Hikâye ve roman yazarı (D. 1862, Nişantaşı
/ İstanbul - Ö. 6 Ağustos 1893). Tam adı Ahmet Nâzım’dır. Babası İstanbullu
Nâbi Bey’dir. Annesini küçük yaşta kaybetti, üvey anne ve dadısının elinde
büyüdü. İlköğrenimine Tophane’de Defterdar Mahalle Mektebinde başladı ve
Fevziye Rüştiyesinde (ortaokul) devam etti. 1876’da Beşiktaş Askerî Rüştiyesine
verildi, 1878’de Mühendishane-i Bern İdadisine (lise) geçti ve buradan topçu
mülâzım-ı sânisi (teğmen) olarak (1884) mezun oldu. Erkân-ı Harbiyye (Harp
Akademisi)’ye girdi. Bu okuldan erkân-ı harb yüzbaşısı (kurmay yüzbaşı) olarak
(1886) diploma aldı. Askerî okullarda matematik, istihkâm ve topoğrafya
öğretmenliği yaptı. 1889’da kolağalığına (önyüzbaşı) yükseldi. Genelkurmay
Başkanlığında görev alıp iki yıl kadar Suriye’de bulundu. 1891’de evlendi.
İstanbul’a dönüşünden bir süre sonra evliliğinin ilk yıllarında kemik veremi
teşhisiyle Haydarpaşa Askerî Hastanesine yatırıldı. Bir yıl tedavi gördüyse de
kurtulamadı, aynı hastanede öldü. Üsküdar Karacaahmet Mezarlığında Miskinler
Tekkesi’nden Saraçlar Çeşmesi’ne inen yol üzerinde toprağa verildi.
İlk edebiyat zevkini, Beşiktaş Askerî
Rüştiyesinde Arapça, Farsça ve Fransızcayı iyi bilen, ayrıca divan şiir
geleneği içinde yetişmiş bir şair olan edebiyat öğretmeni Muallim İbrahim Cudi
Efendi’den aldı. İlk yazısı, 1880’de “Mühendishane Mektebi şakirdanından A.
Nâzım” imzasıyla Vakit gazetesinde çıktı. Bir yıl sonra Ceride-i
Havadis gazetesinde “Hoşnişin veya Cihanda Safa Bu mu?” adlı manzum
piyesi yayımlandı. Daha sonra şiir, yazı ve öykülerini; Hazine-i Evrak,
Mirat-ı Âlem Rehber-i Fünun, Afâk, Berk ve Servet-i Fünun gibi
dönemin önde gelen edebiyat dergileriyle Servet, Mürüvvet ve Tercüman-ı
Hakikat gazetelerinde yayımladı. Nâbizade Nâzım, edebiyata şiirle başladı
denebilir, bu ilk denemelerini Heves Ettim (1885) adlı şiir kitabında
yayımladı. Bu ilk şiirlerde İsmail Safa, Menemenlizade Tahir ve Muallim
Naci’nin etkisi vardır. Öğretmenliği sırasında kimya ve cebir kitapları da
yazan Nâzım, sonradan hikâye yazmaya başladı ve o yıllarda edebî çevredeki
tartışmalara da Râvî takma adıyla katıldı. Dil ve edebiyat üzerine özellikle
1891’den sonra Servet-i Fünûn dergisinin “Tahlilat-ı Edebiye” (Edebiyat
Çözümlemeleri) sütununda Fuzulî ve Nedim gibi önde gelen Divan şairleri
hakkında yayımladığı incelemeleriyle dikkat çekti. Yine buradaki sütununda,
“resim altı şiir”in ilk örneklerini de o verdi.
Özellikle V. Hugo, A. de Musset,
Chateaubriand, A. Dumas ve L. Büchner gibi tanınmış Batılı yazarlardan yaptığı
çevirilerle Türk okuyucusuna Batı edebiyatını tanıtma yolunda hizmet etti. Daha
çok hikâye ve roman türünde eserler verdi. Özellikle bu türlerin Batıdaki
durumu ve gelişmesi ile yakından ilgilendi, o yıllarda Avrupa’da geniş yankılar
uyandırmaya başlamış olan realizm (gerçekçilik) ve natüralizm (doğalcılık)
akımlarını tanıdı ve benimsedi.
Zehra romanı ve köy hayatının ilk kez anlatıldığı Karabibik
adlı uzun hikâyesiyle Türk edebiyatında gerçekçilik akınının öncüleri arasında
yer aldı. Karabibik için yazdığı mukaddime (önsöz, giriş) ile
edebiyatımızda gerçekçilik ve doğalcılık akımını haber veren bir yazar olarak
belirginleşti. Söz konusu mukaddimede: “E. Zola, A. Daudet gibi realistlerin,
yani hakikiyyunun romanları hep fuhşiyat ile mâlîdir zannında bulunanlar
Karabibik’i okuduktan sonra zanlarını tashih edeceklerdir sanırım.” diyerek
amacını açıkladı. Yenileşen Türk edebiyatının 1880 sonrası yetişen
temsilcilerinden sayıldı. Servet-i Fünûn dergisinin ilk yazarlarından
olup ilk hikâyesi “Seyyie-i Tesamüh” bu dergide yayımlandı.
Edebiyatımızda gerçekçi romanın ilk örneği sayılan Zehra da ölümünden
sonra bu dergide (1895) tefrika edildi. Bu romanda; Şehzadebaşı’ndaki
tiyatrolar, İstanbul tulumbacılarının hayatı, cinayet kovuşturması gibi
konularda birtakım araştırmalara, yer yer psikolojik inceleme ve gözlemlere de
başvurdu. Zehra’nın, içerdiği psikolojik çözümlemeler dolayısıyla Namık
Kemal’in İntibah’ı ile Servet-i Fünûn dönemi romanları arasında bir
aşama oluşturduğu ileri sürüldü. Roman, dönemin yaygın eğilimi dolayısıyla entrika
öğesine çok yer verilmesi ve trajik bir biçimde sona ermesi nedeniyle
eleştirilse bile, devrine göre modern bir eserdir.
“On üç yıllık kısa ama yoğun yazı
hayatından, ‘ara nesil’den olup da arada kalmayan, edebiyat kubbesinde hoş bir
seda bırakabilen Nâbizâde Ahmed Nâzım, daha uzun yıllar Türk öykücülük tarihi
için ‘müsmîr’ bir fener olmaya devam edecektir.” (Ömer Lekesiz)
“O dönemde bu edebî türleri yeni yeni
tanımaya başlayan ve romantizmin büyüsü ile beslenen Türk okuyucusunun durumunu
göz önüne alarak, yer yer hikâyelerinde romantik unsurları da işleyen yazarlar,
Seyyie-i Tesâmüh adlı hikâyesi ile Zehra romanında realizmi uygulama çabasına
girmiştir. Hele Zehra, bu yolda yazarı bazı gözlemlere götürmüştür.
Tulumbacıların hayatı, Şehzadebaşı tiyatrosu, cinayet kovuşturması bu
gözlemlerin ürünleri olarak nitelenebilir. Ayrıca vakanın “kıskançlık” gibi
karmaşık bir psikolojik unsur üzerine kurulması, yazarı psikoloji
incelemelerine götürmüş ve bu yoldaki çözümlemeler okuyucuyu sıkmadan sonuca
ulaştırılmıştır. Bu da yazarın ne kadar realist bir tavır içinde olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır.” (İsmail Parlatır)
“Karabibik (1893), köy hayatını ve
sorunlarını doğrudan ele alan ilk eserimizdir. Gerçi değişimin kendisi yoktur
Karabibik’te, ama toplumun değişim eşiğine geldiğini galiba görmüştür Nâbizade
Nâzım, gördüklerini de sakin bir dille anlatır. (…) Hristiyanların güç sahibi oluşları,
kadınlarındaki serbestlik millî iktisat politikalarının ve kadın merkezli
modernleşmenin yakında başlayacağını haber verir gibidir.” (Necati Mert)
ESERLERİ:
ŞİİR: Hatıra-i Şebâb (1880), Heves
Ettim (1885), Mini Mini Yahut Yine Heves Ettim (1886).
HİKÂYE: Yadigârlarım (uzun hikâye,
1886), Zavallı Kız (1889), Bir Hatıra (1889), Karabibik
(1890, sad. Hakkı Tarık Us, 1944), Sevda (1890), Hâlâ Güzel
(1890), Hasba (1891), Seyyie-i Tesamüh (hoşgörünün kötülüğü,
1891, Aziz Behiç Serengil tar., diğer hikâyeleriyle birlikte, 1961).
ROMAN: Zehra (1896; Servet-i
Fünûn’da tefrikası 1895; yeni basımı M. N. Özön haz. 1952).
OKUL KİTABI: Hanım Kızlar (1886), Mini
Mini Mektepli (okuma ve yazma parçaları, 1891).
DİĞER: Katre (fenni lügat, Mehmet Rüşdi ile, 1888), Mesâil-i Riyâziyeden Cebir (1889), Muhtasar Yeni Kimya (1899), Esatir (mitolojik eser, 1891), Aynalar (fizik kitabı, 1892).
KAYNAKÇA: Gündüz Akıncı / Türk Romanında Köye Doğru (1961), Cevdet Kudret / Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (1965), Kenan Akyüz / Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1969), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri II (1972), Tahir Alangu / 100 Ünlü Türk Eseri (1974, c 1, s. 704-714), Mehmet Kaplan / Karabibik (Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, c. 1, 1976, s. 384-391), Zeynep Kerman / Zehra (Şükrü Elçin Armağanı, 1983, s. 211-220), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 3, 2000), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (c. 3, 11. bas. 2002), Hayriye Ünal / Leş Kargaları (Dergâh 161, Temmuz 2003), İsmail Parlatır / Büyük Türk Klâsikleri (c. 9, 2004), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Karabibik
bugün erken kalkmıştı. Tarlasına harım çevirmek için dün Matarlı tepelerinden
kestiği pırnal fidanı dalları harman yerinde koca bir yığın halinde
durmaktaydı. Sağ elinde ağzı çentikli bir tahra bulunmakta olup geçen seneden
beri nadaslı duran tarla içinde ağır adımlarla bu yığına doğru yürümekteydi.
Ayağında iri, kalın pençeli, sökük yemenileri kemâl-i zahmetle sürüklemekte,
liyme liyme, rengi cinsi belirsiz, muhtelif renkte yamalı dizliğinin
deliklerinden iç donunun toprak rengine mail olan rengi görünmekte, bir eski
istibdal neferinin kim bilir kaç sene evvel hediyesi olmak üzere malik olduğu
ceketi tutar giyilir yeri kalmadığı halde ve bedenini ihâtadan âciz kalmakla
beraber yine sırtında bulunmakta; bu ceketin altında kirli gömleğinin göğsü, yakası
büsbütün açık kalarak kayış gibi sert ve siyah olan vücudunun göğüs ve bağır
kısımlarını hep açıkta bırakmaktaydı. Çenesinde beyazlı siyahlı olmak üzere
isbât-ı vücut eden tek tük kıllar dik ve seyrek bıyıkların da inzimâmıyle
müdevver gayet esmer, ufarak gözlü olan çehresinin heybetini artırmakta ve bu
hey’et-i acîbe insanda tuhaf bir korku uyandırmaktaydı.
Tarlayı
otlar bürümüştü. Karabibik burasını babası Koca Osman’ın mirası olmak üzere ele
geçirmişti. Tarla o zaman on iki dönümken dört dönümünü Kara Durmuş’a satarak
vaktiyle bedel-i nakdî vermişti. Şimdiki halde sekiz dönümden ibaret kalan bu
toprak parçasına bile tarla komşusu olan Yosturoğlu göz dikmekte ve bu sebeple
aralarında ara sıra münazaât vukua gelmekteydi. Otuz iki dönüm tarlası olanların
da el ayası kadar toprağa göz dikmesi münasebetsiz değil mi ya? Kendisi şu
kadarcık tarla sayesinde ancak akşamları bir kaşık çorba içecek kadar mal
kaldırabiliyor, elinden bu da çıksın da açlıktan mı ölsün? Zaten Yosturoğlu’nun
babası da bu toprak hırsından ölmemiş miydi? O vaktin behrinde de babası, himdi
kendisi gibi ötekinin berikinin damına tarlasına göz koya koya herkesin canını
yakmıştı.
Karabibik
yaprakları budanmış fidanlardan bir kucak alarak tarlasının Yosturoğlu
tarafındaki an’ına doğru yürüdü, hâlâ tahrayı sağ elinde tutmaktaydı.
Güneş
ufk-i şarkîyi teşkil eden tarafta, güya denizden çıkıyormuş gibi bahr-i sefidin
donuk, durgun sathından doğru yükselmekteydi. Temre ovası gecenin ayazı içinde
uyuşmuş, çiğlenmiş kalmışken güneşin henüz mail ve zaif olarak intişar eden
şuââtının tesîrâtı sayesinde ısınmaya başlamıştır. Arkada Mira silsile-i
cibâlinin sekiz yüz metre rakımı bile tecavüz eden sivri, çıplak tepeleri karla
mestûr bulunmaktaydı. Mevsim şubat ibtidâları olup Karabibik’ten evvel davranmış
olanların tarlalarında yarım karış kadar yemyeşil ekinler başkaldırmıştı.
Karabibik her sene şimdiye kadar tarlasını sürmüş, harımını kaldırmış da bir
karış da ekin almış bulunurdu. Fakat bu sene kör olası hastalıktan göz
açabilmiş miydi ya? Sol böğrüne doğru bir tarafına kim bilir nasıl bir kurt
musallat olmuştu da İnhal’deki hekim kendisine üç ay, tam üç ay damdan dışarı
çıkmaya izin vermemişti. Üç ay bu! Dört duvar içinde tam üç ay oturduğun var mı
senin? Hem de acı macı, tuhaf tuhaf ilâçlar da yutmalı. Hekim haa! Seni üç ay
dört taş arasında hapsetmekten başka elinden ne gelir! İşte o kurt hâlâ hu
tarafta mah! Huracıkta durup oturur.
Karabibik
fidan dallarından bir tanesini sol eline aldı; ortasından avuçladı, sol kolunu
uzatıp dalı şakulî bir vaziyette tuttu. Bir kere şöyle yukarıdan aşağıya
baktıktan sonra sağ elinde tutmakta olduğu çentikli kör tahra ile dalın aşağıya
gelen kalın tarafını sivriltti. Tepesinin de fazla kısmını uçurdu. Tuttu dalın
sivri tarafını tarlanın anı üzerinde dün açmış olduğu deliklerden birisine
sokarak ayağıyle bastı; dalın budağına tahranın tersiyle de hızlıca vurdu.
İkinci bir dalı da bu suretle yontup düzelttikten sonra bir adım kadar ötede
olan deliğe yerleştirdi. Harımın direklerini teşkil edecek olan bu parmaklığı
uzatıp gitmeye başladı.
Bu
sırada çiftçiler birer ikişer tarlalarına gelmekteydi. İki tarla ötede
Çetecioğlu Mustafa bu sene mahsulünü kaldırdığı tarlayı nadas etmekle meşguldü;
çiftini koşmuş, öküzlerin gayet batî olan yürüyüşlerini süratlendirmek,
hayvanları doğru yürütmek için kaba, çatallı sesiyle arada sırada garip garip
emirler vermekteydi. Daha öte tarafta Boduroğlu Ahmet, harımının dün kim bilir
hangi yezit tarafından bozulan tarafını yapraklı dallarla örtmekteydi. Sol
tarafta Hatib’in yemyeşil duran tarlasına Kara Ömer’in eşeği girmiş, nazik
yaprakcıkları yolmaktaydı. Kara Ömer ise beri tarafta Koca İmam’ın tarlasını
nadas eden Deli Ali ile lakırdıya dalmıştı.
Hatib’in
ekin ortağı olan Karakâhyaoğlu Ali çavuş öteden seğirterek elindeki kalın
boynuz dalıyle eşeğe bir âlâ sopa atmaya, eşek de bu dayağın tesirinden can
acısıyle tarla içinde koşmaya başladı. Ali Çavuş’un hiddeti daha ziyadeleşti.
Küfürün bini bir paraya. Kabahat eşekte değil sahibi olan eşekte. Herkesin bir
sene üstüne alın teri döktüğü ekinleri bir saat içinde eşeğine yedirmek isteyen
adam tembel tembel gezmemeli, rast geldiği ağaca masal söylememeli oğlum.
Kara
Ömer atıldı. Eşeğini öldürmek mi istiyor? Ekinini çok seven adam tarlasına
harım etmeli. Hayvan bu! Aklı mı var? Ali Çavuş hâlâ bağırıyordu:
—Seni
gidi kafir hayvan! Mah hoyrat olana hoyratlık!
Kara
Ömer koşup Ali Çavuş’un karşısına dikildi. İki adam soluk soluğa bir müddet
birbirinin yüzüne baktılar. Kara Ömer bir müddet sonra dedi ki:
—Tarlana
ni şekil harım etmiyon?
Ali
Çavuş, Kara Ömer’in yüzüne doğru bağırarak dedi ki:
—Nihal
edelim? Mah! Alan hoykada durup oturur.
Kara
Ömer temashur ederek:
—Nihal
edelim? Alan hoykada durup oturur. Hele bunun kubatlığına bak.
Deli Ali aralarına girdi. Kara Ömer burnundan soluyarak merkebine doğru gitti.
Merkep bu sefer
Yosturoğlu’nun
ekinlerine dalmıştı.
Nâbizâde
Nâzım, Tanzimat edebiyatına dahil olmayan, erken ölümü nedeniyle Edebiyat-ı
cedide’ye yetişemeyen bir yazar olarak “ara nesil”de yer almasına rağmen, Batı
edebiyatını, Emin Nihat ve Ahmet Mithat Efendi gibi bir halet-i ruhiye olmaktan çok bir sistem olarak benimseyişiyle Servet-i Fünun yazarlarının çoğundan
daha yenilikçi bir çizgide yer almaktadır; Yâdigârlarım, Karabibik ve
Hasba’sına yazdığı önsözler onun, edebiyata şiirle başladığı ve ilkin
şiir kitaplarını yayımladığı halde asıl nesir plânında araştıran, sorgulayan ve
uygulamalarını Batılı bulgularla, kendi bulguları (kuramı) üstüne
yapılandırmaya çalışan bir öykücü, romancı olduğunu göstermektedir. (…)
Nâbizâde,
Yâdigârlarım’daki (…) önsözünde, estetik
terbiye olarak da isimlendirebileceğimiz, yeni bir okuma, anlama ve
değerlendirme terbiyesinin ana hatlarını çizmekte ve buna uygun (esâtîrî
olmayan, tabiî ve sade olan) bir yazma eylemini öncelemektedir. (…)
Karabibik’in (…) önsözünde, Emil Zola, Alfons Daudet gibi
romancıların eserleri hakkındaki yanlış kanaatleri, onların eserlerinden bir
tür yansıma olan kendi “gerçekçi” örneğiyle gidermeye çalışan Nâbi-zâde, yine
burada da öncelikle, estetik terbiyeye (olaylara renkli gözlüklerle bakmak
yerine kendi çıplak gözleriyle bakmaya, âdetleri ve tabiatı izlemeye, mâkul
olmaya) vurgu yapmaktadır. Yine burada, Anadolu’daki mevcut yaşayışa dikkat
çekerek, onların hem yaşayışlarının hem de dillerinin keşfini talep etmekte ve
bugün yazarın metne mesafesi
şeklinde deyimleştirdiğimiz önemli edebî olguyu daha o zamanda öne çıkarmakta
ve ayrıca, dille ilgili sözleriyle dil, söyleyiş, yerellik, sadelik konularına
dikkat çekmektedir. (…)
Hasba’nın bu önsözünde ise, romanla hikâyenin “tafsîlât”
açısından farklı türler olduklarını belirterek, kendi zamanının en cesur
tanımlamasını yapmış olmaktadır.
Nâbi-zâde,
zikredilen edebî anlayışına ve kuram oluşturma çabasına rağmen bunları Yâdigârlarım,
Zavvallı Kız, Bir Hâtıra, Sevdâ, Hâlâ Güzel, Hasba,
Seyyie-i Tesâmüh öykülerine yansıtma konusunda tümüyle başarılı olamamış;
kimi biçimsel denemelerine (günlük tarzı), ironik yaklaşımlarına, insanî
hasletleri yer yer ustalıkla işlemesine rağmen, genelde romantizmden,
hissilikten ve ağdalı dilden kurtulamamıştır. Karabibik’inde ise modern
hikâyenin, diğer bir söyleyişle “öykü” türünün, geçerliliğini bugün de koruyan
birçok özelliğini mükemmel bir şekilde uygulamış, dolayısıyla hikâyeden öyküye
geçişte mihenk taşı, “Türk öykücülüğünün ilk yazarı” olma sanını elde
etmiştir.
Karabibik, bir çift öküz edinmeye çalışan, tek çocuklu,
dul bir çiftçinin öyküsüdür. Mekan, Antalya’nın Kaş İlçesine bağlı Beymelik
Köyü ile geçici bir süre için uğranılan ya da şöyle bir zikredilip geçilen
Matarlı, Temre (Demre), İthal, Köşker, Kadıkum, Kum, Körse, Karabucak
(Manavgat), Akdam (Alanya), Çayağzı, Benlikuyu, Dalyan köy ya da beldeleridir.
Nabizâde
Nâzım, dilsel oyunlara, diğer bir ifadeyle edebiyat yapmaya kalkışmadan,
Karabibik’in evi başta olmak üzere, çevre, mekan ve nesne belirlemelerini de
sade bir dille yapmıştır
Nabizâde
Nâzım, yazar olarak öyküsüyle kendi arasında belli bir mesafeyi muhafaza etmiş,
Karabibik ve onun kızı Huri başta olmak üzere, öykünün diğer kişilerini
(Yosturoğlu, Anderya, Yani, Eftelya, Linardi ve Hüseyin) yönetmemiş, onları
kendi doğal eylemleri, tutumları ve düşünüşleriyle yansıtmaya çalışmıştır.
Fakir
“Karabibik, görünüşte sönük bir hayatı sürdürmesine rağmen, içinde kendisini
hayata bağlayan bir kıvılcım taşır. Tarla komşusu Yosturoğlu’yla tarla yüzünden
olan çekişmeleri, kızı Huri’yi maddi durumu iyi olanlarla evlendirmek istemesi,
bir çift öküz alarak Koca İmam’a muhtaç olmaktan kurtulmaya çalışması,
Eftalya’nın kışkırtıcı davranışlarından hoşlanması, borç alırken kurnaz
davranarak daha iyi şartlarla tüccar Yani’den para alması onun bu yönüyle
ilgilidir. Karabibik’te fakirlikten sonra, ona bağlı olarak ortaya çıkan en
belirgin problemlerden ikisi hastalık ve bilgisizliktir. Karabibik "sol
böğrüne doğru bir tarafına" yerleşen bir kurttan rahatsızdır. Hekim
kendisine ilâçlar vermiş, üç ay evde dinlenmesini söylemiş fakat bunlar bir
şeye yaramamıştır. Karısı da tifodan ölmüştür. Karabibik, "hekim ha! Seni
üç dört ay taş arasında hapsetmekten başka ne gelir! İşte o kurt hâlâ hu
tarafta" diye söylenirken özellikle köy insanının, her şeyden mutlaka
pratik faydalar bekleyen mizacını da açığa çıkarır. O, doktordan bunu beklediği
gibi, okul da pek konuda işine yarayacağından köylü için bir değer ifade eder.
Karabibik’in okulu ve okumayı hatırladığı anlar, çaresiz kaldığı anlardır.
Anderya’ya olan borçlarını bilmek istemesine rağmen bir türlü hesap edememesi
ve borcunun ne kadar olduğunu bilememesi gibi. Karabibik hikâyesinde, en az
yukarıdaki konular kadar önemli başka bir sosyal mesele köylünün devlet daireleri
karşısındaki korkaklığı, çekingenliğidir. Buna "yılgınlık" da
denilebilir.”
Karabibik'i bir öykü olarak değerli kılan yazıldığı
(yayımlandığı) zamanın hakim tahkiye anlayışında meydana getirdiği yeniliktir.
Buna göre:
1-Realist
tarz esas alınmış ve adaptasyon yerine özgün telif bir çalışma ortaya
konmuştur. Bu yanıyla Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’nin adaptasyona dayalı
anlatımından, realist bir bakış açısıyla yerli ürün ve yerel konuya, bilinçli
bir geçiş yapılmıştır.
2-Edebiyatımızda,
asıl karşılığını Refik Halid'in Memleket Hikayeleri'nde bulan, memleket
hikayeciliğine Karabibik'le ilk kez el atılmış, yani Anadoluya ait yer ve
kişiler anlatılmıştır.
3-Herkesçe
okunabilir, anlaşılabilir, edebiyat yapma kaygısından uzak bir tahkiye dilinin
önemli bir örneği verilmiştir.
On
üç yıllık kısa ama yoğun yazı hayatından, “ara nesil”den olup da arada
kalmayan, edebiyat kubbesinde hoş bir seda bırakabilen Nâbi-zâde Ahmed Nâzım,
daha uzun yıllar Türk öykücülük tarihi için “müsmîr” bir fener olmaya devam
edecektir.