Mehmet Türkan

Eğitimci, Yazar, Şair

Doğum
25 Ocak, 1969
Eğitim
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Eğitimci, şair, yazar. 25 Ocak 1969, Giresun / Doğankent doğumlu. İlköğrenimini Doğankent / Süttaşı İlkokulunda, ortaokul ile liseyi Doğankent Lisesinde (1986) tamamladı. 1991 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl Kütahya / Domaniç Saruhanlar İlköğretim Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atandı. 1994-96 yıllarında Kastamonu / Taşköprü İmam-Hatip Lisesi’nde, 1996–2003’de Taşköprü Lisesi’nde Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yaptı.       

Mehmet Türkan, 2003-10 yılları arasında Taşköprü Anadolu Lisesi’nde okul müdürlüğü yaptıktan sonra Taşköprü Lisesi’ne yine okul müdürü olarak döndü. 2011 yılında bir dönem Taşköprü / Mustafa Sıtkı Erkek Teknik ve Anadolu Meslek Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı, Temmuz 2011’de Terme Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı.  Aynı okulda müdür başyardımcısı ve öğretmen olarak görevini sürdüren Mehmet Türkan; Leyla Türkan ile evli ve İbrahim, Kadir adlarında iki oğul babasıdır.

Türkan’ın; şiir, öykü, deneme ve araştırma türlerinde birçok ürünü İslamî Edebiyat, İkindi Yazıları, Palandöken, Bilgi Pınarı, Karçiçeği, Ordu Ensar, Konya Yeni Kalemler ve Anadolu Postası gibi dergilerde yayımlandı. Kastamonu Sözcü gazetesi ile Terme Bilgi gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 

Bir okul dergisi olan Anadolu Postası’nın sahipliğini de üstlenen Mehmet Türkan, Kastamonu’da öğretmenler arasında yapılan Anı Yarışmasında iki kez birincilik ve Eğitim-Bir-Sen tarafından yapılan Hatıra Yarışmasında Kastamonu il ikinciliği ödülünü aldı. 

ESERLERİ:  

Taşköprülü Gurur Kaynaklarımız (Biyografi, komisyon, 2010), Günümüz Edebiyatında Divan Edebiyatı İzleri (Araştırma, 2011).

KAYNAK: Ahmet Sezgin / Termeli Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi (2012), Bilgi Formu (2014), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).

 

 

AYRILIK GAZELİ


 

Bir namlunun ateşi gibi çıkar ayrılık

Düştüğü yeri pâreler de yakar ayrılık

 

Ona hicran derlerdi yakardı yürekleri,

Bülbülleri gül bahçesinden kovar ayrılık.

 

Susuz çöllere düşürür püryân gönülleri,

Kocatır aşığı, belini büker ayrılık.

 

Ağzından zehirler damlayan ejderha gibi,

Gönül bahçesinde vuslatı sokar ayrılık.

 

Gün gelir de biter gidermiş dertler acılar,

Döner döner de hep başıma çöker ayrılık.

 

Tartarlar ölüm ile ayrılığın dirhemini,

Her zaman ölümlerden fazla çeker ayrılık.

 

Hiç peşinden ayrılmaz bir olmuş sinelerin,

Bir dert biterse öbürünü salar ayrılık.

 

Cânânın çeşminden gölgemin gittiği anda,

Kara zindan gibi başıma çöker ayrılık.

 

Ağlamak yetmez onun gidişine ardından,

Okunu çekerse dikenleri diker ayrılık.

 

Mehmed ayrılıkları bilirdin amma,

Çekemedim öldürdü beni, yeter ayrılık

 

15.05.1997—Taşköprü

 

BANA


Sevdalar birer siper, daim kalkandır bana

Her derde devadır, acılar dermandır bana

 

Yolum aşk-ı baki yolu, har dolu rehgüzârı

Dikenler bir gül olur, hazan harmandır bana

 

Derman ararsam derdime, küser sevda çekenler

Şifa aramak yasak, aşkım fermandır bana

 

Aslımda vardır benim, aslıma döndüm yine

Hüzünler arkadaşım, acı harmandır bana

 

Bir gülümseme yeter, yeter bize tebessüm

Ağlamak anlamaktır, yollar hazandır bana

 

Yasak yedim ezelde, ben cennet-i bâkîde

Âdemim sürgün yedim, hüzün bundandır bana

 

Ne kadar sürer bilmem, yardan ayrılık acep

Dönmek ister de gönül, varmak yamandır bana

 

Ayrılık uzundur ah!.. Vuslatın ümit Mehmet,

İstersen olur bir gün, yollar dumandır bana

 

 

05.09.2005, Taşköprü             

 

         

 

 

 

BEN BİR ÖĞRETMENİM


 

Ben bir öğretmenim, harmanda ekinlerim var benim

Ben bir öğretmenim çimende çiçeklerim var benim

 

Ben bir öğretmenim, güllerin kıvrımında yüreğim

Her bülbülün feryadında inlemelerim var benim

 

Kuruyan derelere bir katre olmaktır muradım

Yaralı gönüllere sevda merhemlerim var benim

 

Karla kaplanmış ıssız dağların başında, umudum

Sabırla bahar muştulayan kardelenim var benim

 

Ben bir öğretmenim, duvarlar altında kalan benim

Benim yüreğim yanar, püryan yüreğim var benim

 

Bir kitabın hecelerinde kayboluyor yüreğim

Her cümlenin altında saklı öznelerim var benim

 

Yar benim, yaran benim, dost benim, derman benim

Sayısını bilmediğim, çok evlatlarım var benim

 

Ben bir öğretmenim, her yazı yazanın kalemiyim

Mürekkebinde sevda yazan emeklerim var benim

 

Taşlar kalbine gönül koyan yavrularım var benim

Bak, elif gibi gökyüzünde âlemlerim var benim

 

Hasret çeken gurbet ehli Yunusların can diliyim

Fuzuli’nin Kerbela’sında hüzünlerim var benim

 

Ben bir öğretmenim, yıllarım yolları bağlar da

Hicranla dolu hasret çeken katarlarım var benim

 

Derin savaşlardayım tek kılıcım kalemdir benim

Kaybedersem yanarım, derin yaralarım var benim

 

Dil-i mecruhlar, dil-i bimâr her ne varsa bendedir

Gönül ehliyim sevdakârım çok sevdalarım var benim

 

Ben bir öğretmenim, her gelenin azarı nasibim

Ben yetiştirdim, siteminde emeklerim var benim

 

Bir gülücükle deryalara gider enginlere dalarım

Dünya benim olur, sayısız çocuklarım var benim

 

Bir damlacık gözyaşıyla kahırlanır da ağlarım

Çocukların gözünde saklı, hüzünlerim var benim

 

Ben bir öğretmenim, bütün memleket benim sırtımda

Taşımazsam, hesabım zor, çok hesaplarım var benim

 

Ben de etten kemiktenim, geçimimim de var benim

Kimse bilmez halimden, naçar ne dertlerim var benim

 

Ben bir öğretmenim, Fatih’in gönlünde sultan idim

İbn-i Kemal değilim, ensemde kılıçlarım var benim

 

Kara tahta başında, engin hulyalara dalarım

Kararmış gönüllere derman, ilaçlarım var benim

 

“Hulyası kalmayınca hayatın anlamı kalmazmış”

Dost gönüllerde sultanım, ne yaranlarım var benim

 

Ben bir öğretmenim kimseye şikâyet edemem ki

Kaynak benim, bu özümden şikâyetlerim var benim

 

Yâreliyim, yâremi deşen, benim çıkan dallarım

Güller yerine gönlüme taş atanlarım var benim

 

Karşılıksız sevmişim sevdamın vuslatı yok benim

Ben bir öğretmenim, yârim, öğrencilerim var benim

 

Tek bedeli var bunun yârimden, gülen bir tebessüm

Onurum kırılmasın, narin bir yüreğim var benim

 

Ağlayan bir göz görsem yüreğim dağlanır yanarım

Umudu bitmiş insanlara çok sağlarım var benim

 

Dilek tarlasına umut tohumlarından ekerim

Bir gün yeşerir elbet bitmez umutlarım var benim

 

 

01 Kasım 2009

 

 

DERTLER DİLLERE DÜŞTÜ


 

Derbeder bir âşığım ağlamak bana düştü

Gül bekleyen gönlüm Külbe-i ahzâna düştü

 

Ne kaldı ki eskiden söküldü birer birer

Kayboldu minâreler elif kenâre düştü

 

Kızıl gülzârda bülbül döndü ağladı durdu

Bant dikeni gülün kanadı kana düştü

 

Her  yanım duman dolu bütün dünyam karardı

Günaha döndü toprak âsuman yere düştü

 

Bu çamurlar içinde taze güller büyürken

Kırdılar kollarını mahzunlu yana düştü

 

Mecnun Leylâ’yı .ilmez kalmadı gönül Kays’ da

Salınıp giden dilber kıvrıldı yana düştü

 

Baba sevgiyi bilmez yoktur şefkat anada

Evlatları gülzârda gülsüz hazana düştü

 

Sevgiliyi buz tuttu sevdalara kar yağdı

Vefa beklediğini yârin kalbine kara düştü

 

Gönül yurduna girdim bir deste gül dermeye

Ne gül buldum ne derdim bana divâne düştü

 

Ağlayıp dönerim ben ne iz buldum ne de yâr

Ağladım yaşım bitti kanım ruhsâra düştü

 

Bir nazarı delerdi sevdâkâr  yürekleri

Kayboldu bakışları nazara sâye düştü

 

Hey erenler geleyim pâk ellerden öpeyim

Yurdumu diken sardı yılan yoluma düştü

 

Meyhâneyi onarmak sâlikleri getirip

Gönülleri şad etmek sevdalar bana düştü

 

Nedim feryâd ediyor ‘Ne oldu ki bu yere’

Sümbül ile gül derken sonunda lâle düştü

 

Kağıthâne’ ye vardım ne gezen var ne tozan

Sâdâbâd’ da âşıklar kavrulup çöle düştü

 

Günaha döndü aşklar dilber çirkefe düştü

Neyler yakıldı şimdi mûsiki paya düştü

 

Meyhânesi yakıldı şarabı yana düştü

Baki ile Galibi unuttuk çıra düştü

 

Yüreği sökülmüş çağı onarmak bana düştü

Nen olup hicvetmek idamlar bana düştü

 

Şeyda bülbül gibiyim gözlerim yâra düştü

Hey Mehmedim inancım kayboldu dâra düştü

 

Rahmet gönderir Rabbim  damlalar yere düştü

Bir gün yeşerir elbet tohum toprağa düştü

 

27 Mayıs 1991 Erzurum

DÜŞLERE GÖLGE DÜŞTÜ


 

“Sessizce düşünsek duyacaklar bir gün

Olmazları olur sayacaklar bir gün

Onlar u vehimle ellerinden gelse

Rüyalara sansür koyacaklar bir gün”

(Arif Nihat ASYA)

 

Sonsuzlar şahı olan sonsuz hüsrana düştü

Maverada uçarken yarsız devrana düştü

 

Rüyalarda görülmez, ölçüsü var rüyanın

Görülecek her düşte, canlar zindana düştü

 

Bir rüya gördüm de ben hayale daldım bir an

Ölçüsün kaçırmışım, beynime güve düştü

 

Dededen torununa kalamazmış mirası

Ağarınca sakalı, derdine kara düştü

 

Çiçek olunca bozulurmuş ahengi

Gülzârında gülleri koku derdine düştü

 

Her yanımız hâr oldu, ayaklar yalın kaldı

Merhamet gitti elden, merhamet mâra düştü

 

Gül devrine hasretiz, dikene düştü güller

Çiçek diye ağlarken, lale hazana düştü

 

Bülbüllere yasak var, sevdalı olamazmış

Güle âşıkmış karga, yâre akbaba düştü

 

Mecnun’un ne işi var, kızgın çöllerde böyle

Bozulur diye düzen Mecnun evlere düştü

 

Gönlün sevda mı ister, öğren onu bîaşkdan

Sevda öğretme işi, kalpler düşmana düştü

Niye gelir nevbahar, gelirse arar bülbül

Sınırı var her işin, bülbül sınıra düştü

 

Ahuların Ömrünü verelim biz aslana

Bakışları ters geldi endâma kara düştü

 

Bir gül dermek istersen bak hele sen yasaya

Gönül yurduna girdim, yoluma yasa düştü

 

Selam verip o yâre, haber bekler dururdum

Dediler ölçüsü var, gönlüme tasa düştü

 

Elim koyup alnıma, gül devrini düşündüm

Düşümü duydu zabit, yolum zindana düştü

 

Muallimim bu demde ilim yasaktır bana

Dilimde bir nakarat ilim yabana düştü

 

Fatih’in emri vardı, herkes özgürdü orda

Marmara’da    yürekler alevli nara düştü

 

Nebi’de bilememiş bildiğini bunların

Alime yasak da söz, kelam cahile düştü

 

Bilâller bilememiş makamını ezanın

Davut’un sesi yasak okumak lâle düştü

 

İbrahimî bir tavır, kurban O’na yaklaşmak

İlimler bilmeyene, kuşlar kurbana düştü

 

Ölenlerin suçu var niye durmuş hedefe

Katiller arşı gezer, suçlar mazluma düştü

 

Zalim demek olmazmış, arşı ezen zalime

Haccaclar devran sürer, Zübeyr hâke düştü

Benim adını bu desen, olmaz öyle şey derler

Benim işim itaat, inkârlar bana düştü

 

Beyaza beyaz demek, karaya kara yasak

 Her şey tersine döndü, kalbime yara düştü

 

Filistin’le inleyip, Çeçenlere ağlarken

Yurdumda bütün işler, bir parça beze düştü

 

Osmanlar Osman değil, Fatihler Fatih değil

Bu yerde Mehmetlerin diken yoluna düştü

 

Doğruya doğru demek sıratı geçmek gibi

Doğruyu yazanlara, çileli hücre düştü

 

Hocayla talebesi, bakar ağlar göz göze

Hocaya sürgün yeri, evladı kora düştü

 

Her yanım bağlı iken, saldılar köpekleri

Gene suçlu ben oldum, suçlar hep bana düştü

 

Analar ağlar durur, babalar bir ney gibi

Her yer Külbe-i ahzan, evlat kapana düştü

 

Karanlıklar karardı, karardı oldu zulmet

Güneşe yasak geldi, günlere kara düştü

 

Haklarımız hukukla hapse mahkûm oldular

Şakiler oldu ümit, ümide gölge düştü

 

Pervâne gibi dönsek mumların alevinde

Niye yanarsın diye gönül peykâna düştü

 

Güzele gölge düştü, gölge gölgede kaldı

Sevdaya ölçü geldi, hudutlar kalbe düştü

Kitaplar küstü bize, hüzün dolu varağı

Melal dolu gözünden damlalar kana düştü

 

Zengine fakir evi, garibe derin mezar

Belki bir umut diye, düşler Yusuf a düştü

 

Kaleme uzananın kalem olsun elleri

Kaleme yasak yazmak, yazanlar derde düştü

 

Sevgiler sevgi değil, sevdalar sevda değil

Herkesin gönlü kırık, umut umuda düştü

 

Bir Ömer mi gelmeli, adaletiyle mülke

Faruk diye geldiler, haklar hep dibe düştü

 

Ey Allah’ım ne olur, ne olur yetiş bize

Kitabına yasaklar, kullara tasa düştü

 

Ya Ali neredesin, Ebubekir ve Osman

Ömerinle gel Nebi, adâlet pâya düştü

 

Bir İbrahim yok mudur, ya da gelse bir İsa

Yâ Muhammed gel artık ümmetin dara düştü

 

Yüreği sökülmüş çağı onarmak bana düştü

Nefî olup hicvetmek idamlar bana düştü

 

Rahmet gönderir Rabbim, damlalar yere düştü

Bir gün yeşerir elbet, tohum toprağa düştü

 

Mart 2001-TAŞKÖPRÜ

 

 

 

 

GAZEL


Bir selâm gönder o yâre cânıma cânanıma,

Bir vefâ göster bu suz-i dile efgânıma.

 

Bir neyin nâlişi nar olsun yürekler yansın ah!..

Yâr!.. diyerek zikr-i cânândan bu cânım yansın ah!..

 

Gönlü püryân, yurdu pâyân, yâr-ı bîcan yerine,

Sevgi gönder, sevdâ gönder kıyl u kaller yerine.

 

Yandı gönlüm oldu mecnun fasl-ı bahâr derdine,

Sevgi söyler, sevda söyler gül-i handân derdine.

 

Yâ İlahî,  bir çıkış göster ki güller yanmasın,

Yeniden gönülde güller açsın âhlar kalmasın.

 

Hârı gül eyler bu gözler, eyle Mehmed hep niyaz,

Çok hüküm sürse de zulmet, bir gün erer gene yaz.

 

(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)

 

Mart 2000 Taşköprü

 

 

 

 

GECE KASİDESİ


 

Âhımızın üstünden nurla doğan geceler

Talihlere vurulan birer fermân geceler

 

Her güneşle batar mı aşkı doğurandır

Gönlü ayla, yıldızla güle saran geceler

 

Sessizce gönüllere aşkın mührünü vurur

Bu gönüller yurdunda hep Süleymân geceler

 

Her kapanan perdenin ötesinde sen varsın

Her yüreğin altında gizli devrân geceler

 

Hesabına geçerim yaralı yüreğimin

Gönlümdeki yarayla yâre sızan geceler

 

Bazen gökleri verir bazen zulmete boğar

Bu divane gönülle aşka hayrân geceler

 

Bülbüllerin sesine serinliğini serip

Çiçeklerle güllerle her dem yeksân geceler

 

Uzanarak sızıyı savursam sessizliğe

Yaralı gönülleri eder  püryan geceler

 

Ne anlar ağlamaktan sevdayı bilmez kişi

Şeb-i Yelda dertliye her an biten geceler

 

Derin bir muammadır bütün cihânı kaplar

Kimine düşman olur aşka sultân geceler

 

Uyur mu hiç seherde gönül ehli olanlar

Her gönüle bir akran derde dermân geceler

 

 

Her tarafım yaradır ok deldi lime lime

Kalbimi delip geçen azgın peykân geceler

 

Aşk derdiyle pişmemiş biçâre gönüllere

Günün sonuyla gelen birer zindân geceler

 

Ah!.. edip ağlar Mecnun, Ferhat Şirin’i gözler

Her aşığın bağrında sâdık yâran geceler

 

Severim geceleri Yunusla fenâ bulup

Rabbini  bilenlere daim nurdân geceler

 

Derbeder bir kuluyum Mevla’yadır niyazım

Her çekilen şükürle Rabbe varan geceler

 

Bülbülüyüm güllerin bunca diken içinde

Mehmedim seherlerle sana seyrân geceler

 

 

Erzurum 1991

 

GEÇTİK


 

Boş hevesler hevasındayız ol Vâr’dan geçtik

Dünyalar ademindeyiz biz ol Yâr’dan geçtik

 

Düştük de yaşıyoruz yaşamaksa hayatımız

Harâb u türâb olduk hayalle serden geçtik

 

Ömrümüz ziyan ettik, aşkımız pâyân ettik

Damla yoktur güzümüzde ah u zârdan geçtik

 

Bülbüller esir işte, yarasalar baş tacı

Bîvefâ güllerimiz, can olan yârdan geçtik

 

Bilmedik dardan geçtik, bilmedik vârdan geçtik

Bilmedik cananımız, kanlı hârdan geçtik

 

Hayat harman oldu dağıldı varlığımız

Baharı unutturan, yağmurla kardan geçtik

 

Varlığımız varlığından, bîhaber kaldı âh

Hayata anlam veren, rahmetle kârdan geçtik

 

Boş hevesler hevasındayız o Var’dan geçtik

Dünya huyla-yı ademindeyiz o Yar’dan geçtik

 

Nisan 2012 Terme

 

 

 

 

 

 

NAAT/GÜLÜM


 

Ey gönüller sultanı, sultanlara can gülüm.

Ey güllerin sultanı, güllere sultan gülüm.

 

Evren senin için var, bun canlar senin için,

Canların canısın yâr, her cana bir can gülüm

 

Sen âb-ı hayatsın yâr, her âlemin yağmuru,

Fuzuli’de su oldun, damarlarda kan gülüm.

 

Her bulut sana bakar, her damla sana meftun,

Her bakış seni bekler, her düşe ayan gülüm.

 

Har yaprakta bir renksin, her zerrede bir âlem

Baharlar seni özler, damlada umman gülüm.

 

Irmaklar sana akar, nehirler seni gözler,

Gözlerim nemlidir yâr, eşkimde asmân gülüm.

 

Bir nazar bize yeter, hele bir de tebessüm,

Bir söz bize kâfidir, her kelam ferman gülüm.

 

Her âlem seni söyler, nice kalp seni bekler,

Yoluna turâb olam, can sana kurban gülüm.

 

Nice yandı yürekler, nice yandı gönüller,

Sensiz olmuyor vahdet, her yerde duman gülüm.

 

Gittin, dostların gitti, yetim ve öksüz kaldık,

Dağıldık param parça, sultanlar pâyân gülüm.

 

Zirveler hayal oldu, yollar yellere düştü

Rûzigâr aldı gitti, ciğerler püryân gülüm.

 

Ne Sadıkların kaldı, ne de Faruk olanlar,

Yaralar deprelendi, baharlar hazan gülüm,

 

Seni anar ağlarız, âhımız dağlar gibi,

Yağmur yağar sel olur, kalmadı cânân gülüm.

 

Sen gittin ya bu yerden, dostlar seninle gitti,

Biz kaldık burada nâçâr, kalmadı yârân gülüm.

 

Dağlarımız kar dolu, zulmetin baharı var,

Bu yer sensiz olmuyor, bahara bârân gülüm.

 

Asırlar sensiz geçti, gönüller yandı senle,

Sana meftun olanlar, yollara revân gülüm.

 

Hasretin gönül yakar, âşıklar sana tutkun,

Seni andım ben yine, bitmiyor heycan gülüm.

 

Birlik düzen bozuldu, param parça ülkeler,

Vahdetin dalı koptu, dallarda yılan gülüm.

 

Yalan oldu hayatlar, güzeller yosma şimdi,

Mecnun kaçar Leyla’dan, sana bakış yan gülüm.

 

Düşmanlar kol geziyor, Ebu Leheb zirvede,

Cahillerin babası, yine kana kan gülüm.

 

Bu sözler aciz kalır, seni anmaktan uzak

Bana şefaat eyle, ateşten aman gülüm,

 

O gün bilmez kimseler, herkes derdine düşer,

Gölgene almaz isen, halimiz yaman gülüm.

 

Ah! Bir el ver bana da, ne olur bir bak bize,

Bana saye olmazsan, olurum yanan gülüm.

 

Yolunda dikenler var, bülbüller hâra kurban,

Hasta oldum dertliyim. Derdime derman gülüm.

 

Sen güllerin gülüsün, çiçeklerin çiçeği,

Dallar sana düşkündür, ağaçlar hayran gülüm.

 

Kardeşler düşman oldu, her yer oldu Kerbela,

Ne olur yardım eyle, dizlere derman gülüm.

 

Sensiz kaldım bu yerde, sensizlik bize zulüm,

Ey hayatın kaynağı, ey canlara can gülüm.

 

Güneşin ışığısın, ayın hayat kaynağı,

Bizde ziya kalmadı, yine bize dön gülüm.

 

Gittin gideli bize, karanlık oldu günler,

Pusulamazı bozuldu, gecelerde tan gülüm.

 

Asırlar var gelmedin, hicran dolu günüler,

Vuslatına al bizi, olalım mihman gülüm.

 

Beni hoş gör ey sultan, affına sığınırım,

Bir delilik eyledim, bozuldu zaman gülüm.

 

Ey efendim dileğim, kapına türab gülüm

Ey gönüller sultanı, gülleri sultan gülüm.

 

Adını taşıyorum, sana layık değilim,

Adına kurban olam, adına kurban gülüm.

SÖZÜ LAFA KURBAN EYLEMEK


 

 

Daha önceki yazılarımızda da belirtmiş ve ana dilimizin, güzel Türkçe’mizin düştüğü felaket yolculuğundan bahsetmiştik. Gündemin yoğun olduğu, yerel yönetici adaylarının sayfaları süslediği, kahvelerin siyasi sohbet mekânlarına düştüğü bu günlerde ben daha önemli, daha ehemmiyetli bir konudan bahsedeceğim. Türkçe’deki değişimden, kelimelerin ve neslimizin yozlaşmasından bahsedeceğim. Çünkü dili bozulanın her şeyi bozuktur, dili bozulanın ahlakı da dini de bozuktur.

Her dilde olduğu gibi dilimizde de eş anlamlı kelimeler vardır. Eş anlamlı kelimeler kullanılırken çoğu zaman her kelimenin ayrı bir hayatı ve anlam yükünün olduğunu unutuyoruz. Farkına varmadan ya da cehaletimizden eş anlamlı kelimeleri yanlış anlam ve yerlerde kullanıyoruz. Hiçbir kelime bir diğerinin yüzde yüz aynısı değildir. Eş anlamlı da olsa her zaman bir birinin yerine kullanamayız. Mesela, “Bir dilekçe ile idareye başvurdum.” dersiniz ama “Bir dilekçe ile idareye kafa vurdum,” diyemezsiniz.

Söz” ve “laf” kelimesi de bu yanlış kullanım kurbanlarının başında gelen kelimelerden. Günlük hayatımızda çoğu zaman özellikle de “laf” kelimesini yanlış kullanıyoruz. Dolmuşlarda, sınıflarda, kahvehane ve sokak konuşmalarında sık sık karşılaşıyoruz. Özellikle genç neslimizde sözün iksirini kavrayamamış çocuklarımızda bunu daha fazla görüyoruz. Meselâ, çocuk ders arasında, öğretmenine bir şey söyleyecekse “Lafınızı kestim. Bu lafınızda şöyle mi demek istediniz.” İfadeler kullanıyorlar. Bu ifadeler çok kaba ve saygısız duruyorlar. “Laf” yerine “söz” kullanmak varken sözü lafın çirkinliğine kurban ediyoruz.

Şimdi bu iki kelimeyi tanımaya çalışalım:

Laf: Farsça bir isim olan laf kelimesi lakırdı, konuşma. Uygulamaya değer ve imkânı bulunmayan boş söz. Ölçüsüz, lüzumsuz söz, manasız iddia, kötü, söz, konuşma anlamına gelir. Bununla ilgili oluşmuş bir kısım deyimler de var ama çoğu olumsuzluk ifade ediyor. Laf atmak, laf aramızda, laf ebesi, laf ü güzaf, lafla peynir gemisi yürümez, lafa tutmak… gibi. Hatta şiirlere bile konu olmuştur.

 

Suskunluğum asâletimdendir

Her lafa verilecek bir cevabım var

Lâkin bir lafa bakarım laf mı diye

Bir de söyleyene bakarım adam mı diye

                                                    Mevlânâ

 

Bizde yok fikr-i âlâ laf atarız subh u mesa

Leyleğin bad-ı hevâ ömrü geçer lak lak ile  

Hammamizâde İhsan

 

Elhan duyulmadıkça belâgat girân gelür

Laf-ı güzaftan mütehassıl kesel gibi  

Yahya Kemal

 

 Görüldüğü üzere laf kelimesi ile ilgili çok olumlu şeyler söylemek mümkün değil. Birkaç deyim hariç olumlu ifade yok. Şimdi bir de yerine kullanıldığı “söz” kelimesine bir bakalım:

 

Söz: Bir veya birkaç sesten oluşan anlamlı ses veya ses birleşimi; sözlü veya yazılı olarak açıklamaya yarayan kelimeler veya cümleler dizisi. Söz, lafız, kelime kelam ifade, meramı ifade etmeye yarayan sesler… gibi anlamlara geliyor.

Söz ile ilgili dilimizde oluşmuş birçok deyim ve atasözüne rastlamak mümkündür. Mesela: “Söz anlamak, Söz bir Allah bir, söz etmek, sözünde durmak, sözleşmek, söz açmak, söz vermek, sözlenmek, söz geçirmek, söz dinlemek, söz anlamak, sözün bitiği yer, sözünün eri olmak, söz başı yapmak, söz birliği etmek, söz alıp vermek, söz çıkarmak, söz gelişi (gelimi), sözün yabana atılamaması, söz meclisten dışarı, söze bakmak öze bakmak, söyleyene bakma söyletene bak, arif olana bir söz yeter…” gibi deyimler yanında “Söz gümüşse sükût altındır, Söz, söylenene kadar senin esirindir. Söyledikten sonra sen onun esiri olursun.” gibi atasözleri de vardır. Yine şiirlerde de sözden sık söz edildiğini görürüz.

Mesela:

 

Yunus Ermem bu sözü

Eğri büğrü söyleme

Seni sıgaya çeken

Bir Molla Kasım gelür

Yunus Emre

 

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Yağ ile bale ede bir söz

Yunus Emre

 

Şeker lebün mi virdi halvet sözine kim

                                               Ahmet Paşa… gibi

 

Edebi sanatların bir adı da söz sanatlarıdır. Söz bizim edebiyatımızda önemlidir. Güzel söz ve güzel sözlü insanlar hep baş tacı yapılmıştır. Güzel söz iftihar vesilesi yapılmıştır. Allah ilk insanı yarattığı zaman “ona sözü(konuşmayı, eşyaların ismini) öğretti diye geçer İslâmî kaynaklarda. Buradan da ilk sözün Allah’a ait olduğu anlaşılır. Yani “Kelamullah”dır. Dolayısıyla anlamın, sözün kutsallığı da vardır. İncil’de de söz, ” Başlangıçta söz vardı” diye başlar. Eski edebiyatta şairler “söz”lerinin gücü ile övünmüşler bir birleri ile söz yarışı yapmışlardır.

Söz için kullanılan ifadelerden biri de “lâtif”tir. Sevgilinin sözü âşıklara bahşedilen bir âb-ı hayattır. Onun yani sevgilin konuşması âşıkların kalbinin hayat kaynağıdır.

Söz bizim için kıymetlidir. Söz namustur. Bize güzeli iyiyi, ahlakı, edebi öğreten, aşkın en onulmaz yokuşlarında su verin söz alıp başını uzaklara gitmiş sanki. Çünkü artık sözün yerini laf almış. her yerde bir lakırdı var, laf ı güzaf var ama söz yok.

Eskiler söze büyük değer verirdi. Söz, hayattı, sanattı, kültürdü. Herkes sözünün eriydi. Söz diyar diyar dolaşır ve bir deste gül olarak aramızda durur, bize yaranlık ederdi. Söz aynı zamanda aynı zamanda karakterin ve kişiliğin de göstergesiydi. İyi insanlar için “Sözü dinlenir” denilirdi.

Acaba toplumumuzda sözü dinlenir insan kalmadığı için mi nedir “söz” yerini “laf”a terk etmiş, küserek bir kenara çekilmiş. Bir biriyle konuşup anlaşanların yerine, sözünü bilenlerin yerine laf ü güzaf eyleyen lâkırtılar serdeden insanlar türemiş toplumda. O yüzden kavgalar, gürültüler, kısır çekişmeler almış başını gidiyor. Lafla peynir gemisi yürütür olmuş insanlarımız.

 

Gücümün yettiğince söz ile laf arasındaki ifade ve anlam farklarını anlatmaya çalıştım. Hangisinin konuşmalarımızda, anlaşmalarımızda, sözleşmelerimizde, dost sohbetlerinde kullanılması gerektiğine varın siz karar verin.

Sözün özü, sözüne sadık, özü sözü bir insanların olduğu bir nesil ve dilinin güzelliğini gönlüne yerleştirmiş söz ustalarının toplumuzda çoğalması, söz yerine lâkırtı yapanların söz söyleyenler olarak sayılmadığı bir toplum dileği ile ve sözünü namus bilen, onu atılan bir ok bilerek bir daha geri gelmeyeceğini bilerek yerinde kullanan nesiller dileyerek sözüme nihayet veriyorum.

 

Kaynaklar:

1-                      TDE Ansiklopedisi 6. ve 8. Cilt

2-                      Söz- Mehmet Törenek, İ.Edebiyat Dergisi 3. Sayı 1990

3-                      Kamus-u Türkî- Şemsettin Sami

4-                      Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat- Ferit DEVELİOĞLU

TÜRKÇE’NİN ÖLÜMÜ

Sömürgeci ülkeler bir milleti esaret altına almak istiyorsa önce o milletin dilinden işe başlamıştır. Milletlerin dilini bozup aralarında iletişimi kopardıktan sonra onları egemenleri altına almanın daha kolay olacağını düşünmüşler ve bunda da başarılı olmuşlardır. Ülkelerin temeline dinamit koymaya milletlerin dilinden başlamışlardır.

Geçmişte Avrupalı Türkologların çalışmalarının birçoğunun bu yönde olduğunu biliyoruz. Türk dili ve kültürü üzerine yaptıkları derleme ve araştırmalardan dilin ve kültürün inceliklerini öğrenerek bunları sömürücü güçlerin emellerinde kullanmaları için malzeme olarak vermişlerdir. Tabi bu araştırmaların Türkçenin gelişimine büyük faydaları da olmuştur. Bu sayede Türkçenin bilinmeyenleri de araştırılmış olmuştur. Mesela, Macar Türkoloji araştırmacısı İgnaz Kunoş bunlardan biridir. Bu kısa bilgilerden yola çıkarak bu gün Türkçenin başına gelenleri anlatmaya, bir gönül inlemesiyle günümüz gençlerine bir durum değerlendirmesi yapmaya çalışacağım. Dilimizin nasıl yozlaştığını, bu yozlaşmanın nelere yol açacağını sizlerle paylaşacağım.

Bu gün ki gençlerimizin birçoğunun yazışmalarında kelimelerin yarısını yuttuğunu, birbirleri ile yazışırken ya sesli harfleri ya da sessiz harfleri yutarak haberleştiklerini görüyoruz. Türkçenin güzelliklerini, merhabanın ve selamın sıcaklığını mrb, nbr, slm… gibi anlamsız kısaltmalara Türkçe’nin sıcaklığını, kelimelerin estetiğini feda ettiğini ve kelimeleri teknolojiye kurban ettiğini üzüntüyle görüyoruz.

  Bunun temelinde yatan birçok sebep var. Bir kere okumuyoruz. Okumadığımız içinde yazmıyoruz, yazamıyoruz. Öğrencilerimize sorduğumuzda hemen hemen hepsinin bir mektup dahi yazmadığını görüyoruz. En başarılı öğrencilerimizin bile bir dilekçe yazmaktan aciz olduğuna şahit oluyoruz. Bunun yerini teknolojik aletler ve sayfalar almış. Bu sebeple de yazmanın yerini kısaltmalar ve şekiller almış.

Aslında dilimiz o kadar sıcak ve o kadar yürekten sözlerin harmanlandığı bir dil ki bunu şairlerin mısralarında, halkımızın manilerinde ne kadar enfes şekilde yansıdığı müşahede ederiz.

Sehl-i mümteni diye bir sanat vardır. Bu edebi sanat, bir sözün veya şiirin çok kolay söylenmiş gibi görülmesine rağmen çok derin anlamlar ifade eden ve hadi bir de biz söyleyelim dediğimiz zaman söyleyemediğimiz söz numuneleridir. Dilimiz bu tür mısralarla doludur. Mesela;

 

A benim bahtı yârim

Gönlümün tahtı yârim

Yüzünde göz izi var

Sana kim baktı yârim.

 

Bu manide bir gencin sevgilisine duyduğu muhabbeti görüyoruz. Ona duyduğu saf, temiz ve gönülden sevgiyi ve bir başkasının yârine bakışına ve tahammül edemeyişini görüyoruz. Sevgiliye bakan bir kem gözü hissedecek kadar zarif bir gözle bakan bağlılığı başka nasıl ifade edebilirdik.

 

Yunus’un,

 

Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen aldık döndük mezara.

 

Mısraından daha güzel hayatın kısalığını ve dünyanın faniliğini ne anlatabilir?

 

Niçin kondun a bülbül

Bahçemdeki asmaya

Ben yârimden ayrılamam

Götürseler asmaya.     

 

Söyleyeninin belli olmadığı, eskilerin lâedri dediği bu manideki sevgiliye bağlılık, onun için ölüme razı olmak daha nasıl anlatılabilir. Günümüzde her şeyin menfaate, para ve maddi değerlere bağlandığı bir ortamda yâri için ölüme gedecek adam bulabilir miyiz?

 

Yine sevgilinin yüzünün güzelliğini anlatmak için Karacaoğlan’ın şu mısraları tam bir sehl-i mümteni, tam bir söz harikası,

 

Dökünce zülfünü bedir yüzüne

Ben sandım ki bulut aya bağlıdır.

 

Bir sevgilinin, bir yârin yüz ve gönül güzelliği ancak bu kadar güzel söylenebilir.

 

Fuzuli bir beytinde sevgiliye sitem ederken şöyle diyor:

 

Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı?

Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?

 

Muhibbî mahlasıyla şiir yazan Kânunî Sultan Süleyman sağlığın ve sıhhatin önemini anlatmak için diyor ki:

 

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi          

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi

 

Yine Selimî mahlasıyla şiirler yazan ve önemli bir şair olan cihanın karşısında titrediği Yavuz Sultan Selim’in gönlünü kaptırdığı bir cariye için söylediği ifade edilen şu beyit ne kadar harika. Bir padişahın da yeri geldiği zaman derbeder bir genç gibi gönlünü kaptıracağının en güzel ifadesi bu mısralar olsa gerekir:

 

Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzan

Bir gözleri âhuya zebun eyledi felek

Yenişehirli Avnî şu beyitinde sevgilinin

 ardından gönlü sürünüp giden, her şeyini sevdiğine feda etmeye hazır bir aşığın duygularını ne güzel dile getirmiş:

 

O gül endam bir al şâle bürünsün yürüsün

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün

                   

Söyleyeninin bilmediğim aşağıdaki beyit her şeyin bitti anda bir kulun Rabbine en güzel niyazı olsa gerek;

 

Kimsesiz kimse olmaz, kimsenin var kimsesi,

Kimsesiz kaldım, meded ey kimsesizler kimsesi.

 

Seyyid Nesimi’nin alttaki beyiti de, sevgililer eşler arasındaki muhabbete ve yer yer olabilecek sitemlere kimsenin karışmamasını. “Yâr benim ise size ne, ister hoş olurum ister hoş olmam size ne?”deyişini görüyoruz:

 

Nesîmî'ye sormuşlar o yâ ile "hoş musun?"

Hoş olayım olmayayım o yâr benim kime ne?

 

Dilimizdeki sonradan görmeleri ve burnu buluttan su içenleri en güzel ifade eden beyitlerden biri de anonim olarak bildiğimiz şu mısralar ediyor olsa gerek;

 

Böğürtlen açılsa bağ oldum sanır

Türk Şehre inse beğ oldum sanır

 

Yine sözün ve dilin gücünü anlatan Yunus Emre’nin şu mısralarını altınla kefeye koyup tartsanız altından daha ağır gelecek kadar anlam güzelliğine sahiptir. Bu anlamda söylenecek söz ancak bu kadar güzel söylenirdi.

 

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Yağ ile bal ede bir söz

 

Sözün kısası, yukarıda sıralamaya çalıştığım mısralara bakarak bu günün neslinin konuşmalarını, yazışmalarını, haberleşmelerini gözümüzün önüne getirelim. Acaba nerelerdeyiz. Dilimizin. Güzel Türkçe’mizin ne hallere düştüğünü düşünelim. Kısa, ruhsuz, harfleri uçmuş, hiçbir sıcaklığı ve samimiyeti olmayan ifadeleri, yazışmaları ve konuşmaları görünce üzülüyorum. Acaba Türkçe’miz ölüyor mu? Ne yapabiliriz? Demekten kendimi alamıyorum. Çocuklarımızın gençlerimizin haberdar olmadığı, beton duvarlar arasına sıkıştığı, gülün güzelliğini, bülbülün hazanını, gözyaşını ve hüznünü görmediği bu toplumda gerçekten dilimizi felaketler bekliyor demektir.

 

Bu gün de yukarıda birkaç örnek verdiğim Türkçe’nin şaheser sözlerinin yenisi söylenemez mi acaba. Yeniden aynı sehl-i mümteni sözlere ulaşamaz mıyız? Hayallere kapılıyorum, üzülüyorum. Dilleri olmayan milletlerin millet olmaktan çıkacağını düşünüyorum. Dili bozuk olanın dinin de, ahlakının da gençlerinin de toplumunun da bozulacağını düşünüyorum. Dilimiz ölürse bizi kimse ayakta tutamaz diye düşünüyorum. Bir gün olur da sözünü şiirle besleyen söyleyeceğini mısralarla, manilerle besleyen bir toplumumuz olur dileğiyle Türkçe’nin ölmemesi niyazıyla sözüme nihayet veriyorum.

 

YERE DÜŞEN ALTINLAR


  Dünyada yaşayan bütün varlıkların birer hayatı ve hayatın da birer mevsimi vardır. İnsanın hayatı, bitkilerin hayatı, dünyanın hayatı, mevsimlerin dönüp duran hayatı, kelimelerin hayatı, kitapların hayatı… gibi böyle uzayıp gider.  Şu anda kış mevsimine girdik ama bir sonbahar güzellemesi yaparak söze başlayalım istiyorum. Zaten son baharlarda kışın habercisi değil mi?

  Mevsimler döner durur. Döner de bir gün bizim için bir yerlerde durur. Mevsimin bizim için durduğu gün bizim için hayatın sonu yani kış demek olur.

  Mevsimlerin en hüzünlüsü sonbahardır. Bu mevsim hüzünle birlikte anılır ve bir adı da hüzün anlamına gelen hazandır. Bütün hüzünlü şiirlerin konusunda mutlaka hazan vardır. Sonu elemli biten sevdaların içinde de mutlaka sonbahar vardır. Mesela, edebiyatımızın en önemli psikolojik tahlil romanlarından biri sayılan Eylül romanı sonu hüzünle biten bir hazan romanıdır. Eylül hazan ve hüzün ayıdır. Eylül sararan yapraklarla birlikte sararan yüzlerin ve hayatın da bir emsalidir. Eylül mevsimlerin sonbaharını temsil ettiği gibi hayatın da son baharını temsil eder.

Sonbahar veya hazanın bir başka ağlayanı da bülbüldür. Çünkü bülbülün sevdasına yandığı dikenleri ile vücudunu kanlara buladığı gülün de hayata veda edip sararıp solduğu ve bir süreliğine ortalardan kaybolduğu mevsim sonbahardır. Gülün solması bülbülün sevgilisini kaybetmesi gülzârların hüzünlere gark olmasıdır.

Sonbaharın sonunda kış vardır. Kış hayatın en zor mevsimidir. İnsanlar için ne kadar zor ise hayvanlar ve nebatat için de o kadar zor bir mevsimdir. Bütün âlemler arkasından bahar var diye katlanırlar kışların soğuklarına, buzlarına.

İnsanın hayatı mevsimlerle anlatılır edebi eserlerde ve yazılarda. Mesela, doğum ve çocukluk ilkbahardır; gençlik yaz mevsimi, yaşlılık son bahar ve ölüme yaklaşıldığı ve bir ayağın çukurda düşünüldüğü zamanlar ve ölüm kış olur.

Günün zamanları da öyledir aslında. Sabah, ilkbahardır. Kuşluk vaktinden ikindiye kadar geçen zaman yaz. İkindi ile akşam arası sonbahar ve güneşin batmasıyla kış kendini gösterir. O yüzden akşam da hüzünle birlikte anılır.

Yahya Kemal, çok fazla kalp ağrıları çektiği hayatının son günlerinde, ömrünün sonbaharında Cerrahpaşa Hastanesi’nin penceresinden denize doğru bakarak şöyle mırıldanır:

 

Hulyâsı kalmayınca hayatın ne zevki var?

Bitsin, hayırlısıyla bu beyhûde sonbahar!

 

Sonbahar hakikaten içimize hüznün katre katre çöktüğü, önümüzde kara dağlar gibi sıralanmış duran kışın beklendiği bir mevsimdir. Ağaçlar sanki bu hüznü hissetmiş de ağlıyormuş gibi sararıp solmuş yapraklarını yavaş yavaş toprağa bırakır. Onlar da ölümü özleyen Yahya Kemal gibi “Bitsin, hayırlısıyla bu beyhûde sonbahar!” diyor sanki.

Bütün varlıkların bir hayatı var ve mevsimlere benzer demiştik. Her şeyin bir, doğma, büyüme, olgunlaşma evresi vardır. Her olgunlaşan meyve mutlaka yere düşer ve hayatın kışını yaşar. İnsanlar da öyle değil midir? Olgunlaşan meyvelerin düşmesi gibi bizim de yere düşme ve hayatımızın kışını yaşama günü gelecektir.

Özellikle çınar ağaçları son baharın en güzel göstergesidir. Önce soğukların yavaş yavaş kendini hissettirmesiyle yaprakları sararır ve altın rengine döner. Sanki yerlerde, çınar diplerinde altın yığınları oluşur.

Bir nehrin kenarındaki çınar ağacının sararan yapraklarını altınların ırmağa düşüp akıp gitmesine benzeten Sultanu’ş Şuara yani şairlerin sultanı Bâki 16. yüzyılda bir beytinde şöyle tasvir etmiş:

 

“Her yandan ayagına altun akup gelür

 Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan”

 

Yani diyor ki Baki: “Bağın ağaçları akarsudan, ırmaktan iyilik ve yardım umarlar. Bu yüzden akarsuyun ayağına her taraftan altın akıp gelür.”

  Beyitte altın akıp gelmesi sararıp dökülen çınar veya başka ağaçların yaprakların suyun yüzünü kaplayıp akıp gitmeleridir. Aslında bu normal bir tabiat olayı iken şair bunu suyun yüzünde altın akıp gitmesi olarak tasvir etmiştir. Edebiyatta normal bir tabiat olayını güzel bir sebebe bağlama sanatına Hüsn-ü Ta’lil sanatı denir. Burada şair güzel bir Hüsn-ü Ta’lil yapmaktadır.  Sanki bu yapraklar suya yalvarmakta ve bahardaki o yeşil günlerine dönebilmek için sudan himmet beklemektedir. Ya da bir başka bakış açısıyla ağaçlar suya altınlar göndererek karşılığında su istemekte ve eski günlerine dönmek için ondan su beklemektedirler. Yani altın verip karşılığında su istemektedirler. Tek amaçları vardır. O da eski güzel günlerine yani baharlarına geri dönebilmektir.

Evet, sonbaharın hüznü ile altınlar bir bir yerlere dökülmekte ve sulardan himmet beklemektedirler ama bu nafile bir bekleyiştir. Nasıl baharın varlığı ve yaz gün gibi, güneş gibi bir gerçek ise son bahar da bir gerçektir. Baharı ve yazı iyi değerlendirip hazırlığını yapanlar her ne anlamda olursa olsun. İster gerçek anlamda ister mecâzi anlamda sonbahar ve kış mevsiminde rahat edeceklerdir. Son bahar ve kış ne kadar zor olursa olsun, geceler ne kadar karanlık olursa olsun mutlaka sonunda bir bahar ve gün ve güneş var olacaktır.

Olgunlaşan her şey toprağa düşecektir doğru ama toprağa düşen hiçbir şey de zayi olmayacak ve bir gün yeniden yeni bir hayat olarak ortaya çıkacaktır.

Bundan sonraki günlerde gazetemizde elimin yettiğince, gücümün gönlümün yettiğince yazılarımızla “Köprü” adlı köşemizde sizlerle beraber olmaya çalışacağız. Gayret bizden tevfik Allah’tandır.

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör