Oğuz Özdeş

Roman Yazarı, Yazar

Doğum
Ölüm
07 Haziran, 1979
Eğitim
Ankara Erkek Lisesi

Romancı (D. 1920, Kırşehir - Ö. 7 Haziran 1979, İstanbul). Ankara Erkek Lisesi (1938) mezunu. İstanbul Hukuk Fakültesindeki öğrenimini sürdürmedi. Resimli Ay dergisinde gazeteciliğe başladı, Yeni Sabah gazetesinde görev aldı (1941). Askerlik dönüşü Türkiye Yayınevi (1946), Yıldız, Hafta, Posta, Çocuk Haftası, Yasemin, Ateş, Altın Işık gibi magazin ve çocuk dergilerinde yazar, sekreter, yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Resimli Roman dergisinde yazı işleri müdürlüğü yaptı.

Şiir, röportaj, eleştiri, magazin ve çocuk öyküleri 1936’dan itibaren Yavrukurt, Çınaraltı (1941), Kovan (1943), Yarımay, Yeni Sabah vd. dergi ve gazetelerde yayımlandı. Çınaraltı dergisinde şiirleri yayımlandı. Kovan dergisinde sanat ağırlıklı yazılarına yer verildi. Aşk ve tarih konulu macera romanlarıyla popüler bir yazar oldu. Bir bölümü tefrika edildiği gazetelerde kalan romanlarının sayısı kırkın üzerindedir. Aşk Istıraptır, Uçurum, Dağ Başını Duman Almış, Gecekondu Rüzgârı, Kara Pençe gibi bazı romanları filme çekildi. Basın Şeref Kartı sahibiydi.

ESERLERİ (Roman):

Aşk Istıraptır (1939), Hasret (1940), Gizlenen Istıraplar (1940), İtiraf (1941), Coşkun Gönüller (1941), Cennet Yolu (1941), Uçurum (1943), Memnu Meyva (1944), Kalbimin Güzel Kadınına (1946), Rusya’da Bir Türk Subayı: Şafak Sökerken (1957), Vatan Borcu (1958), Bay Tekin Meçhul Dünyalarda (çizgi roman, 1959), Korkusuz Pilot Casus Kadına Karşı (çizgi roman, 1959), Dağ Başını Duman Almış (1960), Gecekondu Rüzgârı (1960), Tuna Nehri Akmam Diyor (1962), Karabaşlı Kadırga (1963), Çölde Açan Zambak (1964), Oğuz Han (1964), Yavuz’un Pençesi (1964), Karapençe (1965), Karapençe Estergon’da (1966), Karapençe’nin İntikamı (1966), Karapençe Voyvoda’ya Karşı (1967), Karapençe’nin Oğlu (1967), Liseli Bir Kız Sevdim (1968), Şebnem (1970), Reyhan: Aşka Dönüş (1970), Aşka Susayan Dudaklar (1970), Yerdeki Bulutlar (1971), Aşk, Para, Şöhret (1972), Kızım ve Ben (1972), Dertli Kadınlar (1972), Hülya (1972), Herkesten Uzak (1973), Gülmeyi Unutanlar (1974), Kıbrıs Kanı (1974), Kader (1975), Kadınım (1975), Hasret (1976), Şeyh Şamil (1977), Gurbet (1981), Ağlayan Kadın.

KAYNAKÇA: Osman Nebioğlu / Türkiye’de Kim Kimdir (1962), TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Reşid Halid Gönç’ün Koleksiyonundan Bab-ı Âli’nin Hatıra Defteri II (haz. A. Yetkiner, 1984-88), Mehmet Hazar / Türk Sinemasında Türk Edebiyatı Uyarlamaları (Akademik Bakış, sayı: 4, Kış 1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

BAŞLANGIÇ

Onu, Adliye koridorlarında ilk defa gördüğüm zaman, iki jandarmanın arasında hıçkırıklarla ağlıyordu.

Kestane renkli saçları, muzdarip yüzünü bir dalga halinde kaplamıştı. Hudutsuz bir kederin uçuştuğu o güzel, fakat ıslak yüzü, sanki bütün kadınlığın ebedî ve acıklı hikayesiyle doluydu.

Yanımdan uzaklaşırken, boynundaki beyaz kolyenin, kopup, yere düştüğünü görmüştüm. Nasıl bir hisle bilmiyorum eğilerek bu kolyeyi yerden aldım. İhtimal bu hareketimi etraftan görenler olmuştu; fakat bir şey söylememişlerdi. Ben de, kolyeyi hiç tereddütsüz almış, avucumun içinde saklamıştım. Sonra, mahkeme salonuna doğru ilerleyen kadının arkasından yürümüştüm. Kimbilir, hangi mes'ut bir hatıranın yadigârı olan bu kolyeyi ona verecek ve o zamanki hissime göre, kendisini teselli edecektim.

Fakat ona yetişemeden, mahkeme salonuna girdi. Arkasından âdeta koşarcasına yürüdüm. Salonun kapısına gelince, uzaktan onun, demir parmaklığın içine oturduğunu görmüştüm. Kolyeyi ona orada vermeye nasıl cesaret edebilirdim?

Ön tarafta, onu görebilecek bir yere oturdum. Ondan bir türlü gözümü ayıramıyordum. Hâlâ ağlıyor ve zaptedemediği hıçkırıkları narin vücudunu sarsıyordu. Yarabbi, bu kadında ne bitmez, tükenmez gözyaşları vardı!

Ağırceza, Reisi, üçüncü defa olarak:

— Ağlamayınız!

Dediği zaman, kadın kederli başını yukarı doğru kaldırdı. Bütün salondakiler, kadının artık bir  şey söyliyeceğini zannetmişlerdi.  Anladığıma göre, kadın o güne kadar işlediği cinayet hakkında hiç bir kelime söylememişti. Fakat ben, nedense, kadının bunca döktüğü göz yaşlarından sonra, bir şey söylemesini istemiyordum; hattâ bu defa, başını Reise doğru kaldırdığı zaman, söyliyecek diye kızmıştım.

Fakat kadın tekrar ağlamaya başlayınca, âdeta sevindim. Çünkü, işlediği cinayeti haklı gösterecek birtakım yapmacık sözlere ne lüzum vardı? Döktüğü gözyaşları bütün bunları ve duyduğu nedameti anlatmıyor muydu?

Bu defa, o derece katılırcasına ağlıyordu ki, Ağırceza Reisinin bir kaç defa üstüste tekrarladığı:

— Ağlamayınız! Her şeyi anlatınız!

Sözlerini duymuyor ve işitmiyordu.

Mahkeme hey'eti de hayret içindeydi. Bütün tahkikat ve sorgu esnasında, kadının hiçbir şey söylemediğine artık iyice kanaat getirmiştim. Bu kadında, şüphesiz, tarifsiz bir ızdırap, işlediği cinayet için duyduğu büyük bir keder yardı. Fakat bu ızdırap, bu keder neydi, ne olabilirdi? Onu bu derece ağlatan, eriten ve bitiren acı, nasıl bir felâketten doğuyordu?

O gözyaşları karşısında, ruhumun gittikçe eridiğini hissediyordum. Kendi kendime: «Ah, bu kadını gözyaşlarından kurtarmağa kudretim olsaydı; denizde boğulurken kurtarılan bir zavallı gibi, onu kurtarsaydım, sükûna erdirseydim!» diyordum.

Ağır Ceza Reisinin bütün gayretlerine, hattâ ihtarlarına rağmen, kadın bir şey söylemeyince, iddia, makamı, mahkemenin başka bir güne bırakılmasını ve kadının iki hafta müddetle müşahede altına alınmasını istedi ve bu yolda karar verildi.

Salon boşaltılırken en geride ben kalmıştım. Jandarmalar, kadının kollarından tuttular ve birlikte yürüdüler.

Tam yanımdan geçerken, kadın başını çevirip bana baktı. İhtimal, salonda yalnız benim kaldığımı farketmişti.  Teselli, ümit eden ve durmadan ağlayan o güzel gözleri karşısında, âdeta titredim. Elim, cebimdeki kolyeye gitti. Derin bir heyecan içinde ona yaklaştım. Fakat bir kelime dahi söyleyemiyordum. Elimdeki kolyeyi farketmediği için, başını tekrar önüne eğmişti. Jandarmalar onu, sürükler gibi yürüt­tüler. Ben geride kalmıştım. Bilmem nasıl bir hisle  kadının arkasından:

          Ağlamayınız!... Ağlamayınız!

Diye mırıldandım.

Hiç bir cevap vermedi. Kendisine bu şekilde söyleyenle­re, verilecek cevabı olmadığını anlatmak ister gibi, başını büsbütün önüne eğdi. Jandarmalar onu tekrar sürüklediler.

Ertesi günü, ansızın çıkan İzmir seyahati, kadını tekrar görmeme mâni oldu.

Halbuki, mahkemenin bütün safhalarını takip etmeyi ne kadar istemiştim! Hattâ, günlerimin bazı saatlerini bu kadı­nı düşünmekle geçirmiştim. Kolyeyi yanımdan âdeta ayıramıyordum. Ortasında, kalb şeklindeki küçük bir mahfaza içinde, genç bir erkek resmi vardı. O yakışıklı delikanlıyı, bazan kadının bir sevgilisi, bazan bir evlâdı sayar, bilmediğim hayatı için, kendi kendime türlü hikâyeler uydururdum.

Bir ay sonra, İstanbul'a döndüğümde, ilk işim bu kadı­nı aramak oldu. Ağır ceza Mahkemesi mübaşirine onu sor­duğum zaman:                 

— Zavallı bir aydan beri, hapishanede hasta yatıyor, de­di.

Demek ki, kendisini gördüğümden beri hasta yatıyor, kimbilir ne büyük ızdıraplar içinde kıvranıyordu. Acıdım; ızdırabın, belki de talihsizliğin damgaladığı nice böyle bed­baht kadınlara acıdım.

Hemen o gün, hapishaneye koştum. Beni almıyacak ol­dular. Fakat hüviyetim imdadıma yetişti.

Kadının hücresine girdiğim zaman, tahta ranzanın üzerine konulmuş bir yatak içinde, onu yine ağlar buldum. Kapıyı hafifçe kapattım. Benim, hücresine girdiğimden haberi olmadığı için, hiç bir hareket eseri göstermedi. Ona yaklaştım. O hudutsuz gözyaşlarının harap ettiği yüzünü uzun uzun seyrettim. Sonra, yine onu ilk gördüğüm günkü gibi, tuhaf bir heyecan içinde:

— Ağlamayınız! Ağlamayınız! Dedim.

Bu söze karşı olan kayıtsızlığından mıdır, nedir, beni gördüğü zaman, hiç bir heyecan ve telâşa kapılmadı. Yalnız ıslak gözlerinde cazip bir parlaklık vardı. Buna rağmen, o Lâcivert gözler, büyük bir sırrı gizliyordu. Güneşin son şuaları, hücrenin küçük penceresinden içeriye sokularak, bir vakitler, kimbilir ne tatlı tebessümleri taşıyan solgun yüzünü, ağlıyan güzel gözlerini, dağınık saçlarını parlatıyor ve renkli akisler yapıyordu.

                                                                          (Ağlayan Kadın, 1966)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör