İbrahim Arvas

Bürokrat, Siyasetçi

Doğum
Ölüm
Eğitim
İstanbul İdâdisi (İstanbul Lisesi)

Bürokrat, siyaset adamı (D. 1881, Başkale / Van – Ö. 1965, Ankara). Şeyh Hamid Paşa’nın en küçük oğlu. İlk ve ortaöğrenimini Başkale’de, lise öğrenimini İstanbul İdâdisinde tamamladı. I. Dünya Savaşı nedeniyle ailesiyle Musul’a (1915) göç ederek Duhok kasabasında nüfus memuru ve tahrirat kâtibi olarak görev yaptı. Daha sonra ailesiyle Van’a yerleşip Şemdinli kay­makamı oldu. Millet Meclisine İkinci Dönem Hakkâri milletvekili olarak girdi. 1950 yılına kadar daVan milletvekili olarak görev yaptı.

ESERLERİ (Anı):

Tarihî Hakikatler, Seyahatnâme-i Kasım-ı Bağdadî (1952).

HAKKINDA: TBMM Albümü 1920-1991 (1991), TDOE – TDF Ansiklopedisi 1 (2002).

 

BİR HATIRATIN PEŞİNDE, BİR TARİKATIN, BİR SİYASETİN

Dergâh, S. 369, Kasım 2020, s. 19-21.



14 Eylül 1994 Bir müddettir okumak için yanımda gezdirdiğim İb­rahim Arvas'ın Tarihi Hakikatler-İbrahim Arvas'ın Hatıratı kitabını (Ankara, Yargıçoğlu Matbaası, 1964, 80 s.)1 Üsküdar vapurunda bitirdim. Vapurlar yıllardır benim ara çalışma mekânlarımdan biridir. Onun için sakin, herkesi görmeyen/herkese görünmeyen, denize nâzır köşelerini, pencere kenarlarını severim. Nice kitaplar ve dergiler okumuşumdur oralarda. Tashih, redaksiyon yaptığım da çok olmuştur. Deryaya da­larak düşündüğüm, karşıya bakarak Dolmabahçe, Fındıklı, Tophane sahillerini, Cihangir'i seyrettiğim, oralardaki ani değişmeleri, gariplikleri tedirginlikle izlediğim de...

Elbette her kitap, her makale vapurda okunmaz ama o mekân olmasaydı muhtemelen birçok metne masaba- şında ayrıca vakit ayırıp okuma imkânım olmayacaktı. Vapur faslını şimdilik bir yana kaldıralım çünkü oraya dalarsak çıkamayız.

Van Başkale 1884 doğumlu ve soyadından da an­laşılacağı üzere Arvasi ailesinden olan ve Sultan Abdülhamit'in hususi himmetiyle (bursuyla diye­lim) Galatasaray Sultanisi'ni bitiren müellif İbrahim Arvas, memurluk, kaymakamlık ve çok uzun yıllar (1923-1950) Van ve Hakkâri'den CHP milletvekilliği yapmış biri.

Nakşî şeyhi Abdülhakim Arvasi Efendi amcazâdesi ve kayınpederi oluyor. Tekpartili yıllar biraz da böyle yıllardır. İbrahim Bey'in ve onun gibi şeyh ailesinden, hem de Nakşî ve Kürt olmak dahil bazı “yasak” gibi gözüken vasıflara sahip birçok kişinin milletvekilliği yahut üst kademelerde bürokratlık yaptığını görüp anlamadan, açıklamadan tekpartili yıllar için bugün olduğu gibi beylik ve tektip hükümler vermek her­kesi çok yanıltıyor; onunla da kalmıyor tarihi bütün kuvvet ve zaaflarıyla kendi tarihimiz olmaktan çıka­rıyor, “başkaları”nın tarihi yapıyor, başkaları üze­rinden okunan bir geçmiş hâline getiriyor. Herkes, isterseniz “gerçek” bir tarafı pek olmayan taraflar diyelim, “başkaları”nın tarihinde ferih u fahur kuru­lup oturmayı ve ahkâm kesmeyi tercih ediyor; çünkü kolay ve lafazanlığa müsait.

Meclis zabıtları gözden geçirilerek yapılmış bir ça­lışmaya göre üç dönem hiç konuşmamış, herhangi bir teklif vermemiş İbrahim Arvas Bey.2 Ne sabır ve perhizkârlık değil mi?! Doğuda, Kürt bölgelerinde o kadar sert, kıyıcı hadiselerin, geniş sürgünlerin olduğu, katı laiklik politikalarının ailesinin fertlerine ulaşacak kadar her tarafı kasıp kavurduğu yıllarda niçin hiç konuşmuyor ve nasıl hiç konuşmadığı merkezî bir yerde bu kadar uzun müddet kalabiliyor, tutulabili-



İbrahim Arvas elinde fötr şapkası, Diyanet İşleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile TBMM'den çıkarken. 40'lı yılların son seneleri olmalı. İkisi de papyonlu olduğuna göre herhâlde bir resepsiyondan çıkıyorlar...


yor? Kitabın bir yerinde ilk meclisler için “Meclis'de Entelican[s] servise mensup bulunmayan her mebus tarassud altında idi ve herbirisinin arkasında bir gölge gezerdi” (s. 54) diyecektir.

Ve bu evsafa sahip biri rahat ve serbest zamanlarda memleketin “tarihî hakikatler”ini bize anlatacak... Anlatabilir mi acaba? Gölgeler tamamen zâil olmuş, güneşli havalar gelmiş mi idi yoksa sınırlara riayet şartıyla konuşmaya izin mi çıkmıştı?3 Belki biri belki daha fazlası...4

Öyle ise anlatsın, biz de şüpheyi, soruları elden bırak­madan, hatırat türünün esas itibariyle sübjektif oldu­ğunu unutmadan dinleyelim, bakalım onun gözünden yahut sansürlerinden devr-i Cumhuriyette bazı tarihî hadiseler nasıl cereyan etmiş, neler olmuş... Bunun için kitabını atlamadan okuyoruz.

Elbette büyük bir hatırat değil, ne telif tarzı ve üslubu ne de muhtevası itibariyle, ama yine de her bir hatırat gibi bazı hususiyetleri ve perhizkâr da olsa dikkate alınması gereken anekdotları var.

Hatırat meraklıları durûb-ı emsâl sözlüklerine henüz


girmemiş olan “hatıratın kötüsü olmaz” atasözünü çok sever, onunla idare ederler. Biz de şimdilik ona ittiba edelim.

Birkaç İktibas...

Eser hakkında umumi fikir vermek için anekdotlardan bir iki tanesini kaydedelim isterseniz:

Sultan Hamid'e isnat olunan kötülükler hepsi iftira ve yalandır. Bu hakikatı tarih sayfalarına hediye etmekle saltanat taraftarı olduğum zehabına kapılanlar hataya düşerler. İyi tatbik edildiği takdirde dünyada mevcut bütün rejimlerin en iyisi cumhuriyettir. Ve benim de cumhuriyet layiha-i kanuniyesinde reyim vardır. (s. 11)

Eski Galatasaray Sultanisi mezunu birinin bu kadar kolay genellemeler yapması şüphe davet etmez de ne yapar!? Hem sultana hiçbir kötülük atfetmeyecek kadar mutlak Abdülhamitçi (şimdi de sayısına bereket, çok var) hem de mutlak cumhuriyetçi olur mu? Hem de oy vermiş cumhuriyeti kuran kanuna... Muhtemelen müellifimiz ikisi de değil, herhâlde siyasetçi olmalı, iki tarafı da idare ediyor...

Anekdotlara devam edelim:

[II. Dünya Savaşı arifesinde] Amerika reisicumhuru Rozvelt ve İngiliz başvekili Çörçil, Mısır seyahatleri esnasında Adana'ya gelirken Çörçil Almanlarla harbe girmemizi istemiş ve ısrar etmiştir. O zaman Erkân-ı Harbiye reisi [Genelkurmay başkanı] bulunan Fevzi Çakmak dayatmış ve ‘bizden istediğin[iz] üç fırka as­kerle omuz omuza çarpışacak üç fırka İngiliz askerini getirirseniz ve bize yeni silahlar ve tanklar verirseniz harbe gireriz, dediklerimizi yapmazsanız biz de harbe iştirak etmeyiz' demek suretiyle harp felaketini üstü­müzden attı. (s. 13)

Milli şef İnönü'nün kudret ve iktidarına halel gelmesin diye tarih kitaplarında pek zikredilmeyen bu mühim hadise ve teklif önemli. Fakat yazarımız kimden duy­duğunu, nereden aldığını malesef zikretmiyor, rivayet olarak bırakıyor. Ben bu bilgiyi ilk defa İsmet Özel Bey'den duymuş ve kaynağını sormuştum. Hâlâ izini sürdüğüm bir meseledir bu, hakkında yazılmış ilmî bir metne tesadüf edemedim bugüne kadar. Büyük şairin o yıllarda kafasında gezdirdiği şiirlerden biri de “Mareşal'in Tabutu” olduğu için birçok metne bakmış, cenazeye katılanlardan biri olarak Osman Yüksel Ser- dengeçti ile görüşmek için Fethiye'ye kadar gitmişti. Devam edelim:

[Şeyh Said İsyanı'ndan sonra] Şark illerimizdeki nakl ü teb‘îd [sürgün] işi bir facia oldu. Hele mahkum olanların birçok ailelerine kan ağlattılar. On bini mütecaviz olan menkûllerden [yeri yurdu değiştirilmiş sürgünlerden] garp ve Trakya vilayetlerinde binlerce insan sıkıntı ve ızdırap içinde idi.5 Bazan baba bir vilayete, oğlu diğer



bir vilayete verilirdi, yan yana gelemiyordu. Hakikatte [Meclis'teki oylamada] kırmızı reyle adem-i itimat [gü­vensizlik oyu] veren biz şark mebuslarından katmerli olarak intikam alındı. (s. 52)

Başvekil Hasan Saka (...) Behçet Kemal Çağlar'a ‘ben yirmibeş sene Mustafa Kemal'in arkadaşlığını yaptım, senin zan ve tahmin ettiğin gibi Mustafa Kemal Paşa dinsiz değildi ve dini kaldırmak istemiyordu. Onun yegâne arzusu taassubu kırmaktı' dedi ve ilkmekteplere din tedrisatının yapılması lüzumunu da ileri sürdü. (s. 78)

Mustafa Kemal Paşa'yı bir şekilde dolanıp, hatta te­mize çıkarıp İsmet İnönü'yü günah keçisi yapmak sağ muhafazakâr kesimin bugün de devam eden umumi hilelerinden ve takıntılarından biridir. Kolay, etkili ve mânidar... Yıllarca CHP'de ve İnönü'nün emri altında çalışmış biri olarak İbrahim Arvas da bunun “başarılı” örneklerinden biri. Peki tekparti idaresi­nin ve Cumhuriyet ideolojisinin kuruluşunu sağlayan üçüncü büyük ayak mareşal Fevzi Çakmak niçin sa­ğın “doğru” tarih anlatısında hiç gündeme gelmez ve geldiği zaman da mutlaka müsbet olarak zikredilir? Bunu hiç düşündünüz mü? Namazında niyazında ve Nakşi olduğu için mi? Hiç konuşmamasına, “kuzu paşa” lakabına ne dersiniz? Peki mutlak üç kurucudan biri olarak her şeyden o da bir ölçüde/büyük ölçüde sorumlu değil mi?

Bu sıkıntılı soruyu şimdilik geçelim, mühim bir ak­tarıma intikal edelim:

(...) Kürsüye gelen başvekil Şemsettin Günaltay (...) söze başladı ve neticede Kur'an'ı ikiye bölerek bir kısmı Mekke ve bir kısmı Medine'de nâzil olmuş; biz Mekke'dekileri alırız çünkü duadır; Medine'dekileri bırakırız çünkü ahkâmdır [ibadet ve hukuka dair hü­kümlerdir] ve biz Müslüman ahkâmını tatbik etmekten hariciz dedi. (s. 79)

Kitabın konularıyla ve “tarihî hakikatler”le pek alakası olmayan bir yazı da var bu eserde. Başlığı “Komünizm Büyük Tehlikesi”. Nereden çıktı bu mevzu derseniz (bence deyin) cevabını aramaya ve bulmaya müellifin şu cümlelerinden başlayabiliriz:

(...) Sonra hükümetin delâletiyle ve tüccarlarımızın muavenet ve himmetiyle bir de antikomünist teşkilat yapmak da mümkündür. Komünistlerin yaptığı hücre teşkilatına karşı bu antikomünist teşkilat kuvvetli, anla­yışlı, basiretli insanlara tevdi edilirse asgari bir senede komünizmin gizli teşkilatını yok eder. (...)

Aziz Müslüman zenginler, sizlere bir hadise anlataca­ğım ve ümit ederim Allah'ın lütf u kereminden bu hadise sizlere büyük bir ders-i ibret olacak. Hadise şudur: Otuz sene evvel Yahudi Burla Biraderler müessesesi Hürriyet gazetesi sahibine bir milyon yedi yüz bin liralık bir çek verdi, gazetenin bütün makine ve binalarını ve diğer lazım olan bütün ihtiyaçlarını temin ve tesis ettiler. Ve bu suretle daima Yahudiler lehinde ve Müslümanlar aleyhinde neşriyat yapmasını temin eylediler. Bu para hibe suretiyle verilmiştir, borç değildir.

Ey Müslüman zenginleri, birkaç tane mukaddesatı­mızı müdafa eden mecmualarımız var, bunlarla niçin alakalanmıyorsunuz ve hiç olmazsa kâğıtlarını temin etmiyorsunuz? Sonra dindar halkımızın neden bir yevmî [günlük] gazeteleri bulunmasın? Memlekette her gün yevmî gazeteleriyle, mecmualariyle, dergileriyle Müs­lüman halkın hissiyatını rencide eden malum gazete ve mecmualara cevap verebilecek kudret ve kabiliyette gazete ve mecmua tesis edilmesin. (s. 73-74)6


Daha sonraki taramalarımda tesadüf ettim; bu hatırat kitap olarak yayımlandıktan sonra herhâlde kısmen ve bazı ilavelerle “Tarihî Hakikatler-Eski Van Mebu­su İbrahim Arvas'ın Hatıratı” başlığı ile Yeni İstiklal gazetesinde de tefrika edilmiş (sayı: 191-202, 7 Ni­san 1965-23 Haziran 1965). Yani kitap ve bu yazı yayımlandığı tarihten yaklaşık bir yıl sonra meşhur Bugün gazetesini çıkaracak olan Şevket Eygi'nin (öl. 12 Temmuz 2019) haftalık gazetesinde, muhteme­len de onun teklifi ve ısrarıyla tefrika ediliyor. Bana sorarsanız “komünizme karşı Müslüman gazete” meselesine eğilen bu sadet harici yazıyı da Mülkiye talebeliğinden beri tanıştığı Eygi'nin arzusu, ısrarı ve belki ikna etmesiyle yazmıştır. Anlaşılan o ki etkili de olmuş. Yeni İstiklal'in sermayesinde olduğu gibi bazı çevreler ve Müslüman zenginler “bir gazete” için de (daha sonra nice gazete ve televizyonlar için de!) iyi niyetle kesenin ağzını açmışlar ve “mücade­le” başlamış... Hâlâ devam ediyor. Bizim talebelik yıllarımızda “Müslümanların da Cumhuriyet gibi bir gazetesi olsa!” laflarını çok duyardık. Bugün ve Ba- bıalide Sabah, Anadolu gazeteleri hamiyetperverlerin yardımlarıyla o kalemden çıktı sayılır. Bugün artık nice “Cumhuriyet”ler oldu, sayısına bereket...

Tefrikanın tarihleri hesaba katıldığında kitabın yazarı­nın da kısa bir müddet sonra, 21 Ekim 1965 tarihinde vefat ettiği görülüyor.

Tefrikanın sonunda şöyle bir not da var: “Bu hatırala­rın devamı Yakın Tarihimizin Bilinmeyen Gerçekleri adı altında küçük bir kitap hâlinde basılmaktadır”. Bu başlıkla bir kitap basılmadığına göre notta çıkacağı haber verilen kitabın Tarihi Hakikatler'in devamı olması büyük ihtimaldir. (Bu meseleye Not 2'de tekrar döneceğiz).7

Yazar “menhûs ve melun Kürtçülükten”, “Kürtçü- lüğün başlangıcı”ndan da bahsediyor ve ailesinin, uzak yakın çevresinin başına gelenlere rağmen bazı ifadeleriyle resmî görüşe, sağcı yorumlara hayli yak­laşıyor. Ona göre Kürtçülüğün tarihi II. Mahmut ve Sultan Abdülmecit devrinde Kürt beylerinin yumu­şak bir siyasetle sürgüne tabi tutulmasıyla başlıyor. Kürtlerin Türklüğü meselesi de var. Onun kaleminden okuyalım:

Bedirhan Paşa [İstanbul'a celbi 1848, vefatı 1868] çok dindar olduğu için böyle aykırı [isyan gibi] hareketlere tevessül etmemiştir. Çünkü padişaha ve halifeye isya­nı küfür addetmiştir. Ancak oğlu tarafından bu kötü işe [isyana, Kürtçülüğe] tevessül olunmuştur. (...) Bu son senelerde [60'lı yıllarda] İstanbul'da ve Ankara'da mektepte okuyan şarklı talebe arasında bu menfi propa­ganda [Kürtçülük] sinsi sinsi devam etmektedir. Ve bu muzır fikir maalesef yüksek mekteplerde neşvünema bulmaktadır.

Bu maruzatımı tevsik edecek bir ciheti arzetmek iste­rim. Şöyle ki; şark illerimizin eşraf ve ekâbiri [yazar kendisini de kastediyor olmalı] memlekette ufak bir kâtipliğe tayin edildiği zaman memnun ve müftehir kalır. Bunun ifade ettiği mâna ise büyüktür. Zira devlete en büyük itimadı besler ve onun hizmetine girmekle mübahat duyar.

Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu muazzam kütleye [Kürtlere] kötü bir şey atfetmek günah ve vebal­dir. Bendeniz Şemdinan kaymakamı iken Gerdi aşireti reisi Oğuz beye sordum; bu ad Türk adıdır, sana nere­


den gelmiş? Cevaben dedi ki: ‘Bendeniz yirmibirinci Oğuz'um, bizdeki anane baba kendi evladına kendi babasının ismini verir ve böylece müteselsilen devam eder'. Maalesef Oğuz kabilesinden olan Oğuz bey ise bir kelime Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç bey de öyle. Ve Koçbeyi kabilesinin reisi Mehmet Emin de böyle idi. (s. 25-26)

Birkaç Not...

Not 1. Kitabın son sayfasında ise “Lahika” başlığıyla kısa fakat davetkâr bir metin var. Şöyle diyor müellif:

Tedbirler Kanunu8 karşısında ve henüz mürur-ı za­mana [zaman aşımına] da uğramayan bazı hadisat ve vekayii layıkiyle yazamadım. Esasen malî vaziyetim de lahikayı [hatıratın devamını, eklerini] şimdilik tab ettirmeğe imkân vermemektedir. Bu naçiz hatıram neşr ve tevziinden sonra imkân bulduğum takdirde lahikayı da yazacağım ve tab ve neşredeceğim. Asıl enteresan noktalar ve heyecan verici hadiseler lahikada olacaktır.

Bu açıklamadan benim anladığım İbrahim Arvas'ın daha geniş bir hatıratının olduğu, bunu bastırmak iste­diği, bunun için de bu küçük hatıratın hem tefrikasını hem de kitaplaşmış hâlini bir yoklama ve etraftan koku alma aracı olarak kullandığı oldu. Bir zann-ı galipti bu... Bu sebeple geniş hatırata ulaşmak için aileden insanlar aramaya koyuldum. O yıllarda Cumhuriyet'in ilk yıllarında, çalıştığım konularla ilgili olup bitenleri tespit etmek yahut hissiyat düzeyinde işleyen meka­nizmaları, tedavüldeki bilgileri, yorumları öğrenmek için o devirlerde yaşamış medrese ve tekke mensup­larından yaşayanlarla görüşme imkânları arıyor, vefat etmiş olanların da çocuklarına ve torunlarına ulaşarak yayımlanmamış (veya mahalli basında çıkmış ama literatüre geçmemiş) hatırat, günlük ve notlarının olup olmadığını soruyordum. İbrahim Arvas hem büyük ve etkili bir aşirete, ayrıca Cumhuriyet devrinde kısmen takip edilmiş bir tarikat ailesine mensup olmak hem de siyasî kişiliği itibariyle önemli gibi idi.

Arvasi ailesine hususi bir hürmet ve bağlılık göste­ren Türkiye gazetesi çevresinin (Hüseyin Hilmi Işık grubunun) bu tür sorulara doğrudan cevaplar vermek istemediklerini bilmeme rağmen her ihtimale karşı Babıali'den tanıdığım bir iki kişiye sordum ve tabii cevap alamadım. Bir mecliste bu meseleyi konuşurken hazır bulunanlardan bir avukat, İbrahim Bey'in oğlu Sıddık Arvas'ın Kadıköy'de yazıhanesinin olduğunu söyledi. Herhâlde o da avukattı gibi anladım. Bu iyi bir tutamak noktası olabilirdi, peşine düşerek tele­fonlarını temin ettim; kitabın içine koyduğum kâğıda göre yazıhane: 337 38 28, ev. 366 85 80.

Bir gün perhizkârlıklara ve karşı sorulara kendimi hazırlayarak yazıhanesine telefon açtım ve kendimi tanıttım, yayınevinden ve çalışmalarımdan bahsettim, sonra da “lahika”yı sordum. Düzgün ve dikkatli konu­şan, ayrıca saygılı bir insanla karşı karşıya olduğumuz her hâlinden belli idi. Hatıratın mufassal versiyonunu sorduğumda da aynı ses tonuyla ve tane tane şöyle beyanlarda bulundu: Evet babamın böyle bir hatıratı var, yaklaşık 500 sayfa civarında... Meclis'teki faali­yetlerini de (belki konuşma ve takrirlerini de) ihtiva ediyor. Bunu bastırmak istiyoruz ama bugüne kadar



mümkün olmadı... Peki bunu görmemiz mümkün olur mu diye sordum. Olumsuz bir cevap vermedi ama buyurun, gelin bakın gibi davetkâr ifadeler de kullanmadı, haberleşiriz, bakarız gibi daha muğlak, bu tür konuşmalar için ümitsiz denebilecek cümleler kurdu. Ben de ikinci görüşmenin kapısı açık kalsın diye ısrar etmedim. Bir defa daha kendisini aradım ve konuştuk ama yine hatıratın kendisine yanaşamadık... Marmara İlahiyat'ta hocalık yaparken soyadı Arvas olan bir teknik personelle karşılaşınca önce Arvasi- lerden olup olmadığını, sonra da aile içinde bu hatıra­tın konuşulup konuşulmadığını, Sıddık Bey'i tanıyıp tanımadığını sordum. Bir şeyler biliyordu ama hem bilgilerini netleştirmek hem de Sıddık Bey'e dolaylı yollarla hatıratı sormak için izin ve vakit istedi. Sorup soruşturduklarından bana söyledikleri arasında sadra şifa bir şey olmadı. İnternet üzerindeki haberlere bakı­lırsa Sıddık Bey 2012 yılında vefat etmiş ve dedesinin medfun olduğu Ankara Bağlum'da defnedilmiş.

Hatırat kimde kalmıştır acaba? Tarihe diyeceğim ama Türkiye'de tarih meseleleri, hele yakın tarih bahisleri ve kurumları çok netamelidir.

Not 2. Bu günlük notunu tamamlamaya çalışırken ki­tabın başka bir yayına konu olup olmadığına da baktım ve yakın zamanlarda yapılmış iki neşirle karşılaştım. Biri aynı adla 2005 yılında Biyografi Net Yayınları arasında basılmış (İstanbul, 192 s.). Sayfa adedinin fazlalığı görülmesini gerektirecek kadar davetkârdı. Bir nüsha-i fevkalâde buldum. Metinde herhangi bir ilave yok, sadece başlık ve bol miktarda arabaşlık konmuş, birçok fotoğraf yerleştirilerek kitap şişirilmiş, ayrıca künye sayfasında ifade edildiğine göre genel yayın yönetmeni Mahmut Çetin tarafından sadeleş­tirmeler yapılmış (sadeleştirmelerin bazıları isabetli değil), az sayıdaki bazı yerler de metinden çıkarılmış­tır. (Ermenilerle ilgili çıkarılmış bir paragraf için bk. 1964 bs., s. 6; 2005 bs., s. 19).

Bu müdahaleler dışında Biyografi Net Yayınları bas­kısında ilave edilen kısım kitabın sonundaki “Arvasi Ailesinin Tarihçesi” başlıklı metindir ve her yerde bulunabilecek bilgi ve fotoğraflar ihtiva etmektedir (s.141-81). Bu kısmın sonunda İbrahim Arvas ve Seyyit Ahmet Arvasi (öl. 31 Aralık 1988) hakkında da kısa malumat verilmektedir (s. 175-81).9 İkinci neşir ise yine aynı adla HTS Yayıncılık tara­fından 2010 yılında yapılmıştır (İstanbul, 109 s.). Bu yayının künye sayfasında, kitaba bir Sunuş da yazan Mehmet Soykan yayın yönetmeni, Mekki Yassıkaya ise “sadeleştiren” olarak gözüküyor (metin aynen bırakılmış, sadeleştirmeler parantez içinde verilmiştir). Mehmet Soykan Sunuş'unda kaynak göstermeden iki buluşundan ve ekinden bahsetmektedir. Bunlar­dan biri Arvas'ın Önsöz'ünün sonunda olduğu hâlde 1964 baskısına girmediği söylenen beş paragraftır. Bu paragraflarda isimler üzerinden aile şeceresi hakkın­da bilgi verilmektedir (s. 10-11). İkincisi ise kitabın sonunda yer alan “Ek: Yakın Tarihimizin Bilinmeyen Gerçekleri” başlıklı kısım ve en sonda iki sayfalık, Yeni İstiklâl gazetesinde yayımlanmış (sayı: 173, 2 Aralık 1964) “Falih Rıfkı'ya açık mektup”tur (s. 91-


109). Ek'in başlığı aslında Yeni İstiklâl'deki tefrikanın sonunda yakında çıkacağı haber verilen kitabın başlı­ğıdır ama burada kitap hacminde bir metin olmadığı gibi tekrarlar dışında yeni ve önemli bilgiler de ihtiva etmemektedir. Yine de bu kısmın başındaki ifadeler karışıklığı (muhtemelen yaşlanmış yazarın ihtilatlarını da) artırmaktadır:

Tarihi Hakikatler altında yazdığım hatıralarımı iste­diğim gibi yazamadım. Çünkü Sağır Sultan [İnönü] saltanat tahtında oturmakta idi. Her bahsin başlığını yazmakla iktifa etmek zaruretinde kalmıştım. Gereken tafsilatı verememiştim. İsmet İnönü'den hiç bahsede- memiştim. Çünkü yazsaydım derhal müdahale edecekti. Aşağıdaki yazılar hatıratımın ‘lahika' ve mütemmimidir. Önce İnönü'nün Cumhuriyetin ilânından beri yaptıkla­rından en mühimlerini yazacağım. (...) (s. 91)

Tekrar edelim, bu baskının Ek kısmına alınan yazı­larda kaydadeğer bir şey yoktur.

Not 3. Çokpartili hayata geçiş yıllarında, iki CHP kabinesinde Milli Eğitim bakanlığı yapan Tahsin Ban- guoğlu (öl. 3 Mart 1989) ahir ömründe sağ cenaha yaklaşmış dil meseleleri ile din eğitimi konusunda Cumhuriyet ideolojisini, hususen İnönü'nün tutum­larını tenkit eder olmuştu. Kendimize Geleceğiz kitabı (İstanbul, Derya Dağıtım Yay., 1984) başta olmak üzere birçok konuşma ve röportajında 1949 yılında ilkokullara Din derslerinin tekrar konması ile İmam Hatip kurslarının ve Ankara İlahiyat Fakültesi'nin açılışında ciddi ve müsbet katkılarının olduğunu vurgulamıştır. Tahsin Bey'in yerleştirmeye çalıştığı bu bilgiler en azından tek taraflı olmaları dolayısıyla eksiktir, bir kısmı da hilaf-ı hakikattir. Dönemin yayın organlarında, muhafazakâr cenahın dergilerinde yer alan haber ve yorumlar hiç de Tahsin Bey'i doğrulayan bir karakter göstermez.10

İbrahim Arvas'ın kitabı Banguoğlu'nun bu mesele­lerdeki menfi ve engelleyici tutumlarına vurgu yap­ması bakımından da önemli sayılır (s. 62-64). Arvas'a göre Banguoğlu esasen benimsemediği, Meclis'te ve bakanlıkta aleyhte tavır takındığı bu düzenlemeleri bakanlığı döneminde mecburen yapmıştır.

Müellif 1948 yılında Meclis'te kendisine karşı konu­şan Banguoğlu'nun “hulasaten” şunları söylediğini aktarır:

İbrahim beyin bahsettiği Türk İslâm İlahiyat Fakül­tesi ile İmam Hatip Mektepleri skolastik zihniyetin ifadesidir; yani ortaçağ zihniyetinin icabâtıdır. Biz ise asrî ve modern bir devlet kurduk. Artık bu gibi zihniyetlerin bizde yeri yoktur. Ve bundan dolayı biz bu mektepleri açmayız. (s. 62)

Aynı partiye mensup olan Arvas, “kemâl-i tehevvürle ve çok yüksek sesle bağırarak”, masaya yumruk vu­rarak, “iki parmağımı gözüne sokarcasına” kürsüden Banguoğlu'na verdiği cevabı şöyle anlatıyor:

Skolastik dediğin zihniyet asıl Haham Mektebi'dir. Mebdei [başlangıcı] beşbin seneden başlar. Ve onun ikincisi Heybeliada'daki Ruhban Papas Mektebi'dir. O da iki bin seneden başlar. Sen bu iki mektebe de yardım ediyorsun; Maarif Vekâleti bütçesinde fasl-ı mahsusları [özel ödenek bendleri] vardır. Bunu inkâr edemezsin. İşte asıl skolastik zihniyet dediğin bu iki zihniyettir. Bizim tabi olduğumuz hars [İslâm kültü­


rü] ise daha taze ve daha esaslıdır. Hem İmam Hatip Mektepleri İkinci Büyük Millet Meclisi tarafından kanun-ı mahsus [Tevhid-i Tedrisat Kanunu] ile tesis edilmiştir. Bu kanun tadil edilmediği gibi lağıv da edilmemiştir. Hâlâ yaşıyor. Zâtıâliniz İkinci Büyük Millet Meclisi'nden daha mı inkılapçısınız? Hem de sen Müslümanlığa ait İmam ve Hatip Mektepleri ile Türk İslâm İlahiyat Fakültesi'ni açamazsın. Çünkü senin mensup olduğun gizli heyet bu işi sana yap­tırmaz (...). (s. 62-63)

*

İşte hatıratların bitmek tükenmek bilmeyen hatıraları ve güya serbest zamanların kimi objektif kimi sub- jektif hakikatleri...

1       Kitabın aynı kapak ve aynı yılda Ankara, Resimli Posta Matbaası'nda da bir baskısı gözüküyor.

2       III, IV ve V. dönemlerde hiç konuşmayan Arvas'ın Mec- lis'teki faaliyetleri bir makalenin konusu olarak -zayıf da olsa- çalışılmıştır: Volkan Tunç, “Van milletvekili İbrahim Arvas'ın biyografisi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki faaliyetleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, sayı: 6/2, 2019, s. 388-432. https://dergipark.org. tr/tr/download/article-file/753290

3       Hatıratın birkaç yerinde çokpartili hayata geçildikten sonra kahramanca bir eda ile masaya yumruk vurup haykırdığını ve elini tabancasının üstüne koyduğunu anlatıyor. bk. s. 56, 57.

4       Yazar hatıratının daha başlarında, “büyük ve asil bir aileye mensup olduğum için yazdığım bu hatıratımda ne yalan ve ne de iftira etmedim. Ancak ve ancak hakikatı tebarüz ettirdim” (s. 4), “Karakterim icabı olarak hatıratımda ne bir kelime fazla ve ne de bir kelime noksan, ne yalan ve ne de iftira etmek asla mevzubahis değildir. Hele matbuat sütunlarına geçmemiş ve yüzbin kişide bir kişi işitmemiş işbu hatıratımda birçok gizli hakikatler dolu olduğundan fevkalâde ehemiyeti haizdir” (s. 5) ifadeleriyle okuyucuyu ve bizi ikna etmeye çalışmaktadır.

5       Kitabın ilk baskısında yer almayan bir başka yazısında “[İnönü] yirmi bin aileyi ve reislerini sürgün etti ve evlerini yıktı”; “[İsmet] Paşa! En az elli bin çoluk çocuk, kadın erkek, ihtiyar masum kanına girdin ve yirmi bin evi yıktın, dağıttın” diyecektir; Tarihi Hakikatler, İstanbul, HTS Yay., 2010, s. 95, 100.

6       Hatıratın bir faslı da “kökü dışarıda bir Yahudi tarikatı” olan Masonluğa ve ona karşı alınması gereken tedbirlere ayrılmıştır (s. 68-71). Bu faslın başında ve sonunda tipik sağcı değerlendirmeler var: “Mustafa Kemal Paşa'nın sevmediği iki zümre vardı. Birincisi dönmeler, ikincisi de masonlardı”; “Bunların [Masonların] bugünkü ahval ve vaziyet karşısında komünistlere nisbetle zararları binde bir nisbetindedir”.

7       Yeni İstiklâl'de bu tefrika vesilesiyle iki açıklama yazısı da çıkmıştır: Arvas, Ahmet Gürkan'ın 1952 yılında Mason localarının kapatılması için Meclis'e verdiği teklifin ka­nunlaşmasını Celal Bayar'ın engellediğini yazmış, Gürkan bunun, en azından anlatılan şekliyle doğru olmadığını ifade etmiştir; Konya milletvekili Ahmet Gürkan, “Bir tavzih”, Yeni İstiklâl, sayı: 205, 14 Temmuz 1965, s. 4. Arvas'ın kısa cevabı ise “Sayın Ahmet Gürkan'ın tavzihine cevap” başlığıyla yayımlanmıştır; Yeni İstiklâl, sayı: 207, 28 Temmuz 1965, s. 5.

8       5 Mart 1962 tarihinde çıkarılan Tedbirler Kanunu 27 Mayıs darbesi ve idamlar aleyhinde yazılı ve sözlü beyanlarda bulunmayı yasaklıyordu. Ama İbrahim Arvas'ın bahsettiği herhâlde bu kanunla sınırlı bir şey değildir, tekpartili yılla­rın “tedbir”lerine, belki DP iktidarının çıkardığı Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da uzanmaktadır.

9       İbrahim Arvas kısmında Mehmet Şevket Eygi'den şifahi bir hatıra aktarılmaktadır: “Siyasal Bilgiler'de (Ankara) talebe iken bir gün üstad Necip Fazıl'la birlikte eski Van mebusu ve Seyyit Abdülhakim Arvasi'nin yeğeni İbrahim Arvas beyi Keçiören'deki bağ evinde ziyarete gitmiştik. Leziz yemekler yenmiş, nefis çaylar içilmiş, enfes bir soh­bet olmuştu. Bir ara üstad Necip Fazıl duvardaki bir leopar postunu işaret ederek, ne güzel bir kürk deyivermişti. Bu söz üzerine merhum İbrahim bey, hemen harem tarafından bir bohça getirtmiş ve postu üstada hediye etmişti” (s. 177-78).

10      Bu konuda bk. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm 2, İstanbul, Dergâh Yay., 2016, s. 212-27.


 

Yazar: İsmail KARA
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör