Mehmet Rauf (Romancı)

Roman Yazarı, Yazar

Doğum
24 Ağustos, 1875
Ölüm
23 Aralık, 1931
Eğitim
Bahriye Mektebi (Deniz Harp Okulu)
Burç

Romancı (D. 24 Ağustos 1875, İstanbul - Ö. 23 Aralık 1931, İstanbul). Kütahyalı Hafız Ahmet Efendi’nin oğludur. Ferik Atıf Paşa’nın oğlu Mehmet Rauf’la sadece isim benzerliği vardır. Dört yaşında Balat Mektebinde öğrenimine başladı, yedi yaşın­da Eyüp Rüştiyesine (ortaokul), on yaşında Soğukçeşme Rüştiyesine devam etti. Heybeliada’daki Bahriye Mektebi (1891) mezunu. Bu yıllarda İngilizce ve Fransızca öğrendi, tiyatroyla ilgilendi. Staj için Girit’e gönderildi (1895). Stajının bir bölümünü Kiel Kanalının açılış törenine katılmak için gittiği (1895) Almanya’da tamamladı. Dönüşünde İstanbul Tarabya’da elçilik gemilerinin irtibat subaylığı görevine getirildi. Zanbak adlı erotik bir hikâyesinin yayım­lanması üzerine subaylıktan çıkarıldı. Bundan sonra hayatını kalemiyle kazandı. Hikâye, roman, oyunlar yazdı.

Mehmet Rauf, 1900 yılında Tevfik Fikret’in halasının kızı Ayşe Sermet Hanım’la evlendi. Bu evlilikten, biri sonradan Selâmı İzzet Sedes’in eşi olan, biri de küçük yaşta ölen iki kızı oldu. Evlendikten sonra bir süre Tevfik Fikret’in Hisar’daki evinde kaldı, sonra Büyükada’ya yerleşti. 1910’da ikinci defa evlendi. İz­mir’de yaptığı bu evlilikten de bir kızı oldu. 1926’da Muazzez Hanım’la evlendi, bu evlilikten çocuğu olmadı. Bir süre şeker ticareti de yapan Mehmet Rauf, 1927’de hastalandı, beş yıl boyunca acı çekti, Cerrahpaşa Hastanesinde öldü. Maçka’daki aile mezarlığında toprağa verildi

Mehmet Rauf ilk yazı çalışmalarına Bahriye Mektebinde öğrenci iken başladı. O dönemde Denaet yahut Gaskonya Korsanları adlı bir macera roman ve Ruznâme-i Hayâtım adıyla anılarını yazdı. Bu sıralarda Ahmet Midhat, George Ohnet, Octave Feuillet, Alphonse Daudet, Emile Zola, Gustave Flaubert gibi yazarları okudu. Bu arada realistlere özenerek Canfezâ adlı bir hikâye yazdı. Edebiyat dünyasına, Halit Ziya Uşaklıgil’e gönderdiği Düşmüş adlı hikâyesinin Hizmet gazetesinde yayımlanmasıyla girdi. O yıllarda Halit Ziya ile mektup­laşmaya başladı, onun aracılığıyla Servet-i Fünûncularla tanışıp aralarında yer aldı. Tevfik Fikret, Cenab ve Hüseyin Cahit’le tanıştı ve dost oldu. Cenab, memuriyeti dolayısıyla Hi­caz’a giderken Mektep dergisinin idaresini Mehmet Rauf’a bıraktı. Hikâyeleri, Resimli Gazete’de (Rauf Vicdani adıyla), bir ara yazı işleri müdürlüğünü yaptığı Mekteb dergisinde yayımlandı. 1896’da Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı Nekahatte ile Uzaktan adlı hikâyeleriyle yazmaya başladı. Daha sonra dergide edebiyat incelemeleri, eleştirinin Batı’da gelişimi, Türk edebiyatında hikâye ve roman gibi çeşitli konularda oldukça hacimli yazıları yayımlandı. Servet-i Fünûn ve Resimli Gazete’den başka kendi çıkardığı Mehâsin dergisinde (1910-24) küçük hikâye­ler yazdı, sonra bunları kitaplaştırdı. Servet-i Fünûn’un kapatılmasın­dan sonra, 1908’e kadar olan dönemi durgunluk içinde geçirdi. 1900-08 yıllarında Siyah İnciler’deki mensur şiirleri ve yazılar yazdı. Ezhar adlı bir karikatür ve hikâye albümü ve 1923’te Süs adlı bir kadın dergisi çıkardı.

Mehmet Rauf, edebiyatımızda ilk psikolojik roman olarak bilinen Eylül (1901) romanıyla büyük ün kazandı. Bu romanı, yirmi dört yaşlarındayken memur bulunduğu sefaret gemisinin süvarisi ile eşinin ilişkisinden etkilenerek yazdı. Bu kitabını “ilk eserim son üstadıma” diyerek Halit Ziya’ya ithaf etti. Eylül, Edebiyat-ı Cedîde Kütüphanesinin altıncı ki­tabı olarak yayımlandı. Türk edebiyatında kendi tarzının ilk ve tek örneğidir. Edebî ve estetik değeri tartışılmaz bu eserdeki tahlilleri Halit Ziya, aynı yerde dönen ve durmadan derin­leşen bir burguya benzetti. Eylül, adıyla, anlatıcısının tavrıyla, bilinç akışı ve iç monolog teknikleriyle ve kurgusal olarak yenilikçi bir roman sayılmalıdır. Bundan sonra Ferdâ­yı Garam, Karanfil ve Yasemin, Genç Kız Kalbi, Bö­ğürtlen, Kan Damlası, Halâs adlı romanlarını yazdı. Ancak Eylül’deki başarısına ulaşa­madı. Bazı erotik içerikli kitaplarıyla ününe gölge düşürdü. Mensur şiir, hikâye, roman, tiyatro türlerinde otuzun üzerinde eser bıraktı.

Romanlarında genel olarak aşk maceralarını işledi, aşkın psi­kolojik tahlilini yaptı. Servet-i Fünûn topluluğu içinde üslûba en az dikkat eden yazardır. Olayların kahramanları çoğunlukla Mehmet Rauf’u temsil eden, onun arzu ettiği hayatı yaşayan ve onun duygularıyla hisseden idealize edilmiş tipler oldu. Onlara olabildiğince ideal bir kimlik yarattı. Romanlarında düşünsel yön az ve dağınık durumdadır. Onun asıl başarısı, ince ve kuvvetli bir şe­kilde yaptığı insan ruhuna ait betimlemelerde görülür. Mehmet Rauf’u Halit Ziya ile karşılaştırarak değerlendiren Bilge Ercilasun, mensur şiirlerinin Halit Ziya’dan başarılı olduğunu yazar: “Roman ve hikâyelerinde dil ve üslûbu Halit Ziya’nınkinden daha sade, fakat oldukça gevşek ve itinasızdır. Bunlar teknik yapılarıyla pek sağlam eserler de­ğillerdir. Bütün bu eksikliklerine rağmen Mehmet Rauf Servet-i Fünûn’un Halit Ziya’dan sonraki en başarılı romancısıdır.” Pençe, Cidal, Ferdi ve Şürekâsı, Yağmurdan Doluya, Sansar, Cerîha gibi tiyatro eserleri oldukça ilgi gördü.

Mehmet Rauf, İstiklâl Savaşı’nı anlattığı Halâs (1929) adlı romanı ile para mükâfatı aldı. Bu eser MEB Talim ve Terbiye Dairesi tarafından okul kütüphanelerine tavsiye edildi. İstiklâl Savaşının sevinci ve heyecanı ile yazılan bu yarı tarihî romanın başında, Atatürk’e ithaf vardır. Basılmamış pek çok eseri kaldı. Çeşitli dergilerde çıkan makaleleri arasında Servet-i Fünun’da yayımlanan önemli yazıları, Tekâmül-i Tenkit, Bizde Roman, Bizde Hikâye, İngiliz Şâirleri, Üç İngiliz Şâiri (Byron, Shelley, Keats)’dir. 1896’da Garâm-ı Şebab adlı romanı İkdam gazetesinde tefrika edilmişti.

“Onun aşkları nasıldı? Hayatında, bir ömrü baştan başa istila eden, muannit, münferit bir aşkı olduğuna ihtimal verilemez. Birinden kurtulurken diğerine tutu­lan, hastalıklara namzet olarak yaratılmış mariz bünye­ler kabilinden, onun sevmek ihtirası, hayalini, bazen uzaktan sezilmiş bir bakışa, bazen bir endamın hıramına, hatta bir başörtüsünün şöyle bir dolanışına, yahut, bir yeldirmenin omuzlara gelişi güzel atılışına, bir ara­ba, bir sandal seyranında müstesna bulunmuş bir yaslanışa bağlar; ve bir kere hayali böyle bîr çengele takılın­ca artık onu altı ay için, bir sene, beş sene için, işken­ceden işkenceye sürükler, taştan taşa çarpar, bir küçük muvaffakiyet için uzun müşkilâtla, mezahimle çarpışır; bazen icat fikrinin kendisine bahşettiği türlü, garip ter­tibat neticesinde vasıl olduğu neticenin içine bütün varlığıyla atılır. Burada iradetini, dünyasını unutarak, ta uyanmak saatinin çalmasına kadar, her şeyden uzak, yalnız aşkıyla teneffüs ederek, uzun bir zaman bir rüya içinde uyurdu.” (Halit Ziya Uşaklıgil)

“Mehmet Rauf, zamanında da, en yakın arkadaşlarından birinin haksızlığı kadar acı bir esprisine uğramıştı. Onun Eylül gibi bir devir açan romanı için bir burgudur demişti Halit Ziya. Hey Allahım! Yine bu Halit Ziya’nın Son Posta’da çalıştığım tarihte bana yolladığı bir mektupta daha tuhaf bir iddiası vardı: Meğer Eylül’ün Servet-i fünun’daki her tefrikasını Tevfik Fikret tashih eder de mecmuaya öyle koyarmış! Şu saçmaya bakın! Acaba Rauf’un 1908’den sonra yazdığı roman ve hikayelerin dilini hangi hayalet tashih ederdi? Hele Tevfik Fikret’in ölümünden sonra ruhu mezardan mı çıkıp Mehmet Rauf’un müsveddeleri üzerinde kalem oynatıyordu? Gerçek ortadadır. Bütün bu eserlerin üslûbu Eylül’deki üslûptan da sade ve daha işlenmiş değil midir? Bunu da yalnız Rauf’un kalemi işlemiş. Ama Rauf’un Eylülü … Ne ölmez eser! Soruyorum: İlk yazıldığı günden bugüne kadar o romandan daha ince, daha derin psikolojili bir romanımız yazıldı mı?” (Halit Fahri Ozansoy)

 “Güzel ve özenli giyinirdi. Kısa boylu, tıknazdı ve pek kanlı, renkli bir yüzü vardı. Gözlüklerinin altında parlayan miyop gözlerindeki zekâ ile bu ateş ve canlılık fışkıran varlık, hareketli bir ateş duygusu verirdi. Her zaman temiz ve ütülenmiş beyaz üniformasıyla hemen göze çarpardı. Rauf, bütün bunları iki ayda bir çıkan küçük bir teğmen aylığıyla becerirdi. Bir de Servet-i fünun’dan arada sırada aldığı birkaç mecidiye...

“Rauf’ta soğuk ve keskin bir usavurmadan çok duygu egemendi. Duygularının elinde sürüklenip gider, ta sonuna kadar kendisini bu akıma bırakırdı. O zaman tutkularından başka dünyada her düşünceyi unutur, her şey gözün­den silinirdi.

“Bir kez bu tutkusu onu ölüme kadar götürdü ve Rauf is­teye isteye, seve seve öldü. Sonra gözlerini yeniden yaşama­ya açtıysa bu biraz da bizim suçumuz.

 “Rauf, Servet-i fünun edebiyatı döneminde sanata, ‘sanat için sanat’a karşı pek derinden ve candan bir aşk beslerdi. Onun içindir ki en yaşayacak, en güzel eserleri bu dönemin ürünüdürler. Ama sonra, yaşam savaşı onu yazılarıyla ya­şamak gibi bir zorunluluk karşısında bıraktı. Rauf gibi sa­natçı yaratılmış, ince ve duygulu bir yazar için sanattan öz­gecide bulunmak, kolay eser vermek, kendi kendisini tek­rarlama zorunda kalmak ve bunu duya duya yapmak, bü­yük bir acıydı; bunu anlamak zor olmamalıdır. Rauf, Ser­vet-i fünun edebiyatının en parlak bir temsilcisi olmadı. Ama şüphesiz ki en canlı, en çok okuyan ve zekâsı en çeşitli sa­nat görünümlerine açık, değerli bir üyesiydi. ‘Mensur Şiirler’i, edebiyat yapmak için basmakalıp sözlerin hiç duyul­madan yan yana dizilmiş yığınları değildir. Onlar Rauf’un yüreğinden ve ruhundan kopmuş el değmemiş yazılardı. Eylül’ü de canlı kalacaktır.” (Hüseyin Cahit Yalçın)

“Âşık doğan Mehmet Rauf, Eylül’de ne kadar romantik ise Siyah İnciler’in sonundaki Eyüp Yolu nesrinde o kadar realisttir. Üç Hikâye’de de iç âleminden sıyrıldığını ve dış âleme nüfuz ettiğim ispat et­miştir. Eylül ruhun endam aynası ise Eyüp Yolu ile Üç Hikâye hayatın küçük bir el aynasıdır.” (Selami İzzet Sedes)

“Şaheseri olan Eylül’de, ahlâkî bağlar ve sosyal düzen önünde ümitsiz bir macera haline gelen aşk; Ferdâ-yı Garam ‘da evvelâ başka duygu çehreleriyle göründükten sonra nihayet meydana çıkan aşk; Genç Kız Kalbi’nde hayal kırıklığı ile sona eren bir aşk; Bö­ğürtlen’de çok geç ve güç elde edilebilen aşk; Halâs’tâ sevgilerin en büyüğü olan vatan aşkı; Yara’da ana fe­dakârlığı ile feda edilen bir aşk... macera dokusunun mihveri oluyorlar.” (L. Sami Akalın)

ESERLERİ:

ROMAN: Eylül (1900, aynı yıl tefrika), Ferdây-ı Gâram (1913; Servet-i Fünûn’da tefrika), Karanfil ve Yasemin (1924), Genç Kız Kalbi (1925), Böğürtlen (1926), Define (1927), Son Yıldız (1927), Ceriha (1927), Kan Damlası (Define’nin devamı, 1928), Halas (1929).

HİKÂYE: İhtizar (1909), Âşıkane (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Bir Aşkın Tarihi (1915), Menekşe (1915), Üç Hikâye (1919), Kadın İsterse (1919), Pervaneler Gibi (1920), İlk Temas İlk Zevk (1923), Aşk Kadını (1923), Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927).

MENSUR ŞİİR: Siyah İnciler (1901).

OYUN: Ferdi ve Şürekası (1909, Halid Ziya’nın aynı adlı romanından uyarlama), Pençe (1909, filme alındı, 1917), Cidal (1911), Yağ­murdan Doluya (1919), Sansar (1920).

ANI: Mehmed Rauf’un Anıları (yay. haz. Rahim Tarım, 2001).

HAKKINDA: Lütfullah Sami Akalın / Mehmet Rauf: Hayatı Sanatı Eserleri (1953), Halit Ziya Uşaklıgil / Sanata Dâir I-III (1955), Halit Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Geçiyor (1967), Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969), Metin And / Tanzimat ve Meşrutiyet’te Tiyatro Yazarlığı (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. 6, s. 1625, 1986), Hüseyin Cahit Yalçın / Edebiyat Anıları (1999), Hakkı Süha Gezgin / Edebî Portreler (2000), TDV İslâm Ansiklopedisi (c.28, 2003), Sevengül Sönmez / Mehmed Rauf ve Böğürtlen (Varlık, Şubat 2004).

 

EYLÜL’den


 

Ertesi gün geç uyandı; güne temiz bir semayı bütün emvâc-ı şaşaasıyla parlatıyordu; pencereyi açıp evvelâ bonjur demek için o tarafa baktı; semanın dâmen-i atlası altında, denizin temevvücât-ı harîrîsi üstünde Pazarbaşı yıkanmış, şevkaşevk, tebessüm ediyordu. Birden o kadar iştiyak hissetti ki üç gündür nasıl onu görmeyerek, görmediği halde de görmeye ihtiyaç hisset­meyerek kaldığını anlayamadı; fakat gitmek fikrinin önünde mebhut ve gayrikadir kaldı. Nasıl gidecekti? Bahusus sonra ne olacaktı? Bunlarla meşgul olarak ge­zindi. Yemek için otele avdet ettiği zaman bu o hale geldi ki ondan ayrı yaşamak gayrıkabil gibi göründü; ne olursa olsun oraya gitmek için mukavemetsûz bir arzu duydu; ve yemeği güç yiyerek bir arabaya atladı..

Araba iskeleyi geçip sefarethaneler rıhtımında Boğaz'ın temiz rüzgârıyla yıkanarak kemâl-i sür'atle gider­ken onun gözlerini düşünüyor, onlarda nasıl bir kabul göreceğini teemmül ediyordu, birden onları câmid ve bîmânâ bulmak fikri onu o kadar korkuttu ki tereddüd etti. Ve bir kere bu aks-i te'sîr başlayınca böyle sevildi­ğine dâir o kadar alenî bir emâre görmediğini itirafa kadar indi. O zaman bir mücadele başladı, gitmek, tek­rar o gözlerin mânâ-yı şiiriyle bayılarak kalmak ihtiyâ­cının bârid ve sâkin bulmak havfıyla mücadelesi... Bu­na Büyükdere'ye kadar tehammül etti; fakat başladık­ça o kadar şedîd bir halecan hâsıl oldu ki bastonuyla arabacıya dokunup durdurdu, orada indi...

Şimdi nereye gidecekti? Sersem, düşünemeyerek, geri döndü; bilmeyerek yürümeye başladı. Köyün için­de yürürken sebebini bilmez gibi içinde bir eziklik his­sediyor, üç günlük saadetten sonra şimdi bunun altın­da ölüyordu. Birden çayıra geldiğini gördü, bendler yoluna saptı ve buradan onunla beraber kaç kere geç­tiğini tahattur kalbini sızlattı. Az daha ilerleyince orada sol koldaki bahçe nazarını celbetti. Burada arabalarını durdurmuşlar, su içmişlerdi... Ah artık bunlar muhal idi, değil mi?

Oraya ağaçların altına oturdu. Tenha, sâkit, dur­maktan zevkyâb olarak daldı. Uzun uzun düşünerek, Suad'ın o nigâhını tekrar görmeye çalışarak, ümid, kuvvet bulmaya uğraşarak biraz kesb-i metanet ediyor­du. O son nazarın reng-i hazîni onun için binlerce mânâlarla dolu geliyordu. Suad'ın evvelâ hiç ses çıkarma­yıp, başını bile kaldırmayıp meşgul oluşu kalbiyle ettiği mücadeleyi gösteriyordu. Fakat sonra kalbi galebe edi­yor, gözler bütün bu mücadelelerin hüzn-i meâliyle nemnâk, dudaklar mütereddid, ses titrek: "Yine gelirler elbet..." diyordu. Heyecan ona böyle: "Yine gelirler" diye teklifli bir söz söyletiyordu. Hayır, bu lâkaydlık, nefret olamazdı.

Alıştığı sükûn içinde duyduğu bir gürültü ile başını çevirdi, yoldan geçen arabaya baktı, fakat birden göz­lerinde bir karartı gördü, arabada Süreyya ile Suad'ı görüyorum zannetmişti; ve bu birden onda bir hıyanet yarasına benzer, bir zevc kalbinde açılan cerîha gibi bir taharrüş hâsıl etti. Bunda bir zevce ihaneti, verilen ye­minde hulf gibi bir şey, bir fecaat görüyordu. Ona Su­ad kendisi beraber olmasa gezemez, eğlenemez mi ge­liyordu; başını eğip derin bir merâret, matemî bir hü­zün ile: "Ah bedbaht, bilsen ki onun hayatında sen ne kadar nâçiz bir şeysin, bunu bilsen..." diyordu.

Evet, bunu bilseydi de böyle geniş, nihayetsiz hül­yalara dalmasaydı, bir nazarda böyle müebbed aşklar bulmasaydı... Bütün bunları kendisi, hem yalnız kendi­si yapmamış mıydı! Bir kaç gündür onu o kadar mes'ud eden emniyet târümâr olarak yerine azîm bir şüp­he, onu müteâkıb büyük bir ye's geldi, azan bir şüphe, boğan bir ye's... Kendisi Suad'ın hayatında hiç bir şey, bir eğlence iken, Süreyya... Lakin Süreyya onun sahi­bi, âmiri, zevci idi; onların hayatları birbirinin idi; o onu bâkir ve masum almış, senelerce onunla yaşamış­tı. Hatta Suad kendisini sevseydi bile onun gibi olması­na her şey mâni idi. Bu izdivacdan, Süreyya'dan baş­ka, bütün maddiyattan başka bütün maneviyat mâniy­di; her şey, bizzat Suad, hâli, mazisiyle bir mâniydi. Mazisi onundu, onunla yaşamıştı, onunla yaşıyordu ve onunla yaşayacaktı. Şimdi kendileri birbirinin olsalar bile hiç bir zaman öyle olamayacaklardı; o onun karısı idi, bir çok zaman karısı olmuştu, saadet ve zevkle ol­muştu, hiç bir vakitte bu hâtırât-ı zevki ve saadeti ken­disi mahvedemeyecekti... Bu kadar sevdiği bir kadını sanki iştirak ile kirletmiş olacaktı; bunda tuğyana sevk eden bir fenalık görüyordu.

O halde, sevilse bile, bu yalnız bir cerîhadan başka bir şey değildi; halbuki hiç bir zaman Suad kendini her şeyi bırakacak kadar sevmezdi. Hatta bir parça bile se­viyor muydu? Kendine kuvvetle temin edebilir miydi ki Suad tarafından seviliyordu? Bu mülâhazaların altında zebûn, mustarîb, hâlâ o ihanet yarasıyla mecrûh, tek­rar onları görmemek için oradan kalktı, ağır ağır Tarabya tepesine çıkan yokuşa tırmandı...

Gecesi sükûtî, muzlim, mustarîb geçti. Küûl ile musi­ki elinde, fakat bu gece öldüren bir ye's ile, saatlerce, bir söz söylemeyerek surat etti. Sabah, Boğaziçi'nin ba­hara benzeyen sisli bir sonbahar sabahı, bir anda ona Yeni Mahalle'deki sabahları ihtar eden râkid denizli, berrak semah, taze, bütün incileriyle, gümüşleriyle, ipekleriyle titreyen bir sabah; şimdi orada belki henüz uyanmış olduklarını, mahrem ve samimi hayatlarını dü­şünerek, otel hayatından bulantı veren bir melâl ile kalktı. Gezinirken, aşağı inip gazetelerin başına gittiği ve orada gazetelere gömülmek için uğraştığı zaman, zih­ninde bir fikir, onu me'yusiyete sevk edip boğan bir fikir vardı: Ne olacaktı? Hayatı böyle keşmekeşle ne olacak­tı? Bu hastalıktan rehâyâb oluncaya kadar ne yapacak­tı? Ah, sefîl, daha dün burada ne kadar mes'ud olduğu­nu düşündükçe: "Benim cezamdır!" diyordu. Gazeteleri elinden atıp dışarı fırladı. Yeniköy'e doğru, bir iş varmış gibi telâş ve tehâlükle yürümeye başladı. Lâkin karar, artık bir karar lâzımdı? Fakat neye karar verilecekti?

                                                                                   (Eylül, 1925).

 

HEP ONLAR İÇİN’den


Sabahleyin Bedri Bey memuriyetine gitmek üzere hazırlanıp bir kere öpmek için kızlarının odasına geldiği vakit, onlar karşı karşıya kurulmuş karyolalarında henüz sütlerini içmekte idiler. Babalarında onlar için nasıl âteşin bir iptilâ varsa, onlarda da babalarına karşı o kadar çılgınca bir merbutiyet vardı. Bunun için hemen sütlerini bırakarak fırladılar; onu kolundan tutup bir kanepeye oturttular, biri bir dizine, öbürü öteki dizine yerleşti.

Leylî mektepte tahsillerini ikmâl ederek eve geldikleri üç aydır, bu artık her gün âdet olmuştu. Her gün kalemine gitmeden evvel onların odasına girer, kollarının arasında, saçlarının içinde, beş on dakika vakit geçirir ve akşama kadar bu nüvazişlerin rayihası ile mes'ut olurdu. Yalnız küçük şeytanlar, bu saadeti ona pahalıya satıyorlardı: Arasıra babalarının kulağına fısıldayarak, gizlice küçük siparişlerde bulunurlardı. Bu bir gün bir kutu pudra, öbür gün bir kitap, başka bir gün bir şişe lâvanta, yahut bu gibi şeyler olurdu.

Hem böyle istenip alınan şey mutlaka bir çift olacaktı. Çünkü nasıl güzellikçe, zerafetçe, ahlâk ve zekâca çift iseler, her şeyleri de hep çift olmak zarûrî idi. Ana, baba kızlarının mes'udiyeti için sevine sevine feda-yi hayat edecek derecede merbutiyet gösterirler, onları birbirine karşı çirkin hislerden vikaye için aralarına zerre kadar nifak sokacak fırsatlardan hazer ederler idi. Büyüğü Vildan, ne kadar âteşin ve muhteris ise, küçüğü Müjgân da o kadar halim, o kadar mûnis idi. İşte ananın ve babanın bütün îtinâsı yavrularını bu huylarına göre idâre edip birinin ihtirasını, diğerinin sükûtunu, her türlü infialden, inkisardan siyânet etmekte temerküz ederdi. Bunun içindir ki, birine alınan şey, ayniyle diğerine de alınmak bir âdet olmuştu. Bu sebepten Bedri Bey, aldığı bütün bu küçük şeyleri çift almaya ehemmiyet verirdi. Anneleri onların böyle lüzumsuz heveslerine, delice arzularına karşı pek mâkul bir mukavemet gösterse de, baba, onlara karşı bilhassa bu hususta zaafı-ı mücessem olduğundan hiçbir şey esirgemezdi. En ehemmiyetsiz bir tavırla söyledileri en ednâ bir şeyi bile kalbî bir mecburiyetle en muazzez bir vazife telâkki ederdi.

Vildan ile Müjgân bunu bildiklerinden babalarının bu zaafından istifâde için ellerinden geleni yaparlar, baba ise, bile bile mes'ut ve memnun, her fedakârlığa minnetle hazır bulunurdu.
Bu sabah ikisinin de fevkalâde mültefit olduğunu görünce kendi kendine "Yine bir şey isteyecekler!" dedi ve memnûn oldu. Çünkü onun en ilâhî saadeti yavrularını memnûn etmek, istediklerini alarak onları sevindirmekti.

Onlar, öptüler, öptüler, öptüler, gamze, nüvaziş yağdı yağdı, yağdı. Nihayet Vildan kulağına eğilerek fısıldadı: Yarın değil öbür gün bir mektep refikalarını ziyarete gideceklerdi. Halbuki eldivenleri hem kirlenmiş, hem de delinmişti... Vâkıa anneleri bunu biliyordu ama, onunla berâber çarşıya gidinceye kadar... Hemen; "Peki yavrum... Peki..." diye rengini, numarasını öğrendi. Müjgân bir taraftan: "Aman babacığım sakın annem duymasın..." Vildan ise: "Sakın ha, sonra elinden kurtulamayız vallahi..." diyordu. Bedri Bey, kendilerine annelerinden daha yakın olduklarını gördüğü için onlarla berâber böyle gizli şeyler yapmakta derin bir saadet bulurdu. Bunun için onları temin etti. İkisinin de yanaklarından gül mükâfatını alarak veda etti.

***

Sokağa çıktığı vakit, kendi kendine: "Eldiven... Evet, fakat acaba kaça?" diyordu.
Harbin son senesiydi. Eşyâ pek nâdir ve son derece fiyatlıydı. Bedri Bey kendi kendine iki çift eldiven için üç lira kadar tahmin etti, fakat o anda cebindeki paranın buna yetişip yetişmeyeceğini düşünmeye başladı. Yetişse bile, ay başına kadar masrafları temin edecek kadar para artmıyacağını hesap ediyordu.

Maaşından, Mahmutpaşa'da zevcesinin dükkânlarından ellerine geçen para ile müzayaka içinde, bin müşkilât arasında çırpınmakta idiler. Ana baba ne yapıp yapıp kızlarını bu müşkilâttan haberdâr etmemek, onları bu çirkin sefâletle ru-ber-ru bırakmamak için gayret ediyorlardı. Bütün bu paradan kendisine öğle yemekleri için cüz'i bir miktarını ayırarak hâne ve mesârif-i sâire için zevcesine teslim eder ve bir şeye karışmazdı.

Vildan'la Müjgân yatı mektebinde iken, o vakit fiyatlar da daha müsâit olduğundan oldukça refâh içinde idiler; vâkıâ mektebin leylî ücreti umûmî pahalılık yüzünden tezyid edildiği vakit bunu tedârik edip vermekte birçok müşkilâta düşmüşler, hâne masraflarından birçok fedakârlık etmişlerdi. Fakat şimdi çocukları artık eve yerleştikleri için ev masrafında o kadar sıkı bir imkân-ı iktisat yoktu; halbuki fiyatlar dehşetli surette yükseldiğinden iki ucu bir araya getirmek için son derece müşkilât içinde didinmekte idiler. Bu arada Bedri Bey, bir küçük fâide olur diye, kendi için ayırdığı paradan kısarak, lokanta fiyatlarının müthiş tezâyüdüne rağmen, bu gâyet cüz'i para ile son derece idâreye mecbur kalıyor ve kızlarının istediği şeylere de bu para ile yetişmek için pek çok sıkılıyordu.
Harpten evvel, en müstesnâ lokantalara devam eder, nefaisperver zevkine tebaen kendine ziyafet çeker, muntazam, mükellef bir hayat sürerdi. Halbuki harp başlayıp da yavaş yavaş fiyatlar yükseldiği gibi, hele mektep ücretleri de tezâyüd ederek idâreye mecbur olunca bu ziyafetler bir hayâl olmuş, yemeklerde imsake listeyi eline alınca fiyatları mukayeseye başlamıştı.

Fakat, bu temmuzdan beri kızları mektepte tahsillerini ikmal ederek, evde yerleşip de zaten cüz'i olan bütçesine bir de onların siprarişleri inzimam edince, artık eski lokantaları terk edip, ikinci, üçüncü derecede lokantaların yolunu öğrenmişti. Fakat Bederi Bey, bunu yavruları için, başka bir inşirah duyarak yapıyordu. Böylece, en ucuz lokantalara kadar gittiği ve bu arada, hattâ en ucuz yemeklerle kanaat ettiği de oldu. Kendi kendine: "İşte pekâlâ, böyle de oluyormuş... Ne fark var sanki?" demeğe bile başlamıştı. Hattâ geçen ayın sonunda iki gün simit peynir yemeğe bile mecbur olmuş ve "Onlar için..." diye yine memnûn kalmıştı.

***

İşte bugün, bilhassa cebindeki paranın kâfi olmadığını görünce "Vay, işte bu fena... Şimdi ne yapacağız?" diye söylendi. Uğradığı bir iki mağazadan kızlarının istediği gibi eldivenlerin yüz ellişer kuruş olduğunu öğrendi, halbuki iki çift eldiven aldıktan sonra yanında o kadar az para kalacaktı ki, hiçbir şeye yetişmezdi.

Eldivenleri alsa, ay başına kadar başka bir şey lâzım olsa ne ile alacaktı? Zevcesinden hiçbir şey ümit edemezdi. Ondan bir muavenete nâil olmak için, her şeyi kendine itiraf etmek lâzım gelecekti. Annelerinin itabına dûçâr olunca, yavrularının nasıl dilhûn olacaklarını düşünerek buna mâni olmak için her ezâya râzı olurdu. (…)

                                                        (Pervaneler Gibi, 1920)

 

HAKKINDA


Benim çocukluğumda, bir Eylül kıtlığı vardı. Adı, dillerde söylenir, mübalağacı rivayet adeselerinde değeri büyür; fakat kendisini görmek kabil olmazdı.

Bir gün, tesadüf, beni onunla karşılaştırdı. Eser, bir insafsızın pençesinde idi. Haftalarca meteliksiz dolaşmaya katlanarak olanca paramı verip aldım. Mektep yatakhanesinin loşluğu içinde gizli gizli okudum.

Bu temiz ve romantik aşk hikayesiyle gönlüm sızlarken, sahibini düşünmüştüm. Eserden müessire geçmek, hayalimde ona çizgi, gölge ve renk vermek, benim eski hastalığımdır. Mehmed Rauf'a da, aşk rendesiyle incelmiş bir gövde, sevgi çöllerinde sararmış titrek yaprakları andıran bir yüz vermiştim. O, bende işte bu hüviyetle yaşıyordu. Sonra, ya Resimli Kitap'da yahut Musavver Muhit'de, belki de Servet-i Fünun'da onun deniz üniformalı bir resmini gördüm. Bu görüş, zihnimin ilk kıyametidir. Hayalle gerçek arasındaki geniş ayrılık karşısında afallamıştım. Bu yusyuvarlak ve tostoparlak adamla, benim içimde yaşayan varlık ne bambaşka şeylerdi!..

Size daha garibini söyliyeyım, bundan sonra okuduğum Âşıkane adlı küçük hikâyelerin de tılsımı bozulmuş gibi oldu. Epey zaman inkisârımın cezasını çektim.

Bir gün geldi, ben de Babıâli piyasasında yer aldım. Mehmed Rauf'la tanışmam, o günlere rastlar.

Edebiyat-ı Cedide'cilerin, hemen hepsi şöhretle birlikte para ve bolluğa da kavuşmuşlardı. Kimi Reji'de âzâ, kimi Sıhhiye'de murada ermiş, kimi gazete sahibi ve mebustu. Yalnız Rauf parasız, sade o talihsizdi.

Simdi Ahmet Halid'in tuttuğu kitabevinde Sûdi oturuyor, üst katındaki küçük odada da Mehmed Rauf mecmuasını çıkarmıya çalışıyordu.

Kendisiyle orada görüşmüştüm. Kısa bir boy, ufak tefek fakat dolgun bir gövde. Ak yaldız serpilmiş kumral saçlı başının en manâlı ve konuşan tarafı alnıydı. Ömrünün acısı burada okunuyor, ızdırabının döktürdüğü ter, bu alında sel yataklarını andıran derin yarıklar yapıyordu. Ama bütün bunlar, yanaklarının alını solduramamıştı. Ela gözlerinde hafif bir miyop süzülüş, ağzında kibar, aydınlık bir gülüş vardı.

Solgun, yumuşak ve pek zarif bir sesle konuşurdu. Savruk yaşadığı, son lirasını muhteşem bir boyunbağına vererek, kış günlerinde beyaz papuçla kaldığını işitmiştim. İşte bunun içindir ki bu iki ucu birleştirmekte güçlük çekerdim. Fakat onda bir Bohem ruhu vardı sanıyorum. Zaman zaman belirir ve taşkınlığıyla hayatında silinmez izler bırakırdı. Bir otuz yıl evvelki ahlâk telakkilerini, bir de Zambak'ı düşünün; Rauf, bu dalışı yüksek edebî şöhretinin üstünden yapmaktan çekinmemişti. Arkadaş ve dostları elbette ona karşı hissiz değillerdi. Fakat hiçbirine sığınmadı. Kupkuru nasibini alın teri ve göz yaşıyla ıslatmayı üst bulmuştu. Rauf hakkında bir gün bir monografi yapmak isteyenler, onun seciyesini belirtmek için bu noktada epey uzun durmak zorunda kalacaklardır. Çünkü bence bu çekingenlik, onun ruhuna giden yolun birinci mola taşıdır.

Edebî şahsiyetine gelince:

Mehmed Rauf, Halit Ziya'nın çırağıdır, derler. Bu hüküm, eğer çağdaşların birbirine tesiri demekse, doğrudur. Fikir, his ve ruh Mûtâ'ları da sular gibidir. Kendinden aşağıdakileri kaplar. Halit Ziya, o devrin, hattâ belki bugünün bile en kuvvetli roman sanatkârı sayılıyor. Kırk sene evvel ise, elbette tesir ve nüfuzu kırk kere daha üstündü. Rauf'un onu üstâd tanıması, bu bakımdan pek tabiî görünür. Fakat onları ayrı ayrı ele alınca, bambaşka şeyler olduklarını sezeriz.

Rauf, hem üslûbu, hem sanat ideolojisi ile başlı başına bir varlıktır.

Onun dili, Cahid'in lisanına yakın bir sadelikle mümtazdı. Eylül'deki aşk, romantik olmakla beraber romantizmin taşkın dalgalarından kurtularak tabiî ölçülere sığınıştır.

Gerçi Suat'la meselâ Şimen arasında büyük bir ruh farkı hissedilmez, fakat bu gönül ırmağı, ne tatlı meyilli bir vak'a yamacından akar.

İhtizar'da, Âşıkane'de, Son Emel'de bir yandan Siyah İnciler'deki üslûbun anaçladığı, bir yandan da küçük hikâyede serpilip yükseldiğini görürüz.

Mehmed Rauf, sanata sadık kalmak için elinden geleni yaptı. Teofil Gotye gibi o da titizdi. Fakat o, dostu cahil kontun meşhur rakkase Tereza'ya şarkı yazması teklifini, keskin bir istihza ile reddetmişti. Raul bu kadar büyük bir metanet gösteremedi. Son Yıldız’ını kabul ettirmek için epey fedakârlık etti. Kabul ettirdikten sonra da lüzumsuz yere uzatmaktan çekinmedi. Define ayarında şeyler karalamaya bile katlandı.

Ama söz kolay, iş güçtür. Ben onu çekiştirmek hakkını kendimde göremiyorum.

Kahramanlara rastladıkça imrenir, alkışlarız. Dünyanın neresinde yetişirler, hangi milletten gelirlerse gelsinler, onlara karşı beslediğimiz duygunun cinsi değişmez. Heyecanımız, hayranlığımız eksilmez. Fakat hiç kimseden de kahraman olmasını isteyemez, kahraman olmadığı için yüzümüzü buruşturamayız.

Mehmed Rauf çetin bir ömrün yatağında aktı. Önünde açılan dert ve ızdırap çukurlarını doldura doldura ve kayıp ede kayıp ede yürüdü. Onu sonuyla değil, kemâlini gösterdiği muzaffer yıllardaki eserleriyle ölçmeli, hükümlerimizin delillerini onlardan almalıyız.. O, bize Halit Ziya'dan belki daha sönük, daha az ustaca eserler verdi. Fakat gerek üslûbu, gerekse mevzularıyla bize daha yakındır.

Kendisi denizci ve İngilizce ile ilk tanışanlarımızdan olduğu halde, kafasında Fransız kültürünün yerleşmesine pek akıl erdiremiyorum.

Bu, belki de Servet-i Fünuncu'ların umumî âhenginden geliyor. Fakat ona eğer bu Anglosakson kapısı açılsaydı, sanatı, çok daha alâka uyandıracak ve biz Halide Hanım'dan önce onda yeni ve canlı bir ruhun izlerini sezecektik.

                                                     (Edebî Portreler; yay. haz. Beşir Ayvazoğlu, 

Yazar: HAKKI SÜHA GEZGİN

HAKKINDA


 

Mehmet Rauf’un aşkları…  Edebiyat’ı Cedidenin bu çapkın mizaçlı romancısı “Her güzel şey kalbimde bir yara açarak geçer” cümlesini yazdığı gün, kendisini en iyi belirten hükmü vermişti. Aşk için yaşamış, aşk ateşiyle yanmış, geçen ve gelecek ve muhayyel ve ümitsiz aşkları düşünerek ölmüştü. Bir kelimede aşk şehidi idi. Aşka doymamıştı.

 

                                                             *

Eylül’de Suat hanımla Necip, imkansız aşklarının yeisi ile eserin sonunda kendilerini tutuşan evin alevleri içine atarak ölürler. Bahriye zabiti Mehmet Rauf, bir gün geldi, Tarabya’daki gemisinin yakınında demirli olan İtalyan sefaretine ait küçük bir gemideki bir çarkçının karısına âşık oldu, tutuştu. Arada başka aşk rüzgarları da başında esti. Fakat hiç biri Ada’daki meşhur hanımefendinin aşkı kadar perişan etmedi. Bir gün Hüseyin Cahit, Rauf’tan bir mektup aldı. Bu mektupta “Eylül” yaratıcısı, yaradanına isyan edercesine, hayattan bıkmış olmalı ki o akşam intihar edeceğini biliyordu. Mektubu alan arkadaşı, çılgın gibi, Halit Ziya’ya koştu ve yanlarına birkaç kişi daha takarak, geç saatte Ada’ya tam vaktinde yetiştiler. Rauf’u yatağında ateşi küllenmiş bir mangalın karşısında, sapsarı, zehirlenmek üzere buldular. Hemen pencereler açıldı ve Rauf ölümden kurtarıldı.

                                                               (Edebiyatçılar Geçiyor, 1967, s. 208)

 

 

Yazar: HALİT FAHRİ OZANSOY

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör