Mehmet Yıldız

Eğitimci, Yazar

Doğum
02 Temmuz, 1963
Eğitim
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Burç

Eğitimci, yazar. 2 Temmuz 1963’te Mardin’in Dargeçit ilçesinde doğdu. Kerboran İlkokulu ve Ortaokulu, Kırıklareli İmam Hatip Lisesi’nden (1980) sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden (1984) mezun oldu. Tahsilini tamamladıktan sonra Din Kültürü öğretmeni (uzman öğretmen) olarak Beykoz Anadolu Hisarı Ticaret Lisesi (1965-89), Dargeçit Lisesi (1990-91), Midyat Lisesi (1991-2000), Midyat Aziz Önen Lisesi (2000-2006) ve Midyat Endüstri Meslek Lisesi’nde (2005-2012) görev yaptı. 2012 yılından itibaren Ankara’da ikamet ediyor, mesleğini Keçiören İncirli Lisesi’nde sürdürüyor. Nuran Yıldız hanımla evli; Gülsüm, Hacer, Seyit Ahmet ve Merve adlarında dört çocuk babasıdır.

Mehmet Yıldız’ın ilk yazısı 2006 yılında Yeni Akit gazetesinde çıktı. Bu gazetenin Adana baskısında iki yıl kadar köşe yazarlığı yaptı. Sonraki yıllarda kalıcı eserler vermek üzere kitap çalışmalarına yöneldi. Türkiye Yazarlar Birliği üyesi, Midyat MGV Eğitim Bir-Sen ile Mardin Öğ-Der, Midyat ve Mardin Özgür Eğitim-Sen kurucusudur.

ESERLERİ:

Midyat’tan Ankara’ya Manifesto (2013), İdealist Muallim (2014), İdealist İnsan (2016), Yazar Öğrencilerimden Hikâyeler (Derleme, 2017).

KAYNAKÇA: Mehmet Yıldız / İdealist Muallim (2014), Bilgi Formu (2014), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2017).

 

 

KERBORAN'DA HAYAT- BİYOGRAFYA


 

Abdullah, Kerboran’da dünya’ya gelmişti. Kalabalık bir ailesi bulunan Abdullah; beşi kız, beşi erkek on kardeşin altıncısıdır.

Kerboran;  girişinde bahçelerin, sol tarafında yüksek kayalık tepelerin, sağ tarafında ise açık ve geniş bir ovanın bulunduğu, küçük; ama şirin bir yerdir. Oturduğu evin aşağısında bulunan mahalledeki eski, birbirine bakan küçük dükkânların cıvıl cıvıl olduğu zamanlarda, ayakkabı tamircisinden bakırcısına, demircisinden terzisine kadar zanaatkâr seslerinin birbirine karıştığı uzun çarşıda bir baştan bir başa dolaştığı günler zihninde birer tatlı hatıra olarak kalmıştı;çünkü artık o küçük; ama dopdolu dükkânlar terk edilmiş;  yerlerini, yukarıda, meydan yerinde, daha büyük ama dağınık yeni dükkânlar almıştı.

Artık her yer çarşı olmuştu. Eski dükkânlar ise tarih, sanat ve estetik meraklısı bir başkan tarafından keşfedilmeyi ve yeniden şehre kazandırılmayı sabırla bekliyorlardı.

Şehir meydanı eskiden, güneşin doğmasıyla birlikte bağa, bahçeye gitmeyen herkesin toplandığı ve adeta gelip geçenleri, gözden kayboluncaya kadar seyrettiği bir buluşma mekânıydı.

Babası imam olduğundan, her sabah namaz dönüşünde hâlâ uyuduklarını gördüğünde: ‘’Yaşıtlarınız, dağa gidip yüklerini getirdiler, siz hâlâ uyuyorsunuz. ’’ diyerek Abdullah’ı ve kardeşlerini fırçalardı. Bir eşekleri, bir inekleri, birkaç koyun ve birkaç keçileri vardı. Kardeşler de hayvanlarına vermek için bazen dağa “Çılo” dedikleri meşe ağaçlarının yapraklarını toplamaya giderlerdi. Tabi sabah namazından hemen sonra. Köyde tembel olanlar güneş doğduktan sonra gidip öğle sıcağında ancak dönerken çalışkan olanlar, sabah namazından hemen sonra çıkıp güneşin doğuşuyla birlikte dönerlerdi. Köydeki herkes gibi onların da hayvanları olduğundan kardeşler sırayla çobanlık yapardı. Hayvanların doğum zamanlarında, çobanların kucağında kuzu ya da oğlakları getirişi herkesi mutlu ederdi. Kucağına kuzu ya da oğlak almayan yoktu. Çobanlar eşeğe düşe kalka biner arkadaşlarıyla yarışırdı. Her evin mutlaka bir ya da birkaç kedisi vardı. Köylüler sabah namazına, imamdan önce öten horoz sesleriyle uyanırlardı. Sabahları tavuklara yem vermeyen ya da kovalamayan çocuk olmazdı.

Yazların kavurucu sıcaklarında çocuklar anne ve babalarıyla birlikte buğday ya da mercimek biçmeye giderdi. Köylü çocukları bağlarda kendi elleriyle kestikleri ‘’Mazrona, Kerküş, Sınceri’’ gibi çeşit çeşit üzümleri sepetlerine koyup sırtlayarak eve getirmenin mutluluğunu yaşardı.

Abdullah çocukluğunu doya doya yaşadığını, ortaokuldan sonra gittiği şehirlerde beton balkonlara esir düşen şehir çocuklarını görünce daha iyi anlamıştı.

Daha sonraki yıllarda, büyük şehirde bir parkta gördüğü çocukların tümünün, bir bayanın köpeğine koşup onunla oynadıklarını, ona dokunup yüzlerini gözlerini sürdüklerini görünce köydeki hayvanları kovalayarak geçirdiği günleri hatırlayacak, o çocuklara acıyacaktı. Zavallılar, köpekten başka hayvan göremiyor, onlara dokunamıyorlar. Vay be! Biz ne kadar şanslıymışız da haberimiz yokmuş, diyerek kendi kendine söylenecekti. Çocuklarına dönüp:

-Bu şehrin Belediye Başkanına çıkıp diyeceğim ki: “Kardeşim şu parklara birkaç tane oğlakla birkaç tane kuzu, civciv, tavşan da koyun ki çocuklar hayvan görsünler, dokunsunlar;  yoksa köpek dışında başka hayvan tanıyamayacaklar.” diyecekti.

Küçük kızı Merve bazen babasının konuyu abarttığını düşünerek lafa karışacak, aralarında şöyle bir diyalog yaşanacaktı:

-He, he seni dinleyecekler. Birkaç inek ve eşekle birkaç atta koysunlar bari.

-Koysunlar tabi, olmayacak bir şey mi?

-Tabi tabi, çocuklar da binerler de mi?

-Evet, binerler çok doğru. Hem de parada kazanırlar.

-Yahu, git ya! Senden başka böyle hayal kuranlar var mı acaba? Sen de niye diğer insanlar gibi normal değilsin?

-Kızım, ben haklıyım. Bak, Kerboran’da çift sürdük, ot biçtik;  ata, eşeğe bindik, odun kestik, bağ ve bahçeye gidip narı, üzümü dalından kopardık. Bu zavallılar bunların hangisini yapabildiler.

-Tamam ya! Seni tekrar Kerboran’a gönderelim.

-Ah bu iş güç, evlâd u iyal olmasa, herkesin özlemi köyüne dönmektir zaten.

Abdullah’ın babası o zaman gerçekte köy; ancak resmîyette nahiye olan Kerboran’da imamlık yapmaktadır. Evden camiye, camiden eve, sadece ilim ve ibadetle uğraşmakta, dünya işlerine bulaşmamaktadır. Ailede adeta dünya işleri, diğer ailelerin aksine Peyruze annelerine havale edilmiştir.

 

TEK PARTİ DÖNEMİ VE KÖY İMAMININ DRAMI

 

Kerboran Merkez Camisinin imamı olan Molla Ramazan, İlçeye aydan aya, o da zorunlu olarak, sadece maaşını almak için gitmektedir; ancak her aybaşında ilçeye gitmeden önce evde mutlaka bir kavga çıkardı; çünkü imam ilçeye gideceğinden başındaki sarığı çıkarıp şapka giymek zorundaydı. Bu şapka da sadece ayda bir defa ve zorunlu olarak takıldığından hep kaybolurdu: “Yine şapkamı nereye sakladınız?”: “Bu meret niye her seferinde kayboluyor? diyerek Peyruze Hanım’a bağırıp çağırırdı. O da :“ Senin o pis şapkanı ben niye saklayayım? Hangi cehenneme koyduysan oradadır. ” diyerek cevap verirdi. Evde herkes, şapkayı bulmak için seferber olurdu. Nihayet ya bir sepetin içinden ya da bir döşeğin altından çıkardı da herkes rahat bir nefes alırdı. Böylece şapka krizi bir sonraki aya kadar çözülmüş olurdu.

Meğer yılların medrese Hocasına şapka giymek işkenceden daha zor geliyormuş. Yine şapka giyeceğim, diye geriliyordu hep. Şapka da ortada olmayınca bütün hıncını sağa sola bağırarak çıkarıyordu. Her dönüşünde, onu bir daha lâzım olmayacakmış gibi bir yerlere fırlatıyordu.

Cumhuriyet’in tek parti diktatörlüğünün, o askerî darbe zamanlarının tüm baskısını, iliklerine kadar yaşamıştı Abdullah’ın babası. Bir seferinde köyde Arapça ezan okurken jandarma tarafından suçüstü yakalanmış, Türkçe okuma, yazması olmayan imamı götürürlerken köylülerin : “İmamımızı bırakın. Bizden kaç kişi istiyorsanız verelim. ” diye araya girip rica etmesiyle ancak serbest kalabilmişti. Her fırsatta çocuklarına o bereketsiz kıtlık yıllarını :’’Bizler medresede okurken on kişi bir ekmeği paylaşıyorduk. ’’ diyerek özetliyordu.

İmam olduktan sonra ise sık sık :”Arapça kitaplarımı arı kovanlarında saklayarak ancak bugünlere ulaştırabildim” ibretli sözüyle o günün yasakçı ve baskıcı zihniyetini bir cümlede özetliyordu.

İmamı bu kadar baskı gördüyse gariban köy halkı acaba neler çekmişti. Her darbeden sonra köy ve şehirlere giriş yapan, askerlerin sırtları birbirine dönük olarak oturduğu araçlardan oluşan konvoylar kara bulutların habercisi gibiydi. Köy halkını okul bahçesinde toplayan, iki pırpırlı komutanlar(düşük rütbeli erbaşlar), herkese ağza alınmayacak küfürler savururdu. Gözdağı vermek ve devletin demir yumruğunu göstermek için birkaç kişiye oracıkta tekme tokat girişirlerdi. Kadın ve çocuklar sağa sola koşuşurken hızını alamayan jandarma, köylüyü yüksek bir tepeye çıkarıp orada da erkekleri sıra dayağına çektikten sonra, herkesin aşağıya kadar takla atarak inmesini emrederdi. Sebep çok basitti ve her seferinde aynı şeylerin tekrarlanması kabak tadı veriyordu. Her evde bir silah olduğunu iddia ediyorlar, silahlar gelinceye kadar ceza vermeye devam edeceklerini söylüyorlardı.

 Yine böyle bir baskından sonra: “ Şıkaftıka Köyü’’nün halkı, yüksek bir tepeden aşağıya tıngır mıngır yuvarlanacaklardı. Köyün imamı, ayaklarından sakat olduğu halde, onu da çıkarmışlardı. Köy muhtarı öne atılıp imamlarının sakat olduğunu, ona takla attırılmamasını rica etmiş, aldığı dipçik darbesinden sonra:’’Önce imam takla atacak!’’ cevabını almıştı. Hepsi birlikte yine yuvarlanmışlardı.

Molla Ramazan’ın babası da bölgenin hatırı sayılır bir âlimi olduğundan o da beş erkek çocuğunun hepsini medresede okutmuş ve icazet aldıktan sonra her birini bir köye imam olarak atamıştı. Tabi o zamanlar maaş olmadığı için imamlar, köy halkının zekât ve yardımlarıyla geçinmekteydiler.

Molla Ramazan o yılların sıkıntılı durumunu şu kinayeli anekdotla anlatırdı. Kışın köy halkı bize: “Belê Seyda”(Buyur Hoca’m), sonbaharda: “ Çiya Seyda?”, (Ne var Hoca?) Yazın ise;  Çiya lo ‘(Ne var lo) derlerdi.

Molla Ramazan Kerboran’a gelmeden önce, Izdara, Berdahol, Gere ve Şıkaftıka köylerinde otuz yıl fahri imamlık yapmıştı. Bir köyden diğerine geçim sıkıntısı yüzünden, daha iyi şartlar bulabilir miyim diyerek göçmek zorunda kalmıştı; ancak yine de bir köyden diğerine göçler hep gizli görüşmeler ve hassas dengeler gözetilerek gerçekleşmişti.

Hatta bunlardan birinin macerasını hep anlatırdı. Gere Köyünden Şıkaftıka’ya gitmeye karar verilmiş, önceden tüm bağlantılar yapılmış, en son bir gece yarısı gitmeye karar verilmiştir. Şıkaftıka köyünden, imamın evini yüklenecek bir kervan ve silahlı bir grup Gere’ye gece yarısı gelip eşyaları yüklenmişlerdi; ancak onca sessizliğe ve dikkate rağmen bir köylü olan bitenden haberdar olunca, dama çıkıp: ’’Hey Gereliler, uyanın, imamımızı kaçırıyorlar!’’diye bağırmak istemiş. Ne kadar uğraştıysa da ağzı kilitlenmiş ve bağıramamış. Dolayısıyla hiçbir sorun yaşanmadan, nakil gerçekleşmişti. Aynı köylü bir ay sonra Molla Ramazan’ı yeni köyünde ve camisinde ziyaret edip bu anısını bizzat ona aktarmış. Ne yapıp ettiysem de bağıramadım, yoksa Vâllâhî o gece bütün köyü kaldırır engellerdim; ama olmadı, yapamadım, deyince;  Molla Ramazan’la birlikte kahkahayı basmıştı.

 

 

ANKARA’DA

 

  İki gün sonra İncirli Anadolu Lisesine tayini çıktığı belli olmuştu bile. Tatilde hanımı ve çocuklarına, tayinlerinin Ankara’ya çıktığını söyleyince;  Şaka yapıyorsun diye inanmamışlardı; ancak, internetten MEB sayfasına girip gerçekten çıktığını görünce inanmışlardı ; ama hepsi yine bir şoktaydı; çünkü yılladır, her tayin zamanlarında hanımının;  “Hadi artık gidelim buralardan, daha ne kadar bekleyeceğiz?  doymadın mı?”  Diye sitem etmesine rağmen Midyat’tan ayrılamıyordu. Şimdi ne oldu da birden tayini çıkmıştı?  Hem de hiçbir gürültü patırdı kütür olmadan? 

  Okulların açılmasıyla Abdullah Hoca’da Midyat’tan ilişiğini kızıyla aynı günde keserek Ankara’nın yolunu tutmuştu. Hemen okuluna yakın bir yerde ev tutup yerleşmişti.

  Ankara’ya daha öncede birkaç defa uğramıştı; ancak bu sefer bir başkaydı. İlk defa Ankara’yı yakından tanıyordu. Mesela Ankara’nın, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, bir gece kondu şehri olduğuna ilk defa bu kadar yakından tanıklık ediyordu .Hatta İlk defa ziyaret ettiği yerlerden birisi olan Ankara Kalesini gördüğünde de şok olmuştu. Kale’den başka her şeye benziyordu. Kale duvarlarının içi bile gece kondular la doluydu. Birisinin gözlerini bağlayıp : Ankara kalesinin içinde açıp burası Ankara deseniz, “kimseye inandıramayacağınız kadar, kirli, bakımsız ve adeta sarhoşların takıldığı yıkık bir şehir” görüntüsü veriyordu.

  İkinci harabe mekân ise, hacı bayram-ı Veli Camisinin çevresi idi. Her tarafta ya yıkılan, ya da yıkılmak üzere bekleyen , direnen gece kondu meyhanelerle doluydu. Otuz yıldır milliyetçi-muhafazakâr bir başkan tarafından yönetilmesine rağmen ancak aklına gelmiş ve henüz yeni yeni onarılmaya başlanmıştı. Peki, kardeşim bu son seçimlerde belediyeyi başka bir parti kazansaydı ne olacaktı?  Hacı Bayram Camisi ve çevresi öyle mi kalacaktı?  Bunun sorumluluğu kime ait olacaktı? 

  Kısa bir süre sonra gözlemlediği önemli bir şey de: “Ankara’nın bir Askeri Tesisler Şehri” oluşuydu. Ankara’nın merkezi başta olmak üzere tüm şehri baştan sona, adeta “Askeri Tesisler “kaplamıştı. Genel Kurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kara Harp Okulu,Gata ve Askeri Lojmanlar şehrin tam göbeğinde ve Meclis ile Başbakanlığı ve diğer tüm Bakanlıkları adeta kuşatmış bir durumdaydı. Bunların dışında Ordu Evleri gibi, Atatürk Orman Çiftliği ve Anıtkabir gibi, her birisi bir mahalle kadar alanı tek başına kuşatan başka birçok askeri tesiste düşünüldüğünde, Ankara’nın üçte birinden fazla bir alanı askeri tesisler kaplıyordu.

  Sanki bir darbe durumunda :”askerlerin beş dakikada Meclisi ve tüm Bakanlıklar ile Emniyeti çevirebilecek şekilde” yerleştirilmişti.

Şehrin cadde ve sokak isimleri bile daha çok eski askerlerin isimlerini taşıyordu.General Tevfik Sağlam ‘dan,Adnan Yüksel’e ,Refik Saydam’a bir çok isim dikkat çekiyordu.Özellikle Çankaya İlçesi ise bunlara ilaveten yabancı isimlerle donatılmıştı.Simon Bolivar’dan Konrad Adzenaur’a bir çok Siyonist isim bile tabelalarda görülüyordu.

  Ulus ve Kızılay’dan her geçişlerinde yanındakiler inanılması zor bir takım hikâyeler anlatıyorlardı.; Bir zamanlar buralara köylülerin girmesi yasaktı diyorlardı. Bir diğeri, bir gün Ulusta, bir adam ve yanında bir başörtülü geçince şaşırıp, arkalarından birkaç defa bakınıp;  Allah Allah, bunlar melek miydi?  Yoksa gerçekten insan mı? diye taaccüplerini belirttiklerini aktarıyorlardı.

Ankara’nın eski de kalan önemli bir özelliği de mabetsiz bir şehir olarak planlanmasıydı.Çok şükür ki bu Plan sonraki yıllarda yapılan minareli Camilerle bozulmuştu.

  İşte eskiden beri garip olan bu Ankara’da Abdullah Hoca yeni okulunda derslere başlamış yeni öğrencilerine ve arkadaşlarına alışmaya çalışıyordu; ancak okul şimdiye kadar gördüğü okullardan hiç birine benzemiyordu. Güya muhafazakâr bir çevredir diye Keçiören’i seçmişti; fakat gördüğü manzara hiçte muhafazakâr bir çevreye benzemiyordu. Öğretmenlerin çoğu eski Köy Enstitüsü düşüncesinden kimselere benziyorlardı. Yaş ortalaması neredeyse altmışın üzerindeydi. Kendisi geldiği yerde ihtiyar listesindeyken burada gençlerden sayılıyordu. İlk gün Müdür başyardımcısının odasına uğrayıp, Esselâmu Aleyküm diye içeri dalmış ama beyefendi başını bile kaldırıp cevap vermemişti. Sonra ki bir yıl boyunca da, aynı kişiden selâmına doğru dürüst cevap alamamıştı. Selama karşılık sanki inadına bir kısmı“Günaydın, Günaydın, ya da merhaba diye cevap veriyorlardı; ancak Abdullah Hoca, onların selâmına aynıyla karşılık veriyor, nezaketini bozmamaya özen gösteriyordu.

  Hem öğrenciler hem de öğretmenlerin önemli bir kısmı okulu kendilerinin kurtarılmış bölgesi olarak görüyor bu yüzden, Abdullah Hoca’nın her hareketi göze batıyordu. Hatta öğrencilerden bir kısmı kendisinin bu okula özel olarak görevlendirildiğini açıkça söylüyorlardı.

  Hâlbuki Abdullah Hoca güya Midyat’ın o çok hareketli ve aktif hayatından uzaklaşıp kafasını dinlemek için Ankara’ya gelmişti; ancak sanki Ankara’daki en hareketli insanlarının toplandığı Lisenin tam ortasına düşmüştü. Öğrenciler;  Laiklik denince hopluyorlardı. Alevileri ağzına alır almaz bir kısmı hemen suçlamaya başlıyordu. Komünizm ve sosyalizm eleştirisi onlar için tahammül edilemez bir şeydi.

Atatürkçülük ve Kemalizm ise zaten çoğunun dokunulmaz tabusu idi. Böyle bir ortamda Din ve Ahlak dersini veriyordu. Gerçekten bunda ilahi bir irade vardır deyip geçiyordu. Sınıflardan çıkar çıkmaz tartışmalar daha hararetli bir şekilde bu sefer öğretmenler odasında da devam ediyordu. Çoğu zaman nöbetçi müdür yardımcısı gelip tartışmalara : “Hadi arkadaşlar öğrenciler sizi bekliyor” diyerek yarıda kesiyordu.

  Okulda hem sol hem Halk Evleri hem de TKP ve Ö

DP hem de azda olsa Milliyetçiler, bulunuyorlardı. Tümünün de ortak yanları aynı zamanda hem Laik hem de Atatürkçü kesiliyorlardı. Öğretmenlerin bir kısmı, öğrencilerle yakın işbirliği içindeydi. Bir süre sonra örgütlü bir şekilde birçok sınıfta derslerini sabote etmeye çalışan bir grup öğrenci sezinliyordu. Önce hepsini tanımaya, ne yapmak istediklerini anlamaya çalışıyordu.

  Sert tepkiler vermeden sorularını cevaplandırmaya çalışıyordu; fakat oralı değildiler. Bütün sınıflarda üç beş kişi de olsalar birbirleriyle bağlantılı ve örgütlü bir yapıda olduklarını, teneffüslerde, belli başlı birkaç kişinin tüm sınıfları dolaştığını ve bilgi alışverişinde bulunduklarını kısa sürede anlamıştı.

  Sonraları bu grubu yönlendirenlerin içinde içerden ve dışarıdan birileri ile bir kısım veli ve mahalle muhtarının da bulunduğunu, yaptıkları şikâyetlerden anlaşılıyordu.

  Önce dışarıda Halk Evleri ile TKP ve ÖDP ‘ye takılanlar bir araya geliyor, anlatılanları öğretmenlere ve güvendikleri idarecilere aktarıyorlardı. Daha sonra birilerinin yönlendirmesiyle de Okul Müdürlüğüne şikâyete dönüştürülüyordu. Dışarıdan destek olarak ta bir kısım veli ile mahalle muhtarı da Okul Müdürüne aynı şikâyeti yapmak üzere gönderiliyordu. İşin vahameti böylece abartılarak bir kısım öğrencilerin iddialarından öte herkesin şikâyetçi olduğu gibi bir izlenim verilmek isteniyordu.

  Yeni lisedeki görevinin daha ilk aylarında şikâyetler ayyuka çıkıyordu. Neredeyse haftada bir Okul Müdürü Abdullah bey’i;  “Hoca’m teneffüste bana bir uğrar mısın?” deyip işin mana ve ehemmiyetini, şikâyetlerin gün geçtikte arttığını söyleyip: “Lütfen, rica ediyorum, siyasi konulara girme” diye sıkı sıkıya tembihliyordu. “Hocam ben sadece dersimi anlatıyorum ama ne anlatırsam anlatayım, bir kısım öğrenci tartışma çıkarıyor bende cevabını veriyorum. Onlara söyle bana soru sormasınlar o zaman!  Ama hem soru soracaklar hem istediklerini söyleyecekler ama ben konuşmayacağım, böyle bir şey yok!” diye cevap veriyordu.

  Birinci dönemin sonuna kadar aktarılanlara bakılırsa ortalama haftada bir şikâyet gidiyordu. Her şikâyetten sonra da Okul Müdürü yine Abdullah Hocayı çağırıp;  Ne olacak böyle Hoca’m? deyince sonunda;

  -Hocam, kim şikâyetçiyse söyle onlara dilekçelerini versinler, sizde soruşturmanızı açın gitsin. Hepsine çatır çatır cevabımızı verelim, başka bir şey var mı? 

  -İyi de kardeşim ben bir Din Dersi Hocasına bir İlahiyatçı olarak soruşturma açmak istemiyorum.

  -Peki, ben ne yapayım o zaman dersimi anlatmayayım mı? 

  -Yahu kardeşim girme şu konulara! 

  -Yahu neye girmeyeyim?  Allah’a imanı anlatmayayım mı?  Komünizmin, Ateizm olduğunu söylemeyeyim mi? 

  -Yahu Hoca’m ben anlatamıyorum galiba. Geçen hafta mahallenin muhtarını göndermişler, zor ikna ettim.

  -Niye ikna ediyorsun adamı?  Al dilekçesini bakalım ne diyormuş? 

  Abdullah Hoca bir süre sonra, derste anlattıkları yetmiyormuş gibi birde okul çapında sosyal faaliyetlere başlayınca onların da her biri şikâyet konusu olmuştu. Her hafta sonu bir sınıfla pikniğe gitmeye, bazı öğrencilerin evlerine ziyaretlere başlamıştı.

  Tabi bunların hiç biri için idareden izin almıyordu. İşte bazılarına göre buda ayrı bir suçtu; ancak o sınıflarda, meydan okurcasına;  Arkadaşlar bazıları neredeyse pikniğe gidişimize, öğrencilerimizi ziyaret etmemize bile ellerinden gelse yasak koyacaklar. Böylece faşist ve yasakçı zihniyetlerini açığa vuruyorlar diye herkesi haberdar ediyordu. Tabi yine hararetli bir tartışma başlıyordu; ancak öğrencilerin çoğu, bunu bile sorun yapanlara şiddetle karşı çıkınca yine teneffüste kulis faaliyetlerine hız veriyorlardı.

  Bir süre sonra : “Arkadaşlar geçen akşam on birinci sınıflarla sinemaya gittik, sizde gelmek ister mi siniz ?” diye sorunca, sınıfta koro halinde;  Oleeyy sesleri yükselmişti. Çaylarda benden! Deyince sınıfta bir alkış kopuyordu.

(…)

KAYNAK: Mehmet Yıldız / İdealist Muallim (2014).

 

 

KERBORAN'DA HAYAT- TEKA


Abdullah, Kerboran’da dünya’ya gelmişti. Kalabalık bir ailesi bulunan Abdullah; beşi kız, beşi erkek on kardeşin altıncısıdır.

Kerboran;  girişinde bahçelerin, sol tarafında yüksek kayalık tepelerin, sağ tarafında ise açık ve geniş bir ovanın bulunduğu, küçük; ama şirin bir yerdir. Oturduğu evin aşağısında bulunan mahalledeki eski, birbirine bakan küçük dükkânların cıvıl cıvıl olduğu zamanlarda, ayakkabı tamircisinden bakırcısına, demircisinden terzisine kadar zanaatkâr seslerinin birbirine karıştığı uzun çarşıda bir baştan bir başa dolaştığı günler zihninde birer tatlı hatıra olarak kalmıştı;çünkü artık o küçük; ama dopdolu dükkânlar terk edilmiş;  yerlerini, yukarıda, meydan yerinde, daha büyük ama dağınık yeni dükkânlar almıştı.

Artık her yer çarşı olmuştu. Eski dükkânlar ise tarih, sanat ve estetik meraklısı bir başkan tarafından keşfedilmeyi ve yeniden şehre kazandırılmayı sabırla bekliyorlardı.

Şehir meydanı eskiden, güneşin doğmasıyla birlikte bağa, bahçeye gitmeyen herkesin toplandığı ve adeta gelip geçenleri, gözden kayboluncaya kadar seyrettiği bir buluşma mekânıydı.

Babası imam olduğundan, her sabah namaz dönüşünde hâlâ uyuduklarını gördüğünde: ‘’Yaşıtlarınız, dağa gidip yüklerini getirdiler, siz hâlâ uyuyorsunuz. ’’ diyerek Abdullah’ı ve kardeşlerini fırçalardı. Bir eşekleri, bir inekleri, birkaç koyun ve birkaç keçileri vardı. Kardeşler de hayvanlarına vermek için bazen dağa “Çılo” dedikleri meşe ağaçlarının yapraklarını toplamaya giderlerdi. Tabi sabah namazından hemen sonra. Köyde tembel olanlar güneş doğduktan sonra gidip öğle sıcağında ancak dönerken çalışkan olanlar, sabah namazından hemen sonra çıkıp güneşin doğuşuyla birlikte dönerlerdi. Köydeki herkes gibi onların da hayvanları olduğundan kardeşler sırayla çobanlık yapardı. Hayvanların doğum zamanlarında, çobanların kucağında kuzu ya da oğlakları getirişi herkesi mutlu ederdi. Kucağına kuzu ya da oğlak almayan yoktu. Çobanlar eşeğe düşe kalka biner arkadaşlarıyla yarışırdı. Her evin mutlaka bir ya da birkaç kedisi vardı. Köylüler sabah namazına, imamdan önce öten horoz sesleriyle uyanırlardı. Sabahları tavuklara yem vermeyen ya da kovalamayan çocuk olmazdı.

Yazların kavurucu sıcaklarında çocuklar anne ve babalarıyla birlikte buğday ya da mercimek biçmeye giderdi. Köylü çocukları bağlarda kendi elleriyle kestikleri ‘’Mazrona, Kerküş, Sınceri’’ gibi çeşit çeşit üzümleri sepetlerine koyup sırtlayarak eve getirmenin mutluluğunu yaşardı.

Abdullah çocukluğunu doya doya yaşadığını, ortaokuldan sonra gittiği şehirlerde beton balkonlara esir düşen şehir çocuklarını görünce daha iyi anlamıştı.

Daha sonraki yıllarda, büyük şehirde bir parkta gördüğü çocukların tümünün, bir bayanın köpeğine koşup onunla oynadıklarını, ona dokunup yüzlerini gözlerini sürdüklerini görünce köydeki hayvanları kovalayarak geçirdiği günleri hatırlayacak, o çocuklara acıyacaktı. Zavallılar, köpekten başka hayvan göremiyor, onlara dokunamıyorlar. Vay be! Biz ne kadar şanslıymışız da haberimiz yokmuş, diyerek kendi kendine söylenecekti. Çocuklarına dönüp:

-Bu şehrin Belediye Başkanına çıkıp diyeceğim ki: “Kardeşim şu parklara birkaç tane oğlakla birkaç tane kuzu, civciv, tavşan da koyun ki çocuklar hayvan görsünler, dokunsunlar;  yoksa köpek dışında başka hayvan tanıyamayacaklar.” diyecekti.

Küçük kızı Merve bazen babasının konuyu abarttığını düşünerek lafa karışacak, aralarında şöyle bir diyalog yaşanacaktı:

-He, he seni dinleyecekler. Birkaç inek ve eşekle birkaç atta koysunlar bari.

-Koysunlar tabi, olmayacak bir şey mi?

-Tabi tabi, çocuklar da binerler de mi?

-Evet, binerler çok doğru. Hem de parada kazanırlar.

-Yahu, git ya! Senden başka böyle hayal kuranlar var mı acaba? Sen de niye diğer insanlar gibi normal değilsin?

-Kızım, ben haklıyım. Bak, Kerboran’da çift sürdük, ot biçtik;  ata, eşeğe bindik, odun kestik, bağ ve bahçeye gidip narı, üzümü dalından kopardık. Bu zavallılar bunların hangisini yapabildiler.

-Tamam ya! Seni tekrar Kerboran’a gönderelim.

-Ah bu iş güç, evlâd u iyal olmasa, herkesin özlemi köyüne dönmektir zaten.

Abdullah’ın babası o zaman gerçekte köy; ancak resmîyette nahiye olan Kerboran’da imamlık yapmaktadır. Evden camiye, camiden eve, sadece ilim ve ibadetle uğraşmakta, dünya işlerine bulaşmamaktadır. Ailede adeta dünya işleri, diğer ailelerin aksine Peyruze annelerine havale edilmiştir.

(…)

KAYNAK: Mehmet Yıldız / İdealist Muallim (2014).

 

 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör