Yazar, siyaset adamı (D. 25
Aralık 1925, Piraziz kasabası / Giresun – Ö. 26 Mayıs 2009, İstanbul). Tam adı
Naim Şafak Tirali’dir. Naim H. Tirali, Nureddin Şafgil adlarını da kullandı.
İlkokulu Giresun’da okudu. Galatasaray Lisesi (1945), İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi (1950) mezunu. Ancak hukukçuluk mesleğini yapmadı, geçimini
memleketinde ailesinden kalan toprağın geliriyle sağladı. Giresun’dan
milletvekili seçilerek 1961-65 yıllarında TBMM’de yasama görevinde bulundu.
İlk öyküsü “Arkadaş”,
1943’te Yeşilgiresun gazetesinde yayımlandı. Öykülerinde,
yaşamlarında büyük serüvenlere, olağanüstü olaylara yer olmayan, toplumun ortalama
ve en yaygın tipini oluşturan insanları konu edindi. Bir süre Paris’te
kaldıktan sonra dönüşünde Yenilik Yayınevini kurdu, Yenilik (1952-57, 62
sayı) dergisini çıkardı. Vatan gazetesinde yazı işleri müdürlüğü ve
fıkra yazarlığı yaptı (1959-60). Sahipliği ve başyazarlığını yaptığı Vatan
gazetesini bir süre Ankara’da (1962), daha sonra yine İstanbul’da (1974-76)
yayımladı. Yazıları ayrıca Yeni Adam, Yenilikler vd. dergi ve
gazetelerde yer aldı. Tirali’nin tüm eserlerinin yeni basımları, yazarlığının
elli beşinci yılında Yön Yayıncılık tarafından yayımlandı. Türkiye Yazarlar
Sendikası ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir.
“Tirali’nin öykülerinde
öyküye öncelik veren biçimsel yenilik arayışlarından önce yaşanmışlık vardır.
Bu yeğlemede anlatıcılık (tahkiye) kurguculuktan önce gelir ve kuruluşu belirler.
Oktay Akbal’a göre de, çok başarılı bir öykü anlatıcısıdır Tirali. Dili söyleşi
diline yakın bir dildir. Bu özelliği, onu, giderek ilk yapıtlarında görülen
betimleyicilikten anlatımcılığa götürmüştür. Bu yönelim dolayısıyla, kendisi
için kurguya ilişkin arayışları özel bir dikkat ve ilgi konusu olmamış,
gözlemlediği durum ve oluşumlardaki yaşam düzeninin sıradan gerçeklerini dile
getirmekle yetinmiştir. Tirali’ye göre öykünün sanatsal değerini belirleyen,
kurguya ilişkin kuramsal seçimler, denemelerden önce, insan gerçeklerine
bakıştaki, yazar kişiliğiyle belirlenen yaşam sıcaklığı olmuştur. Sanatının bu
nitelikleriyle Naim Tirali, yazınımızda, geleneksel öykücülüğümüzün özgün
adlarından biri olarak anılacaktır.” (Cemalettin Aykın)
“Naim Tirali’nin, Türk
öykücülüğüne, 1940’larda hoş esintiler taşımış bir genç yazar olarak katıldığı
açık. İyimser bakış egemenliğinde, her işe olurundan bakan genç öykü
kişileriyle, anlatıcısıyla, biraz da delidoluluk yansıtan bir genç yazar.
Dönemi içinde umut veren bu öykücünün, 1954’te kendini suskunluğa kaptırıp otuz
yıl boyunca bunu sürdürmesi büyük şanssızlık olmuş doğrusu. Türk öykücülüğüne
çok iyi bir başlangıç yaptığı açık çünkü Tirali’nin. Gerçekten de öykülerinde
hiçbir iddia taşımadan, ötesinde izlenimci bir edayla toplumsal değişimlerden
ilginç, üstelik çok net ipuçları döşediğini düşünüyorum yazarın…” (M. Sadık Aslankara)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Park (1947),
Yirmibeş Kuruşa Amerika (1948, eklerle 2. bas., 1984), Aşka Kitakse (1953),
Piraziz Nere, Berlin Nere (1984), Aşk Dediğin (iki yeni hikâyesi, Bir
Adayın Notları ve Aşka Kitakse adlı eserlerinin yeni basımı, 1988),
Çılgınca Şeyler (1994).
GEZİ-FIKRA: Bir Adayın
Notları, Avrupa’daki Amerika, Devrimden Önce Devrimden Sonra (1965), İki
Şalom Arasında (1992).
SEÇKİ: Sakıncalı
Yazarlardan Sakıncasız Öyküler (1994).
KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk
Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk
Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt Ansiklopedisi (c. V, 1982), İhsan Işık /
Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2007, 2009), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü
(gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), M. Sadık Aslankara / Kitaplar
Adası: Naim Tirali’nin Öyküleri (Cumhuriyet Kitap, 10.2.2005), Türkiye Kültür ve Sanat 2010 Yıllığı
(2010).
27
Temmuz 1982
13.40'ta ilaçlarımı
aldıktan sonra, düşlü, derin bir uyku.
Önce Kulakkaya
(Giresun'un bir yaylası). Çayırlar, yeşillikler cenneti. Göğsüm bol oksijenle
doluyor. Sonra bir sıkıntı. Bir seçim öncesinin bunalımı içinde, kendimi
Keşap'ta buluyorum
Olağanüstü bir
kalabalık. Gösteriler, olaylar. Gericiler. Korku. Uçaklar. Ahmet (kardeşim)
güya uçaklardan birindeymiş. Kasabanın üstüne dalış yapan uçaklardan birinde.
Adamın biri, bir sakallı gerici, Alaettin'in Lâmbasından çıkan dev örneği,
büyüdükçe büyüyor. Nerdeyse ufku kaplayacak.
Rahmetli Şükrü
görünüyor bir ara, rahatlık veren saf çocuk yüzüyle. (Babamın dayısının oğlu,
Diyarbekir'de askerken ölmüştü elli yıl önce.)
28 Temmuz 1982
Saat: 6-08. Burnunda
pırlanta taklidi bir taş küpe gibi tutturulmuş bir zenci kızı, kan alacak. Bir
şey yiyip yemediğimi soruyor. Kolumda damar arıyor. Bir delikanlı tekerlekli
kantarı getiriyor. Tartılıyoruz. Sormadan söylüyor: 61.200.
Pencerenin vitrin camı
gibi kocaman camına, yağmur izler bırakmış. Pıtır pıtır damlaların sesi
duyuluyor. Gökyüzü gri. Ağaçlar, binalar artık farkedilmiyor. Dışarıdaki
elektrik lâmbaları neredeyse sönerler.
6.31. Su döküyorum,
sessiz ve ıssız koridorda üç beş adım.
6.33. İlâç tezgâhı.
"Ağrı ilacı
istiyor musunuz?"
"Evet,
istiyorum"
Bir hap veriyor,
tekerlekli tezgâhı süren hastabakıcı.
6.45. Derece: 37.8.
7.00. Ortalık iyice
aydınlanmış. Elektrikler sönmüş dışarda. İlk kez canım çay içmek istiyor.
Seviniyorum.
7.35. Çayın sağladığı
rahatlık. Yarı uyanık yatakta uzanma. Ağrı ilacının da etkisi olmalı.
Ağrılarımda gevşemeyi farkediyorum. Ter, ter... Koridordaki hastabakıcılar
tezgâhından, mırıl mırıl konuşmalar geliyor. Gece ve ayılmadan az önce gördüğüm
düşleri anımsamaya çalışıyorum. Kolay değil. Kimi kısımları çıkarabiliyorum.
Ama bir anlam veremiyorum. Otomobil ile Bulgaristan'dan geçiyormuşuz.
Türkiye'den mi geliyoruz, yoksa Almanya'dan mı dönüyoruz, belli değil. Bir üst
geçit altında, otomobilsiz kalmışım. Eşyalarla, çoluk çocukla, umarsız bir
durum. Kimler, nasıl derken, kendimi yapayalnız buluyorum. Eşyaları bekler
durumda. Ama o ne? Ayaklarımda futbol çorapları var. Sarı kırmızı. Üstüm başım
düzgün. Başımda Bavyera model, tüylü bir şapka. Asfalt yolda çift kale futbol
oynuyoruz. Mahalle çocukları gibi. Uçarak bir gol atıyorum. Topla Özdeş
leşiyorum bir an. Gol olarak kaleye giren boylu boyunca benim. Mutlu bir
gevşeme. Bir rahatlık, karşı taraf kalecisinin çorapları da sarı lâcivert değil
mi?
7.44. Anımsayabildiğim
düş bölümlerini kâğıda not ederken ter kokmuşum. Gâvur yöntemi, belimden üst
yanımı lavaboda yıkıyorum.
8.00. Tansiyoncu,
çikolata renkli zenci kadına göre tansiyonum: 112/70.
"Nabız da 90
mı!"
"Evet."
diyor. "Bugün eve dönüyor musunuz?" diye soruyor.
"Hayır. Bugün değil Yarın istiyorum."
"Ağrılar
kesilmedi mi?"
"Biraz var."
İmlemem üzerine,
geceliğin, elim uzanamayan sırt düğmelerini çıtçıtlıyor.
"Thank
you." (Sağolun)
8.05. Kahvaltıyı,
saçlarını sarıya boyamaya kalkışan, şişman zenci kadın getiriyor. Ekmek koymayı
unutmuşlar. Bakıyorum fişe işaret etmişim. Baba Hemingway'ın yatak çarşaflarını
değiştirmeye koyulan tansiyoncu "nörse:"
"Lütfen
ekmek." diyorum.
"Pekiyi."
deyip, hemen getiriyor.
Ben kahvaltı ederken,
eşim Günay giriyor içeriye. Cevdet Yeşiltepe ile Mustafa Furtun, Ordu'dan
telefon etmişler. Hasan da Delaware'a varınca telefonla aramış, dün gece saat
dokuzda. Başucumda oturuyor, bütün sevecenliğiyle. Daha rahat uyuyayım diye
karyolanın eğilimini ayarlamasını istiyorum.
"Karyolayı
indir." diyorum.
Ters düğmeye basıyor.
Karyola ineceğine kalkıyor. Her seferinde aynı yanlışlığı yapınca da:
"Bak benim
sersemliğime." diyor.
Gülüyorum.
9.50. Bir grup
hastabakıcı, odaları gezerken: "Nasılsınız?" diyorlar.
Kendime geliyorum,
"İyiyim ama sürekli uyumak istiyorum." .
Uzun boylu biri,
kendini tanıtıyor.
"Ben biraz
Almanca anlıyorum. Almanca da konuşabilirsiniz." diyor. , Almanca da aynı
şeyleri söylüyorum. Gülüyorlar.
"Gezmek
istiyorum." diyorum.
"Gez ya..."
diyorlar. "Kalk gez. Sonra yat. Yine kalk gez."
Hep birlikte
çıkıyorlar.
10.00. On dakika denli
nargile talimi. Günay'la yürüyüş. Ağrı ve şeker için ilaçlar.
Bir fincan çay.
11.20. Ahmet ile Belma
(kardeşimle eşi) telefon ediyorlar, çarşıya çıkmak istiyorlarmış. Günay da
gelsin diye beklediklerini söylüyorlar. Günay gitmek istemiyor. Biraz açılır
diye yola koymaya çalışıyorum. Çarşı gezmek, ne de olsa oyalar.
Baba Hemingway de, ben
de, yataklarımıza uzanmışız. Getirilen haplar için kıpırdıyoruz. Sonra yine
ayaklarımızı uzatıyoruz. Arada birkaç söz:
"Yarın siz de
ayrılıyor musunuz?"
"Evet."
Bu iş de buraya değin
der gibi bir gülümseme.
Günay, yola girerken
söyleniyor:
"Adam geleli daha
haftası olmadı, senden önce taburcu oluyor. Sor bakalım hangi operatör ameliyat
etmiş onu."
Bizim kadınlar hep
böyle karşılaştırmalar ardındadırlar. Kendilerine göre ölçüler oluştururlar.
Kardiologlar üstüne de, operatörler üstüne de, birtakım değer yargılarına
varırlar. Ünlerinden iyice emin olmadıklarına güven duymazlar bir türlü.
12.00. Yemeği getirmişler
ben uyuklarken. Baba Hemingway uyarıyor, soğutmayayım diye. Tekerlekli masayı
yatağın kıyısına çekerken, çevirmen ve kılavuzumuz Perihan Hanım geliyor içeri.
Ameliyat sonrası ilk altı haftayı nasıl geçireceğimiz üstüne yapılacak
konuşmaya gideceğimizi anımsatıyor,
13.00. Sekizinci
katta, otuz altı kişilik bir sınıfta, ilk altı hafta ve sonrasıyla ilgili
açıklamaları dinliyoruz, kızıl saçlı bir uzmandan. Soruları da yanıtlıyor.
14.00. Odalarımıza
dönüşte, yatağımda yoğun bakımdan yeni çıkmış birinin yattığını görünce
şaşırıyorum. Acaba yanlış bir odaya mı girdim! Çevreye bakıyorum. Eşyalarım da
yok ortada. Ama Baba Hemİngway yatağında oturuyor. Odamı değiştirmiş olmalılar.
Ya da beni taburcu edecekler. "Nörslere" soruyorum. Yeni oda numaram 357'miş.
Aynı katta. Asansörlerin yanında. Gidiyoruz, yatağın birinde de, yoğun bakımdan
yeni çıkmış, Çin kökenli bir Amerikalı yatıyor.
Günay, beni
bulamayınca şaşırmasın diye, bir not yazıp, Kâğıdı eski odamın kapısına
sıkıştırıyorum.
Baba Hemingway'e
benzettiğim oda arkadaşımla, yine karısına benzeyen eşine de, durumu
anlatıyorum yetersiz İngilizcemle. Vedalaşıyoruz. (…)
(Türk Dili Dergisi,
Temmuz-Ağustos 2000)