Yaşar Öztürk

Eğitimci, Yazar

Doğum
15 Nisan, 1962
Eğitim
Dicle Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölümü
Burç

Eğitimci yazar. 15 Nisan 1962, Ergani / Diyarbakır doğumlu. Greenscreen, Mernet örgütü kurucusu ve Uluslararası Af Örgütü Gazetecileri Koruma Komitesi Başkanı Ümit Öztürk kardeşidir. Ergani İnkılap İlkokulu, Ergani Ortaokulu ve Ergani Lisesi mezunu. Dicle Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı Bölümünden lisans diploması aldı. Hayatını ve çalışmalarını Mersin'in Silifke ilçesinde sürdürmektedir. Burada bir kitabevi işletmektedir.

Yayımlanan ilk ürünü,1979’da GAP projesiyle ilgili bir haberi oldu. Yazıları Cumhuriyet gazetesi ile, Bütün Dünya, İçel Sanat Kulübü, Gerçemek, İpek Yolu dergileri ile Ağın. Silifke, Mersin, Diyarbakır ve Ergani’deki yerel gazete-dergilerde yayımlandı. 1987’de Türkçe-İngilizce haftalık Arkadaş gazetesini çıkardı ve yazı işleri müdürlüğünü yaptı (1987-1992). Göksu Vakfı, Arkadaş Çevre Grubu, IFC (Uluslararası Gazeteciler Örgütü), TİHAK (Türkiye İnsan Hakları Vakfı), çeşitli çevre örgütlerinin Türkiye üyesi; Songül Öztürk ile evli. Ada Öztürk adında bir çocuk babasıdır.

ESERLERİ (Songül Saydam ile birlikte):

İnsanlığa Akan Irmak (2007), Bir Dahi Yetişiyor (2008).

HAKKINDA: İhsan Işık / TEKAA (2006) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013).

 

KAYA ÖZSEZGİN DİYABAKIR’I DİNLİYOR GÖZLERİ KAPALI

KAYA ÖZSEZGİN DİYABAKIR’I DİNLİYOR GÖZLERİ KAPALI

 

Yaşar Öztürk

 

Kaya Özsezgin, kaşla göz arasında çekip gitti bu dünyadan. Görsel sanatlar büyük bir ustasını, yazarını, eleştirmenini, çevirmenini yitirdi. Diyarbakır ise bir aşığını.

Heykel, grafik ve özellikle resim bir açıdan şiirle aynı kaderi paylaşır. Yazıcıları yok gibidir. Türkiye’de en çok ne üretilir denildiğinde tek sözcük söylenebilirdi yakın zamana kadar: Şiir. Şimdilerde buna resim eklendi. Şiirde yaşanan bu kargaşa şimdi resimde de yaşanıyor. Eline kalemi alan, parayı bastırabilen  şiir kitabı sahibi, şair unvanını yakasına yapıştırıyor. Eline fırçayı alan, çekirdek, mısır yemek ve atıklarını yerlere yaymaktan öteye gitmeyen festival, kültür haftaları, şenliklerde bunları sergileyerek Ressam oluyorlar.

Sanatın gecekondulaşması, bayağılaştırılmasından öteye geçmeyen bu çarpıklığa karşı savaşanlardan biriydi Kaya Özsezgin. Sanat bilincinin oluşması için yazdığı ve çevirdiği yapıtların dışında sanat dergilerinde çırpınıp durdu toplumsal sanat bilincini oluşturmak için.

Uzmanından, yakından uzaktan ilgisi olmayanına herkese sanatı anlatabilmenin çabası içindeydi. 1965 yılında yayınlan ilk kitabı “Prometheus’un Dönüşü” adını taşıyordu. Kendisi Prometheus’tu. Sanatı Olympos dağında tutup, sanat ışığından insanların yararlanması istemeyen, kendilerini sanatın tanrıları tanrıçaları sananların elinden alıp halka sunmanın onurunu taşıdı.

Türk Resim Sanatının tarihini yazdığı gibi Türk Plastik Sanatçıları Ansiklopedik Sözlüğünü hazırladı. Neden mi? “Günümüzden geriye bakıldığında, sanat yaşamımıza ilişkin değerlendirme ve yorum güçlüklerine yol açan en büyük eksikliğin, yaşanılan dönemlerle ilgili yazılı belge bırakma geleneğimizin yeterli olmamasından kaynaklığı görülecektir. Çelişik bilgi aktarımlarına neden olan bu eksikliğin giderilmesi, gelecek kuşakları doğru yolda bilgilendirecek başvuru kaynaklarına yönelmemizi, her olayı ya da gelişmeyi belgeleyecek bir alışkanlık kazanmamızı gerektirir” diyor Kaya Özsezgin.

Bilgi yokluğu, bilgi kirliliği içinde yaşamanın acısını tüm hücrelerinde duyumsadığından araştırdı, yazdı, çevirdi... Plastik sanatlar yani resim heykel, seramik, karikatür, fotoğraf alanında yapıtları ve yaratıcılarını, 1255 sanatçının internette, ansiklopedilerde bulması olanaksız bilgileri bir araya getirdi. Güldesteler sundu.

Yüreği yangın yeriydi. Nesimi, Ali Emiri, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıktı Tarancı, Celal Güzelses, Şevket Beysanoğlu, Adil Tekin, Cahit Uçuk, Orhan Asena, Tarık Ziya Ekinci, Gazi Yaşargil, Ahmet Arif, Fuat Edip Baksi, Esma Ocak, Aşık İhsani, Veysel Öngören, Halit Fahri Ozansoy, Ali Faik Ozansoy, Sezai Karakoç, Mehmet Emin Bozarslan, Adnan Binyazar, Taner Timur, Remzi İnanç, Mehmet Mercan, Özer Ozankaya, Mıgırdıç Magrosyan, Vedat Günyol, Yaşar Özel, Hamid Aytaç, Erol Demiröz, İhsan Işık, Mehdi Zana, Sami Hazinses, Recep Kaymak, Tuncer Necmioğlu,  Ferit öngören,  Ara Dinkjian, İzzet Altınmeşe, Necdet Adabağ, Erkal Yavi, Cemal Yıldırım, Nejat Diyarbekirli, Bedri Ayseli, Halil değertekin, M. Şeyhmus Güzel, Enver Yorulmaz, Şeyhmus Diken, Cuma Boynukara, Adnan Satıcı, Yılmaz Odabaşı, Mahsun Kırmızıgül, Aziz Yıldırım, Arif Tekin, Nurettin Elhuseyni... gibi birbirinden değerli aydınları yetiştiren Diyarbakır’ı düşündükçe bir ağıt çınlıyordu kulaklarında, ilk çevirisini Diyarbakır Surları üzerine yapan, Kaya Özsezgin’in. O 25 yıl önce söyleyeceğini söylemişti. İşte o yazısı:     

 

Diyarbakır’ı Dinliyorum Gözlerim Kapalı

 

Tarihsel değer taşıyan büyük kentlerin yaşamı, insan yaşamı gibi gelip geçici değildir. İnsanlar doğar, yaşar ve ölürler; büyük kentler ise sonsuza kadar yaşamlarını sürdürürler. Çünkü bu tür kentlerin harcı tarihle birlikte oluşmuştur. Tarih kimi kentlerin üzerinden akıp geçer, kimi kentlerin ise yapısına karışır, onların eti kemiği olur. Bu tür kentler, tarihle birlikte soluk alıp veririler; o nedenle doğası bir başka olur, toprağı bile bir başka kokar, ekinleri bir başka yeşerir: tarihsel yapılarından çevreye dağılan tılsımlı ışık, insanların yaşamını etkiler. Dünü bugüne bağlayan kültürel kökenler, geleceğe doğru uzanan yaşamın biçimlendirilmesinde önemli birer etken olmaya başlar. Toplumsal yaşamın diyalektik yasaları hükmünü icra ederken, yöreye özgü karakterler de, yüzlerce yıllık tarihsel ve kültürel birikimin ürünleri olarak toprağa kök salmaya devam ederler.

Eski bir Yakındoğu kenti olarak Diyarbakır, böyle bir beldedir. Orada yaşanmış tarih, kentin taşına toprağına sinmiş, insanları yüzlerine kazınmış davranışlarına yön vermiştir.

Ne var ki bu kente kimliğini kazandıran şeylerin zaman içinde bir elimizden kaçıp gitmekte olduğunu görmek de üzücüdür. Hızla artan nüfus, çarpık büyüme ve gecekondulaşma , kültürel değerlerin acımasızca yok edilişi, göreneklerin giderek yozlaşması, kent dokusunun insafsızca tahribi, Diyarbakır’ı bugün, sıradan bir kent görüntüsüne doğru koşar adım sürüklemektedir. Bir mücevher gibi korunması ve yaşatılması gereken suriçi kent, bugün belediye hizmetlerinin ulaşamadığı, derbederliğin ve kendi haline terk edilmişliğin girdabında bocalayan garip bir kaosa dönüşmekte, bir zamanlar içinde gezinmekten, evlerin serin avlularına dalıp çıkmaktan zevk duyduğum sokaklar, iki yakasında yükselen ne idüğü belirsiz yapılarla tanımaz hale gelmektedir. İnsan sevgisi ve incelikle dokunmuş olan çevreler, üzerinde hoyrat bir elin gezindiği, olumlu ne varsa alıp götürdüğü birer virane görüntüsüne bürünmektedir.

Kentin bugün varmış olduğu olumsuz çizgide, yediden yetmişe hepimizin az ya da çok bir çok sorumluluk payı bulunduğunu düşünüyorum. Ama nasıl sorumluluk yükü, Diyarbakır’ın tarihsel dokusuna, kültürüne, gelenek ve göreneklerine sahip çıkması yönetici kadrolarda olsa gerek. Çok değil otuz yıl geriden bugünlere doğru baktığımızda olumsuz değişimin varmış olduğu noktayı kavramakta güçlük çekiyorsunuz. Dicle Üniversitesi’nin iki yıl kadar önce (1989’da) Diyarbakır’da düzenlediği sempozyumda bir ağabey hemşerimizin ağlamaklı bir sesle dile getirdiği serzenişi şimdi yeniden duyar gibi oluyorum. O ağabeyimiz, Diyarbakır’ın sokaklarında caddelerinde tanımadığı bir kenti gezer gibi dolaştığını, bir zamanların uygar ve saygın kentinden günümüz kalanların hızla tükendiğini görmek bahtsızlığını yaşadığını anlatırken, ortak bir acımıza parmak basıyordu. Diyarbakır’ın otuz kırk yıl öncesini bilmeyen, bu kentte o dönemin yaşamına karışmamış olanlar için, bu yakınmanın kuşkusuz hiç bir anlamı yoktu. Ama bizler, yeniyetmelik ve ilk gençlik yıllarını bu kentin havasını soluyarak yaşamış olanlar için, bu sözler aynı zamanda bir ağıttı.

Diyarbakır’a son birkaç kez gidişimde hep bu ağıtın yankıları yansıdı kulaklarıma. Bir zamanlar heybetiyle gurur duyduğumuz sırası geldikçe Çin seddinden sonra ikinci sırayı aldığını övünçle söylediğimiz surların çevresinin, birer mezbelelik haline geldiğini, ele güne karşı Diyarbakır evi olarak gösterebileceğimiz mekanların neredeyse tümüyle ortadan kalktığını göre göre dolaşıp durdum Diyarbakır’ın sokaklarında. Bana geçmişi anımsatacak, bu kenti yeniden yaşatacak her şeyin, alıp başını gittiği bir ortamda düş kırıklığını yaşayıp durdum. Her şey uzak bir geçmişte anıların düşlere, düşlerin anılara karışıp gittiği bilinmez bir zamanda kalmış gibiydi.

Bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bu şeyleri düşlemekten ve gerçek Diyarbakır’ı anılarda yaşatmaktan başka ne yapılabilir?

Evet, Diyarbakır’ı dinliyorum gözlerim kapalı...

(Kaya Özsezgin Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Dergisi Mayıs 1991 ilk sayısı)   

 

 

KÂMURAN ŞİPAL ÜZERİNE

KÂMURAN ŞİPAL ÜZERİNE

 

YAŞAR ÖZTÜRK

 

Mustafa Kemal’in “Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır” derken sadece dini yaşam açısını kast etmiyordu. Mustafa Kemal siyasal, ekonomik, kültürel yaşamda, hayatın her alanında “tarikat-şeyh-mürit” biçiminde örgütlü yapılara karşı çıkıyordu. Boşuna “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” demiyor. Kültür, sanat ve edebiyat coğrafyasında böylesi yapılar hem kıyasıya parsel kapma, alan genişletme savaşı hem de parsel içi kavgalar içinde. Cumhuriyet bu yapılanmaları özenmeleri sarsa da, biçim, kimlik, yaşayış, anlam değişikliğine uğrayarak özü değişmeden “derin devlet”ler var.

Mevsim sonbahar. Gecenin karanlığı şafağa gebedir. Yaprakların sararıp dökülmeye başladığı günler de bahara. Gömlek değişirken doğa 24 Eylül 1926 günü Çukurova’nın bereketli topraklarında doğan; önce şair, ardından öykücü, romancı, yazar ve çevirmen olarak hayatın her alanında eserleriyle yanı başımızda olan 140’tan fazla kitaba imza atan, ne şeyh ne de mürit olan, Kâmuran Şipal 90 yaşında.

23 yaşında Varlık’ta 1949 Nisanında yayımlanan ilk ve bilinen tek şiiri doğduğu mevsimi anlatıyor: “Yine bıraktığın gibi bu diyar/ Sen sonbahar şiirlerini severdin/ Yine sonbahar/ Gündüzler bulutlu,/ Geceler sisli ve serin./ Yine bıraktığın gibi deniz/ Rengi senin yeşilin…/ Kanat çırpar yine kuşlar uzak illere/ Rüzgâr oynaşır ağaçlarda/ Yapraklar dökülür yerlere/ Yine bıraktığın gibi bu diyar/ Sen sonbahar gecelerini severdin/ Yine sonbahar”

İlk ve orta okulu Adana’da okuyan Şipal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal... gibi soluğu İstanbul’da aldı ama doğuran annesinden, kentinden kopuş onu derinden etkiledi. Ana rahminden çıkış gibidir aile ve doğduğu toprak rahminden ayrılış. Bütün öykü ve romanlarında bunu nakış gibi işleyip durdu: “Sanırım insanın yaşamındaki en güzel yıllar çocukluk çağını daha  doğrusu onun belli bir dönemini oluşturan ilkokul yılarıdır(...) Rüzgarlı bir havada renkli bir uçurtma azar azar salınmış göğe, önce küçülmüş sonra görünmez olmuştur. Sonra yine yavaş yavaş büyümüş, ip kasnağa sarılmaya başlanmıştır. Ve uçurtma çok yükseklerde yaralar alıp incinmiş, kolu kanadı kırılmış bir kuş gibi yere çakılmıştır. Bunca yıl başka kentlerde, yabancı ellerde eğleştikten sonra yola çıkılırken alınması unutulmuş pek gerekli bir şeyi, onsuz yapılamayacak bir şeyi almak için gerisin geri dönülmüştür. Unutulmuş bir şey ama ne? Yıkık bir duvar, her an çöküvermesinden korkulan harap bir merdiven sokağa çıkıldıkça karşılaşılan kör bir kuyu, daracık ara sokaklar, sokaklar içinde bir sokak, köşe başında Şam tatlısı satan hacı, bir dilim karpuz, bir dilim kavun, tulum peyniri...” 

Namık Kemal, Tevfik Fikret, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Cemil Meriç, Aydın Boysan, Reha Yurdakul, Ali Esin, Halit Kıvanç, Doğan Hızlan, Metin Akpınar ve Metin Erksan’ın okuduğu, adını okulu yaptıran 2. Mahmud'un karısından alan Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu. Küçücük bahçesiyle öğrencileri yanında yıkılan Aksaray Postanesini 9 yıl konuk eden bu okulun öğretmenleri de birbirinden değerliydi:  Nurullah Ataç, İhsan Kongar, Reşat Ekrem Koçu, Keyise İdalı.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Dostlukları sırdaşlıkları ölene kadar süren okul (?) arkadaşı Behçet Necatigil ile tanıştı. İki yıl asistan olarak çalıştı. İki yıllığına Almanya gönderildi. Dönüşte okuduğu üniversitede emekli oluncaya kadar sürdürdüğü Almanca okutmanlığına başladı. Çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Kaynak kitap sözlük yoktu. Yanında taşıdığı not defterine sözcükleri ve karşılıklarını yazıyordu. Çevirilerinde de bu not defterini sözlük gibi kullandı. Almanca hem zor bir dil hem İngilizce, Fransızca yanında gölgede kalmıştı. Ancak ikinci Dünya Savaşı’ndan Nazilerden kaçanların estirdiği bir rüzgar vardı. Almanya’ya gidiş gelişlerini sürdüren Şipal, Bayan Ingried ile evlendi. 

İlk şiirinden bir yıl sonra Varlık dergisinin 1950 Haziran sayısında “Karpuz Ticareti”  adlı ilk öyküsü yayınlandı, ayrıca Türk Dili, Yelken, Ataç, Yeni Dergi, Dönem dergilerine de yazdı. Çevirileri ile Alman edebiyatı, sanatı, psikoloji, psikanalizi ve kültürü ile Türkçe arasındaki dağları delmeye başladı.  Sabahattin Eyuboğlu gibi onun da evi kültür dergahıydı. “Evinde derinlemesine okumalar, tartışmalar, edebiyat sohbetleri yapılırdı. Özellikle Kâmuran Şipal’le, edebiyatın ana yapıtları üzerine yapılan bu sohbetler sürüp gitti.”

27 yaşında 1953 yılı “Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü”nü aldı. Behçet Necatigil’in şairliği çevirmenliğini, Kamuran Şipal’in de çevirmenliği yazarlığını şairliğini gölgede bıraktı. Almanca yazan ustaları bütün yapıtlarıyla Türkçeye kazandırmakla yetinmedi çağın en etkili iletişim aracı olan radyo için Almancadan oyunlar çevirdi.

Seçkinci olup kendini toplumdan soyutlamak yerine kalabalıklar içinde yalnız olmayı, sıradan yaşamayı yeğledi. Yaşamı, özel dünyası ile öne çıkmaktan uzak durdu.  90 yaşına basan Şipal, kendisi ile röportajlara, akademik, edebiyat tarihi araştırmalarına, anma etkinliklerine ve hatta ona verilecek olan ödüllere plaketlere sıcak bakmayarak, kibarca geri çevirerek kendi dünyasında üreterek yaşıyor ve ışık saçıyor.

Arjantinliler, “yalnızlık kötü bir eşten daha iyidir”, İngilizler ise “yalnız giden çok yol alır” der. Montaigne: “Kendimize, tümüyle bizim olan, başkalarının girmeyeceği, gerçek özgürlüğümüzü oluşturabileceğimiz tam anlamıyla inzivaya çekilip yalnız kalabileceğimiz küçük bir arka oda ayırmalıyız” ve Umberto Eco: “yalnızlık bir tür özgürlüktür” diyor. Nursel Duruel'in “Karınca Çalışkanlığı, Ermiş Sessizliği” diye tanımladığı Şipal, çevirilerine önsöz, sunu yazmayarak okur ile çevirdiği yazar arasına girmediği gibi okuru etkilemek, aklına akıl katmak, at gözlüğü takmak da istemedi. Çevireceği yazarları kendisi seçtiği gibi bir kaç istisna dışında şiir çevirmeye de pek yanaşmadı.  Franklin “İnsan kendi başına koştuğu yarışı da kazanabilir”  dediği gibi kendiyle yarıştı ve kazandı. Sömürüldü ama kimseyi sömürmedi. Çok kırıldı ama kimseyi kırmadı, incitmedi. Çünkü empati eşiği yüksek kişilerden biriydi.

1964’te ikinci öykü kitabı “Elbiseciler Çarşısı” ile  “Sait Faik Hikâye Ödülü”nü, 24 yıl sonra 1988’de son öykü yapıtı “Köpek İstasyonu” ile “Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü”nü alan Kâmuran  Şipal ilk romanı  “Demir Köprü”yü 1999’da yayınladı.  11 yıl sonra da 2010’da son romanı “Sırrımsın Sırdaşımsın” ile 2011 “Orhan Kemal Roman Ödülü”nü aldı. 2011’de “Tarabya Yaşam Boyu Çeviri Ödülü” verildi.

Kâmuran Şipal kendini neden anlatmaz, adına düzenlenmek istenen etkinliklere, verilmek istenen plaketlere sıcak bakmaz diyenlerin bilmediği bir şey daha var. Aslında yazdığı öykülerde, romanlarda ve çevirilerinde kendisi var;  kendini, insanı, yaşamı, dünyayı resimliyor. Yaşamı sırrı, yapıtları sırdaşıydı.

Yalın, duru, açık, sade, düz, abartısız, kısa dili ve anlatımı yaşamı gibidir, Şipal’in. Düşünceleri duyguları sömürmeyi, okuru büyülemeyi değil duygu düşünce tahterevallisinde hoş bir yolculuğa çıkarmayı yeğler. Yapıtlarında mitoloji, masallar, efsaneler, yerli yabancı düşünür, yazarlar, şairlerden sözler, dini kutsal kitaplardan alıntılar, Tarihi kişiler, olaylar, yerler, dile düşünceye dolanan, (“Sırrımsın Sırdaşımsın” romanına ad olan) türküler...  okuru okşar durur. Anadolu, Çukurova ağzı zaman zaman yemeğe katılan baharat gibi kendini hissettirir, rahatsızlık vermez.

Almancadan derken sadece Almanya ve öykü roman akla gelmesin. Bugün psikiyatriden pedagojiye bir çok alanda uzmanından halka kaynak olan yapıtların çevirmenidir Kamuran Şipal. Yediden yetmişe herkes anlar çünkü jargonu yoktur.

 Adler, Bachmann, Borchert, Böll, Brauche, Brecht, Brod, Canetti, Freud,  Graber, Grass,  Hesse, Hoffmann, Janouch, Jung, Kafka, Mann, Musil, Rilke, Roth, Schank, Schillemeit, Wagenbach, Weyrauch, Zeller, Zulliger, Zweig...  Çin, Eskimo, Grimm, Mısır ve Moğol Masalları...Ve kitaplaşmayan dergilerin radyo seslerinin arasında kalan çeviri yazılar ve oyunlar. 30 yazar (bir çoğunun bütün yapıtları) 142  kitap çevirisi...

Bir öyküsünde “Yaşadığı hayatın bir anlamı olmasını isteyen biriydim. Benim yaşadığım hayat anlamsızdı da bunu kendi gözlerimden saklamak için insanlık sevgisi, insanlığa hizmet gibi masallar uydurmuyor muydum acaba?” sorusunu soruyor. Yanıtını onun yaşam sırdaşı olan arkadaşı Behçet Necatigil önce  Nick’ten çevirdiği: “Biz hepimiz tarifsiz yalnızlıklar içindeyiz,/ Çünkü derinliğimiz bilinmez başkasınca/ Duyulmaz sesimiz seslensek de bir dosta,/ Yalnızız okunmayan mektuplarımızla/ Büyür içerlere doğru benliğimiz” sonra Rilke’den çevirdiği: “Yalnızlık bir yağmura benzer./ Yükselir akşamlara denizlerden,/ Uzak, ıssız ovalardan eser,/ Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir/ Ve kentin üstüne göklerden düşer” dizeleriyle veriyor.

Yalnızlık değil onunkisi “özgürlük ve bağımsızlık.” Ne diyor Özdemir Asaf “Yalnızlık, yaşamda bir an,/ Hep yeniden başlayan.../ Dışından anlaşılmaz./ Ya da kocaman bir yalan,/ Kovdukça kovalayan../ Paylaşılmaz./ Bir düşün'de beni sana ayıran/ Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Nice yıllara Kâmuran Şipal. Nasıl sen bizi yalnız bırakmadın yağmur gibi gökten yağan  yapıtlarınla okurların alkışlıyor seni, her daim tıpkı senin gibi “dimdik ayakta.”

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör