Nail Uyar

Yazar

Doğum
16 Ekim, 1956
Eğitim
Karşıyaka Havva Özişbakan Lisesi
Burç

Yazar. 16 Ekim 1956’da (Nüfus kaydında: 10 Ocak 1959) Uşak’ın Eşme ilçesine bağlı Güneyköy köyünde doğdu. İlkokula Salihli Namık Kemal İlkokulu’nda başladı (1965), Şehitler İlkokulu’nda bitirdi (1970). Ortaokulu İzmir / Çiğli Ortaokulu (1977)’nde, liseyi İzmir / Karşıyaka Havva Özişbakan Lisesi’nde bitirdi. Gençlik yıllarında bir yandan okudu, bir yandan yirmi kadar tarım, inşaat ve tecimsel iş yerinde çalıştı. 1978 yılında başladığı Buca Eğitim Enstitüsü (9 Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi)’nü siyasi gerginlikler nedeniyle tamamlayamadı. 5 Kasım 1980’de askerliğini bitirdi.

Uyar, 1980-85 yıllarında çeşitli iş yerlerinde yöneticilik, muhasebecilik, yerel gazetelerde müdürlük ve köşe yazarlığı yaptı. O tarihten itibaren kendi bürosunu kurarak serbest muhasebeci olarak çalıştı, 2005 yılından emekli oldu, o tarihten itibaren de mesleğini emekli olarak sürdürdü.

Yazmaya ilk kez 1974 yılında başladı. Kezban’ın  Aşkı  başlıklı ilk öyküsü 1 Eylül 1978 tarihli Çiğli gazetesinin sanat sayfasında yayımlandı. Daha sonra; Öykü Teknesi, Berfin Bahar, Bolu’da Sanat Sokağı, Afrodisyas Sanat, Mavi Ada, Sincan İstasyonu, Her Şeye Karşın, Kasaba Sanat, Kurşun Kalem, Batı Söz, Güncel Sanat, Kum Edebiyat, Lacivert, Kardelen, Mavi ve Kar gibi çok sayıda derginde öyküleri ile sanat ve edebiyat üzerine yazıları yayımlandı. Ayrıca; Anafilya, Özgür Pencere ve Havuz gibi İnternet dergilerinde de öyküler yayımladı. 1997-98 yıllarında, bölgesel yayın yapan Radyo İzmir’de haftalık “Olaylara Bakış” programını gazeteci bir arkadaşıyla hazırlayıp sundu.

 Nail Uyar; “Anadolu Basını ve Yol Ayrımı” başlıklı yazısıyla Anadolu Basın Birliği Ege Şube Başkanlığı Ödülü (1995)’nü, Olaylara Bakış  radyo programıyla  Anadolu Gazete, Radyo ve Televizyon Yayıncıları Birliği Ödülü (1997)’nü, Son Yürüyüş adlı öykü kitabıyla edebiyata katkısından dolayı Çiğli Belediyesi Onur Ödülü (1999)’nü, Can Yoldaşı başlıklı öyküsüyle La’l Kültür ve Sanat e-dergisi Mansiyonu (2007)’nu, 32 yıllık hizmeti nedeniyle Çiğli Gazetesi Basın Emek Ödülü (2010)’nü, mesleğinin 30’uncu yılında İzmir Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası Meslekî Hizmet, Emek ve Katkı Ödülü (2010)’nü aldı.

Uyar; Anadolu Basın Birliği, Edebiyatçılar Derneği, İzmir Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası üyesidir.

ESERLER (Çeşitli):

ÖYKÜ: Son Yürüyüş (1999), Gonca Bir Güldü (2010), Gözlerim Yolda (2013).

DENEME: Yazmak Bir Sevdadır (2000). 

ANI: Suya Düşen Umutlar (2007).

KAYNAK: ‘Son Yürüyüş Üzerine’ (Çiğli, 1 Haziran 1999), Çiğlili Yazar Nail Uyar Eserleri İkiledi (Sabah Postası, 23 Ağustos 2001), Nail Uyar ve Yazarlık Üzerine (Söyleşi, İdeal Çiğli, 8 Mayıs 2001), Ahmet Günbaş / Kitapça VI ( Şehir, Kasım 2008), Suya Düşen Umutları Yakamoz Oldu (Çiğli’nin Sesi, 10 Ağustos 2009), Gonca Bir Güldü / Radikal Kitap, 27 Kasım 2010), Yeni Öyküler Arasında (Varlık, Ocak 2013), Cazim Gürbüz / Dokuz Koldan Yeniçağ, 25 Haziran 2013), Kendisinden alınan bilgiler (2015), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).

BARUTLU KÜTÜKLER

Güz sonlarıydı. Havalar iyice soğumaya başlamıştı. Kış kapıdaydı.

Kışlık yakacağını ta yazın başında sağlardı Topal Salih.  Öteden beri alışkındı buna. Baba evinde böyle görmüştü; evlendikten sonra da aynı alışkanlığını sürdürüyordu. Bekârlığında, babasıyla birlikte, dağlardan meşe-palamut kütükleri köklerken ve yaşlı ağaçlardan odun keserken babası öğüt verirdi. “Oğlum” derdi. “Şunu unutma! Aklının bir köşesine yaz: Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar. Yarın evlenince, ilk işin kışlık odununu yazdan temin etmek olsun. İnsan küçükken nasıl alışırsa, büyüyünce de aynısını yapar.” Küçüklüğünden beri bunu kulağına küpe edindi Topal Salih. O yıl da, kışlık yakacağını yazın başında bin bir güçlükle sağladı. Bin bir güçlükle sağladı, çünkü yaşlıydı artık. Yetmişine merdiven dayamıştı. Eskisi gibi takati yoktu. Önceden böyle miydi? Baltayı kaptığı gibi soluğu dağlarda, kırlarda alırdı. Kağnılar dolusu kütük ve odunları evinin önüne harman gibi yığardı.  O zamanlar hem gençti, hem de güçlüydü. Avuçlarını tükürükleyip, baltayı eline aldı mı dur durak bilmezdi… Gün yarılanıncaya dek, kağnı dolusu palamut ve meşe kütüklerini sökerdi. Yeterli kütük bulamadığında, kurumuş palamut ve meşe ağaçlarından da keserdi. O günler gerilerde, çok gerilerde kalmıştı. Artık felek eşeğine çüş demişti.

Topal Salih’in evinin önündeki palamut kütükleri, son günlerde beklenilenden daha çok azalmaya başlamıştı. Kendisi de bunun farkına vardı.  Çalanın kim olduğunu bulabilmek için birkaç gün takip etti; ama sonuç alamadı. Zoruna gidiyordu, hem de çok.

 Gençliğinde zorlu bir avrat olan eşi:

 -Ah be Salih, dedi. Atalarımız boşuna dememiş. ‘Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur.’ Bunca yıldır böyle bir şey gelmedi başımıza. Demek ki bu günleri de görecekmişiz. 

Topal yarı öfkeli:

-Anlaşılan o ki, dedi.  Son oğlanı da şehre uğurlayınca, arkasız kaldığımızı anladılar.

Ondan yaptılar bunu. Şimdiye kadar niye böyle bir şey olmadı? Çünkü o zamanlar kalabalıktık, güçlüydük. Neyse, ben ne yapacağımı bilirim.  Hele bir aklımı başıma toplayayım… Benim adım da Topal’sa, onlara kolay kolay pabuç bırakmam.

O yıl, karakış erken bastırdı. Lapa lapa kar yağdı. Aşırı yağan kar yüzünden yollar kapandı. Yaşam durma noktasına geldi; insanlar evlere, hayvanlar damlara hapis oldu. Evlerin bacalarından dumanlar gece gündüz tüttü. Nasıl tütmesin? Soğuğa katlanılacak gibi değildi. Bu kez, bacalardan ateş eksik edilmeyince, evlerin önlerindeki yakacak yığınları günden güne hızla tüketiliyordu. Topal Salih’inki ise herkesinkinden daha hızlı tükeniyordu. Çünkü onun gizli bir tüketicisi daha vardı.  Böyle giderse, bu kış kıyamette yakacaksız kalacaktı. Endişesi bundandı.

Topal Salih, o günden sonra doğru dürüst uyuyamadı. Günlerce uykusuz kaldı… Uzun kış gecelerinde sık sık kalkıp, kütüklerine baktı. Acaba çalanları yakalayabilir miyim umuduyla.  Ama nerde? Bir türlü denk getirip, yakalayamadı hırsızı.

Üç gündür aralıksız yağan kar kesildi, ardından kış güneşi merhaba dedi. Dedi; ama yine de arada bir naza çekiyordu kendini. Buna da razı oldu köylüler. Hiç yoktan iyidir dediler. Bu fırsatı değerlendirdiler: Diz boyunu geçen karları küremek için paçaları sıvadılar. Küreğini kapan sokağa fırladı… Topal Salih ve karısı da bunlardan biriydiler. Karı koca küreklerini kaptılar, önce merdivenden başladılar karları küremeye. Bir kişinin geçebileceği kadar yol açarak ilerlediler. Sonunda, evin önündeki kütüklere ulaştılar. Evlerin önlerindeki yakacak yığınları, üstleri karlarla kaplı küçücük bir dağ görünümündeydiler. 

Yorulmuşlardı. Nefes nefese idiler. En çok da Topal Salih yorulmuştu. Burnundan soluyordu:

-Ulan avrat! Dedi. Kollarım koptu, kollarım!

Elindeki küreği yere fırlattı. Kürek karın içine gömüldü gitti. Zaten asabi biriydi. En küçük bir şeye bile hemen kızardı. Şerrinden ve kalleşliğinden çoğu kişi çekinirdi. Karısının ve çocuklarının, yıllarca elinden çektiğini köyde duymayan, bilmeyen kalmamıştı. Çocuklarını geç; elli yıllık evli karısı bile hâlâ kendisinden tırs ardı. Karısı ve çocukları çoğu zaman alttan alırlar, suyuna giderlerdi. Karısı her zaman olduğu gibi yine alttan aldı:

 -E be Salih, elbette yorulacaksın. Kolay mı?  Yaşın yetmişi geçti. Buna da şükür de. Ayaktasın bak! Yatağa düşmek de var.

-Ne o? Tehdit mi?        

-Hâşâ! Onu nerden çıkardın. Aklımın ucundan geçmedi öyle bir şey.

-Geçmediyse, o lâf ne öyle?

- Aman be adam, sana da iyi bişey söylemeye gelmez.

- Tamam! Kes sesini.

Kadın, kocasının huyunu bildiği için sesini çıkarmadı; çıkarsaydı, aralarında tatsızlık çıkacağını biliyordu. O nedenle sustu. 

Birkaç dakika sonra öfkesi geçen Topal Salih, küreği fırlattığı karın içinden geri aldı. Önündeki yakacak harmanından kütük almak için üstündeki karları küremeye başladı. İlk ortaya çıkan kütüğe ulaşınca, küremeyi bıraktı. Koca kütüğü kaptığı gibi kucakladı… O anda aklına bir şeytanlık geldi. Planını karısına bile açmadı. Çünkü o da biliyordu ki, birden fazla kişi arasında bilinen şey, sır olmaktan çıkardı. Sır, ancak kişinin kendisi tarafından gizlendiği sürece sır olma özelliğini korurdu.  Atalarımız boşuna dememişler: “Söyleme sırrını dostuna, o da söyler kendi dostuna.” Bu uygulamaya koyacağı planını kimse bilmiyordu, bundan sonra da bilmeyecekti.

Kucağındaki kütükle yekine yekine evin yolunu tuttu. Elindeki ıslak kütüğü, ocakta tükenmeye yüz tutan kütüğün üstüne koydu; Islak kütük ateşi görünce cazır cazır etmeye başladı… İçinden: ”Kütükleri aşırıp, yakmak nasıl oluyormuş, göstereceğim ben sana.   Çıtır çıtır yakarken sevineceksin; ama sevincin kısa sürecek. Barutlar patlayıp, ocağın ve bacan yıkılınca ‘Eyvah! Ben ne yaptım?’ diyeceksin; ama iş işten geçmiş olacak. Ulan aptal, bir düşünsene. Sen kiminle aşık atıyorsun? Kimin kütüklerini alıp, yakıyorsun? Benim adım Topal Salih. Malıma zarar verenin, çalanın burnundan fitil fitil getiririm…” 

Bir hafta sonra hava günlük güneşlik oldu. Kütüklerin üstündeki karlar eridi.

Topal Salih, karısının işi anlamaması için evden uzaklaşmasını bekledi. Ertesi gün hava açık olunca karısı dünürlerinin yanına ziyarete gitti. O gidince hemen planını uygulamaya koydu. Silindir şeklinde, ağzı kapalı teneke kabın içinde, çiftesi için sakladığı barutları söküp çıkardı. Yüklüğün altındaki kapaklı yere koyduğu el matkabını da aldı. Doğru kütüklerin yanına gitti. Başladı kütükleri el matkabıyla delmeye. Bir taraftan deliyor, bir taraftan da içlerini barutla dolduruyor, sonra da çıkan talaşlarla üstünü sıkıştırarak kapatıyordu. Teneke kutudaki barutları bitirinceye dek doldurma işini sürdürdü.  Kütüklerin barutlarla doldurulduğu hiç belli olmuyordu. Çünkü kütükler yosunlu, talaşlıydı. O gün, Topal Salih’i uzaktan görenler, kütük parçalamakla uğraştığını sanıyorlardı.

O günden sonra, Topal Salih beklemeye koyuldu…

Kütüklerin barutla doldurulduğunun ikinci günüydü.  O gece, komşusu Hilmi, barutlu kütüklerden el arabasına doldurup, sessizce evinin önündeki odunların yanına attı. Ertesi gün, ikindiden sonra Hilmi’lerin evinde büyük bir patlama oldu. Ocak çöktü, odanın içinde yangın çıktı, baca yıkıldı.  Gümbürtüyü duyan konu komşu, önce silah atıldığını sandılar;  sonra olayın aslını öğrenince şaşırdılar.

Başta Hilmi olmak üzere karısı ve çocukları önce neye uğradıklarını şaşırdılar. Kısa bir şoka girdiler.  Kendilerine geldiklerinde telaşa düştüler.  Olayı duyan konu komşu, akrabaları soluğu orada aldılar. Ortalıkta bir koşuşturmacadır gidiyordu. Kimi tutuşan eşyaları söndürmeye çalışıyor, kimi dışarı atıyordu… 

Topal Salih, kalabalığın üstüne geldiğinde yangın söndürülmüş, baca yıkıntıları temizleniyordu. Gülmemek için kendini zor tuttu. Hilmi’ye, patlamanın nedenini bilmiyormuş gibi safça:

-Geçmiş olsun, dedi.  

Hilmi dileği kabul edip etmemek için ilkin duraksadı, sonra gözünün içine bakarak:

-Sağ ol, dedi. 

 Başka bir şey söylemedi. Sinirinden eli ayağı titriyordu. Topal Salih’e tekme tokat girişmemek için kendini zor tutuyordu…

 Topal Salih ise, gelebilecek tepkilere karşı hazırlıklıydı. Hilmi’’den bir hareket gelirse, meskeninde falan demeyip, göz kırpmadan girişecekti. Çünkü Hilmi’nin böyle bir şey yapacağını aklının köşesinden geçirmemişti.

Topal Salih evine dönerken yolda kendi kendine: “Ulan Deyyus, kütüklerin ateşinde keyif çatarken iyi miydi?” diye söyleniyordu.

 

 

Kasım 2006

Çiğli/İzmir

YUVA YIKAN EVLAT

Doksanına merdiven dayayan bu Yaşlıçınar, yolda yürürken ne bir yardım istiyor, ne de baston kullanıyordu. Yola çıktığında, kendisiyle birlikte yürüyenleri çoğu zaman geride bırakıyordu. Bu uzun ve sağlıklı ömrü bağışlayan Rabbine şükrederken babasının, anasının ardından da hayır-duayı eksik etmiyordu. Çünkü babasının ve anasının sağlığında çok hayır dualarını almış. Özellikle de babasının… Böyle uzun ömürlü olmasının bir nedenini de ailesinden aldığı hayır-duaya bağlıyordu. Babasının, çocukken verdiği öğütler hiç aklından çıkmamıştı. Sanki daha dün söylemişti. “Oğlum!” demişti. “Kardeşlerinin içinde, huyu suyu bana benzeyen tek sensin. Elinden geldiğince insanlara her zaman yardımcı ol; yapacağın yardımları ve iyilikleri Allah rızası için yap…”

Bu zamana dek bilinci hep yerindeydi. Canının kıymetini iyi bilirdi, bu yüzden yaşamı boyunca doktor nedir bilmiyordu. Ayrıca, güçlü bir midesi vardı; taşı yese eritirdi. Hele tatlıyı çok severdi. Daha o yaşta sofrasına konan bal, reçel gibi tatlıları kaşık kaşık yerdi. Bir günden bir güne midesinden şikâyetçi olmamıştı.

Yaşlanınca, şikâyeti saçı ve sakalındandı. Doğuştan saçı ve sakalları hem gür, hem de sertti. Saçı-sakalı biraz uzayınca kaşıntıdan duramıyor, hart hart kaşınıyordu. Bu nedenle sık sık saç-sakal tıraşı olmak zorundaydı. Tıraş parası için de kızının, damadının eline bakıyordu. Zoruna gitmiyor değildi… İçinden “Zaten yeterince yük oluyorum, bu yetmiyor gibi bir de berber parası vermek zorunda kalıyorlar. Kızımın bir geliri olup da verse, amenna. Onda da yok! O da kocasının eline bakıyor,” diyordu.                                                                           

Bu Yaşlıçınar’ın bir özelliği de çocukları çok sevmesiydi. Kimin çocuğu olursa olsun; ayrım yapmazdı…  Onları sevindirmek için cebinde sürekli şeker bulundururdu. Nedense evlatlarının hiç biri kendisine çekmemişti…  “Cenabı Hak,  bir âlimden bir zâlim; bir zâlimden bir âlim yaratır.” diye boşuna dememişlerdi.

 

***

 

1910 yılının kışında askere alındığında, yirmisine yeni basmıştı. 1912 Ekim’inde Balkan Harbi patlak verince, Birinci ve İkinci Balkan Savaşı’na bölük çavuşu olarak katılmıştı.  İkinci Balkan Savaşı’nda ellerine esir düşen, Petrus adında Yunanlı bir subay, esir kampında çalıştırılmak üzere kendisine verilmişti. Petrus’un bilim adamı olduğunu öğrenince, onunla dostluk kurup kendisinden tarih, coğrafya, fizik ve matematik dersleri almış, kendisini çok iyi yetiştirmişti. Bunun karşılığında da ona esir muamelesi yapmamıştı. Daha sonra, bu öğrendiği bilgilerden başta köyün öğretmenleri ve köylüler yararlanmışlardı. Çoğu zaman devlet kurumlarında işe girecekler, sınav öncesi kendisinden matematik, fizik, tarih ve coğrafya dersleri alırlardı.

Balkan savaşlarında, cephede açlıktan ve susuzluktan kırılmışlardı. Hayatta kalabilmek için ağaç ve çalı diplerindeki otlardan çok yemişlerdi.  Ot bulamadıkları zaman postallarının derilerini, atların dışkılarındaki arpa danelerini yedikleri zamanlar da olmuştu. Postal derilerinden, dışkı danelerinden ölen olmamıştı; ama otlardan olmuştu. Zehirli otlardan.  Yaz günlerinde, cephede, akşamdan çalı diplerine çöreklenmişler, sabah kalktıklarında bir de bakmışlar ki içlerinden üç-beş kişi ölmüş… Bilemişlerdi yedikleri otlardan hangilerinin zehirli olduğunu. Yeri geldiğinde, bir yudum su için çok dere tepe aşmışlardı.  Bu savaşlar bittikten kısa bir süre sonra, Birinci Dünya Savaşı başlamış; bu kez soluğu Çanakkale’de almıştı… Savaşlar bittikten sonra, yorgun ve bitkin bir halde köyüne dönmüştü…

Savaştan sonra erkek kardeşiyle siyasete girmiş, önce köyünün muhtarı, sonra da CHP’den ocak başkanı olmuştu. Kardeşi siyasetin yanında bir de ticarete atılmış, bugünün deyimiyle köşeyi dönmüştü. Bu da yetmemiş, daha sonra 1946’da abisiyle yollarını ayırarak, Demokrat partiye geçmişti. Şimdi Vatan Cephesi’nin ateşli savunucularındandı. İki kardeş arasındaki bu siyası gerginlik Menderes’in idamıyla daha da artmıştı…

Bu Yaşlıçınar, 27 Mayıs 1960 darbesini iki cümleyle özetliyordu: “Menderes iktidar hırsına kapılmıştı; İnönü de iktidarı kaybedeceğini düşünememişti.

 

                                                           ***

 

Yaşamının yetmiş yılını ülkesinin ve milletinin hizmetinde geçirirken nice zorluklara göğüs germiş; ama hiçbir şey onu elli yıllık eşinin bırakıp gitmesi kadar ağır gelmemişti. Onu asıl üzen buydu. Karısıyla yaptığı son tartışmada fazlaca diklenmiş, o da soluğu köydeki damadının yanında almıştı. Giderken on üç yaşındaki kızı Nurten’i de yanında götürmüştü. Karısı damadının evine kapağı attıktan sonra, bir daha kendisini arayıp sormamıştı. Yalnız karısı olsa neyse… Kızları ve damadı da arayıp sormamışlardı. En küçük kızı Nurten’i de babalarından soğutmuşlardı.  Önceleri sevdiği, değer verdiği babasını, artık o da acımaz olmuştu. Annesi, ablası ve eniştesiyle bir olup, yaşlı babalarına karşı birlikte cephe almışlardı. Hani, kurt kocayınca köpeğin maskarası olur misali. O duruma düşmüştü Yaşlıçınar. Şimdi çok gücüne gidiyordu. Bu son tartışma, kendisinden on beş yaş küçük karısı için bir bahaneydi. Çünkü o, Yaşlıçınar’ın ihtiyarlığında dırdırını çekmemek için damadına sığınmayı çözüm olarak görmüştü.  Bir zamanlar, kızlarını o kumarbaza vermek istemediklerinden yıllarca araları açıktı…  İşin içine bir kez çıkar girmeye görsün. Şimdi, damadıyla aralarından su sızmıyordu. Damat da az uyanık değildi. Eli ayağı tutan kaynanasıyla baldızını, köydeki işlerinde tepe tepe kullanıyordu.  Oysa aynı kaynana yıllar önce kızımı eziyet ediyor diye, fırıncı küreğiyle damadının kafasının pekmezini akıtmıştı. Sonra da damat kafası yaran kaynana diye köyde nam salmıştı… Bunlar hep unutulmuştu.

 Evlatlarının içinde en aksi ve dik kafalı olanı bu kumarbaza kaçan kızıydı. Zamanında üzerinde çok durmuş; ama yola getirememişti. Boşuna mı diyorlardı, Allah hayırlı evlat versin

Diye? Huysuz hayvan olsa kolaydı. Mısmılsa kesersin veya satarsın; değilse de atarsın. Var mıydı bundan ötesi? Yoktu. Yok olmasın yoktu; ama evlat olunca işler değişiyordu. Atsan atılmıyor, satsan satılmıyordu. Başa püsküllü bela diye buna deniyordu. “Ne yapayım?” diyordu. “Allah ıslah etsin, hidayete erdirsin.”

  Yaşlıçınar, yazın sıcak günlerinde, yarım asırlık yuvasında baykuş gibi tek başına kalakalmıştı. Bu yaştan sonra bu durumlara düşmesini kabullenemiyordu…

 Eşiyle küçük kızı kendisini terk ettikten iki hafta sonra “on bir ayın Sultanı” başlamış; O, sıcak yaz günlerinde kuru ekmek ve suyla orucunu tutarken karısı, kızları iftar ve sahurlar için yemekler hazırlayıp, güle oynaya yiyip içmişlerdi. Yaşlıçınar’ın evinden bir şeye ihtiyaç duyulduğunda, Nurten’i gönderiyorlardı babasının evine. O bunları fark etmiyor değildi; ama elinden bir şey gelmiyordu.  Nurten’e kızsa da, kin tutmuyordu. Onun kendi iradesiyle hareket etmediğini, yönlendirildiğini, kendisine düşman ettirildiğini biliyordu…

Köyde evli bir oğlu vardı; ama o da hayırsızdı. Yalnız babasına değil, anasına karşı da merhametsizdi. Günün birinde, hayatta oturan annesinin önünden selâmsız sabahsız geçip giderken, annesi dayanamayıp: “Oğluum! Ben senin ananım, anaan! Niye selamsız sabahsız geçiyorsun?” deyince, bu kez “Ana baba, adama evleninceye kadar lazım.” demişti.

Yaşlıçınar yıllarca çocuklarını bakıp büyütmüş; bununla da kalmayıp Nurten’in dışındaki yedi çocuğunu evlendirip barklandırmıştı… Köyde evli kız kardeşi de vardı; ama eniştesi çok huysuz olduğu için kardeşi kendisine hiçbir şekilde yardımcı olamıyordu… Yaşlıçınar, onca evlatlar, kardeşler olduğu halde sipsivri kalmıştı köyde. 

Ortanca kızı Fatma’yı, köydeki kız kardeşi oğullarından birine istemiş; ama yaşı küçük gerekçesiyle vermemişti. Sonra, kız kardeşiyle eniştesi ısrarcı olunca dayanamayıp kabul etmişti. Bu kez de karşılarına yaş sorunu çıkmıştı. O zaman, ana-babanın rızası da dâhil, resmi nikâha yaşı tutmadığı için mahkeme kararıyla bir yaş büyüttürülüp, öyle evlendirilmişti. Köyde,  yarı aç yarı tok yaşayan kızının imdadına, damadının en büyük ağabeysi yetişmiş; kardeşini TCDD’ye işçi olarak aldırmıştı. Birkaç yıl sonra da Fatma, eşi ve çocuklarıyla Gediz Ovası’nın Şehzadeleriyle ünlü ilinin S. İlçesine göçmüşlerdi. Mutlu bir yaşam sürdürüyorlardı.

Babasının köydeki durumunu öğrenen Fatma, hafta sonunda, eşiyle trene atlayıp, soluğu köyde almışlardı. Kızı, Yaşlıçınar’ı perişan halde bulanca dayanamamış; sarılıp, hüngür hüngür ağlamıştı. Bunanla da kalmayıp, babasının bu durumlara düşmesine neden olan ablasına da sitemler etmişti…

Yaşlıçınar’ın, çocuklarının içinde yalnız Fatma vefalıydı… Damadı da yabancı değildi; kız kardeşinin çocuğuydu. O da sahip çıkmıştı dayısına.

Fatma, kocasıyla köye geldiklerinde annesini baba evine getirmek için çok uğraşmış; ama başaramamıştı.  Annesi Nuh demiş, peygamber dememişti. Bugün yarın babasını alıp gideceğini söyleyince; annesi: “Sen bilirsin, babandır. Bir şey diyemem.” demişti. Bunun üzerine, Fatma babasını alıp, kentteki evlerine getirmişti. 

Getirmesine getirmişti; ama sen gel, bir de o’na sor. Kızıyla damadı, kendisinin gönlünü ne denli hoş tutarlarsa tutsunlar, yine de üzülüyor; bu duruma düşmesini kabullenemiyordu. İkide bir “Ben bu hallere düşecek adam mıydım? Yetmiş yıllık yuvamı yıktılar, düzenimi bozup dağıttılar. Beni bu hallere düşürenler, benden bin beter olsunlar… Bu yaştan sonra gurbet ellerde, ömür tüketmek zor. Hem de çok zor. Allah düşmanımın bile başına vermesin. Aaah, ah! İnsanın kendi evi damı gibisi var mı? Kendinin olsun, çamurdan olsun. Atalarımız, ‘Dağ, dağ üstüne olur; ev, ev üstüne olmaz.’ diye boşuna dememişler.” diyordu. 

Yaşlıçınar’ın köyden kente getirilişi, yaşamının en önemli dönüm noktalarından biri olmuştu.  Bir daha köyüne dönüp dönmeyeceği belli değildi. Sanki eski bir tekneyle, sonu gelmez uzun yolculuğa çıkmıştı. Artık, bundan sonra hangi limanlara uğrayacak, hangi açık denizlere demir atacak? Belli değildi.

 

Nisan 2007

Çiğli/İzmir

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör