Dursaliye Şahan

Çevirmen, Gazeteci, Yazar

Doğum
25 Kasım, 1960
Eğitim
Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Aliye Karadağ

Gazeteci, yazar.. 25 Kasım 1960’ta Sivas’a bağlı Geyikpınar’da doğdu. Kimi gazete haber ve yazılarında Aliye Karadağ adını da kullandı. Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdi. Gazetecilik, öğretmenlik, bankacılık ve senaryo yazarlığı yaptı. Londra “Avrupa Pazar” gazetesinde ‘Kelaynak Yazıyor’ başlıklı köşeyi yazdı. Sürekli olarak; “Avrupa Gazetesi” (Londra), “Toplum Postası” (Londra, 1991 -92), “Pazar Gazetesi” (Londra, 1993-95) yazdı.

Dursaliye Şahan, gençlik yıllarında başladığı yazın hayatını kadın, göçmenlik ve ırkçılık temalarının ağır bastığı öyküler ile sürdürdü. Londra’da gazetecilik yaptığı yıllarda yazdığı “Döndü” adlı tiyatro oyunu sahnelendi. Son yıllarda sinema öyküleri yazan Şahan, ayrıca Karikatürist Semih Bulgur ile birlikte bant karikatürler hazırlıyor. Yazarın Türkçe yayımlanmış üç öykü kitabının yanında birçok öyküsü İngilizceye çevrilerek çeşitli dergilerde ve ortak kitaplarda yayımlandı. Çocuklara, engellilere ve yetişkinlere yaratıcı yazı ve kısa film öykü atölyeleri düzenleyen Şahan, sonuncusu “2012 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödül” olmak üzere, on beşten fazla öykü ödülünün sahibidir.

Halen gazetecilik ve yazarlık yapan Dursaliye Şahan’ın, Halkevleri’nin “Türkiye Öykü Yarışması Dalında İkincilik Ödülü alan eseri Kültür Bakanlığı tarafından bastırıldı (1988). 1990 yılında Londra Radyosu Kültür Sanat Programı’nda, 2010’da HRT Hatay Yerel Televizyon’unda kültür sanat programlarına çıktı… 2006-08 yıllarında ATV’de yayımlanan “Sıla” adlı dizinin, onun “ Güvercin” başlıklı öyküsünden intihal edilerek yapıldığı mahkemece kanıtlanmıştır. “Hacı Murat ile Ali Haydar” adlı öyküsü Kültür Bakanlığı tarafından desteklenerek senaryolaştırıldı (2012).

Şahan, FPA (The Foreign Press Association), Exiled Writers lnk, Türkiye Yazarlar Sendikası, Kadın Yazarlar Derneği ve İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Birliği (İLESAM) üyesidir.

ÖDÜLLERİ:

2012 Hikâye Hırsızı öykü kitabına; Abdullah Baştürk 2012 İşçi Edebiyatı ödülü

2010 Mimarlık Öyküleri Yarışmasında Okunmaya Değer Öykü (Nevbahar Hanımın Evi)

2007 Afyon Kocatepe Öykü Yarışmasında 'Alev' adlı öyküsüyle mansiyon.

2007 Tarık Buğra Öykü Yarışmasında yayımlanmaya değer öykü (Alev.)

2006 Hollanda Türk Evi, Hikaye Yarışması ikincilik ödülü. (Sakine)

2006 KASİAD(Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve inc. Dern.) Öykü Yarışması Mansiyon (2068'de Bir Aşk Hikayesi.)

2006 Anafilya Öykü Yarışmasında derece (Kırro.)

2006 Edebiyat Dünyası Öykü Yarışmasında ikincilik (Çay Şekeri.)

2005 CullTurkey Okuma Kulübü Öykü Yarışması ikincilik (Takıntılı Kadın.)

2005 SES (Sağlık Emekçileri Sendikası) Öykü Yarışması Mansiyon (Parmaklar.)

2004 SBS Radyosu Avustralya Öykü Yarışması İngiltere Birinciliği (Parmaklar.)

1998 Halk Evleri Öykü Yarışması Türkiye 2.ncisi (Döndü.)

1996 Toplum Postası Türkçe Hikaye Yarışması İngiltere birinciliği (Kale)

1995 İmece Kadın Derneği Kadın Öyküleri Hikaye Yarışması İngiltere birinciliği (Parmaklar.)

1987 Güneş Gazetesi Türkiye Öykü Yarışması Mansiyon (Leo.)

1972 Hayvanları Koruma Cemiyeti Türkiye Orta Öğretim Hikaye Yarışması birincilik (Aynı.)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Londra’dan Bir Kadın Döndü (Ankara, 1998), Fakir Cennet (2007), Hikâye Hırsızı (2011).

KARİKATÜR. Zabit Londra’da (2011).

DERLEME-DÜZENLEME: Asi’den Taşan Öyküler (Ankara 2009), Yahya Kanbolat Anısına Öykü Ödülleri Kitabı (2009), Ve Tanrı Aşkı Yarattı (2010), Uçan Halı (Antakya / Hatay Belediyesi Çocuklar için Sosyal Sorumluluk Projesi).

KAYNAKÇA: Oya Tekin / Çocuk gelinlere ithaf edilen ‘Hikâye Hırsızı’na emek ödülü (siirakademisi.com), Haber/Söyleşi: Faruk Zabcı / Dursaliye Şahan sessizliğini DHA’ya bozdu (Londra / DHA, 19.9.2013), Bilgi Formu (2014), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2017).

DİĞER KAYNAKLAR:

http://www.haberler.com/yazar-dursaliye-sahan-yargitay-sila-dizisinde-5079667-haberi/

http://www.isikbinyili.org/index.php/20-sayi-23/roportaj/2-dursaliye-sahan-ile-roportaj-ekim-2011

http://birgunabone.net/life_index.php?news_code=1285681469&year=2010&month=09&day=28

www.yaziatolyesi.org

 

SİMSİYAH BAKIYORDU ÇALILAR

Oy Araksi Araksi

Niye girdin pine

Sen bu dinden değildin

Niye döndün bu dine?

Anonim

 

 

Çocukluğumdaki en güzel kadındı. Mağrur kaşları ile Vivien Leigh’e benzerdi. Gözlerinde garip bir melankoli, bakışlarında gizli bir hüzün vardı.

 

Temizlik, bulaşık, yemek, çamaşır... Sanki evdeki bütün işler onun göreviymiş gibi hiç durmaz sessiz sakin çalışırdı. Bostandaki sebzelerin arasında çiçek yetiştirirdi. Köyde ondan başka çiçek yetiştiren kadın var mıydı? En çok hanımelini mi severdi yoksa köşelere saklarcasına fidelediği sardunyaları mı? Emin değilim.

 

Onu hiç sohbet ederken görmedim. Kadınlar günlük dedikodularını yaparken o cumbalı pencerenin arkasında ya çorap örer ya da kilim dokurdu.  Soğuk kış günlerinde ayaklarımızı onun nakışlı yün çorapları ısıtırdı. Kadınların çoğu onun yarattığı benzersiz desenleri örnek alırlardı.

 

Saçlarını da hiç görmemiştim. Köydeki öbür kadınlar gibi sıkı sıkı örtünür, büyük siyah çarşafını giymeden harmandan dışarı çıkmazdı. Birine kızdığını,  dert yandığını, sevindiğini, ağladığını da anımsamıyorum. Annem babaannemle sık sık küsse de, o bütün istekleri itirazsız yerine getirirdi. Etrafında garip bir sessizlik vardı. Hiçbir şey, hiç kimse onu ilgilendirmiyor gibiydi. Birkaç kez amcamı sessiz, kaçamak ama hep hüzünlü bakışlarla karısını izlerken yakalamıştım. Çocukluğumun en sevgilisine koştum:

 

“Babaanne yengem neden böyle?”

“Nasıl?”

“Çocuklarını hiç dövmüyor.”

“Dövsün mü?”

“Hayır, ama severken de görmedim.”

“Nasıl?”

“Bebeğini kucağına alıp emziriyor sonra hemen geriye beşiğine bırakıyor.”

“Çocuklarını sevmez o.”

“Ama neden?”

“Çünkü...” diyecek oldu; dedem “Kapa çeneni!” diye gürledi.

 

Çocukların bilmemesi gereken bir şey vardı. Aynı gün annemi yakaladım. O da benimle konuşmak istemedi. Kimse amcamın karısı hakkında konuşmak istemiyordu. Annemin eteğini bırakmadım.

 

“Eğer bir kez daha sorarsan, seni döverim!”

“Anne ne olur söyle!”

“Sana ne yengenden?”

“Anne yoksa yengemin çocukları Rahime gibi üvey mi?”

“Salak! Yengen çocuklarını evde doğurdu unuttun mu?”

“İyi işte. Niye çocuklarını hiç sevmiyor, hiç dövmüyor.”

“Çocuklar böyle şeylere karışmaz!”

 

Bu bir giz olduğunu doğrulayan ilk yanıttı. Annemin arkasından koşmaya devam ettim.

 

“Annecim bak eğer birine söylersem ellerimi na böyle cin çarpsın!”

“O farklı” diye fısıldadı annem.

“Biliyorum yengem köydeki bütün kadınlardan daha güzel.”

 

Annem bu yanıttan hoşlanmamıştı.

 

“Salak, öyle değil! O safkan değil!” dedi kızgınlıkla.

“Safkan ne demek?”

 

Annem yanıt yerine ayağındaki terliği çıkarıp hırsla bana doğru fırlattı. İncecik bacaklarımla havada uçuşan kuş tüyü gibi kaçtım. Eski terlik yanı başımdan geçti.

 

O farklıydı; çünkü safkan değildi. Elimdeki bütün bilgi bu kadardı. Peki, çocuklarını neden sevmiyordu ya da neden dövmüyordu? Hatta farklı ve safkan olmak ya da olmamak ne demekti?

 

Sonunda babaannem pes edip bir gün “O bizden değil deyiverdi.

 

Küçücük yaşımda bizden olanı ve olmayanı anlamam olanaksızdı.  En iyisi kendine sormaktı, ama nasıl? Sen niye saf kan değilsin?   Çocuklarını neden sevmiyorsun mu diyecektim? Çocukluk işte, daha kolay bir yol bulamamış olmalıyım ki o öğleden sonrasını hiç unutamadım.

 

Havada hoş bir esinti vardı.  Yengem bostanda sebzelerin dibini çapalıyor, uzun parmakları ile toprağın içinden seçtiği küçük taşları torbasına dolduruyordu. Yanına sokuldum.

 

“Yenge sana bir şey diyeceğim ama kimselere söylemek yok. Hele anneme hiç!”

“Demem.”

“Sen neden bizden değilsin?”

“...”

“Yani niye bizim gibi safkan değilsin!”

 

Birden ellerini toprağın içinden çekip kalakaldı. Hiç kıpırdamadan, buz yeşili gözleri ile köyün dışındaki tepelere doğru bakıyordu.

 

Beni yengemin yanında gören annem,  bir düşüncesizlik edebileceğimi tahmin etmiş  olmalı, koşarak yanımıza gelip,  kolumdan tuttuğu gibi eve doğru sürüklemişti. Ne yaptığımı öğrenince acımadan dövdü, sonra da babama haber verdi. Böylece iki cümlelik soru yüzünden, ikinci dayağımı babamdan, üçüncüsünü dedemden yedim. İlk kez, babaannem beni korumadı. Kendi kendine “Mızrak çuvala girer mi?..” diye  mırıldanıyordu. Yeni dayaklar yememek için susmuştum. İncitici bir şeyler yaptığımın farkındaydım. Uzun süre yengemle göz göze gelmemeye çalıştım.

 

Beş yıl sonra köyden kente göç ettik. Babaannem ile dedem ağlayarak komşularla vedalaştı. Annem ise köyden çıkmamakta inat ediyor, babamla kavga ediyordu. Yengem aynı donuk sakinlik içinde eşyaları topluyordu. Biz çocuklar sevinç içinde; bayram yerine gidiyor gibi heyecanlıydık.

 

Kardeşlerim, ben ve kuzenlerim şehirde büyülü bir masalın içine düşmüşçesine ne denli coşkuluysak, büyüklerimiz de o denli,  tedirgin ve şaşkındı. Her şey ne kadar çoktu? İnsanlar, dükkânlar, otomobiller, otobüsler...  Her evde radyo, kimi evlerde buzdolabı, bisikletler,  motosikletler, hele deniz ve gemiler, asfalt yollar, büyük bakkallar, minaresi upuzun camiler. İlle de kıyamet vaktini haber veren başörtüsüz, sarı saçlı, dudakları boyalı, güzel elbiseli, güzel kadınlar.

 

Meğer “saf” olmayan insanlar sadece bizim köyümüzde değilmiş. Sünni’si, Alevi’si derken, Çingeneler, Lazlar, Kürtler, Çerkezler, Rumlar ve yetmiş iki buçuk milletin yaşadığı, üstüne destanlar yazılmış, fetvalar verilmiş, kimi kavimlerin kutsal saydığı şehr-i İstanbul; küçük de olsa bize kucağında bir yer açmıştı.

 

Dedem her fırsatta, Çoban salatası gibi! diyordu ve zinhar vasiyet ediyordu ki bizler büyüyünce zürriyetimizi korumalı,  köyümüzden, hatta yakın akrabalarımızdan biriyle evlenmeliydik.  En ideali de amca çocuklarıyla evlenmekti.  Yoksa öte dünyada iki eli babalarımızın yakasında olacaktı. Ne olursa olsun kanımız kirlenmemeli, saf kalmalıydık.

 

Böylece aynı evde yaşadığımız, amcamın çocukları ile kardeş olmadığımızı anımsayıp, birbirimize bakakaldık.

 

Kent yaşamını en çok ben sevmiştim. Neredeyse on beş yaşımdaydım. Komşu kızlar çok güzel giyiniyordu, ama ben hâlâ eteğimin altına pantolon veya pijama giyinmek zorundaydım.

 

Okula gidiyordum,  çok mutluydum. Arkadaşlarımı, öğretmenlerimi çok seviyordum. Okulun alt sokağındaki kitaplık sığınılacak bir kale gibiydi. Saf kanın ne olduğunu orada iyice öğrendim. Çok geçmeden yengemle ilgili gerçeği de babaannemin ağzından çekip aldım. Tabii ki ikimizin arasında, ölene dek büyük bir giz olarak kalacaktı.

 

Evet, yengem bizlerden farklıydı, çünkü annesi Onlardandı!

 

Çok yıllar önce, köyümüzde bizden olmayan komşularımız bizimle yaşıyorlardı. Onlar başka, biz farklı olsak da herkes barış içinde mutluydu. Bir gün, nasıl olduysa, rüzgâr felaket getirip, barışı bozmuştu. Bizden olmayan, Ermeni komşularımız köyden sürülmüşlerdi.

 

Yengemin annesi de o zamanlar küçücük bir kızdı. Olup biteni, apar topar gidiş nedenlerini bilmeden annesinin yanında, köyün dışına doğru yürürken, köydeki eli silahlı adamlardan biri durdurmuştu. Bu güzel kızı annesinin elinden çekip almıştı. Yengemin annesi, o beş yaşındaki kız gökyüzünden yere inmiş, küçücük bir melek gibiymiş. “O köyde kalacak!” demiş,  silahlı komşu amca. Küçük kız ne olduğunu anlayamamış, annesi giderken, yabancısı olmadığı silahlı amcaya biraz korkuyla bakakalmış.

 

Biraz sonra iki küçük kız daha annelerinin elinden alınmış. Üç küçük kızı yan yana dizmişler. Üç küçük güzel kız korkudan kanatları titreyen küçük kelebekler gibi beklemiş. Anneleri, babaları, kardeşleri ve bütün akrabaları giderken onlar sadece güzel oldukları için köyde alıkonulmuşlar.

 

Muhtarın odasında birbirlerine sarılarak oturmuşlar. Hemen o gece birer birer yeni ailelerinin yanına verilmişler.

 

Yeni aileleri içinde, yeni adları ile büyümüşler. Işıkları, sevinçleri gün be gün söndükçe güzellikleri artmış. Hiç kimse onlara giden ailelerinden ve akrabalarından söz etmemiş.

 

Köyün en güzel üç kızı olsalar da, oğlunu evlendirecek aileler onlardan uzak durmuş. Yengemin annesini, köyün kimsesiz çobanına vermişler. Biri de muhtarın sağır dilsiz oğluna gelin olmuş. Üçüncüsüne, köye gelen bir subayın görür görmez gönlü düşmüş; onu alıp gitmiş... Gidiş o gidiş... Ne olduklarını, nereye gittiklerini hâlâ bilen yokmuş.

 

“Safkan” olmayan o kızların bebekleri de kendileri gibi çok güzel olmuş. Ama onlar da “safkan” olmadıkları için makbul sayılmamışlar.

 

Sesi güzel amcam da makbul koca adayı değilmiş… Ormana oduna giderken, tarlada çalışırken gizli gizli türkü söylediğini duyanlar olmuş.  O zamanlar köy yerinde şarkı, türkü kadın işi sayılır, erkeklere yakıştırılmazmış.  Güzel sesli amcamın gönlü safkan olmayan kızlardan birine düşünce, gözlerine yaktığı türküler diyar diyar söylenir olmuş.

 

Babaannem istediği gibi bir gelin getiremeyeceğini bildiğinden itiraz etmemiş. Yengeme hiç sorulmamış.

 

Liseye başladığım yıl bir gün arkadaşlarla birlikte okulu kırıp sinemaya gittik. Yolda kırmızı tuğlalı bir kilise gördüm. Kırmızı soğuk tuğlalarda yengemin gözlerini görür gibi oldum. Bir anda kendimi kilisenin içinde, yanan mumların karşısında buldum. Yaşlı bir adam yaklaşıp; “Dua yarım saat sonra başlayacak.”dedi.

 

“Dua için gelmedim… Yengemin ailesini bulmak için geldim. Şimdi bak, amcamın karısı yengem… Çok yıllar önce …” diye başlayıp, çabuk çabuk anlattım. Çok heyecanlanmıştım. Sanıyordum ki yengemin ailesi, kilisenin karanlık köşelerinden birinde sabırsızlıkla beni bekliyor.

 

Yaşlı adam beni dinledikten sonra, soğuk bir sesle; “Gitmem gerek. Yapacak işlerim var.” dedi.

 

Hayal kırıklığına uğramıştım. Eğer bu adam onlardan ise neden bana yani yengeme yardım etmiyordu.  Oysa ben o kilisede yengemin ailesini bulacağımı sanmıştım.   Onları o bekledikleri karanlık köşeden çıkarıp hemen eve götürecektim. Evde herkes bayram edecekti. Amcam, çocukları ve tabii en çok yengem sevinecekti. Hatta kuzenlerim; “Yaşasın! Sonunda kayıp, öbür yarımıza da kavuştuk.” diyecekler ve gelenlerle kucaklaşacaklardı.

 

Üzgün, çaresiz eve döndüm. Yemekten sonra babaanneme sokulup, Kilisedeki bana yardım etmeyen o “kötü adamı” anlattım.  Babaannem çocukluğumda olduğu gibi başımı göğsüne bastırarak sustu.

 

“Babaanne neden böyle? …”

“Neden onları rahat bırakmıyorsun?”

“Ama babaanne, görmüyor musun? Yengem hiç gülmüyor. Mutlu değil o. Çünkü yarısı bizden, yarısı onlardan. Belki de giden ailesini arıyor, onları özlüyordur. Baksana sanki hep acı çekiyor gibi bakıyor…”

 

Babaannem buruk bir gülümsemeyle elimi avuçlarının arasına alıp; “Yanılıyorsun.” dedi.

“Neden mutlu değil öyleyse?”

“Çünkü onun ruhu uykuda.”

“Nasıl?”

“Aileleri köyün dışına giderken, annelerinin elinden alındıklarında o küçük kızların ruhları hemen uykuya yatmış… Derin bir uykuya… O küçük kızlardan doğan bebekler de uykuda doğdu.”
“Babaanne o küçük kızların aileleri, yani köyden çıkan o eski komşularınız, nereye gitti biliyor musun?”

“Gitmediler!.. Onlar hiçbir yere gitmediler… Hâlâ oradalar”

“Neredeler?”

“Köyün etrafında… El ele verip köyün etrafını sardılar. Siyah, dikenli, sert çalıdan bir çit oldular. Yaz kış oradalar.  Ama hep simsiyah kaldılar. Hiç yeşermediler. Hâlâ oradan köyü, çıktıkları evlerini, tarlalarını, ağaçlarını seyrediyorlar. Her şeyi görüyorlar. Bizden gözlerini hiç ayırmadılar. Simsiyah bize bakıyorlar.”

 

Köyün etrafındaki çalı çiti anımsadım.  Her şey için ne kadar geçti!

 

Birçok kez bostanda sorduğum yersiz soru için, yengemden özür dilemek istedim. Beni bağışlayıp bağışlamadığını hiç öğrenemedim.

 

Üniversiteden sonra Londra’ya geldim. Birçok şey geride kalmıştı. Salonun duvarındaki eski, küçücük, nakışlı, el örgüsü, yün çorap, taa çocukluğumdan uzanıp, anılarımı dürtüyordu. Yazları her gidişimde yengeme uğradım. Amcamla birlikte aynı evde, yine sessiz sakin yaşıyorlardı. Onunla hiç köyün etrafındaki sert çalıları konuşmadık. Babaannem öleli çok olmuştu, hâlâ siyah çalılar orada mı bilmiyorum.

 

Geçen hafta yengemin öldüğünü duydum. Kız kardeşim telefon edip “Amcam yıkıldı, beni de gömün diye yalvarıyor.” dedi.

 

Cenazeye gidemedim. İçim düğüm düğümdü. Çocukları köye götürmüşler. Amcamla konuşmak istedim, telefona büyük kızı çıktı.

 

“Nereye gömdünüz?”

“Köye, aile mezarlığımıza.”

“Neden?”

“Ne demek neden? Nereye gömecektik ki annemizi? Hem, niye bana bağırıyorsun ki? Annesi ölen benim!”

“Afedersin.”

“Neyse!”

 “Şey… Yengem siyah çalıları görebiliyor mu?”

“Hangi siyah çalıları?”

“Yani yengemin mezarı, köyün etrafındaki siyah çalıları görebiliyor mu?..”

“Dur bakayım... Evet, galiba görüyor. Niye?”

“İyi.”

“İyi olan ne?”

“Boş ver!”

“Bak istersen, annemin mevlidine gelebilirsin. Cenazeyi kaçırdığına üzülüyorsan yani...”

“Ne mevlidi?”

“40 mevlidine. Kalabalık olacak.”

“Hoşça kal.”

Dursaliye Şahan sessizliğini DHA'ya bozdu

Çocuk gelinlere yönelik olarak yazdığı öykünün "Sıla" dizisi projesinde intihal yolu ile projelendirildiğinin Yargıtay tarafından onandığını söyleyen yazar Dursaliye Şahan yaşadığı Londra'da DHA'ya konuştu.

 İstanbul 1.Fikri Sınaî Haklar Mahkemesi'nin Senarist Levent Kazak, Profesör Dr. Mustafa Özkan ve Hukuk Doçenti İlhan Yiğit'ten oluşan üç kişilik bilirkişi heyetinin görüşlerine dayanarak verdiği kararın ardından dizi yapımcılarının kararı Yargıtay'a götürdüğünü söyleyen Şahan, "Ben projemi çocuk gelinler için sinema projesi olarak hazırlamıştım. İnternetten bularak gönderdiğim firma 79 bölümlük "Sıla" dizini yaptı. Başlangıçta 2 ay birlikte çalıştık sonra bana projeyi yapmayacaklarını söylediler. Ben de o sırada yurt dışına çıkmıştım. Dizinin bitme aşamasında haberim oldu. Sonra da mahkemeye gittim. Yerel mahkemeyi kazandım. Karşı taraf Yargıtay'a gitti. Gerekçeli karar çıktı ve Yargıtay da eser hırsızlığını affetmedi ve intihal olduğu kararını verdi" dedi.

3 yıl mahkeme, 2 yıl Yargıtay olmak üzere toplam 5 yıl süren dava sonucu yapımcı firmanın tazminat ödemeye mahkum edildiğini söyleyen Şahan, "Burada önemli olan telif ihlalinin yani eser hırsızlığının tek 1 lira ile de olsa cezalandırılmış olmasıdır. Bu alınan tazminattan daha önemlidir. Onların kazandıkları yanında benim aldığım tazminat çok küçük kalıyor. Yazarların çoğu mahkemeye gitmiyor zira mahkeme masraf işi" diye konuştu.

Şahan:

"Çocuk gelinler için, üç yıla yayılan bir zaman diliminde hazırladığım sinema projem; gönderdiğim yapımcı firma tarafından benden izinsiz dizi haline getirildiğini çok geç öğrendim. İstanbul 1.Fikri Sınai Haklar Mahkeme'sinde açtığım telif davasında mahkeme, yapımcı firmayı maddi manevi tazminat ödemeye mahkum etti. Yargıtay kararı onadı. Şu anda bir yazın emekçisi olarak telif yasası sayesinde adaletin yerini bulduğunu düşünüyorum. Bazen insanlar özellikle de yazmaktan uzak olanların; bir kağıt, bir kalem, taş atıp kolları mı yoruldu tarzında bir yaklaşımları oluyor. Oysa sanıldığı kadar kolay değil. Hele hele iyi bir iş çıkarmak istiyorsanız çok yorulmak zorundasınız. Eser yazarın çocuğu gibi oluyor. Kötü bir eser bile yazarına çok kıymetlidir. Bu nedenle de her sanatçının emeğine saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. İntihal ile karşılaşmak bir sanatçı için en kötüsü olsa gerek. Benim için öykülerim çok değerli. Onların benden izinsiz alınıp kullanılmasını, hunharca katledilmesini kabullenemezdim elbette. Şu anda bile kendimi kazanmış gibi hissedemiyorum. Çünkü sonuçta ben hikayemi sinemada veya ekranda görmek için yazmıştım. Mahkemelerde parçalanmış haliyle önüme koyduklarında kendimi morgdan cenaze almış gibi hissettim. Bunu nasıl anlatabilirim ki?

Yaşadıklarımdan sonra hep iyi ki hukuk devletinde yaşıyoruz, iyi ki kanun var, yaşasın telif yasası dedim. Avukatlarım Kamil Tekin Sürek'e ve Sera Kadıgil'e minnettarım" dedi.

Mahkeme sürecinde eserin öyküsünün kendisine ati olduğunu kanıtlamada zorluk çekmediğini söyleyen Şahan, "Mahkemede eserin benim olduğunu kanıtlamam kolay oldu zira basılmış bir öykü var, noter tasdiki var firma ile yapılmış mail yazışmaları var" dedi.

Mahkeme masrafı olarak 50 bin lira harcadığına dikkat çeken 200 bin lira civarında alacağı tazminatın değil, kazandığı davanın önemli olduğunu söyledi. Şahan, "Burada telif ihlalinin yani eser hırsızlığının tek 1 lira ile de olsa cezalandırılmış olmasıdır. Bu alınan tazminattan daha önemlidir. Onların kazandıkları yanında benim aldığım tazminat çok küçük kalıyor. Yazarların çoğu mahkemeye gitmiyor zira mahkeme masraf işi" dedi.

 

Faruk ZABCI - LONDRA / DHA

 

http://www.dha.com.tr/dursaliye-sahan-sessizligini-dhaya-bozdu_527525.html

 

19.09.2013 11:16

Yazar: Ajans haberi

Çocuk gelinlere ithaf edilen ‘Hikâye Hırsızı’na emek ödülü

Çocuk gelinlere ithaf edilen ‘Hikâye Hırsızı’na emek ödülü

 

 

Abdullah Baştürk Edebiyat Ödülleri Açıklandı

Haber-Oya Tekin

 

Genel-İş ve Disk eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk adına düzenlenen edebiyat ödülleri sahiplerini buldu. 10. yıldır verilen ödülü üç yazar paylaştı.

Remzi İnanç, Özgen Seçkin, Vecihi Timuroğlu, Tuncer Uçarol ve Erkök Yılmaz’dan oluşan seçici kurul; Dürsaliye Şahan’ın ‘Hikâye Hırsızı’, Adil Kurt’un ‘Emeğin Çukurovası’ ve  Hüseyin Akyüz’ün ‘Yağmurda Kuş Sesleri’ isimli yapıtlarını ödüle değer gördü.

Dürsaliye Şahan’ın; erkekler, töreler ve toplum tarafından ezilen, ‘ev ve aile’ işletmesi tarafından emekleri göz ardı edilen kadınları, göçmenleri, teknoloji devrimi ile birlikte içi boşaltılan aşk kavramını, çocuk gelin gibi törelerle çocuk istismarlarını anlatan öykü kitabı ‘Hikâye Hırsızı’ emek ödülü aldı.

Anma ve ödül töreni, 25 Aralık 2012 salı günü saat 16.00 – 21.00’de, Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezinde, Ankara’da yapılacaktır.

 

http://www.siirakademisi.com/forum/showthread.php?p=74463

 

 

Hikâye Hırsızı / Dursaliye Şahan


göçmen olmak

üstelik kadın

üstelik çocuk

üstelik öteki

üstelik azınlık

olmak

ya da olamamak.....



Bir çocuk geline adanan kitap; Hikâye Hırsızı

İçindeki Güvercin öyküsü ile, Telif Mahkemesine taşınarak intihal iddiası ile gündeme gelen Hikâye Hırsızı Dürsaliye Şahan'ın 3. öykü kitabı.
Yazar’ın ‘Bir Çocuk Geline’ ithafı ile çıkan kitabı göçmen kadınları, maço erkekleri, göçe zorlanan annesinin elinden koparılan küçük kızın ölümüne kadar süren sessizliği, alışık olmadığımız aşk halleri ile 18 öyküden oluşuyor. 18 ayrı gibi duran hayatların ya da kahramanların en ortak yanları belki de 'sıradan' olmaları. Öyle bir sıradanlık ki, aslında kahraman olduğunu bilememek de diyebiliriz.
Pürüzsüz geçen o muhteşem yaşamının çok sevdiği tek oğlu tarafından elinden alınışı ile Nevbahar hanımın bir kedi gibi sessizce ölüme sığınışı kabullenişten çok ruhsal bir asalet gibi...
Sonu belirsiz bırakılsa da; Alev’in tutkulu aşkına rağmen kocasını terk etmeyerek okuyucuyu “Ateşli bir aşk mı yoksa kıyamete kadar sürecek sadakat mi?” sorusu ile baş başa bırakıyor… Ya da aşkın güne ve duruma göre şekillenmesi...
Okuma yazma bilmeyen Sakine’nin günlük hayatındaki köleliğine karşın sevdiklerinden aldığı güç ile imkansızı başarması…
Parmaklarını bile sayamazken bir gece yarısı peşine düştüğü Mıho ile dağları aşarak savrulduğu Londra’da var olmaya çalışan Kürt kızı Zilan’ın ironik hasreti…
Daha çok bir romanın özeti gibi duran ‘Korucunun Karısı’…
Herkesin gözü önünde uğradığı tacize başta annesi babası olmak üzere çevresindeki yetişkinlerin duyarsız kaldığı küçük Nuteyla’nın dramı…
Din, töre ve kültür bahaneleri ile 12 yaşındaki küçük Güvercin’in zoraki gelinliği,
Bir asır önceki o meşum göçten geriye kalan küçük kızın günümüze uzantıları ile Simsiyah Bakıyordu Çalılar…
Ebedi aşkın inceliklerle süslenmiş örneği; Gül Dalından Bebekler…
Devlet eliyle göçe zorlanırken, kuluçkadaki tavuğunu sonuna kadar koruyan Şedde Ana’nın batan güneşe gidişi…
Kısacası, kitabın önsözünü yazan Ayla Kutlu’nun da dediği gibi ‘elinize aldığınızda kolay kolay bırakamayacağınız, bir çırpıda okuyacağınız Hikâye Hırsızı’ sistemin un ufak etmekten çekinmediği insanların kahraman yönlerini anlatıyor.

http://blog.milliyet.com.tr/cocuk-gelinlere-ithaf-edilen--hik-ye-hirsizi-na-emek-odulu/Blog/?BlogNo=387689

 

 

Yazar: Ajans haberi
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör