Yazar (D. 12 Temmuz 1930, Ölçek köyü / Ardahan / Kars - Ö. 19 Eylül 2003, Ankara). Yazar Alper Akçam’ın babasıdır. Kars-Cılavuz Köy Enstitüsü (1950), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü (1958) mezunu. Öğretmenlik, gazetecilik, yazarlık, sendikacılık yaptı. TÖS İkinci Başkanı iken 12 Mart 1971 darbesinde tutuklandı, sekiz yıl on ay hüküm giydi. Beraat edip öğretmenliğe döndüyse de bir süre sonra meslekten ayrılmak zorunda kaldı (1974). 1977’de kurucuları arasında yer aldığı Demokrat gazetesinin 12 Eylül 1980 darbesinde kapatılmasıyla Almanya’ya gitti. Türkiye’ye on bir yıl sonra döndü. Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, ÇYDD üyesiydi. Son yıllarını Ankara ve Kuşadası’nda geçirdi.
“Köyden Sesler” başlıklı ilk yazısı 1952’de
Varlık dergisinde çıkmıştı. Diğer ürünleri birçok gazete ve dergide yayımlandı.
Kimi kitapları Almanya’da basıldı; Ölü Ekmeği Rusça ve Bulgarcaya, Alaman Ocağı
Almancaya çevirildi. 1985’te Milliyet’in Ali Naci Karacan Röportaj Yarışmasında
Analarımız adlı eseriyle birincilik ödülünü, 1976’da Haley adlı öyküsüyle 12.
Antalya Sanat Şenliği’nde Altın Portakal Ödülünü, 1977’de Kanlıdere’nin
Kurtları romanıyla Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü aldı. Alaman Ocağı adlı
eserinden dolayı 1983’ten itibaren on yıl yargılandı, 1993’te beraat etti.
Gazete yazılarından dolayı açılan davalar da aklanmayla sonuçlandı.
«Dursun Akçam, toplumsalcı anlatımın önde
gelen, özgün yazarlarındandır. Özgünlüğü, roman kurgusundan, tiplemesinden,
uzam ve zaman kullanımından, betimlemelerinden ya da çözümlemelerinden,
sorunsalı ele alış biçiminden kaynaklanmıyor. Dursun’un özgünlüğü, dilsel
tutumundan kaynaklanıyor. Yazınımızın geleneksel anlatı dilini
çağdaşlaştırıyor.» (Vecihi Timuroğlu).
“Akçam, sorunlara gerçekçi bir anlatımla
parmak basar. Toplumun çok yönlü sorunlarını irdelemek, romanın soluk aldırır
kalıplarına daha elverişlidir. Nitekim, yazdığı üç romanda da toplumsal
çelişkileri vurgulamaya özen göstermiştir.”(Adnan Binyazar)
“Dursun Akçam’ın yurtdışındaki Türkler ve doğu
uluslarından, örneğin Afganlarla, ilgili öyküleri gülmeceyle trajedi arasındaki
bıçak sırtı çizgide oluşuyor. Yazarın bu tavrı, Türkiyeli öykülerinde de
varolan bir anlatım biçimidir. Özellikle Ölü Ekmeği, yokluğun duygusallığı
nasıl yok ettiğini başarıyla çizen, traji-komik öykülerden oluşur.(Sennur
Sezer)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Maral (1964), Ölü Ekmeği (1969),
Taş Çorbası (1970), Köyden İndim Şehire (1973), Haley (1975),
Kafkas Kızı (1978), Sevdam Ürktü (1992), Generaller Birleşin (1997).
ROMAN: Kanlı Derenin Kurtları (1964),
Dağların Sultanı (1985).
RÖPORTAJ: Analar ve Çocuklar (1964),
Doğunun Çilesi (1966).
İNCELEME: Kan Çiçekleri (1977), Altta
Kalanlar (1979), Alaman Ocağı (Almanca-Türkçe, 1982), Ucu Ucuna
Yaşam (1998).
GÜLDÜRÜ: Öğretmeni Kim Öptü (1995).
HAKKINDA: Rauf Mutluay / Çıkmazlardan Gelenler
(Varlık, sayı: 747, Aralık 1969), Adnan Binyazar / Köyden İndim Şehire (Barış
gazetesi, 28.6.1973), Vecihi Timuroğlu / Kanlı Derenin Kurtları (Türk Dili,
sayı: 300, 1 Eylül 1976), Atilla Özkırımlı / TDK Ödülleri: Yapıtlar Üstüne
Değerlendirmeler (Milliyet Sanat dergisi, sayı: 200, 8.10.1976), Mehmet Bayrak
/ Köy Enstitülü Yazarlar Ozanlar (1978), Osman Nuri Poyrazoğlu / Yüzyüze
Görüşmeler (1997), Adnan Binyazar / Sevdam Ürktü - Dağların Sultanı (Ozanlar
Yazarlar Kitaplar, 1998), Vitrindekiler (Cumhuriyet Kitap, 23.7.1998), Vecihi
Timuroğlu / Dede Korkut Soyundan Bir Anlatı Ustası, Dursun Akçam (Cumhuriyet
Kitap, 25.3.1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas.
1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999),
Sennur Sezer / Dursun Akçam’ın Kadınları (Cumhuriyet Kitap, 25.3.1999), Adnan
Binyazar / Yaşam ve Yazı (Cumhuriyet Kitap, 25.3.1999), TBE Ansiklopedisi
(2001), Adnan Binyazar / Yaşam ve Yazı - Sennur Sezer / Dursun Akçam’ın
Kadınları (Cumhuriyet Kitap, 25.3.2005).
Karşı
yamaçta kazları güdüyordu. Kazlarla birlikte biz de otlarla karnımızı doyurmaya
çalışıyorduk. Ekinler daha sararmamıştı. Açharmanı çıkmasına çok vardı..
Peli'nin
Meco, ağzındaki yemlik tomarını çiğneyerek yaklaştı. Bir bana, bir köye doğru
bakıyordu. Bir şeyler söylemek istiyordu fakat ağzı boş olmadığı için pek
anlaşılmıyordu. Aldırmadığımı görünce avurtlarını boşalttı, yutkundu :
«—
Sana diyorum itoğlit, işitmiyor musun.» dedi.
Çok
uzak değildi köy bize. Evimiz kıyıda bir tümsek gibi görünüyordu. Bütün köy
evleri, irili ufaklı tümsekler gibiydi. Kapımızın önünde büyük bir tezek ateşi
yakılıyordu. Boz duman katmer katmer havaya yükseliyordu :
- Essahtan ataş yakmışlar!»
- Yakmışlarsa bunun bir sebebi var!» dedi Meco.
Ne
sebebi olabilirdi? Çocukların evcilik oyunlarında yaktıkları ateşe
benzemiyordu. Yoksa çöplüğü mü tutuşturmuşlardı? Ama çöplüğün gübresi
ilkbaharda tarlaya taşınmıştı. Yanacak bir şey kalmamıştı. Belki de anam
çamaşır yıkayacaktır? Öyle olsaydı benim haberim olurdu. Çamaşır yapılacağı
zaman bir hafta öncesinden hazırlık yapılırdı. Bakkaldan sabun alınırdı, kürüne
su taşınır, doldurulurdu... Sabahleyin de anam soyardı üstümüzü öyle
salıverirdi. Çıplak otlatırdım kazları. Zati donum, gömleğim yoktu. Bir kara
buluşum vardı, onun da ne zaman yıkanacağı belli olmazdı. Kuruyuncaya değin
çıplak beklerdim yazın güneşte, kışın ahırda... Kardeşlerim de benim gibi
olurdu. Boktan resimler çizerdik karnımıza. Anam, bacım ayıp yerlerini
kaftanlarının etekleriyle örtmeye çalışırlardı. Babamın pantolonu yıkanıyorsa o
gün akşama değin yataktan çıkmazdı...
«—
Evinizde hasta var mıydı?» diye sordu İso.
«—
He, kardaşım Ali hastaydı!»
Meco
çok rahat kestirip attı:
«—
Olaki kardaşın Ali ölmüştür!
Bir
tuhaf oldum:
«—
Nereden biliyorsun?»
Meco
kendinden emin tavırla:
«—
Bilmiyecek nesi var, Ali'yi
çimdirmek için ölü
suyu ısıtıyorlar!»
Belki
de doğruydu. Birisi öldüğü zaman evin önünde bolca tezek ateşi yakarlar, su
ısıtırlardı. İmam önüne peştemalını bağlar ölüyü çimdirirdi. Bir kişi de sapı
uzun tava ile su dökerdi. Mezar kazıcılar ellerinde kürek, kazmalarla girer
çıkarlardı. İhtiyarlar oturur tesbih çeker, dudaklarını kıpırdatarak dualar
okurlardı. Ağaçlar orada iken kısa kısa kesilir, mertek yapılırdı. İnsanlar
üzgün olur, sessiz öteye beriye gider gelirlerdi. Ölüyü görmek
isteyen biz çocukları kızar,
kovarlardı.
Meco,
evin önündeki kalabalığı göstererek :
«—
Anam avradım olsun
Ali ölmüştür » dedi.
İçimde
karışık bir tuhaf duygu belirmişti. İyi olurdu Ali'nin ölmesi, ben de
istiyordum! Başsağlığına gelen komşular ekmek getirirlerdi, yumuşak yumuşak
buğday ekmeği..! Bir yutuşta inerdi boğazımdan aşağı. Pişi de getirirlerdi,
ortası delik kırmızı pişiler..! Fatmanın kızı Güsi görürdü, ona hiç bir lokma
vermeyecektim, inadına gözünün önünde yiyecektim! O da bana vermemişti. Anası
öldüğü zaman onlara da pişi getirmişlerdi. Güsi pişiyi eline alarak çöplüğün
başına çıkmıştı, sevincinden hopur hopur oynuyordu. «Anam öldü, bize pişi
getirdiler..!» diyor, bize inat olsun diye gözümüzün önünde yiyordu. Ucundan
kırıp bir lokma bile vermedi, «Sizin de anaz ölsün, size de getirsinler..!
diyordu. Şimdi ben de pişiyi alacak, çöplüğün üstüne çıkacaktım. Güsi gelir
isterdi, vermezdim. «Senin de kardaşın ölsün, sana da pişi getirsinler!»
derdim... Ali küçüktü, olaki pişi getirmezlerdi. Pişiyi belki de büyük ölülere
getiriyorlardı? Çocukların ne önemi vardı, onlara arpa ekmeğini zor
getirirlerdi! Olsun, arpaekmeği neyime yetmezdi! Ağzımın dolusu lokmalarla
karnımı doyururdum! Sahi Ali ölseydi..!
On
üç mü, on dört mü doğurmuştu anam, sayısını kendisi de bilmiyordu. Ölen ölmüş
kalan sağlar dokuzduk. En küçüğümüz Ali, anamın hesabına göre beş yaşındaydı.
Ben bir yaş büyükmüşüm Ali'den.
Sıtmalı
çocuklar gibi sapsarıydı Ali. Bacakları eğri kayın çubuklarına benziyordu.
Kaburga kemikleri bir bir sayılırdı. İnce boynu üstünde iri bir kafası vardı.
Sanırdınız ki iki kafayı birbirine eklemişler. Gövdesini tartan ayçiçekleri
gibi öne, arkaya, yana düşerdi kafası Ali'nin. Neneme göre anamın son dünyası
Ali'nin kafası, teknedeki hamur kazıntılarından yapıldığı için ustalar iyi tutturamamışlardı!
Anam,
hepimizden çok sever görünürdü Ali'yi. Eline geçen bir yumurtayı, kuşağı
arasına sakladığı ekmekleri Ali'ye yedirirdi gizlice. Yine de iflâh etmiyordu,
sarı sarı köpükler kusuyordu Ali!
Bir
gün kazları otlatmaktan yeni dönmüştüm. Açtım. Başım dönüyor, ağzımdan su
akıyordu. Sırtımı ocağın taşına dayamış, kaynamakta olan evelik (gübreli
topraklarda yetişen bir çeşit geniş yapraklı otların kurutulmuşu) çorbasının
pişmesini bekliyordum. Ali de karşımda oturmuş, kulağını tencerenin sesine
vermişti. Pantuş kedi yavrularını toplamış Ali'nin önünde yatıyordu.
Kapı
açıldı. Anam usul adımlarla evin gerisine dek geldi, beni görünce durdu. Bir
süre öte beriyle oyalandı. Sonra Ali'ye seslendi :
«—
Bala can, dışarı çık, kazlara bak, hayvanlar ekine girmesin!» dedi.
Ali
bahane bekliyormuş gibi yerinden sıçradı, kulaklarını dikerek kendinin fareye
gitmesi gibi koştu. Anam da arkasından gitti. Anlaşılan Ali'ye yine bir nevale
verilecekti. Anam hep böyle yollardan çağırarak ayırırdı yanımızdan.