlü bir mizah içeren Nasreddin
Hoca fıkralarının genel nitelikleri güldürü¬cü, düşündürücü, öğretici,
eğlendirici ve şaşırtıcı olmalarıdır. Sözden doğan miza¬hın durumdan doğan
mizahtan fazla olu¬şu da bu fıkraların diğer bir özelliğidir. Hoca¬nın mizah
anlayışının dayandığı esasları şöylece sıralamak mümkündür: Güldürü¬cü durum ve
sözler, zıtlık, söz oyunları, şaşırtıcı zekâ oyunları, ölümle alay, şaşırtı¬cı
davranış ve sözler, abartma, ima-taş¬lama ve çağrışım. Bu fıkraların genel
ya¬pısında Osmanlı Türk toplumunun tarihî gelişimi içinde birlikte yaşamış olan
kar¬şıt iki sosyal çevre görülür. Biri gelenekçi, ikincisi değişmelerden yana
olan çevredir. Her insanda çeşitli ölçülerde bulunan bu iki ruh durumu
toplumsal anlamda yönetenle yöne¬tilen arasındaki kültür çatışmasını içerir.
Hoca ile ilgili fıkra kitaplarında
500’ü aşkın fıkra yer almaktaysa da genellikle benimsenmiş ölçüler çerçevesinde
bu sayı 300 civarındadır. Nasreddin Hoca’nın fık¬raları sözlü kaynaklardan
derlenerek ya¬zıya geçirilmiştir. Hocadan söz eden en es¬ki yazma eser 1480’de
Ebu'l Hayr-i Rumî’nin yazdığı Saltuknâme’dir. Yazılış tarihi bilinen en eski
yazma Hüseyin adında birine ait olan Hikâyât-ı Kitâb-ı Nasreddin (1571) adlı
eserdir. Bu eserde kırk üç fıkra var¬dır. Günümüzde Mustafa Duman’ın yap¬tığı
bir çalışmada, Nasreddin Hoca fıkralarını toplayan elli dokuz yazma ve elli
dokuz Arap harfli basma olmak üzere hoca ile ilgili 2064 kitap tanıtılmaktadır.
M. Fuat Köprülü, Nasreddin Hoca’nın elli fıkrasını hece vezniyle, Orhan Veli
yetmiş fıkrayı serbest vezinle manzum ola¬rak yayımlamış, hocanın fıkralarından
ha¬reketle Ragıp Şevki Yeşim, Nasrettin Ho¬ca Dünyayı Güldüren Adam (İstan¬bul
1966) adlı bi¬yografik bir roman kaleme almıştır. Polonya Poznan’daki Türkçe ve
Farsça yazmalar arasında XVIII. yüzyılın ikinci yansında yazıldığı tahmin
edilen Nasreddin Hoca’nın “Mansıbı Taklid Oyunu” adlı eserini Metin And Latin
harfle¬riyle yayımlamıştır. Pertev Naili Poratav’ın, kırk iki yıllık bir
çalışmanın sonunda ortaya koyduğu “Nasreddin Hoca” (1996) kitabında, bütün dünyadan
derlenmiş 594 Nasreddin Hoca fıkrası vardır.
Dünyada ve Türkiye’de Nasreddin
Hoca üzerine yüzden fazla inceleme-araştırma ve sempozyum yapıldı. Birleşmiş
Milletler örgütünün kültür ve sanat kuruluşu UNESCO 1996 yılını “Nasreddin Hoca
Yılı” olarak ilan etmişti.
KAYNAKÇA: Metin And / Nasreddin Hoca’nın Mansı¬bı (1969), Abdülbâki Gölpınarlı / Nasreddin Hoca (1961), Şükrü Kurgan / Nasrettin Hoca (1986), A. Esat Bozyiğit / Nas¬reddin Hoca Bibliyografyası Üzerine Bir Dene¬me (1987), Milletlerarası Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri - 8 Temmuz 1991 Akşe¬hir (1992), İlhan Başgöz / Geçmişten Günümüze Nasreddin Hoca (1999), Mustafa Duman / Nasreddin Hoca Kitapları Açık¬lamalı Bibliyografyası:1480-2004 (2005), İhsan Işık / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
KIRK
AKÇELİK BALTA
Nasreddin Hoca evine sık sık ciğer getirdiği halde bir
türlü onları yemek kendisine nasip olmaz. Her seferinde hanımı:
- Kahrolası kedi ciğeri yedi.
- Hınzır hayvan ciğeri yemiş.
- Canı çıkasıca sarman kedi ciğeri aşırmış, diye bahaneler
uyduruyormuş.
Bir gün dayanamamış Hoca. Hemen bir kenarda duran
baltayı kapıp, mutfak dolabına yerleştirmiş. Hanımı:
- Ne yapıyorsun Hoca demiş, baltanın dolapta işi ne?
Hoca cevap vermiş:
- Hanım hanım, sen bizim kediyi hâlâ tanıyamamışsın.
Üç akçelik ciğere tenezzül eden hayvan kırk akçelik baltayı bırakır mı
sanıyorsun?.
SİZ DIŞARI ÇIKIN
Nasreddin Hoca’nın kadılık yaptığı zamanlarda, bir
adam tarafından bir köpek öldürülmüş. Bu suçundan dolayı o şahsı mahkemeye
vermişler. Gün gelince mahkeme salonu tıka-basa dolmuş tabii. Salonu
dolduranların gürültü yapmaları dolayısıyla rahatsız olan Nasreddin Hoca,
sinirlenerek şöyle demiş:
- "Bu kalabalık da neyin nesi? Yahu! Siz dışarı
çıkın da ölenin akrabalarından kimler varsa onlar gelsin içeri."
SAĞLIKLA GİY
Nasreddin Hoca bir gün bağlarda yanında arkadaşları
ile dolaşırken, Akşehir kadısına rastlamış. Kadı efendi keyfine düşkün bir
adammış. Akşehir’de halkın yanında içemeyeceği için, canı içmek isteyince,
şarap şişesini alır, bağlara gider, kendisini kimsenin görmeyeceği bir yere
varınca şarabı orada içip sarhoş olmuş, sonra cübbesini, sarığını bir yere
fırlatıp atmış kendisi de sızıp kalmış. Hoca’nın da bir cübbeye ihtiyacı
varmış. Üstündeki epey eskiymiş. Yerdeki atılmış cübbeyi görünce hemen alıp
sırtına giymiş. Kadı aksama doğru ayılmış, bir baksa cübbe yok. Biraz arar
bulamaz. Çalındığını sanır. O halde evine gelir. Ertesi sabahta adamlarına
kimin sırtında cübbesini görürlerse yakalayıp getirmelerini emretmiş. Adamlar
da hemen çarsıyı pazarı dolaşırlar, bir baksalar Nasreddin Hoca’nın sırtında
kadı efendinin cübbesini görürler. Hocayı aldıkları gibi kadının huzuruna
çıkartırlar.
Kadı cübbeyi tanıyınca sormuş:
- "Bu cübbeyi nerden buldun? " Hoca cevap
vermiş:
- "Dün bazı arkadaşlarla bağda dolaşıyorduk. Bir
de ne görelim. Saçı sakalı ağarmış, şöyle sizin gibi kelli felli bir adam, zil
zurna sarhoş olmuş yatmıyor mu? Yanında da içilmesi haram olan koca bir şarap
şişesi var. Cübbesini sarığını çıkartıp atmış. Bu halde oralardan bir hırsız
geçecek olsa cübbeyi çalacak. Buna meydan vermemek için cübbeyi aldım. Sahibi
çıkınca hemen çıkarıp vereceğim. Şahitlerim de var, demiş. Kadı şöyle sakalını
bir sıvazlamış. Biraz düşünmüş. Sonra:
- "Sen hele onu sağlıkla giymeğe devam et Hoca!
Bu cübbenin sahibi çıkmaz"
YELPAZE
Nasreddin Hoca, geçim sıkıntısından tavuk tüyünden
yelpaze yapıp satmaya başlamış. Müşteriler yelpazeyi kullanıp denemiş, tüyler
hemen dağılmaya başlamış.
- "Bu nasıl yelpaze, sallar sallamaz tüyleri dökülmeye
başladı," demişler. Hoca :
- "Kullanmasını bilmek lazım, yelpazeyi sıkı
tutarak, başınızı iki tarafa sallarsanız olur"
Nasreddin
Hoca'nın hayatı kadar "letâif" adı verilerek yazıya geçirilen
fıkralarının ilk nüshaları da tuhaf bir belirsizlik içinde. Folklor ve edebiyat
araştırmacıları, onun da Yunus Emre ve Dede Korkut gibi çeşitli belgelerle
yazılı rivâyetlerdeki farklılığı karşısında şaşkındır. Ama tevatür halindeki
rivayetlere ve Türklerin yaşadığı bölgelerdeki yaygınlığına bakarak, onun da bu
topraklarda yerleşen Müslüman Türk kültürünün aslî şahsiyetlerinden biri olduğu
söylenebilir.
Dede
Korkut, Tepegöz gibi bir masal kahramanının sembolik hikâyesini anlatırken de
gözlemci gerçekçilikten vazgeçmezken, Mevlâna kendi zamanında yaşanmış olayları
bile uzak bir rivayet gibi aktarıyor ve onları iş'âri tefsirleri için örnek
olarak kullanıyor. Aisopos masallarını bile hayatına sokmaya çalışan Nasreddin
Hoca'nın hikâye anlatan benzeri şahsiyetlerden farkının da şu olduğu görülüyor:
Günlük hayatın her alanında yaşanabilecek tuhaf durumların bilgece mizahını
yapmak...
Mevlâna
gibi bu ilk dönem Türk büyükleri de Osmanlı'dan önce bu topraklarda yaşayan
insanların temel değerlerini ifade ederler. Yunus Emre, Dede Korkut ve Nasreddin
Hoca'nın Türk dili ve
duyarlığıyla ortaya koyduğu değerleri, o dönemde
aydınların diliyle ortaya koyan Mevlâna bütün eserlerinde toplamış gibidir.
Bunlardan Yunus lirik, Dede Korkut epik ve Nasreddin Hoca da satirik ifadeye
öncelik vermiş ve sanki aynı çağlarda yaşayan bu insanlar, kendi aralarında söz
sanatlarının her birine daha çok önem vererek iş bölümü yapmışlar. Bunu ancak
tasavvuf kültürüyle anlayabiliriz.
İslâm kültürünün tasavvuf geleneğinden beslenen yanını Dede Korkut
gibi Nasreddin Hoca'da da görüyoruz. Mevlâna ve Yunus Emre'de açıkça görülen bu
özellik, Dede Korkut'la Nasreddin Hoca'da biraz gerilerde, alttan alta süren
bir geleneğin yansıması gibidir. Fakat onlara en yakın kaynaklarda bu arka plan veya kültürel alt yapı açıkça
belirtilir. Şecere-i Terâkime'de Dede Korkut'tan söz edilirken Selmân-ı Fârisi
hazretlerinin onu Oğuzlara şeyh tâyin ettiği belirtilir. Manas destanının
anlatıcıları gibi Dede Korkut da bir birine "el veren" ve o yüzden de
aynı adı taşıyan ortak bir kişilik olarak 295 yıllık bir ömür sürdüğü kabul
edilen ve pek çok bölgede görülebilen bir şahsiyettir. Nasreddin Hoca'nın benzerlerine
de böyle bakmalıyız, en azından onun esprisi aranmalı...
Dede
Korkut ve Yunus Emre gibi pek çok yerde mezarı veya makamı bulunan insanları
yetiştiren kültürün, bu kadar renkli ve esprili hikâyeleri bilgece bir mizahla
ortaya koyan Nasreddin Hoca'yı aynı kaynaklardan besleyerek benimsemesini
anlamak gerekir. O yüzden, Yunus Emre gibi Sivrihisarlı olan, Konya ve
Karaman'da yaptığı tahsilden sonra şeyhi Seyyid Mahmud Hayran Efendinin emriyle
Akşehir'e yerleştiği rivayet edilen ve buradaki mezarında bulunan kitabeye göre
de 683/1284-85 tarihinde vefat eden Hoca'ya "Güldüren Evliya" demeyi
doğru buluyorum.
İslâm
kültürünün her bölgesinde görülen mizahî hikâyelerin en inceliklisi kabul
edilen Nasreddin Hoca'nın fıkraları, Aisopos masalları gibi yaşadığı dönemde
yazıya geçirilememiştir. Ondan 300 yıl sonra yazıldığı söylenen, bulunabilen en
eski yazmada 43 letâifi var. Ondan 100 yıl sonra yazılan Letâif-i Nasreddin
Hoca adlı yazma nüshada 112 fıkrasının olduğu görülüyor. Bunların sayısı
bugünkü derlemecilere göre ilk yazmanın on katından fazladır. Böyle olunca,
çeşitli çevrelerdeki hoşsohbet insanların Nasreddin Hoca'ya atfederek anlattığı
fıkralardan başka, farklı dünya görüşünü ve din anlayışını yansıtan Aisopos
masallarıyla Bektaşi fıkralarının da bunların arasına karışmaması mümkün değil.
Bu türden farklı rivayetler, sözlü gelenekteki karışıklıktan ayrılarak
yayınlanması gerekir. Kitaplarda doğrusu olmalı ve ilâveler de onun esprisini
taşımalı tabii.
O
yüzden ben ona atfen anlatılan veya yazıya geçirilen fıkraların, en eski yazma
nüshalar esas alınarak, onlarda belirtilen örnekler ve Nasreddin Hoca'nın şahsiyet
özellikleri dikkate alınarak süzgeçten geçirilmesinden ve böyle hazırlanan
metinlerin yayınlanmasından yanayım. Başka türlü kültürümüzün ulaşabildiği her
yerde bizi ve kimliğimizi temsil eden şahsiyetler gibi Nasreddin Hoca da doğru
anlaşılamaz.
Bu
yüzyılın başında Akşehir'de kaymakamlık yapmış olan Bereketzâde İsmail Hakkı
Bey, Nasreddin Hoca'nın fıkralarını "zâhiri hande-fezâ, bâtını hikmetnümâ"
olarak değerlendirirken, sanki Fuat Köprülü ve Abdülbâki Gölpınarlı gibi ilim
adamlarına yol gösterir gibidir. Nasreddin Hoca'nın kişiliğini bir çeşit
"halk filozofu" gibi değerlendirerek fıkralarındaki hikmetleri
bilgece yorumlayan Necip Fazıl yanında, onun fıkralarını nazma çekerek La
Fontaine gibi değerlendiren Orhan Veli de Akşehir kaymakamına hak verir
gibidirler.
Yaşadığı
dönemden bugüne kadar, dünyanın her yerinde bilgece fıkralarıyla her milletten
insana gülümseterek hikmetli dersler veren Nasreddin Hoca'nın UNESCO tarafından
da anılmaya değer olması, onun hakkında doğru yayınların yapılmasını maalesef
hâlâ mümkün kılamamıştır. Bu bakımdan Dede Korkut'la Nasreddin Hoca, aynı
talihsizliği yaşamaktadırlar.
Edebiyat
geleneğimizin şiirde yoğunlaşmış olması, bu kadar önemli şahsiyetlerin
yeterince değerlendirilememesinin belki de en Önemli sebebidir. Yunus Emre'yi
20. yüzyılın başında keşfeden edebiyatımız, Dede Korkut ile Nasreddin Hoca'yı
da 21. yüzyılda anlar ve değerlendirir umarız...
(Sarmaşık Kültür, sayı: 4, Temmuz-Ağustos
2005)