Namık Kemal

Yazar, Şair

Doğum
21 Aralık, 1840
Ölüm
02 Aralık, 1888
-
Burç
Diğer İsimler
Mehmed Kemal (asıl adı)

Şair ve yazar (D. 21 Aralık 1840, Tekirdağ – Ö. 2 Aralık 1888). Dedesi Koniçeli Abdüllâtif Paşa’nın konağında doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. “Namık”, dönemin şairlerinden Eşref Paşa’nın, şiirlerinde kullanması için ona verdiği mahlastır. Bazı şiirlerinde Namık, bazılarında Kemal mahlasını kullandı. Ailesi Osmanlı Devleti’nin seyfiyye ve kalemiyye (askerî-sivil bürokrasi) sınıflarına mensup ailelerdendir. Babası Mustafa Asım Bey, II. Abdülhamit’in müneccimbaşısıydı (Astronomi bilginlerinin başkanı). Dedeleri arasında sadrazam, kaptan-ı derya, mabeyinci gibi önemli mevkilerde bulunmuş insanlar vardır.

Sekiz yaşındayken annesi Fatma Zehra Hanım’ın ölmesi üzerine, Namık Kemal çocukluğunu  ve ilk gençliğini paşa dedesiyle birlikte geçirdi. Dedesiyle geçirdiği yılların onun üzerinde etkisi büyüktür. Abdüllâtif Paşa öksüz torununun iyi yetişmesi için elinden geleni yaparak, onun çeşitli konularda özel eğitim almasını sağladı. Bu eğitimin dikkat çeken tarafı; şiir, tasavvuf ve Farsça ile birlikte Kars’tayken binicilik, cirit ve av dersleri de almış olmasıdır. Buna bakarak Namık Kemal’in serbest bir mizacı olduğunu veya serbest yetiştirilmiş bir insan olduğunu söyleyebiliriz. Bu serbestliğin tamamlayıcısı hamasettir. Yani sonradan ortaya atacağı hürriyet kavramının birbirinden ayrılmaz iki yönü: Hürriyet ve liberalizm. Aslında Namık Kemal’in hürriyet anlayışı Batılının liberalizmini pek yansıtmaz. Onunki daha çok, kurtarıcı bir hürriyet anlayışıdır ve “istiklâl ve iktidar” anlamlarını da içerir. Temelini ekonomide değil iman ve gayrette bulur.

Kars’ta hocasının yönlendirmesi ile şiire başlayan Namık Kemal, dokuz - on yıl süreyle klâsik şiir vadisinde şiirler yazdı. Bu şiirlerin özel bir önemi olmadığı tartışmasızdır. Sonraki ustalık şiirlerinin bile saf estetik gözle bakıldığında düzeyi çok yüksek değildir. Namık Kemal’i şair yapan asıl özelliği, incelik ve zevk değil, akıl ve inançtır. Şiirlerinde kullandığı kendine has pek çok kelime ve özellikle de terkiplere yüklediği bu azim ve güçtür. Bu ise soyutlamadan değil somutlamadan alınan güçtür.  Acemilik zamanlarından sonra Namık Kemal, biraz da devlete mensup bir ailenin çocuğu olması nedeniyle kendisini dönemin seçkin şairleri ile münasebette buldu. Özellikle Leskofçalı Galip Bey’in etkisi altında kaldı. Daha sonra, Hersekli Arif Hikmet tarafından kurulan Encümen-i Şuara (şairler topluluğu) toplantılarına katıldı. Bir yıl kadar sürebilen bu toplantılar, Osmanlı şiirinin modernleşme deneyinin hemen öncesine denk geldiği ve ilk büyük modern olan Namık Kemal bu sırada henüz yirmi yaşında olduğu hâlde bu toplantılara katıldığı için dikkate değerdir. Toplantıların, şiirin yürüyüşünde fazla bir etkisi olmamışsa da, Osmanlı Devleti’nde Batılaşma, yani cemiyetleşme, her konuda örgütlenme eğilimleri bu toplantılarda şiire yansımış olarak görülebilir. Bu özellik Namık Kemal’in birkaç yıl sonra katılacağı Yeni Osmanlılar Cemiyetinde daha belirgindir.

Namık Kemal’in kişiliğinin oluşmasında asıl büyük etki ise Şinasi’ye aittir. Şinasi, fazla bir eser ortaya koymamış; ama yepyeni bir fikir yaratmış, bir tür fikir hürriyetini ve mutlak Batılılaşmayı denemiş bir yazardır. Diğer Osmanlılar gibi Şinasi de esasen devletin kurtuluşunu isteyen ve fikirlerinde bunu arayan biriydi. Fakat bunu arama yöntemi devletin başına nasihatte veya ikazda bulunmak değil, kütleyi bilinçlendirmek ve kendi fikirlerinin serbest bir tarzda yayılmasını sağlamaktı.  Tasvir-i Efkâr gazetesi bu amaçla çıktı. Namık Kemal’in de bu gazeteye katılmasıyla Türkiye ve Türkçe, ilk yerli fikir gazetesine kavuşmuş oldu.

Devlete mensup bir ailenin serbest ve özel yetiştirilmiş çocuğu olarak Namık Kemal de genç yaşında kendisini memuriyetin içinde buldu. Memuriyet demek Osmanlı’da ikbal demekti; düşünülebilecek en büyük ekonomik ve sosyal imkândı. Fakat Namık Kemal’in memuriyette yükselme gibi ciddi bir istek ve hevesi ya da gayreti yoktu. Çağdaşı olan fikir adamlarının beylik, paşalık hırsları Namık Kemal’e hiç bulaşmamış gibidir. Memuriyetin hep içinde oldu ve fikirleri yüzünden kovuşturmalar yapılırken bile, bunlar şuraya buraya vali yardımcısı veya kaymakam olarak atanması şeklinde gelişti. Yoldaşı Ziya Paşa’yı da ihmal etmemek koşuluyla Namık Kemal, bir anlamda Mülkiyeli şairlerin de ilki sayılabilir.

Namık Kemal, Şinasi’nin de etkisi ile vatanın elden gitmesine dur demenin tek yolunun katı gerçekçilikten geçtiğini kavradı: Sadelik, anlaşılırlık, bilgi ve bilgelikle arzu ve inancın bir karışımı olan kasıtlılık veya amaçlılık, yazı ve şiiri amacın aracı gibi görme gibi bölümleri olan bir gerçekçilik. Namık Kemal eğitimi ve kişiliği itibariyle hikmet ve sırra yakın bir şairdir. Tasavvuf, felsefe, tarih gibi disiplinlere içten bir yakınlığı vardır. Şinasi’nin, Namık Kemal’in bakışını gökten gerçekliğe çevirmesi, Türk düşüncesi ve edebiyatı adına büyük bir kazanç olmuştur.

Namık Kemal’i, Encümen-i Şuara’dan sonra 1865’te kurulan ve Türkiye’de kurulmuş en ilginç siyasî, düşünsel örgütlerden biri olan Yeni Osmanlılar Cemiyetinde görüyoruz. Yeni Osmanlılar, bir yandan Koçi Bey geleneğini, yani devletin başını; padişahı devletin devamı konusunda ikaz etme geleneğini sürdürdükleri için eski, öte yandan çok daha kişisel olmayan bir tarzda, yani teşkilatlanmış aydın bürokratlar olarak ortaya çıktıkları için de yepyeni gibi duran bir topluluktur. Namık Kemal’in bu topluluğun en etkili ve parlak üyelerinden biri olması şaşırtıcı değildir. Problemsiz kişiliği, inandığını hemen uygulamaya geçirmede çekincesiz davranışı ve seçkin kişiliği onu öne çıkarmaya yetiyordu. Fakat asıl sorun, Namık Kemal’in bu işten ne çıkaracağıydı.

Encümen-i Şuara (şairler topluluğu) gibi Yeni Osmanlılar da orta sınıftan insanlardı aslında. Devleti yıkmak veya yeniden yapmak gibi ağır denebilecek düşünceleri yoktu. Namık Kemal, muhtemeldir ki, cemiyetin diğer üyelerinden çok daha ciddiydi. Ne Midhat Paşa gibi devletin başına oynuyordu, ne Ali Suavi gibi elitist ve anarşist fikirlerle devletin merkezine hücum etme niyetine sahipti, ne de Ziya Paşa gibi eksantirik; çünkü en sonuçta şair bir Osmanlı memuru idi. Namık Kemal, bu anlamda kolayca bir yere yerleştirilebilecek bir yazar, eylem adamı veya mümin değildir. O, tek bir soyut amaç (vatan ve hürriyet) uğrunda her türden somut etkiye açık, düşünce ve eylem mayasıyla dolup taşan özel bir kişidir. Hem kafa, hem kalem, hem de bir tavırdır. Düşünceleri uğrunda yaşadığı gibi, hiç yaşamamışçasına sürgünde ve nispeten genç yaşta bu dünyadan ayrıldı.

Yeni Osmanlılar hareketi dönemin en önemli yöneticileri olan Ali ve Fuat paşaların gadrine uğrayınca Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın maddî ve diplomatik himayesi altında gönüllü olarak Avrupa sürgününe gitti. Hükümet af ilân edince yurda dönebildi. Otuz yaşındaydı ve azmine gölge düşmemişti. Düşünsel ve edebî açıdan daha da olgunlaşmıştı. Onun en önemli dönemi, Avrupa dönüşüyle sürgünde vefat edişi arasında geçen yaklaşık on sekiz yıldır. Bu on sekiz yıllık dönemde kendi çıkardığı İbret gazetesindeki siyasî ve edebî makale ve fıkraları, düşüncelerini popülerleştirmede bir numaralı etkiyi gerçekleştiren ve daha tiyatroda oynanırken tutuklanıp sürgün edilmesine sebep olan Vatan yahut Silistre piyesi, genel olarak özel önem verdiği ve milletin ahlâkça yetiştirilmesine yarayacağına inandığı tiyatro oyunları, romanları ve modern Türk şiirinin ilk etkili; fakat ham örnekleri kabul edilen ve hayalden çok gerçeğe, estetikten çok fikre, üslûptan çok amaca yaslanan hürriyet ve vatan temalı şiirler ile özellikle sürgün yıllarında tarih eserleri ve kendisine büyük ilgi duyan genç yazarlara hitap eden mektuplar kaleme aldı. Etkisi çok geniş kesimlere yayıldı, ünü arttıkça arttı; uğrunda hayatını verdiği vatan, millet ve hürriyet kavramları, içerikleri çok fazla belirlenemese de sayısız insanın, özellikle gençlerin âmentüsü haline geldi. Bu yüzden de devletin gözünde tehlikeli birine dönüştü ve sürgünden sürgüne dolaştırıldıktan sonra vefat etti.

Namık Kemal edebiyatta olduğu gibi siyasette de yerli ve yerlici bir yazardır. Realist bir anlayışa sahiptir ve siyasî teoriyle pratik arasında sonraki kuşakların açıkça gördüğü veya tecrübe ettiği mesafe onun için geçerli değildir. Hürriyet, vatan, millet gibi soyut ve içeriği o dönem için henüz belirli olmayan kavramları öne çıkaran bir müellif de olsa, yani romantik bir görünümü de olsa, Kemal edebiyatta olduğu gibi siyasette de duygu ile düşünceyi, bilinç ile vicdanı hayati denilebilecek yeni bir ilişki biçimi üzerinde yeniden düzenlemeye çalışmıştır.

Kemal’in mukallitliği yalnız şekilde ve mevzuda kalmıştır. O, okuduğu birçok şairlerin üslûbunu büyük bir iktidarla meczedebilmiştir. Bu itibarladır ki Namık Kemal, Nefi’ye benzer; fakat Nefi değildir. Naili ve Fehim’i taklit etmiştir; fakat onların tamamı tamamına aynı olarak kalmamıştır. Kemal’in kendine mahsus bir üslûbu vardır. Onun en büyük muvaffakiyeti de müteaddit üslûpları kendi şahsiyetinde kaynatmış olmasıdır.” (Sadettin Nüzhet Ergun)

Kendi şiirinde yaptığı muhteva değişikliğine rağmen, Namık Kemal’in bir şekil yeniliği kaygısına düşmemiş olması; gene saf şair cephesinin zaafına; ve şiire soktuğu yeni muhtevayı şiir zemini içinde idrak etmediğine, riyazi bir şekilde delâlet eder. Buna rağmen fikir yazıcısı ve münekkit şahsiyetiyle Namık Kemal, eski divan edebiyatının hem şekil hem de muhteviyatına karşı canlı mücadelelere girişmiş; fakat daima satıh plânında kaldığı için kendi amelî fikirlerinden gene kendisini faydalandıramamıştır. O, fikir yazıcısı ve münekkit cephesiyle belki en şahsiyetli işi yaparken kendi öz işinden şair cephesini feyizlendirememiştir.” (Necip Fazıl Kısakürek)

 “İlk münekkidimiz odur. Zaten bugünkü fikir ve sanat hayatımızın her şubesi biraz da onunla başlar. Tenkidi memleketimize getiren, romanı, tiyatroyu cemiyetimiz içinde yayan odur. Mesele, filân kitabın daha evvel yazılmasında değildir. Mesele, nev’in büyük mânâda ve cemiyet hayatıyle temas halinde numunesini vermektir.” (Ahmet Hamdi Tanpınar)

ESERLERİ:

ŞİİR: Namık Kemal’in Şiirleri (ölümünden sonra ilk kez Sadettin Nüzhet Ergun tarafından derlendi, 1941).

ROMAN: İntibah (1876), Cezmi (1880).

OYUN: Vatan Yahut Silistre (1873), Zavallı Çocuk (1873), Akif Bey (1874), Gülnihal (1875), Celalettin Harzemşah (1885), Karabela (1910).

ELEŞTİRİ: Tahrib-i Harâbat (1885), Takip (1885, Ziya Paşa’nın Harabat adlı antolojisinin önsözünde belirttiği görüşler dolayısıyla divan şiirine yönelttiği eleştiriler), Mes Prizon Muahazenamesi (Recaizade Ekrem’in bir çevirisi dolayısıyla kendisiyle İtalyan şairi Silviyo Pellica arasında benzerlik kurması üzerine belirttiği görüşler, Mecmua-ı Ebuzziya’da tefrika, 1885 ve 1912), Renan Müdafaanâmesi: İslâmiyet ve Maarif (Ernest Renan’ın görüşlerine karşı İslâm’ı savunduğu eser, 1908).

TARİH: Devr-i İstila (Osmanlı İmparatorluğu’nun genişlemesi, 1867), Barika-i Zafer (İstanbul’un Fethi, 1872), Evrak-ı Perişan (Dağınık Yapraklar anlamında, Selahattin Eyyubî, Fatih ve Yavuz’un hayatları, 1872), Kanije (1874), Silistre Muhasarası (1874), Osmanlı Tarihi (yeni bas. 3 cilt, 1971-74), Büyük İslâm Tarihi (İhsan Ilgar tarafından 1975).

KAYNAKÇA: Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri II (1972), Seyit Kemal Karaalioğlu / Namık Kemal Hayatı ve Eserleri (1984), Bülent Nakib / Ölümünün 100. Yılında Namık Kemal (Ramazan Sever ile, 1988), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal (1993), Mustafa Nihat Özön / Namık Kemal ve İbret Gazetesi (1997), Memet Fuat / Namık Kemal (1999), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. II, 2000), Nergiz Yılmaz Aydoğdu - İsmail Kara / Namık Kemal’in Bütün Makaleleri 1: Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri (2005).

HÜRRİYET KASİDESİ

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten

Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

 

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten

Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

 

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

 

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır

Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

 

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir

Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

 

Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye

Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

 

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler

Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

 

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim

Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

 

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake

Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

 

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette

Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

 

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi

Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

 

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar

Fütur etme sakın milletteki za’f u betaetten

 

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı

Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

 

Ziya dûr ise evc-i rif’atinden iztırâridir

Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

 

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim

Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

 

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim

Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

 

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette

Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

 

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet

Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

 

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın

Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

 

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

 

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler

Ki ednâ zevki aladır vezâretten sadâretten

 

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim

Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

 

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir

Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

 

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ye bidâd

Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

 

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

 

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret

Ezilmez şiddet-i tazyikten te’sir-i sıkletten

 

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet

Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

 

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme

Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

 

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl

Cihanı sensin azad eyleyen bin ye’s ü mihnetten

 

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et

Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

 

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar

Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

MURABBA

Sıdk ile terk edelim her emeli, her hevesi,

Kıralım hail ise azmimize ten kafesi;

İnledikçe elemimden vatanın her nefesi,

Gelin imdada diyor, bak budur Allah sesi!

 

Bize gayret yakışır merhamet Allah’ındır;

Hükm-ü âti ne fakirin ne şehinşahındır;

Dinle feryadını kim terceme-i âhındır;

İnledikçe ne diyor bak vatanın her nefesi…

 

Mahveder kendini bülbül bile hürriyet için;

Çekilir mi bu bela âlem-i pürmihnet için?

Din için, devlet için, can çekişen millet için

Azme hail mi olurmuş bu çürük ten kafesi?

 

Memleket bitti, yeni bitmedi hâlâ sen, ben

Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşman;

Dest-i âdâyız Allah için, ey ehl-i vatan,

Yetişir, terk edelim gayrı heva vü hevesi!..

VATAN ŞARKISI

Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır

Serhadimize kal’a bizim hâk-i bendedir

Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir

Gavgâda şehdetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz

 

Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda

Can korkusu geçmez ovamızda dağımızda

Her gûşede bir şir yatar toprağımızda

Gavgâda şehdetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz

 

Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın

Cennet kapusu can veren ihvâna açılsın

Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın

Gavgâda şehdetle bütün kâm alırız biz

Osmanlılarız can verir nâm alırız biz

KARANLIKTA YILDIZ GİBİ...

Toplumların hayatını büyük ölçüde politikacıların yönlendirdiğini sanırız. Doğru değildir bu. Sadece görünüşte böyledir. Aslında geleceğin mimarları, kamuoylarını derinden derine etkileyerek politik hareketlere zemin hazırlayan büyük düşünce adamları ve sanatçılardır. Onlar devirlerinde pek farkedilmezler, ancak aradan zaman geçip olaylar serinkanlılıkla değerlendirilmeye başlandığında, karanlıkta yıldız gibi, ışıl ışıl parlarlar.

Tarihimiz böyle zengin parıltılarla doludur. Bunlardan biri; geçen yüzyılın ikinci yarışma damgasını vurmuş, fikirleri ve faaliyetleriyle bugünümüze temel olmuş Namık Kemal'dir. Cumhuriyetin bir önceki aşaması olan Meşrutiyet rejimini, o ve arkadaşları kafalara sokmuş ve büyük bedeller ödeyerek ülkemize getirmişlerdir.

Yeni düşünceler yeni kavramlar ister. Namık Kemal büyük bir yenilikçi olarak, bugün yokluklarını hayal bile edemeyeceğimiz kavramlara babalık etmiştir. Mesela hürriyet... Ona gelinceye kadar ne Türkçe, ne de Arapça'da böyle bir kelime yoktu. Çünkü, hürriyet, Fransız ihtilali'nden sonra esmeye başlayan milliyetçilik rüzgarlarının büyülü kavramı olarak Avrupa'da ortaya çıkmıştı. İmparatorluk Türkiyesi'nin tanımadığı bir mefhumdu. Namık Kemal, zamanla ferdî hakların ağırlıklı olacağı yeni bir dünya düzenine kapı açacak bu kelimeyi hür sıfatından türetti. Şaşırtıcı ama, bugün Arapça'da ve Türkçe'de başlangıçtan beri var olduğunu sandığımız hürriyet kelimesi onun eseridir.   

Aynı şekilde vatan kelimesine de bugünkü anlamı yükleyen Namık Kemal'dir. Vatan sevgisini şiirleri ve gazete yazılarının yanında Vatan Yahut Silistre isimli tiyatro eserinde de yoğun bir şekilde işlemiştir. Bu eser oynandığı Gedikpaşa'daki küçük tiyatroda çevreye öyle büyük bir heyecan yaymıştır ki, Namık Kemal'e birkaç gün içinde sürgün yolu görünmüştür.

Namık Kemal'i hem devrinde, hem de daha sonraki dönemlerde halkla bütünleştiren ve vatan şairi unvanını kazandıran asıl önemli ve ilgi çekici yanı ise, takındığı yiğit tavrıdır. Gür sesi ve kudretli nefesiyle Türkçe'ye ateşli bir hava ve heyecan getiren Namık Kemal, yeni bir ahlâk anlayışının da sahibi olmuştur. Şark'ın edebî mahsüllerinde pek örneği bulunmayan yüksek vatandaş ahlâkıdır bu. Halkı niteliksiz bir sürü gibi gören zihniyete savaş açan Namık Kemal, cesaretle, toplumları fertlerin meydana getirdiğini ve bu fertlerin mutlaka hür olmaları gerektiğini savunmuştur. Hür, vazifelerinin ve haklarının idrakinde olan bu vatandaşlar, kutsal değerleri ve vatanları uğrunda gerektiğinde ölümü göze alabileceklerdir. Bunlar o kadar yeni ve heyecan uyandırıcı görüşlerdir ki...Halk,

 

Bâis-i şekvâ bize hüzn-i umumîdir Kemâl

Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına

 

diyen ve kendisine farklı nazarlar atfederek Yahya Kemal'in deyişiyle, bir nevi isyan ahlâkı aşılayan bu erkek tavırlı adamı çok sevmiştir.

 

Görüp ahkam-ı asrı münharif sidk u selametten

Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten

 

mısralarıyla devletle yolunu ayıran,

 

Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten

 

yaklaşımıyla zalim avcılara savaş açan ve devrin yaygın köle ruhunu yerin dibine geçiren Namık Kemal, el etek öperek yaşamaktansa ölmenin yeğ olduğunu vurgulamıştır.

Kendisini, tuttuğu yoldan hiçbir güçlüğün döndüremeyeceğini de; yukarıya iki beytini aldığımız Hürriyet Kasidesi'nde kahraman bir edâ ile şöyle dile getirmişti:

 

Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin

Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

 

Gerçekten de sözünü tutmuş, ömrü boyunca millet yolundan ayrılmamıştır ve hiç eğilmemiştir Namık Kemal.

 

                                                                  (Edebiyat ve Hayat, 2005, s. 3-6.)

Yazar: ALİ BUDAK

NAMIK KEMAL MAĞUSA’DA

Vatan şairi Namık Kemal’in, Mağusa’da geçen sürgün hayatı hakkında, bugüne kadar bâzı edebiyat tarihlerinde ve biyografilerde verilen hükümler, ya haddinden fazla mübalağalı, yahud da büsbütün hayâl mahsulü olmuştur. Bu arada, vatan şairinin Mağusa’ya nefyinin ilk günlerinde büyük bir ye’s içinde, hatta hiddetle yazdığı mektuplara dayanılarak, tamamen karakuşî hükümler verildiği vâkidir.

Mağusa’da geçen otuz sekiz aylık zaman, belki otuz sekiz yıla sığdırılamayacak kadar geniş ve dağdağalıdır. Edebiyat tarihçisi, bilhassa bu otuz sekiz ayın muhasebesini yaparken, tarafsızlığı su götürmeyen bir yol takip etmelidir. Aksi halde, verilecek hükmün ilmi değeri, daima şüphe ile karşılanmaya mahkûmdur. Nitekim, bütün yazılanlara ve çizilenlere rağmen, Mağusa’daki Namık Kemal, bir ‘gölge adam’ gibi, daima meçhulümüz olarak kaldı.

Biz, bu karanlıktan aydınlığa çıkabilmek için mahallinde araştırmalar yaptık; vesikalar, resimler ve esaslı rivayetlerle, hakikatleri tespite çalıştık. Bu mevzudaki yazılarımızla, okuyucularımızı zaman zaman aydınlatmağa gayret edeceğiz. Bunun için de, ilk iş olarak, yukarıda bahsettiğimiz karakuşî hükümlerden bir kaç misâl verelim:

Rıza Nur bey, Namık Kemal adlı eserinde (S.557) o zaman Mağusa’da yiyeceğin kıt ve kötü olduğunu, bu yüzden Kemal’in büyük meşakkatlere katlandığını ileri sürer. Halbuki, Kemal, bütün sürgün müddetince mükemmel surette yiyip içmiş, hattâ bir çok geceler arkadaşları ile, ötede, bende sofra âlemleri tertip etmiştir.

Aynı eserde ‘Kemal, kalebend değil, zindan hayatı yaşamıştır’ denilmektedir. Bu ifade, hakikatten uzak olup, sırf bir hüküm vermiş olmak gayreti ile kullanılmıştır. Yoksa, Kemal’in sık sık kaleden çıkarak, Maraş’a (Mağusa’nın varoşu sayılan Maraş), hattâ Lefkoşa’ya gitmesine müsaade edildiği bir hakîkattır. Bir çok rivayetler, onun, bu iki kasabada bazı dostlar edindiğini gösteriyor. Böyle bir şey, ancak halk ile yakından temasın mahsulü olabileceğine göre, Kemal’in Kıbrıs’ı zindan hayatı yaşadığını iddia etmek hatâdır. Daha ilk zamanlarda, irade-i seniye ile verilen kalebendbendilik cezâsını hafifleterek, Kemal’in kale dışına çıkmasını temin eden, e zamanki Kıbrıs mutasarrıfı Veysi Paşadır. Paşanın, bu hususta gösterdiği kadirşinaslık, her zaman anılmağa değer büyüklüktedir.

Dört yıl önce, Mağusa’daki araştırmalarım esnasında, vaktiyle Namık Kemal’in hizmetine

verilen Mustafa Şükrü Efendiyi tanımak büyük bir şans eseri oldu. Artık, doksan yaşını geçmiş olan bu temiz yüzlü ihtiyar, zindanın kapısının önünde, bana hâtıralarını anlatırken, Kemal’in kaleye getirildiği akşamı şöyle nakletti:

‘On beş, on altı yaşlarında idim. Bugün bile iyi hatırlıyorum. Bir akşam, kalenin arkasındaki kemerli kahvelerde bir kaynaşma oldu. Herkes dışarıya dökülmüştü. Biraz sonra arka taraftaki ince yoldan beş, altı kişilik bir kafilenin geldiğini gördüm. Şair Namık Kemal beyin Mağusa’ya getirildiğini haber verdiler.Yanında bir kaç neferle kaymakam Ârif bey vardı. Ahâli toplanıyordu. Kemal beyle kışlaya giren kalabalığa ben de katıldım. Kemal beyin üzüntü içerisinde olduğu halinden anlaşılıyordu. Sırtında siyah bir uruba vardı. Zindanı gösterdiler. Arif beye gülümsedi ve içeriye girdi. Kalabalık da biraz sonra istemeyerek dağıldı. Kaymakam bana dönerek: ‘Şükrü, Kemal beyin hizmetine sen bakacaksın, dei ve gitti.’

Kemal bey, ilk geceyi geçirdiği oda için ‘tamam mezar kadar bir yer’ diyor.  Araştırmalarım esnasında bu odanın büyüklüğünü ölçtüm. Boyu 3,75; eni 3,30; yüksekliği 3 metredir. Mezar kadar küçük değilse de, biraz karanlıktır. Geniş avluya bakan duvarın tâ yukarısında küçük bir pencere... Rutubetli duvarlar ve insana iç sıkıntısı veren bir kubbe... Resimde de görüldüğü gibi, zindanın kapısı daima açıktır. İçeride bir kaç kum torbası v.s, vardır.

Yine Şükrü efendinin anlattığına göre, Kemal bey, bir gün sonra zindandan alınarak daha ferah bir odaya yerleştirilmiş. Şükrü efendi odayı dışarıdan gösterdi. Ambar olarak kullanıldığı için kilitli tutuluyormuş. Bu yüzden içeriyi görmek mümkün olmadı.

Kemal orada bir kaç ay kalmış; sonra eski zindanın üzerine, kendi arzusu ile yaptırılan yeni

bir odaya naklolunmuş. İstanbul’a dönünceye kadar  da bu odada kalmış.

Sürgünün ikamet yerine, yetmiş beş yılın aşındırdığı taş basamaklarla çıkılıyor. Kemal, sonradan resimde görülen dar selâmlıkla, arka taraftan caddeye bakan bir balkon yaptırtmış. Bugün, balkondan eser kalmamışsa da, odanın balkon kapısı hâla duruyor. Esasen burası da Kıbrıs hükûmeti tarafından ambar hâline getirilmiş bir durumda…

1873’ten bugüne kadar vuku bulan idarî değişiklikler olmasa, o odayı, Kemal’in her gün kullandığı eşya ile birlikte, küçük bir müze hâlinde muhafaza etmek belki mümkün olurdu. Ne yazık ki, bugün o eşyadan eser yoktur ve bina da gün geçtikçe harap olmaktadır.

İlk sürgün günlerinin Kemal için çok üzücü geçtiği muhakkaktır. Bunu, onun İstanbul’a yazdığı mektuplardan da anlıyoruz. Şükrü efendinin ifadesine göre, Kemal, akşamları taş merdivende biraz oturduktan sonra odasına çekilir, kitap okurmuş. (…)

                                                     (Hisar, Mart 1951 - Nisan 1951 - Mayıs 1951)

Yazar: NEVZAT YALÇIN

NAMIK KEMAL FIKRALARINDAN

Oğlu Ali Ekrem Hocamızdan dinlediğimize göre, Sultan Abdülhamid, bir gtfrı Namık Kemâl'i saraya çağırır. Dâmât Mahmut Paşa da oradaymış. Muzika-i Hümayun (Saray Orkestrası) da bahçede bâzı parçalar çalmaktaymış. Padişah, Namık Kemâl'e:

— Saray muzikasını İslah ettim. Siz nasıl buluyorsunuz? diye sormuş. Namık Kemâl, "Fena değil efendimiz, "diye karşılık vermiş.

 

Dâmât Mahmut Paşa, Namık Kemâl'e dönerek:

Ne demek fena değil? Böyle bir muzika takımı, Avrupa'da bile yoktur, demiş. Namık Kemâl, Padişahın huzurunda olmakla beraber, Mahmut Paşanın riyakârlığına dayanamayarak şunları söylemiş:

Böyle, orkestralar, Avrupanın kafeşantanlannda bile vardır. Padişah huzurundasınız. Huzurda hiç yalan söylenir mi?

 

Yine bir sohbet sırasında, Abdülhamit Namık Kemâl'e:

 

—          Kemâl Bey, demiş. Siz beni mi daha çok seversiniz, yoksa biraderi

mi?

Namık Kemâl, ikinizi de sevmem demektense, şu cümleyle sözü tatlıya bağlamış:

 

— Ben Sultan Selim'i çok severim efendim..

Yazar: -

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör