Fikret Başkaya

İktisat Profesörü, Düşünür, Siyaset Bilimci, Akademisyen, Yazar

Doğum
Eğitim
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü

Akademisyen, iktisat profesörü, fikir adamı, siyaset bilimci. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı. Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73). Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm, kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını aldı.

Başkaya, Türkiye’ye döndükten sonra askerliğini yaptığı Yedek Subay Okulu’nda “Sakıncalı Er” sayılarak Oltu (Erzurum)’ya sürgün edildi. Askerlik sonrası değişik kuruluşlarda araştırmacı olarak çalıştı. Bir süre Sosyal Hizmetler Akademisi’nde ekonomi dersleri verdi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi iktisat bölümü öğretim üyesi iken kemalizmi eleştirdiği “Paradigmanın İflası” adlı kitabından ötürü Terörle Mücadele Yasası’na muhalefetten yargılanarak yirmi ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezasını Haymana Kapalı Cezaevi’nde çekti.

Prof. Dr. Başkaya; Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği (TÖB-DER) Araştırma Başkanı (1975-76), Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) İnşaat Mühendisleri Odası Yayın ve Araştırma Müdürü (1976-78), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Sosyal ve Siyasal İlişkiler Başkanı (1978), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Akademisi öğretim görevlisi (1978-80), Bolu Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu (daha sonra Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Bölümü) öğretim üyesi (1980-93) olarak görev yaptı.

Başkaya’nın yazıları; Özgür Gündem, Özgür Ülke, Demokrasi, Ülkede Gündem, Özgür Bakış gazetelerinde yayımlandı. 1994 yılında “Gündem” gazetesinde yayımlanan ve hiçbir adli işleme konu olmayan makalelerine “Akıntıya Karşı Yazılar” (1998)  adlı kitabında yer veren Fikret Başkaya’nın, “Devletin manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle üç yıl hapsi istendi.  Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada Başkaya’nın “eleştiri sınırları içinde kaldığı”na hükmedilerek hakkında beraat kararı verildi (2005). 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başkaya’nın “Paradigmanın İflası” adlı kitabına sesli kitap projesinde yer verdi.

Resmi ideolojiyi ve dünyaya egemen liberal kapitalist eksendeki küreselleşmeyi yetkinlikle sorgulayan, Türkiye ve Orta Doğu Forumu Vakfı Başkanı Prof. Fikret Başkaya; 2012 yılı itibariyle Özgür Üniversite’nin başkanlığı görevini ve bu kuruluşta gönüllü olarak ders vermeyi sürdürdü. 1994’te İnsan Hakları Derneği ve 1995’te Genç Gazeteciler Derneği Onur ödüllerine layık görülmüştür.

 

ESERLERİ:

 

Araştırma-İnceleme:

 

Çevre Kapitalizmi veya Azgelişmişlik Süreci (1985), Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına (1985), Azgelişmişliğin Sürekliliği (1995), Dünyanın Balkonundaki İsyancılar Zapatistalar - “YDD” - Enternasyonalizm (Temel Demirer ve Sibel Özbudun ile, 1996), Sömürgecilik Emperyalizm Küreselleşme (1997), Avrupa - Merkezcilik Resmi İdeoloji - Bilim ve Sosyalizm (1998), Rant ve Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (Ömer Leventoğlu ile, 1998), Akıntıya Karşı Yazılar (1998), Avrupa-Merkezcilik Resmi İdeoloji Bilim ve Sosyalizm (1999), Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu (2000), Yediyüz Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (1999), Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü (1997), Yenilgi Tuzağı (2001), Çığırından Çıkmış Bir Dünya: Sosyal Sefaletin - Ekolojik Felaketin - Etik Yozlaşmanın Kökeni (2004), Sosyalizmin Geleceği (2004), Borç Krizi Üzerine Bir Deneme (2004), Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına: Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım Dönemi (2004), Seçilmiş Yazılar (2004), Paradigmanın İflası Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş (2006), Kavram Sözlüğü Söylem ve Gerçek (2006), Reel Atatürkçülük (2007), Resmi Tarih Araştırmaları: 3 / İttihatçılıktan Kemalizm’e (Ortak kitap, 2007), Yeni Paradigmayı Oluşturmak (2011), Ortadoğu -Yalancı Bahar (ortak kitap; Babür Pınar, Fikret Başkaya, Mahdi Darius Nazemroaya, Mahir Sayın, Michel Chossudovsky, Temel Demirer, Zait Çetinoğlu ile birlikte, 2012), Yalan (2015); Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto - Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli, Nasıl Yaşamalı? (2016), Çıkış Buradan - Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek (2022).

 

Çeviri:

 

Kalkınmanın Sonu (Francois Pantant’dan, 1985), Kapitalist Ekonominin Temelleri (Jacques Gauverneur’dan, 1996), Karanlık Zafer (Walden Bello’dan, 1998), Değişim Halindeki Dünya Sistemi (Samir Amin’den, 2000), Chris Kutschera / Kürt Ulasal Hareketi (Fransızcadan, 2001), Michel Beaud / Kapitalizmin Tarihi (Fransızcadan, 2016).

 

KAYNAKÇA: Mücellitoğlu Ali Başkaya / Yeni Mülkiyeliler Tarihi ve Mülkiyeliler (c. VII, 1970), Mehmet Ali Karahasanoğlu / Tarihi Akademik Statünün Gardiyanlarından Kurtarmak (Virgül dergisi, 15.10.2000), Fırat’ta Yaşam (12.3.2001, Evrensel (3.9.2004), Zaman (3.3.2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006), “Fikret Başkaya, Bu Cezaya Şaşırmadı” (Milliyet, 28 Mayıs 2007),  “Başkaya’ya Beraat: Eleştiri Sınırları İçinde” (Radikal, 28 Mayıs 2007), İhsan Işık / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

PARADİGMANIN İFLASI’ndan

Cumhuriyet dönemi aydınları istedikleri kadar modernist bir dil kullansınlar, hezeyanları, kuruntuları ve monolitik düşünceleri veri iken, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini boğdular. Kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilmek için her türlü "farklı" düşünceyi tehlikeli saydılar. Aydınların yönetici sınıf konumunda olduğu bir toplumsal formasyonda, kültür, bir sınıf kültürü, aydın sınıfın kültürü haline gelir. Teorik referanslarında ve afişe edilen amaçlarında "çağdaşlık" temasına vurgu yapılmasına rağmen, toplumun değişmezliği üzerine kurulu pozitivist burjuva ideolojisinin taşıyıcısıydılar. Yönetici bürokratik aydınlar toplumun temeline dokunmadan onu yerinden oynatabileceklerini sandılar. Oysa bir önceki dönemin üretim ilişkileri değişmediği sürece, insanlara şapka giydirmek, klasik Batı müziği dinletmek, Latince öğretmek vb. çağdaş bir toplum oluşturmak için yeterli olmayacaktı. S. H. Paşa, Batıcılarla ilgili olarak: "Bu medeniyetin eserlerini, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbın ahlâk ve yaşayışını memleketlerine tatbik etmenin dertlerine çare olacağına inandılar" derken, baştan beri yapılanların çağdaşlaşmak olmadığını vurgulamak istiyor.

BU BİR UYGARLIK KRİZİDİR...

BU BİR UYGARLIK KRİZİDİR...

 

FİKRET BAŞKAYA

 

1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor:  İngiliz anayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de  politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.

İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yötetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde kalmaya devam ettikçe ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adeletten, insan haklarından söz etmek abestir...

Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık’ olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşama yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...

2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalist toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dimanikler ve eğilimler varoldukça, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı... 

3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı,  borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu hizletlerini ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizliştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir sermaye “fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...

Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı  ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...

 

Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil

 

4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun  uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir “durumu’ ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].

Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu  aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği,  dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyorlarlar. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama, henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?   

 

İki seçenekten biri...

 

5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı,  doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yötetimlerin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...

İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır.  Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gekerir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...

 

İşte size bir örnek...

 

6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettikerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracaattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler, Geçen yıl sadece Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt üretemi için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer bunlar her 5 saniyede bir çoçuğun açlıktan öldüğü her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından söz ediliyordur?

Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı  insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayılmaya devam ettikçe, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...

7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez.  Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadıgı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp, nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...  

 

NEDEN KAPİTALİZMDE AHLÂK İSTİSNA, AHLÂKSIZLIK KURALDIR?

NEDEN KAPİTALİZMDE AHLÂK İSTİSNA, AHLÂKSIZLIK KURALDIR?

 

FİKRET BAŞKAYA

 

Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da "ekonomi" veya "piyasa ekonomisi" deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların ima edilme riski vardır. Dolayısıyla işin tadını kaçırmanın âlemi yok. Böylece kapitalizm denilen musibetin insanlığın normal hali olarak görülmesi, öyle algılanması amaçlanıyor...

Oysa, kapitalizm netameli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatçı/antropolog, "Büyük Dönüşüm" adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/ tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu:

"Ama hiçbir toplum,  insanî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamazdı". Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi'den yüz yıl kadar önce, "Felsefenin Sefaleti" adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu:

"En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır."

Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücudunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, "muasır medeniyeti yakalama", "kalkınma" sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...

Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor:1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya 'çılgın' rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potansiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa 'sorumluluk' kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur.

Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsurlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin "kalkınması" ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden / yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insanî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbul ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?

 

Öyleyse bu tersliğin gerisinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Malûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, bilim erbabını, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, "sivil toplum örgütü" denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi... velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda... Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, "etik değerlerden" söz etmek ne anlama gelebilir?

Böyle bir sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için "her şeyin mübah" sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa,  çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve birinin [azınlığın] durumunun "iyileşmesi" ötekilerin [çoğunluğun] durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Malûm: birilerinin iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor.

Çelişik bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar oluşturuluyor, sözde etik kurallar vaz ediyor... Dünya Bankası bundan bir kaç yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini veriyordu... Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil, yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmeleri ve insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık "durumunun" taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla...

Bir kadın komşumuz oğlunun "beceriksizliğinden, pısırıklığından, iş bilmezliğinden" yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. "Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı" dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, "yok hocam oğlum müsrif değildir, hiç bir aşırılığı yoktur" cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu... İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor... Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor.

Ve etkili/yetkili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin yapılacağını... söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin sadece göze görünen küçük bir kısmı... Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/ kokuşmuş/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi/tamamı... Durum böyle ama şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar...

Eğer kazanmak, ne pahasına olursa olsun kazanmak kural haline gelmişse, zenginlik de maddi zenginlikten [daha fazla şeye sahip olmak] ibaret sayılıyorsa, öğretmenin öğrencisini bir kazanç aracı olarak görmesi artık "olağan" bir şeydir. Öğrencisine yeterli ilgiyi göstermez, öğretmesi gerekeni öğretmez, düşük not verip, "başarısız" sayar ve ona derste öğretmediğini 'özel derste' veya 'özel dersanede öğretmeyi yeğler. Tıp profesörü, insan sağlığını iyileştirecek araştırmalar için laboratuvara kapanmak yerine daha çok 'kazanmak' için ne gerekiyorsa yapar, futbolcu ve hakem daha fazla 'kazanmak' için şike operasyonuna dahil olur, avukat karşı taraf daha çok teklif edince 'akıllı davranmayı' yeğler, hakim kararı verirken sadece 'vicdanının sesini' değil, başka sesleri dinlemeyi daha 'uygun' bulur, üniversite üyesi, bütün bir yıl boyunca öğretmediğini 'yaz okulunda' beş, altı haftada öğretir, verdiği derslerin saatini akşama, değilse geç saatlere kaydırmayı yeğler ki 'kazancı artsın'.., bakanlığın ilgili büyük/küçük memuru ihaleyi en çok "komisyon" verene "lâyık görür", belediye başkanı imar planında değişiklik yaparak hızla "kalkınır..." İşbitirici müteahhit de işi 'iyi bitirmenin' bir gereği olarak, demirden, çimentodan, mümkün olan her şeyden, ve tabii en çok da işçinin emeğinden çalmayı yeğler... Ve inşa ettiği evler çöktüğünde ve insanlar  öldüğünde bunun bir 'takdir-i ilâhî' olduğu söylenir...

Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: Yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir "trafik kazasına" uğramayı, değilse "faili meçhul" bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp 'akıllı'. 'gerçekçi' olma yolunu seçecektir... Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ "çürük elmalardan" söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Çuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir...

Kumar dememek için "şans oyunu" deniyor... Aslında portresi on milyarlarca dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil, milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddia, kazı-kazan, at yarışları, paralı yarışma programları, vb.  devasa bir kumar sektörüdür.  Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan, bir emek harcamadan da 'kazanılabildiği' bilincinin yerleşmesini sağlıyor. Aslında genel bir çerçevede bu 'oyunlar' oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri için bir tür ek vergi demektir... Amaç işlevi birilerini 'ütmek' olsa da, asıl tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir.

Slogan şöyle: "Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın"? Siz küçük hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde 'büyük hırsız' gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar... Fakat büyük hırsızların 'en büyük hayır sever, yoksul dostu' olarak sunulması da burjuva uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine harcarlar, hayırseverliğin timsali olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların elinden ödül alırlar... Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla... Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, 'bağımsız karar verme' yeteneklerini dumura uğratıyor...

Metalaşma, paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk etkinliğin  de bu sürecin dışında kalması mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın, metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihanet etmeden kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve unutmamak gerekir ki, kapitalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicelliğin kural olmasıdır.

Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür 'makineye' indirgeyen, maddi zenginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nirengi noktası [ point de repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar? (FB/NV)

 

 

 

 

 

 

 

KRİZ DEĞİL, ÇÖKÜŞ...

KRİZ DEĞİL, ÇÖKÜŞ...

 

FİKRET BAŞKAYA

 

Kapitalizm, İkinci emperyalist savaşın (1939-1945] ardından yaklaşık 30 yıl sürecek bir yükselme dönemine girdi. Kâr oranları, verimlilik ve üretimde önemli artışlar kaydedildi. Bu döneme Fransız iktisatçıları "şanlı otuzlar" diyecekti... Fakat balayı uzun süremezdi, zira krizler kapitalizmin mantığına ve işleyişine içkindir. Kapitalizm krizsiz yapamaz, yağmur bulutta ne kadar içerilmişse, kriz de kapitalizmde o kadar mündemiçtir... 1970'li yılların ortalarından itibaren (1974-75) kriz, tüm emperyalist ülkeleri yeniden etkisi altına aldı ve tüm dünyayı kapsar hale geldi. Krize, petrol krizi dediler. Hızını alamayın ırkçılar, krizi Arapların peydahladığını söyleyecek kadar ileri gittiler... Başka türlü söylersek, krizin "dışsal", arizî bir şey olduğu söylendi... Oysa, ortalama kâr oranı, verimlilik ve üretimde önemli düşüşler söz konusuydu, sistem genişleme döneminin sonuna dayanmıştı. Velhasıl kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti, veya aynı anlama gelmek üzere kriz, yeni bir uzun dalganın, yeni bir uzun durgunluk döneminin habercisiydi...

Sermaye sınıfı kâr oranlarını restore etmek üzere, savaş sonrası dönemin tüm kazanımlarına savaş ilan etti ve ünlü neoliberal sosyal ve ekonomik politikalar dayatıldı. "Sosyal devleti" aşındırmak üzere kapsamlı bir saldırıya geçilmişti. Sendikalar etkisizleştirildi, reel ücretler düşürüldü, sermayeden alınan vergiler azaltıldı, sosyal harcamalar kısıldı, özelleştirmeler dayatıldı, sermayenin hareketini kısıtlayan tüm düzenlemeler tasfiye edildi ve buna, liberalizasyon (serbestleştirme) dendi. Devletin yapısı ve işleyişi sermayenin tek yanlı çıkarını gözetecek şekilde yeniden dizayn edildi. Ama söylem farklıydı... Devleti küçültmekten söz ediliyordu oysa asıl amaç sermayeyi büyütmekti... Buna da "déreglemantasyon (kuralsızlaştırma) dendi. Kamuya ait olan, toplumun ortak kullanımına sunulmuş ne varsa özelleştirildi... Özelleştirmeden sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri... velhasıl hiç bir şey muaf değildi... Metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış, soysuzlaşmamış hiç bir şey bırakılmadı... Dönemin üç sloganı: liberalizasyon, deregülasyon ve privatizasyon du (özelleştirme). Bir de kaydırma (delokalizasyon) yoluna gidildi. Emperyalist merkezlerdeki kapitalist işletmeler 'ucuz işçi cenneti' denilen, ücretlerin ve sermayeden alınan vergilerin çok düşük, çevre koruma mevzuatının da pek olmadığı azgelişmiş ülkelere [Çevre'ye] kaydırıldı. Fakat sermayeden alınan vergilerin düşürülmesi de yeterli görülmemiş olacak ki, sermaye "vergi cennetlerinin" yolunu tuttu... Esasen bir tür "kolonizasyon" söz konusuydu... Sermayenin bu kapsamlı saldırısına, Sovyet sisteminin çöktüğü 1989-1990 sonrasında küreselleşme denilecekti... Aslında emperyalist saldırı dememek için bir edab-ı kelam yapılmıştı...

 

Geride kalan dönemde sermaye kâr oranlarını büyük ölçüde restore etmeyi başarsa da, verimlilik ve üretim artışı bahsinde sürekli olarak tökezlemeye devam etti... Kâr oranlarındaki artış, ücretlerin bastırılmasının, başka türlü söylersek, sömürü oranının yükseltilmesinin sonucuydu... Ve en kapsamlısı 2007-2008'de olmak üzere, neoliberal denilen 1980 sonrası dönemde irili-ufaklı 10 kriz yaşandı ve sistem patinaj yapmaya devam ediyor. Dayatılan neoliberal politikalar sistemi "rayına oturtmakta" yeterli olamadı. Üstelik ilaç hastalığın nedeni haline geldi! Sistem hayli zamandır, düşük büyüme, aşırı gelir dağılımı dengesizliği ve aşırı borçlanma ve derinleşen doğal çevre tahribatı temelinde yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor. Ve artık sistemin mantığı dahilinde bir çıkış yolu da görünmüyor.

Lâkin, mevcut durumu artık "kriz" kelimesiyle ifade etmek uygun değil... Zira kriz, normal durumdan bir sapma demeye gelse de, normale dönüşü de ima eder. Velhasıl, geçici bir duruma gönderme yapar... Bu yüzden kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu çöküş kavramı daha iyi karşılıyor. Artık kapitalizm tarihsel sınırına dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor... Eğer bundan böyle hala krizden söz edilecekse, en azından "kapitalizmin nihai krizi" demek gerekecek!

O halde sadede gelebiliriz. Neden böyle oldu? "Ücretli kölelik sistemi" neden patinaj yapıyor? Neden yolun sonuna gelindi? Neden sistemin sorun çözme yeteneği aşınmış durumda? Avusturya kökenli Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter, kapitalizmin "bir yaratıcı yıkıcılık sistemi" olduğunu söylemişti... Görünen o ki, artık kapitalist sistem yaratıcı yıkıcılık değil, tam bir "yıkıcı yıkıcılığa" dönüşmüş bulunuyor. Zira, her seferinde çözdüğündün daha çok sorun üretmeden, sorunları azdırmadan yol alamıyor, Yaptığından daha çoğunu bozmadan, var olan sorunları azdırıp yenilerini peydahlamadan edemiyor...

O halde neden böyle oldu? Böyle bir tablonun, böylesi bir sonucun, başka türlü söylersek, bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının başlıca iki nedeninden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, doğrudan kapitalizmin mantığını, işleyişini ve temel eğilimlerini angaje ediyor. Bu bakımdan kapitalizm bizzat kendi sınırına dayanmış bulunuyor; İkincisi, kapitalist işleyiş, doğaya ve insana zarar vermeden yol alamıyor. Şimdilerde "ekolojik sorun" denilenin gerisinde kapitalizmin bu kör mantığı yatıyor. Ve kapitalizm, kendi dışındaki bir sınıra, ekolojik sınıra da dayanmış bulunuyor...

Kapitalizmin kendisiyle ilgili çelişkiyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizm çılgın rekabete, vahşi rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet, üretim tekniklerini sürekli yenilemeyi, geliştirmeyi, bu günün revaçta tabiriyle inovasyonu zorluyor. Her seferinde makina daha çok işçiyi işinden ediyor. Zaten kapitalizmin tarihi bir bakıma makinanın işçinin yerini almasının tarihidir. Lâkin bir sorun var: makina yeni değer üretmez, robot yeni değer/fazla değer üretmez. Değeri sadece ve sadece canlı emek, eti-kemiği olan insan/işçi üretebilir... Makina/robot daha önce canlı emek tarafından üretilmiş, makinada dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır... O zaman şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer makina yeni değer, fazla değer yaratmıyorsa, kapitalist, işçiyi makina ile neden ikame etsin? Makina daha hızlı ve daha çok üretmeye imkân verdiği için! Böylece en ileri teknikleri öncelikle üretim sürecine sokmayı başaran kapitalistler, rakipleri karşısında avantajlı duruma geliyorlar, pazar paylarını, dolayısıyla kârı yükseltmeyi, toplam artı-değer kütlesinden daha fazla pay kapmayı başarıyorlar...

Fakat bir sorun var: Makina/robot Coca-Cola içmez. Milyonlarca işçinin yerini alıyor ama milyonlarca işçinin satın alma gücünü de yok ediyor. Marksist bir tabiri kullanmak gerekirse, bir realizasyon sorunu veya üretilenin satılmama sorunu ortaya çıkıyor. Günlük dildeki talep yetersizliği... Zira realizasyon ancak satışla gerçekleşir... Makina/robot değer yaratmadığına göre, bu her ileri aşamada daha az değer üretildiği anlamına gelir... Velhasıl sistem temelli bir çelişkiyle malûldür... Bir fikir vermek için, eğer, iletişim ve enformasyon teknolojileri bu günkü tempoyla gelişmeye ve kullanılmaya devam ederse, önümüzdeki 10-20 yılda, halen çalışan her iki işçiden/çalışandan birinin işini kaybedip, "işsizler ordusuna" katılması kimseyi şaşırtmasın...

İkincisi, kapitalizm yatay ve dikey genişliyor. Daha önce kapitalist ilişkilerin hakim olmadığı alanlara doğru genişliyor, etkisi altına alıyor, dönüştürüyor. Bir de daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu yerde dikey olarak derinleşiyor. Şimdilerde bu iki genişleme alanı da önemini kaybetmiş bulunuyor. İki alanda da sınıra ulaşıldı...

Kapitalizm sınırsız üretim dinamiğine sahip, lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı. Ve belirli bir eşik aşıldığında, kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor. Bir şey daha var: kapitalist işleyiş, doğaya verilen zararları dikkate almıyor. Burjuva iktisatçıları buna "dışsal ekonomiler" diyor ama öyle pek de dışsal olmadığı şimdilerde anlaşılmış bulunuyor. Atmosfer ısınıyor, bir bütün olarak ekolojik denge bozuluyor, okyanuslar tuzlanıyor, canlı türleri ve biyolojik çeşitlilik yok oluyor, su, toprak, hava kirleniyor, tatlı sular azalıyor, başta enerji kaynakları ve stratejik madenler olmak üzere, üretim için vazgeçilmez doğal kaynaklar kıtlaşıyor, her seferinde enerji üretimi pahalanıyor... Artık sistem tam bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda... İşte, ekonomik kriz, finansal kriz, iklim krizi, enerji krizi, politik kriz, jeopolitik kriz, gıda krizi, sosyal kriz, etik krizi, vb.... Üstelik bu krizlerin her biri de bir diğerini ve/veya diğerlerini azdırmak koşuluyla. Mesela, iklim krizi fosil yakıtların aşırı kullanılmasının sonucu. Atmosferin ısınmasını durdurmak için fosil yakıtları toprağın altında tutmak gerekiyor. Lâkin petrol, sistemin damarlarında dolaşan kan, dolayısıyla öyle bir şeye, muazzam bir ekonomik krizi, daha doğrusu yıkımı göze almadan tevessül etmek mümkün değil. Sanıldığı gibi kısa ve orta vadede petrole/doğalgaza/kömüre bir alternatif üretmek de mümkün değil...

Nobel ödülü sahibi de olan, Rus kimyager-fizikçi Ilya Prigogine: "eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz" diyor. Şimdilerde kapitalist dünya sisteminin manzarası tam da öyle... Artık sistemin mantığı dahilinde düzlüğe çıkma imkânı yok. Bir çöküş hali söz konusu. Çöküş kaçınılmaz. Eğer öyleyse, büyük insanlık için iki seçenek var demektir: 1. Bu çöküşün altında kalmak; 2. Aklını başına almak, sürece müdahale etmek, aracın direksiyonunu sola kırmak, insanlığın yegane vazgeçilmez ufku olan sosyalizme, komünizme giden yolu aralamak... Kimse kendini aldatmasın, bu ikisi arasında bir orta yol yok! Gerçi barbarlıkla sosyalizm dışında bir seçenek yok ama "Büyük İnsanlık" elini çabuk tutmazsa, insanlığın bir geleceği de olmayabilir... İnsanlık ve uygarlık kritik eşiğe gelip dayandığına göre, bundan sonra şeylerin seyri, Büyük İnsanlığın ve onların safındaki entelektüellerin basiretine bağlı olacak...

HELÂLCİ SENDİKA KONFEDERASYONU...

HELÂLCİ SENDİKA KONFEDERASYONU...

 

FİKRET BAŞKAYA

 

İki yılda bir Ağustos ayında, memur sendikaları konfederasyonları ve hükümet tarafından bir oyun sahneliyorlar. Aslında devletin sahnelediği oyunda sendika konfederasyonları figüran olarak kullanılıyor demek daha doğru. Sendika konfederasyonları ücret artışı da dahil bir dizi talep ileri sürüyor, daha doğrusu sürüyormuş  gibi yapıyor. Hükümet de o talebi dikkate alıyormuş gibi yapıyor ve sonuç her zaman hükümet tarafından önceden belirlenmiş "ücret artışının" dayatılmasıyla sonuçlanıyor. Aslında ortada reel bir ücret artışı da yok! Ve bu sahte oyuna "toplu sözleşme görüşmeleri" deniyor. Lakin gözden kaçan bir şey var: Toplu sözleşme masasına oturan sendikanın grev hakkı yok. Grev hakkı olmayan bir sendikanın da o masaya oturmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Zira sendika, sendika değil... Memur konfederasyonlarının teklifi Hükümet tarafından kabul edilmezse, 'Hakem Kuruluna' havale ediliyor. 11 üyeli Hakem Kurulu da zaten devlet demek...

Türkiye'de tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı devlet memurları kendilerini 'ayrıcalıklı' bir sınıf olarak görürlerdi ve gerçekten de az-çok öyleydiler. Boşuna "devlet başa, kuzgun leşe" denmemiştir. Fakat, kamu bürokrasisi söz konusu olduğunda nüanse edilmesi gereken bir husus var: Zira, bürokrasinin yüksekleri egemen sınıfın bir parçasıdır ve sınır muğlaktır ki, sorun yaratma istidadı vardır... Neoliberal küreselleşmeyle birlikte memur kesimi yoksullaştı. Özeleştirmeler başta olmak üzere, neoliberal politikalar memurların konumunu ve statüsünü iyice aşındırdı. 1980'li yılların sonundaki "işçi baharı" da denilen ünlü işçi eylemleri, giderek yoksullaşan memur kitlesine de esin kaynağı oldu ve devlet memurları sendikalaşma yönünde ciddi bir çaba içine girdiler. Bu yolda büyük bedeller de ödediler... En sonunda sendika kurma hakkını elde ettiler ama kazandıklarını sandıkları anda kaybetmişlerdi... Zira devlet içi-boş örgütlerin kurulmasını güvence altına almıştı... Daha doğrusu mücadele yeteneği olmayan, içi boş örgütlerin kurulmasına izin vermişti...  Ortada bir sendika var ama grev hakkı yok...

Tabii yanlış daha baştan yapılmıştı. Aslında memurlar, işvereni devlet olan işçilerdir. Daha uygun bir tabir kullanmak gerekirse proleterlerdir. Zira emeklerini satamadıkları zaman açtırlar... Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksundurlar. Dolayısıyla ayrıca bir memur sendikası kurmaya gerek yoktu. Fakat devlet işçi sınıfını ne kadar parçalarsa, eli o kadar güçlenir... Önce işçi sendikalarından ayrı memur sendikası kurulması sağlandı, sonra da memurların 11 dalda örgütlenmesi dayatıldı. Bir sürü sendika, bir sürü konfederasyon ortaya çıktı ve mücadele yetenekleri zaafa uğratıldı... Şu an itibariyle sendika üye aidatları bile devlet tarafından ödeniyor... Üye aidatının devlet (işveren) tarafından ödendiği bir örgüt sendika adını hak etmez! Zira, aidat ödeme eylemi işçinin/memurun sendikayla bağını kuran, örgütüne yabancılaşmasını engelleyen önemli unsurlardan biridir.

Memur Sen Konfederasyonu aslında AKP'nin yandaş örgütü ama yine de ona sendika diyorlar. Toplu görüşmelerde ücret artışı yerine, "yemeklerde helâl gıda sertifikalı ürün kullanılması ve haç izni verilmesi" talebini ileri sürmüş ve tabii Siyasal İslamcı AKP Hükümeti tarafından "memnuniyetle" kabul edilmiş... Aslında 'helal gıda' dedikleri tam bir soytarılıktır. Amaç, sözde Müslüman kapitalistlerin kârını ve pazar payını büyütmektir. Hile-i Şeriyyedir... Dini kâr amacıyla kullanmaktır. Aslında söz konusu sendika memurların değil, devletin ve sermayenin bir örgütüdür. Bu durum bir başka bakımdan da önemlidir: Kapitalizmin dini nasıl hizaya getirdiğinin de bir göstergesidir. Her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçen kapitalizm,  dini esirgeyecek değildi herhalde...  Dolayısıyla ahın-vahın bir manası yok... "Böyle kiliseye böyle papaz" denmiştir... "Böyle memura da böyle sendika" denecektir...

 

Sendikalara dair retorik ve realite...

 

Marx, sendikalarla ilgili olarak: " Sendikalar işçileri bir örgüt çatısı altında toplayarak, önemli bir iş başarıyorlar ama mücadeleyi sistem dahilinde yürütme tercihi yaptıklarında  da daha baştan kaybediyorlar" demişti. Geride kalan dönemde yaşananlar Marx'ı haklı çıkarmış görünüyor. Zira, kapitalizmi aşma, kapitalizmden çıkma perspektifi yokluğunda, sistem dahilinde mücadeleyle kalıcı kazanımlar elde etmenin mümkün olmadığı anlaşılmış bulunuyor... Sendikalar bürokratik yapılardır ve bürokrasi doğası gereği gericidir. Nitekim dünya güzeli Rosa Luxemburg, "Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür" demişti... Dolayısıyla, bürokratik yozlaşmaya uğramış kurumların hayırlı bir şeyler becermesi mümkün değildir. Zamanla sendikalar işçi kitlesine yabancılaşıyor ve sendika bürokrasisisin çıkarı işçi sınıfının çıkarıymış gibi sunuluyor. 40 yıl sendika başkanlığı, sendika yöneticiliği yapanlar var. Bir mukayese ögesi olarak, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğunu hatırlamak gerekir. Bu durum sendikacılığın da diğerleri gibi bir meslek olduğu anlamına gelir.

Marx, sendika yönetimlerinin işçi kitlesine yabancılaşmasını önlemek üzere iki öneri geliştirmişti: 1. profesyonel olarak sendikada çalışanların bir veya iki seferden fazla o görevde kalmaması, rotasyonun esas olması ve 2. Sendikada görev alanların bir kalifiye işçiden fazla ücret almaması... Bu ilkeler kısmen KESK sendikalarında uygulanıyor ama bu günün koşullarında bürokratik yozlaşmaya bir çare olmaktan uzak... Netice itibariyle  sendikacılık bir sınıf atlama aracına dönüşüyor. Dikkat edilirse, sendikalarda çalışanlara yapılan muamelenin, herhangi bir kapitalist işletmedekinden farklı olmadığı görülecektir. Sendika bürokrasisi, aidatlardan biriken muazzam kaynağı tasarruf ediyor. Yaşam standartları ortalama bir işçininkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İşçi sınıfının tepesinde bir ur gibidirler... Aslında "karşı taraftadırlar..." Sendika ve konfederasyon başkanlarının oradan milletvekilliğine, duruma göre bakanlığa, terfi etmeleri de istisna değildir... Üye sayılarını sürekli artırma gayreti içindedirler ama sistemi zorlamak, işçiler lehine kazanımlar elde etmek elde etmek için değil, aidat stokunu büyütmek, iktidarlarını sağlamlaştırmak için...

Sendika bürokrasileri kendi iktidarlarını koruyabildikleri sürece, "amacın hasıl olduğunu" düşünürler... Sanılanın aksine, işçiler sınırlı kazanımları sendikalar sayesinde değil, sendikalara rağmen kazanmışlardır... Bunlar esas itibariyle "kontrol örgütleridir". İşçi sınıfını sistem dahilinde tutmak, radikalleşmesinin önünü kesmek, velhasıl sınıfı ehlileştirme misyonuna koşulmuşlardır. Sermayenin, devletin safındadırlar ama retorik farklıdır... Her zaman söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk vardır...

Kapitalist patronlar işçilerin dayatmasıyla, bir grev tehdidiyle karşı karşıya geldiklerinde, grevin neden olacağı muhtemel kayıplarla, ücret artışı sağlandığı durumda ödeyecekleri bedelin muhasebesini ve muhakemesini yaparlar. Eğer kapitalizm yükselme dönemindeyse, ekseri ücret artışlarını sîneye çekme eğilimindedirler ama kriz ve/veya durgunluk durumu söz konusuysa, grev restini görmeye eğilimlidirler... 

Neoliberal küreselleşmeyle birlikte sendikalar, dünyanın her yerinde önemli üye kaybına uğradılar, tabanları eridi. Sermayenin önünün sonuna kadar açılması, tüm engellerin ortadan kaldırılması, sermayenin pazarlık gücünü iyice artırdı. Bir ülkede işçiler ücret artışı talep ettiklerinde, kapitalistler pılıyı-pırtıyı toplayıp, "ucuz işçi cenneti" denilen, sınıf bilincinin zayıf, örgütlülük düzeyinin düşük olduğu ülkelere göç ediyor. Ve gittiği yerde sadece ucuz işgücüne kavuşmuyor. Ucuz doğal kaynak, ucuz enerji, düşük vergiden de yararlanıyor. Üstelik çevre koruma kaygısından da muaf oluyorlar. Eğer, bir zaman sonra işçiler örgütlenip, taleplerini yükseltirse, daha "elverişli" ülkelerin yolunu tutuyorlar... Bunun anlamı her bir ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, diğer ülkelerdekilerin "rakibi" durumuna getirilmesidir. Oysa, "Bütün ülkelerin işçileri birleşin" sloganı boşuna ortaya atılmamıştır...

Bu yenilgi tuzağından kurtulmanın yolu, bir işçi sınıfı enternasyonali oluşturmaktan geçiyor ki, bu mümkün. Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşmişken, dünya işçilerinin ve ezilen halkların ortak bir amaç için mücadele etmesine bir engel var mı? Kapitalizmin insanlığı ve uygarlığı taşıdığı yer ortadayken, artık eskisi gibi yapmanın bir anlamı ve değeri yok. Dolayısıyla, bürokratik olmayan, gerçekten devrimci, doğrudan kapitalizmi aşma perspektifine sahip yeni örgüt modelleri ve mücadele yöntemleri keşfetmek, Büyük İnsanlığın iradesini aşan bir şey değildir... Velhasıl, bütün mesele potansiyeli harekete geçirebilmekle, realize edebilmekle ilgilidir...

 

" Felaketler ve yıkım geliyorum diyor"

" Felaketler  ve yıkım geliyorum diyor"

 

Fikret Başkaya ile kapitalizm ve ekolojik kriz üzerine söyleşi.

 

Emrah A. Dağıstanlı

 

Ekolojik krizden ne anlaşılıyor. Ekolojik kriz dendiğinde aslında ne kastediliyor?

 

Ekolojik krizden biyolojik çeşitliliğin azalması, doğal kaynakların tükenmesi, küresel kirlenme ve tabii "iklim krizi" veya "atmosferin ısınması" anlaşılıyor...

 

O halde bu krizlerin gerisinde ne var? Neden böyle bir tablo ortaya çıktı?

 

Bu durumun gerisinde kapitalizm var, zira kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz. Kapitalizm akla, mantığa, izana ve sağ duyuya aykırı bir sistemdir. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor... Esasen kapitalizmde ilişki tersliği vardır. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır. Çılgın rekabetten dolayı her kapitalist işletme, her seferinde daha çok üretmek zorunda. "İleriye doğru kaçmak zorunda"... Başka türlü yapamaz. Sistem sınırsız büyüme eğilimine ve dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. Bir şey üretmek, doğadan bir şey çekmek, eksiltmek demektir... Üstelik üretirken de, tüketirken de kirletmek kaçınılmazdır. Fakat kapitalistler doğaya verdikleri zararın bedelini ödemeye yanaşmazlar... Doğayı sınırsız yağmalanabilir, talan edilebilir bir şey sayarlar... Zarar doğaya ve topluma fatura edilir. Durum böyle olunca, sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme saçmalığı, bütün dengeleri alt-üst etti ve sistem duvara dayandı.. Artık genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor... Dünya hızla yaşanmaz bir yer haline geliyor

 

Oysa iktisat kitaplarında kapitalizmin gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğu söyleniyor?

 

Bunu kim söylüyor? Zira, nereden konuştuğun, nereden, kimin tarafından baktığın önemlidir... O kitaplarda yazılanın bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur... Kapitalist sömürüyü, yağmayı ve talanı, ve tabii burjuva egemenliğini meşrulaştırmak/kabullendirmek/dayatmak amacıyla uydurulmuş safsatalardan ibarettir...

 

Sözünü ettiğiniz bu durumun başlangıcı ne kadar gerilere gidiyor. Ekolojik bozulmaya bir tarih vermek gerekirse, hangi tarihi dikkate almalıyız?

 

Aslında bozulma süreci kapitalizmin sahneye çıktığı 15. yüzyılda başlıyor ama sanayi devriminden sonra (1780'li yıllar) hızlanıyor. Tabii iki tarih daha vermek gerekiyor. Biri II. emperyalist savaş sonrası, diğeri de 'yükselen ülkeler' denilenlerin sahneye çıktığı yaklaşık son 20-25 yıl... Aslında kapitalizm insan toplumlarıyla doğa arasındaki ilişkiyi bozdu, ters/yüz etti... Doğa, sınırsız yağmalanabilir, talan edilebilir bir şey, pasif bir nesne sayıldı. Bu, "kapitalizm merkezli" [capitalocene) bir sapmaydı. Kapitalizm insan ihtiyaçlarıyla o  ihtiyaçların karşılanması (tatmin edilmesi) arasındaki ilişkiyi bozdu. Kapitalizmde üretimin birincil amacı ihtiyaçları karşılamak değil, piyasada satmak, kâr etmek amacıyla mal üretmektir. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Üretim başlı başına bir amaç haline geliyor ve insan ihtiyaçlarına yabancılaşıyor. Rekabet her kapitalisti/kapitalist işletmeyi rekabetçi olmaya zorluyor. Rekabet edebilmenin birinci koşulu da, en ileri üretim tekniklerine [yüksek teknolojiye] sahip olmakla mümkün. Dolayısıyla kapitalizm teknikçi bir sistemdir ve sürekli olarak canlı emeği (işçiyi) makinayla ikame etme zorunluluğu vardır. Başka türlü söylersek, her ileri aşamada daha çok makina, daha az canlı emek (işçi) kullanma zorunluluğu var. Lâkin önemli bir sorun var: Makina yeni değer/fazla değer üretmez... Daha önce harcanmış ve makinada içerilmiş (donmuş) değeri yeni ürüne transfer eder. Daha hızlı ve daha çok üretmeye yarar sadece... Bunun da iki sonucu var: Birincisi, üretilen malları satmak (realizasyon) zorlaşıyor, zira sistem işsizliği ve yoksulluğu artırarak yol alabiliyor. Ve ikincisi de , her ileri aşamada daha az değer üretiliyor ve bunun sonucunda da kâr oranları düşüyor... Marx'ın ünlü kâr oranlarının düşme eğilimi yasası dediği... Ve tabii sistem krize giriyor.

 

Bu gün itibariyle küresel ısınmanın ve doğal çevrenin bozulmasının kaygı verici bir sınıra geldiğini söylemek mümkün mü?

 

Bu ikisinde de durumun kaygı verici olduğunda hiç şüphe yok! Eğer insanlar olabildiğince çabuk  harekete geçip, radikal tedbirlerle bu tehlikeli gidişi durduramazlarsa, sanılandan çok erken bir tarihte gezegenimizin önemli bölgeleri yaşanamaz hale gelecek... Daha şimdiden 'sınırın aşılmış olduğunu' söyleyenler bile var... Nitekim, Fransız iklimci Jean Jouzel ve bir grup bilimci, eğer önümüzdeki  3 yıl içinde sera etkisi yaratan gaz emisyonu durdurulamaz ise, gezegenin 'yeni tip bir iklim' dönemine girebileceğini iddia ediyorlar... Zira, sıcaklığın 50 derecenin üstüne çıktığı durumda nelerin olabileceğini kestirmek zor değil.

 

Mesela neler olabilir?

 

Bir kere yangınlar artabilir, gıda üretimi olumsuz etkilenebilir. Gıda verimliliğinde (randıman) büyük düşüşler yaşanabilir. Seller, su baskınları, hortumlar, fırtınalar daha yıkıcı hale gelebilir... Sıcaklık artışının en çok hissedildiği bölgelerden mülteci akını devasa boyutlara çıkabilir. Afrika boynuzundan, Orta-Doğu'dan, İran ve Pakistan'dan büyük bir mülteci akın olabilir. Zira, daha şimdiden dünyada 65 milyon "iklim mültecisi" var... Nitekim 2016 verileri, sıcaklık seviyesinde, sera gazı emisyonunda, okyanuslardaki yükselmede, kuraklıkta. vb. önemli artışlar kaydedildiğini gösteriyor. Bu süreç devam ederse, sıcaklık bu hızla artmaya devam ederse, mesela bundan 50-60 yıl sonra Güney Doğu Asya 'yaşanabilir bir yer olmaktan çıkabilir... Daha şimdiden Okyanuslardaki mercanların %25'i yok olmuş durumda... Omurgalı hayvanların sayısında da alarm verici bir azalma var... Biyolojik çeşitlilik hızla yok oluyor! Fakat daha da ürpertici bir şey var: Eğer buzullar bu hızla erimeye devam ederse, okyanusların 7 metre yükseleceği tahmin ediliyor... Bütün bunları özetleyecek bir şeyi daha hatırlatabiliriz: Bu yılın (2017) Temmuz ayı sonundan beri, gezegenimiz 'borçla" yaşıyor... Başka türlü söylersek, insanlık 7 ayda dünyanın bir yılda ürettiği doğal kaynağı harcamış/kullanmış bulunuyor... Bu da, beş ay borçla devam edecek demektir!.. Ve her geçen yıl "borçlanma tarihi" daha da öne çekilmek kaydıyla... Dolayısıyla, borçla yaşayan sadece devletler, şirketler ve aileler değil!  Gezegen de borçlu... Artık, mevcut şımarık üretim ve tüketim düzeyini sürdürmek mümkün değil. Bir fikir vermek için, eğer dünyadaki herkes, her birey Fransa'nın ortalama yaşam düzeyinde yaşasaydı, şimdiki gibi 3 gezegen gerekecekti... Hesap ortada değil mi?

 

Açıklama: Macintosh HD:Users:fb:Desktop:poluttion2-40ad9.jpg

 

Durum böylesine vahim ise eğer, ABD Başkanı Donald Trump'ın "Paris İklim Anlaşmasından çekilmesi büyük bir çelişki değil mi?

 

Çelişkiden de öte tam bir saçmalık... Başkan Trump bir oligark. ABD oligarşisinin bir üyesi. Elbette petrol, otomotiv, inşaat tekellerinin, silah tekellerinin, agro-endüstri tekellerinin, ilaç tekellerinin, v.b. ve onların lobilerinin istediği istikamete gidecek. Bir bütün olarak Amerikan Oligarşisinin çıkarlarını gözetecek. Lakin gözden kaçan bir şey var: Biliyorsun "Paris İklim Zirvesi”nden [2015], önce iklim kriziyle ilgili 2 zirve daha yapılmıştı. Ünlü "Kyoto Protokolü" 1997 ve 2009 Kopenhag Zirvesi... Fakat, her zirveden sonra atmosfere karışan sera gazı miktarı artmaya devam etti... Dev şirketler ve lobileri mevcut durumun değişmesini istemiyor... Yapılan anlaşmaların ekseri bir bağlayıcılığı yok... O zaman tüm bu şatafatlı 'zirveler', 'protokoller', seyirciyi oyalama işlevi görüyor... Amerikan başkanlarından George Bush (baba), "Amerikan yaşam tarzı pazarlık konusu yapılamaz" demişti. Aslında bu Avrupa ve Japon yaşam tarzı da pazarlık konusu yapılamaz demeye geliyor. Zira kollektif emperyalizm bir bütündür... Böyle bir anlayış geçerliyken zirveler anlamlı olmaktan çıkıyor?

 

Amacı ve varlık nedeni sürekli olarak kârı ve sermayeyi büyütmek olan bir sistemde, çevre korumanın imkânsız olduğunu mu söylüyorsunuz?

 

Bir halk deyişi: "Sistemin motoru kâr ise, orada yıkım ilerleme sayılır" der... Öyle bir sistem ki, her seferinde daha çok üretmek zorunda ve üretilenin de mutlaka satılması, tüketilmesi gerekiyor. Başka hiç bir kaygı da olmayınca, çevre tahribatı ve ekolojik yıkım neden şaşırtıcı olsun, neden bir istisna olsun? Mesela bir oto-yol yapıldığında bu büyük bir başarı olarak sunulur. Oysa o oto-yol atmosferin ısınmasından tutun da, bir dizi tahribata ve yıkıma neden oluyor. Oto-yol ekosistemi yok ediyor. Mesela yolun bir tarafındaki canlılar, diğer taraftaki su kaynağına ulaşamaz ve ölür... Bir proje ne kadar büyükse ekolojik yıkım da o kadar büyüktür. Onun için "Büyük Projelere" mutlaka karşı çıkmak gerekiyor... Tabii kâr da o kadar büyüktür... Üçüncü Boğaz Köprüsünden hiç geçtiğin oldu mu? Ben ilk geçtiğimde gördüğüm manzara karşısında büyük bir moral bozukluğu yaşadım. Resmen güzelim doğa hançerlenmiş... İyi de o köprüyü neden inşa ettiler? Çokuluslu şirketlerin ürettiği malları taşıyan araçlar daha rahat seyretsin diye...  Petrol, otomotiv ve inşaat firmaları daha çok kâr etsin diye...  Bir yerde orman yangını çıktığında, gazeteler/televizyonlar ekseri haberleri, işte: "şu kadar hektar orman kül oldu" diye veriyor. Oysa orada yok olan sadece ağaçlar değil ki, yüzlerce, belki binlerce yılda oluşan ekosistem de yok oluyor...

 

Anladığım kadarıyla, kapitalizm dahilinde ekolojik felaket kaçınılmazdır demek istiyorsunuz. Bu bağlamda sosyalist ülkelerin performansı nasıldı?

 

Aslında gerçek dünyada 'sosyalist ülkeler' diye bir şey yoktu. Kendilerinin ve başkalarının "sosyalist" dediği ülkeler vardı sadece. Zira, söz konusu ülkeler amaç olarak kapitalist/emperyalist Batı'yı 'yakalama', taklit etme yolunu seçmişlerdi. Dünyanın varını-yoğunu yağmalayan, talan eden ülkelerle yarışa girmişlerdi... Oysa "başka şey" yapmaları gerekiyordu. "Başka bir şey" yapabilmek için de "başka bir yola" girmeleri gerekiyordu... Kaldı ki, öyle bir şey hem saçma ve hem de zaten mümkün değildir... Hiyerarşik dünya sisteminde "yakalama" mümkün değildir. Öyle olunca, onlar da en az benzemeye çalıştıkları kadar doğayı tahrip ettiler... Şimdilerde Kapitalist Çin'in başarısından çok söz ediliyor da, o "başarının" ne pahasına, nasıl mümkün olduğu sorun edilmiyor. Çin'in bir çok büyük kentinde nefes almak giderek zorlaşıyor. Müthiş bir doğa tahribatı almış başını gidiyor...

 

Eğer durum söylediğiniz kadar kritikse, riskler, tehlikeler bu kadar büyükse, bu tehlikeli gidişi durdurmak neden mümkün olmuyor?

 

İnsanlar ekseri "bütünü" kavramaya pek eğilimli değillerdir. Yakınlarında olup-bitene göre tavır alırlar. Sorunlara mahalli planla bakarlar... Şimdilerde "bütünü" ve gerçek dünyada olup-bitenleri kitlelere anlatacak, duyarlılık yaratacak, bilinç açıklığı sağlayacak entellektüeller de ekseri sınıfta kalmış durumdalar. Velhasıl bir radikal eleştiri veya radikal eleştirel düşünce zaafı var.. Maalesef insanların çoğunluğu, en azından şimdilik, kafayı tüketimle bozmuş durumda. Kapitalizmde üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuştur ama şimdilerde  tüketimle satın alma eylemi arasındaki bağ da kopmuş bulunuyor... İnsanlar "satın almak için satın alıyor" ki bu tam bir saçmalık... Başlarını sefil reklamlardan, televizyon dizilerinden, cep telefonlarından kaldırmıyorlar. İdeolojik kölelik rahatsız edici...

 

Bununla iyimser olmaya uygun bir durum yok mu demek istiyorsunuz?

 

Söylediklerimden öyle bir anlam ve sonuç çıkarmak doğru olmaz. Elbette mücadeleler var ve hem de çok çeşitli ama bu mücadeleler ekseri mahalli düzeyde, bir birinden kopuk, bölük-pörçük, bütüncül bir perspektiften yoksun. Fakat hepsinden önemlisi, kapitalizmi radikal olarak sorun etmeme zaafı var... Öyle olunca da, güç dengesi karşı taraf lehine oluşuyor. Oysa, ekolojik mücadelelerle sosyal mücadelelerin, sınıf mücadelesinin kavuşması, ortaklaşması gerekiyor... Fakat bir sıkıntı var: Artık sorunlar ertelenebilir olmaktan çıkmış durumda. Vakitlice kapitalizmden çıkma perspektifine sahip bir enternasyonal inşa etmek gerekiyor ki, böyle bir şey de asla imkânsız değil. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir... Yıkıma ve vahşete razı olmak zorunda olmadığımıza göre! O zaman akla Antonio Gramsci'nin söylediği geliyor: "Aklın kötümserliği ile arzunun iyimserliği" arasında uygun bir denge kurabilmek...

"ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMESİ" MESELESİNE DAİR KISA NOT

"ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMESİ" MESELESİNE DAİR KISA NOT

 

FİKRET BAŞKAYA

 

Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'nin "bağımsızlık referandumu", 'ulusların kendi kaderini tayın etmesi' tartışmalarını yeniden hatırlattı. Kimileri, orada yapılanın doğrudan "ulusların kendi kaderini tayın etmesi ilkesini angaje eden bir şey olduğunu, dolayısıyla tereddütsüz desteklenmesi gerektiğini söyledi. Başkaları da bunun bir emperyalist senaryonun sonucu olduğunu söyleyerek karşı çıktı. Oysa sorunun asıl tartışılması gereken yönü savsaklandı. Ulusların kendi kaderini tayın etmesi meselesi ilk defa ABD başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın son günlerinde [8 Ocak 1918] ortaya atıldı. "Wilson Prensipleri" olarak biliniyor. Oysa ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar, haksızlığa maruz kaldıkları ilk günden beri ve hiç bir zaman bu durumu kabullenmediler... Bu yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların, devrimlerin de tarihidir... 

Elbette yükselen yeni bir emperyalist güç olan ABD'nin başkanı, öyle sanıldığı gibi "ulusların kaderiyle" uzaktan-yakından ilgili biri değildi. Zira, öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu dünyanın ezilen/sömürülen halklarının emperyalist bir güçten "hayırlı" bir şey beklemeleri abesle iştigaldir... Esasen Wilson'un öyle bir çıkış yapmasının iki nedeni vardı: Birincisi, 'klasik sömürgeciliğin (kolonyalizmin) son bulmasını, bir kaç sömürgeci/emperyalist gücün egemenliği altında bulunan, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı geniş bölgelerin Amerikan sermayesine açılmasını istiyordu... Özetle Wilson, "artık kolonyalizmin klasik (doğrudan) versiyonu son bulsun, yeni-sömürgecilik statüsü [néo-colonialisme] onun yerini alsın" demek istiyordu; İkincisi, din, mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk varsa, bağımsız olmalarını istiyordu. Nitekim halklar ne kadar ufalanırsa, onları egemenlik altına almak da o ölçüde kolaylaşır... Şimdilerde Orta-Doğu denilen bölgede yaptıkları gibi...  Esasen İkinci emperyalist Savaş sonrası yaklaşık iki on yılda  Wilson'un planı gerçekleşecek, yeni sömürgecilik eskinin yerini alacak, doğrudan sömürge ülkeler, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin yeni sömürgesi haline gelecekti. Artık bu yeni statüde bir ülke herhangi bir ülkenin sömürgesi değil, "Kollektif emperyalizmin" kollektif sömürgesi (kolonisi) olacaktı ve oldu... Bu iş de emperyalizmin kurumları olan, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ]  onun şemsiyesi altındaki örgütler ama asıl Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi emperyalist oligarşinin hizmetindeki "uluslararası" denilen kurumlar tarafından yürütülecekti...

Ulusların kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin bir destekçisi de Lenin ve III. Enternasyonaldi... Komünist Enternasyonal, soruna dünya sosyalist devrimi açısından bakıyor ve sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla kolonyalist/emperyalist ülkelerin sömürü ve egemenlik olanaklarının zayıflayacağını ve sosyalist dünya devrimine uygun koşulların oluşacağını ileri sürüyorlardı. Fakat Komünist Enternasyonal ve Sovyetler Birliği hızla enternasyonalist ilkelerden ve sosyalist perspektiften uzaklaştı, III. Enternasyonal Sovyet Devletinin çıkarlarını korumanın, Sovyetler Birliği diplomasisinin bir aracı haline geldi...

Netice itibariyle, sömürge halkları da bu arada bir devlet sahibi oldular ama asla emperyalizmden bağımsızlaşamadılar. Kendi kaderlerini kendi ellerine almayı başaramadılar... Şimdilerde sözde bağımsız ulus-devletlerin varlığına rağmen emperyalist sömürü ve yağma 'doğrudan veya yarı-sömürge oldukları dönemdekinden özde farklı değil... Sadece görüntüler, retorik, yöntemler ve araçlar değişti... Emperyalizmin uşağı olan "yerli işbirlikçi hakim sınıflar" sömürgeci devletlerin kurumlarının, adamlarının, işlevini devralmış bulunuyorlar... Dolayısıyla ortada asla "ulusların kendi kaderini tayin etmeleri" diye bir şey yok... Zira "yerli yönetici elitler" küresel oligarşinin bir parçası... Gerçek durum böyle ama retorik her zaman farklıdır...

O halde sadede gelebiliriz. Bir ulus, bir halk hangi durumda kendi kaderini tayin edebilir, itilip-kakılmaktan, baskıya, sömürüye, zulme maruz kalmaktan kurtulabilir, haysiyetine sahip çıkabilir, özgürce yaşayabilir, emansipe olabilir ve dünya halklarının eşit/saygın bir üyesi olarak varlığını sürdürebilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bir halkın, bir ulusun kendi kaderini kendi ellerine alması, özgürleşmesi, hangi durumda mümkündür? Mesela bir devlete sahip olmak bu amaç için yeterli koşul mudur? Sömürgeci/emperyalist bir devletten kurtulmak kendi kaderini tayın etmenin yeterli koşulu mudur? Eğer öyleyse bu, devleti olan ülkelerde halk kendi kaderini tayin ediyor demeye gelir!.. O zaman siz de bir devlete sahip olduğunuzda sizin için de sorun çözülmüş sayılacaktır... Bu da demektir ki, "önemli olan sizi kimin yönettiğidir!"... "Eğer sizden birileri, kendiniz gibi olanlar yönetirse" sorun çözülmüş mü sayılacaktır? İşkenceyi yapan kendinizden (içerden) olunca şeylerin anlamı  değişir miydi?  Eğer bir devlete sahip olmakla iş bitseydi, şeyler ne kadar da kolay olurdu...

"Wilson Prensipleri" denilenin ortaya atılmasından bu yana, geride kalan yaklaşık yüz yılda, yüzlerce devlet dünya sahnesine çıktı, jeopolik arenada arz-ı endam etti ama hiç bir yerde halkların kendi kaderine sahip çıktığına şahit olunmadı... Yerli zorbalar ekseri eskileri [yabancıları] aratmadı... O zaman neden böyle oldu sorusunu sormak gerekmiyor mu? Neden bu soruyu sormaktan ısrarla kaçınılıyor? Neden ikiyüzlülükte ısrar ediliyor? Öyleyse şu 'devlet' denilen netameli aygıt nedir? Aslında ne işe yarıyor? Bu tür soruları sormakla başlamak gerekiyor ama lânet olası devlet tam bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumda... Kimse tabuya elini sürmek istemiyor... Lânetlenmekten, cezalandırılmaktan korkuyor. Bu tür sorular sormak isteyenlerin önü daha baştan kesilmek isteniyor. Bu konudaki genel anlayış ve kabul az çok şöyle: Devlet vazgeçilmezdir, devlet olmadan olmaz, devletsiz asla olmaz...

Eğer samimiyetle insanların özgürce, barış içinde yaşaması isteniyorsa, sömürü ve baskıdan kurtulması isteniyorsa, insanın insana, toplumun doğaya yabancılaşmasına son verilmek isteniyorsa, şeyleri tartışmaya "devletten" başlamak gerekecek!... Zira devletlerin olduğu bir dünyada ne barış, ne insanca yaşam, ne de kardeşlik mümkün değildir. Zira, devletin iyisi olmaz... O halde üç şey eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir niyetiniz ve kaygınız varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze koyacaksınız: 1. Devletten kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek... Unutulmasın, bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi...

 

Fikret Başkaya ile 'iklim krizi üzerine söyleşi

"Her şeye insanların kanını emen, doğayı öldüren şu lânet olası dev şirketlerin karar verdiği bir dünya insanca yaşanabilir bir yer olabilir mi, insanlığın bir geleceği olabilir mi?"

 

Fikret Başkaya ile 'iklim krizi üzerine söyleşi

 

İskender Vidinli

 

Son kitabınızda [ÇÖKÜŞ- Kapitalizmin nihai krizi üzerine bir deneme], "aşılmaması gereken sınırlardan ve iklim krizinin aciliyetinten söz ediyorsunuz. Gerçekten durum kaygı verici mi?

 

Bir kere, her yıl gezegenin ürettiği doğal kaynaktan daha çoğunu harcıyoruz. Gerçi, aileler borçlu, şirketler borçlu, devletler borçlu ama bir bütün olarak insanlık da doğaya, [gezegene] borçlu. Her yıl Gezegenin bir yılda ürettiğinden daha çoğunu harcıyoruz, dolayısıyla gezegenin kendini yenilemesine izin vermiyoruz. Buna dünya limit aşımı günü deniyor. Bir fikir vermek için, mesela dünya limit aşımı günü 1997 de Eylül ayına denk geliyordu, 21 yıl sonra, 2018'de 1 Ağustosa geriledi... Bu dünyanın bir yılda ürettiği doğal kaynağın yılın ilk 7 ayında harcanması demek... Beş ay borçla devam edilecek demek! Bu, başlı başına büyük risk oluşturuyor.

 

Fakat nüanse edilmesi gereken bir şey var: Dünyanın bu hale gelmesinde asıl sorumluluk, emperyalist/kapitalist kampın. Küresel oligarşinin ve küresel oligarşinin çoğu o tarafta... Atmosferin ısınmasından asıl sorumlu olan nüfus 500 milyon kadar. Dünya nüfusunun yaklaşık %15'i...

 

İkincisi, atmosferin ısınması da hızlanmış durumda. Vakitlice durdurulamazsa, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayabilir... Durum vahim ama insanların çoğunluğu bu kritik durumu, bu büyük tehlikeyi yeterince sorun etmiyor... Onlar sorun etmeyince oligarşinin eli güçleniyor... Yangına körükle gidiyorlar... Velhasıl rahatsız edici bir aymazlık hali...

 

O halde neden böyle bir durum ortaya çıktı, bu duruma neden ve nasıl  gelindi?

 

Bu süreç, sanayi devrimiyle başladı ve giderek hızı, kapsamı ve yoğunluğu büyüdü. Sanayi kapitalizmi demek aslında "termik kapitalizm" demektir... Ekseri, 'termo-endüstriyel kapitalizm' de deniyor... Kapitalizm, termik enerji üzerinde yükselen bir üretim tarzıdır... Başka türlü söylersek, kömür, petrol, doğal gaz yakarak ve her seferinde daha çok yakarak yol alıyor. Tabii her seferinde atmosfere daha çok karbon gazı (CO2) karışıyor ve belirli bir aşamadan sonra da sera etkisi denilen oluşuyor. Karbon gazı, atmosferin kompozisyonunu değiştiriyor, bir 'örtü' oluşturuyor ve atmosfer ısınıyor. İşte, "atmosferin ısınması" veya "iklim krizi" denilen bu... Tabii sebep-sonuç ilişkisini de göz ardı etmemek gerekir. Atmosferin ısınması neden, iklim krizi sonuçtur...

 

Atmosferin ısınması, 'ekolojik kriz' denilenin en önemli nedeni. Zira, doğanın temel dengelerini alt-üst eden bir şey... Çok tehlikeli meteorolojik sorunlar yaratma potansiyeli taşıyor... Aslında, 'ekolojik kriz' değil, 'ekolojik yıkım' demek gerekiyor.. Zira, eriyen buzulları, yok olan biyolojik çeşitliliği, yok olan canlı türlerini, tuzlanan okyanusu, vb. yerine koymak mümkün değildir...

 

Açıklama: Macintosh HD:Users:fb:Desktop:41469816_1819058304875743_5037770559719473152_n.jpg

 

 

 

Atmosferin ısınmasının, iklim krizinin ne gibi sonuçları var?

 

Hayatî sonuçları var! Bir şeyi daha baştan söyleyelim ki, ortaya çıkan bu durum, bu süreç, insan kaynaklı. Doğal nedenlere dayanmıyor... Tabii tüm insanlar aynı derecede sorumlu değil... Bir yanlış anmaya yer vermemek gerekiyor... İnsanların, toplumların üretim, tüketim ve yaşam etkinliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir şey... Bu yüzden buna antroposen (anthropocène] deniyor ama aslında capitalocene demek daha uygun... Doğrudan kapitalist üretim tarzının sonucu ortaya çıkan bir durum olduğuna göre... Ortalama sıcaklık arttığında kutuplardaki ve dağların yükseklerindeki buzullar, buzlar eriyor, deniz seviyeleri yükseliyor, denizler (okyanuslar) tuzlanıyor, biyolojik çeşitlilik ve bir çok canlı türü yok oluyor, orman yangınlarının sayısı ve kapsamı büyüyor, hortumlar, kasırgalar, yangınlar, sellerin, su baskınlarının sayısı ve yoğunluğu artıyor, ozon tabakası zayıflıyor, tarımsal üretim zora giriyor, zira, yağışlar istikrarsızlaşıyor ve öngörülebilirlik durumu ortadan kalkıyor, tatlı sular kıtlaşıyor, bazı bölgeleri kuraklık vuruyor, sıcaklık artışı sıtma gibi bulaşıcı hastalıkları hortlatıyor, deniz seviyelerinin yükselmesi, deniz kenarlarında yaşayan milyonlarca insanı göçe zorluyor, ve bu bir dizi insanî, toplumsal, politik ve jeopolitik soruna kaynaklık ediyor... Bu sürece vakitlice ve etkili bir şekilde müdahale edilmezse, geç kalınırsa, "bu iş karakolda bitebilir", geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir, dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın da  bir geleceği olmayabilir...

 

Durum vahim mi demek istiyorsunuz?

 

Aslında ne demek istediğimi anlamak için son bir kaç yılda olup-bitenleri hatırlamak yeterli... Atina'da orman yangını 90 kişinin ölümüne yol açtı, Geçen yıl Portekiz'de 100 kişi aşırı sıcaktan öldü. Japonya'da sıcak dalgası 120 kişiyi öldürdü. Geçtiğimiz günlerde Kaliforniyada ABD tarihinin en büyük orman yangını yaşandı... ABD'de yangınların 1970'lerdekinin iki katına çıktığı bildiriliyor... Sibirya da yangınlardan nasibini almış görünüyor. O kadar ki, dumanlar Kanada'ya kadar ulaştı... İsveç'teki yangınlar, bilinen yıllık ortalamanın 40 katı... Bu durumun dünyanın başka yerlerine de sirayet etmeyeceğinin hiç bir garantisi yok!  Artık zuhur eden meteorolojik olayların dünyanın 'ısınmasının' sonucu olduğundan şüphe etmek gerekmiyor... Durumun mesela 2040 yılında neye benzeyeceğini tahmin etmek zor değil... Eğer sıcaklıklar 4-5 derece artarsa, deniz seviyelerinin de 50-60 metre kadar yükselmesi ihtimal dışı değil...

 

Yaklaşık kırk yıldır uyarılar yapılıyor, işte 2015'de  Paris İlkim Zirvesi gerçekleşti ve devletler karbon gazı emisyonunu azaltmak üzere bir dizi vaadde bulundular. İklim krizine karşı yeterli mücadele yapılmıyor mu?

 

Yeterli önlem alınmaması şurada dursun, yangına körükle gidildiğini bile söyleyebiliriz... Paris Zirvesinden 3 yıl sonra atmosfere karışan gazlar azalmadı, arttı... Yenilebilir enerjilere yapılan sübvansiyonlar azalırken, fosil yakıtlara yapılan sübvansiyonlar arttı... 'Hükümetler arası uzmanlar grubunun (GIEC) öngörülerine göre, 2040 yılında global planda sıcaklığın 1,5 derece artacak... Eğer bu aymazlık devam ederse, fosil yakıt [kömür, petrol, gaz] rezervleri artan bir tempoyla çıkarılmaya ve yakılmaya devam edilirse, sıcaklık da 3-5 derece yükselebilir ve dünya yaşanmaz bir yer haline gelebilir... Hükümetler söz veriyor ama fosil yakıt devleri, büyük enerji şirketleri bildiklerini okumaya devem ediyor.. Dolayısıyla verilen sözlerin, bir karşılığı yok... Dünya'da başlıca 200 kadar kömür, petrol, gaz şirketi var. Bunların finansal zenginliği 4000 milyar dolar... [dile kolay denecektir...]... Ki, bu rakam tüm Güney Amerika ülkelerinin milli geliri [GSYİH) kadar... Bu dev şirketler hiç bir şekilde ekonomik-finansal imparatorluklarına halel gelsin istemiyorlar... Etkin lobileriyle politikacıları kolaylıkla satın alabiliyorlar, yönlendirebiliyorlar... Onlar için ekolojik yıkım, iklim krizi gibi şeylerin bir anlamı yok! Kitaplarında öyle bir şey yazmıyor!

 

Dünyanın her yerindeki politikacılar, güya temsil ettiklerini söyledikleri insanların (halkların) değil, dünyanın zenginliğine el koyan dev şirketlerin sözünü dinliyorlar... Her şeye insanların kanını emen ve doğayı öldüren şu lânet olası dev şirketlerin karar verdiği bir dünya insanca yaşanabilir bir yer olabilir mi, insanlığın bir geleceği olabilir mi?

 

İnsanların bu tehlikenin farkına varıp, sürece müdahale etmesi ve olayların seyrini değiştirme ihtimali yok mu? Büyük felaket anlarında insanların bilincinin ve davranışlarının hızla değişmesi mümkün değil mi?

 

Aslında öyle olasılık var. Tehlike kendini daha çok hissettirdiğinde insanlar içine hapsoldukları ataletten kurtulup, sürece bilinçli bir şekilde müdahale edebilirler. Kritik anlarda insanlar temel soruları, asıl sorulması gereken soruları sormaya daha çok meyillidirler... Fakat büyük felâketten önce harekete geçmek en iyisidir... Kaldı ki, son dönemde 38 ülkede yapılan bir anket, insanların %60'ının iklim değişikliğinin yarattığı büyük tehlikenin farkında olduğunu ortaya koyuyor... Aslında bu umut verici ama vakitlice şirketlerin emir ve komutasındaki politikacıları, hükümetleri defetmeleri gerekiyor... Zira, zaman daralıyor...

 

Sadece bu günün politikacılarından ve burjuva iktidarlardan kurtulmak sizce yeterli olur mu?

 

Durum, radikal değişiklikleri, radikal devrimleri gerektiriyor. Ve bu sorun kapitalizm dahilinde asla çözülebilir değil. Onun için burjuva politikacılarından ve onların iktidarlarından kurtulmak,  kapitalizmden çıkmadan mümkün olmaz... Zira, kapitalizm reforme edilebilir değildir... Radikal olarak kapitalizmden çıkmak, "başka bir şey yapmak" hedefi ve perspektifi olmayanların bir şansı yok!

 

Sorunun çözümü için öncelikle ne yapmak gerekiyor?

 

Fosil yakıt kullanımını radikal olarak azaltmak şart. Mevcut kömür, petrol ve gaz rezervlerinin en az %80'nin toprağın altında kalması gerekiyor. Alternatif enerjilere, yenilenebilir enerjilere önemli kaynak ayırmak, yatırımlar yapmak gerekiyor. Buna 'enerji geçişi' [transition énergétique] deniyor ama 'geçişi' gerçekleştirmek sanıldığı kadar kolay değil. Sadece enerji alanında radikal değişiklik yapmak da yeterli olmaz. Mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzını da radikal olarak değiştirmek gerekiyor. Kapitalizm sınırsız büyümeye endeksli bir işleyişe sahiptir. Her seferinden her şeyin daha çok üretilme zorunluluğu var... Orada durmak diye bir şey yoktur ve kapitalizm dahilinde başka türlü yapmak da mümkün değildir...  Dikkat edersen, onca sayısız zararlı ve/veya lüzumsuz şey üretiliyor ve tüketiliyor... Oysa, bir şey üretmek demek, doğadan bir şey çekmek, azaltmak/eksiltmek demektir. Tabii üretirken de, tüketirken kirletmek de demektir... Tüketimin öteki adı yok etmektir... İyi de bu dünyanın kaynakları sınırlı... Sonsuz değil... Eğer öyleyse, insanlığın ve uygarlığın içine sürüklendiği kısır döngüden çıkmak için, öncelikle üretimin yönünü radikal olarak değiştirmek, üretimi ve tüketimi kısmak, onca lüzumsuz, onca saçma şeyin üretimine son vermek, gerçekten gerekli şeylerin üretimine odaklanmak gerekiyor. Kapitalizmde değişim değeri üretmek esastır... Üretimin  yönünü 'kullanım değerine' doğru döndürmek gerekiyor ki, o zaman  tüketimi  kısmak  mümkün olur... Dolayısıyla bir başına enerji sorununa odaklanmakla işin içinde çıkmak mümkün olmaz... Velhasıl, farklı bir yaşam tarzı, farklı bir uygarlık tercihi yapmanın gerekli olduğu bir zamandayız... Kapitalizm dahilinde insanlığın bir gelecek yok!

 

Hocam son olarak Türkiye'deki durumla ilgili de bir sorum olacak. Size göre, Türkiye'de sıradan insanlar, siyasetçiler, aydınlar bu soruna nasıl bakıyorlar...   

 

Türkiye'nin "entellektüel" gündemi içler acısı... Asıl tartışılması gerekenin yanından bile geçilmiyor. Elbette son derecede duyarlı insanlar var ve bir şeyler yapmak için didinip duruyorlar ama onlar maalesef şimdilik küçük bir azınlık... Politikacılara gelince, onların kitabında 'iklim krizi', 'ekolojik yıkım' diye bir şey yazmıyor. Bizde şimdilerde yeni adı "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" olan kurum, doğal çevreyi yok etmekle meşgul... Elini çabuk tutuyor... Zaten bizim politikacılar dünyayı anlamaktan da acizler... Tabii bu başka yerlerdekinin matah olduğu anlamına gelmez... Bu aracın hâlâ bu rotada yürüyebileceğini sanıyorlar... Sıradan insanların çoğunluğu durumun aciliyetinden haberdar değil ... Çünkü haberdar olabilmelerinin yolları kapalı... Sadece sorunu bizzat yaşayanların feryadı yükseliyor... Entellektüel düzey bu olursa, akademi böyle olursa, medya denilen böyle olursa, başka türlü olabilir miydi?

ENTELLEKTÜEL HİÇ BU KADAR GEREKLİ OLMADI...

ENTELLEKTÜEL HİÇ BU KADAR GEREKLİ OLMADI...

 

Fikret BAŞKAYA

 

Türkiye "aydın"ın harman olduğu bir ülke. Dünya'da herhalde bu kadar "aydını" olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak 'aydın' sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze,  'bir aydın olarak' diye başlıyor... Velhasıl burası 'aydını' bol ama nedense 'aydınlatanı kıt' bir ülke... Peki neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu okullardan mezun olanlar eğer 'bilgi sahibi' oldukları için 'aydın' sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu dünyada 'aydından' bol bir şey yok demektir...

 

Aydın, entellektüel değil...

 

Sosyolojik bir katman olan diplomalılar, 'mektepliler', sömürü düzeninin devamını sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver denirdi ki, münevver, 'tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı' anlamındadır...  Önceki döneminin uleması'nın işlevini devralmışlardı ve 'bu devlet nasıl kurtulur' sorusuyla ilgiliydiler... Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna koşulmuşlardı... Cumhuriyet döneminde, münevverin yerini aydınlar aldı... Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/ bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir ironisiydi... Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz...

 

O halde neden 'egemen ideoloji' değil de 'resmi ideoloji' deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı'daki burjuva rejimlerinde olduğu gibi bir 'egemen ideoloji' üretebilir durumda değildi... Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü kabullenme yaratma yeteneğini varsayar... Başka türlü söylersek, güçlü bir ekonomik temeli varsayar... Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir 'rıza üretme' kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı... Geriye köşeli bir resmi ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu... Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, 'doğrular' bizzat devlet tarafından belirlenir... Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verir.

 

İşte okumuşlar, mektepliler, bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar... Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de  'aydın' deniyor... Bu okullardan 'aydın' çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor, çıkabiliyor... Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır ve iyi ki de vardır... Aksi halde durum daha da vahim olurdu... Tabii, 'istisnalar,  kuralı doğrulamak içindir' de denmiştir...

 

Başka türlü söylersek, bizde 'uzman'a 'aydın' deniyor... Uzman bir konuda bir şeyler bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir. Ağacı görür de ormanı görmez... Oysa, "gerçek" bütündedir. "Hakikat' bütündedir... İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisini egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü düzeni 'uzmanı' boşuna yüceltmez... Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değildir... Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir 'bakış' ve 'kavrayış' yeteneğine sahip olduğunu hatırlatmaktır...

 

Nitekim, bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi... Onu aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi değil, etik duruşu, insanî  toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır... Nitekim Jean Paul Sartre: "Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir" derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu... Sartre ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar sosyolojik 'aydın' tanımına girenlerle ortak yanları 'bilgili' olmaları olsa da, onları entellektüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı... Resmin bütününü görme, kavrama istidadına sahip olmalarıydı... Entellektüel kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı zamanda bir entellektüeldi... Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp, ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır... Bilim ve teknoloji fetişizminden yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin hizmetindeki  bilimin ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar...

 

1992 Rio, Çevre ve Kalkınma Dünya Zirvesi arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: " XXI'inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı" dile getirmişlerdi... Çevre ve ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını "gericilik" ve "irrasyonellikle" suçlamışlardı... Bildirinin öncülüğünü  Dr. Michel Salomon'un yaptığı Heidelberg Grubu'nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü'nün değerinin tartışılmasını; ikincisi de, 'bilim insanlarının' yüceltilmesinin saçmalığına kafa yorma gereğini... Burjuva toplumunda bilim insanlarının 'yüceltilmesini'... Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin kârlarının düşmesi olasılığı bile 'bilim erbabını' kaygılandırıyordu...

 

Fransız genetisyen. Andre Langenay'ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: " Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü" koyması gerçekten yerindedir... Yazar, François Jakob'un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor... Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar... Tabii, her söylediklerinde de bir keramet bulunacaktır... Mesela 'iktisat dalında' hayli zamandır Nobel Ödülü veriliyor... Lâkin, "iktisat bilimi" denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez disiplinleri arasında yer olan söz konusu 'disiplin' aslında  burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir. Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur... Ve bu güne kadar tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir...

 

Aslında, eğitilmişlere, diplomalılara 'aydın' demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir... Bilakis en çok onlar arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık belgesidir sadece... Bir ustaya çırak olan biri, bir kaç yıl içinde işi öğrenir ve 'usta olur'. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır 'uzman' olur... Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden, entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır. Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece 'potansiyel bir avantajdır'.

 

Fakat sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da, okullar, üniversiteler, egemen ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır... Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür... Entellektüel, eğitimli, yüksek düzeyde bilgili  olduğu için entellektüel değildir. Paul Baran; "Entellektüel denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni. daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle  o, status quo'yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir "dert yaratıcısı' bir 'baş belası' olarak görür", derken  entellektüel denilenleri, sosyolojik aydın tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti...

 

Egemenlik sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş] versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekte çıkarı olduğu "bir toplumsal değerler sistemine" başkaldıran, yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da "resmî" versiyonunun uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir... Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiç bir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır... Lâkin bir şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim, Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl   mümkün oldu? Her halde ya  gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti hiç sevmedin!” derken, gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti...

 

Entellektüel'in yalan cephesinin karşısında, doğrunun, gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü, fıtraten devrimcidir... Oysa, sosyolojik aydın olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin karşı kutbunda mevzilenmiş durumdadırlar... İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır... Misyonları ve varlık nedenleri  yalan üretmek, yalanı büyütmek ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel] sayılmaları saçmadır...

 

Fakat bir şey var: Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entellektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın varlığıyla mümkündür... İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlar ezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir... Entellektüellerin 'organik entellektüel' adını hak edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez... Zira, fıtraten ve tanımları gereği zaten ezilen/sömürülen sınıfa dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan verilmemelidir... Burada entellektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar...

 

Entellektüelin işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte, toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf mücadelesinin yükseldiği durumlarda 'sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir bölüğünün 'gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim, 1960'lı 1970'li yıllarda dünya ölçeğinde 'sosyolojik aydınların' bir bölüğü ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı...

 

Kapitalist dünya sistemi,  burjuva uygarlığı, artık potansiyelini tüketmiş bulunuyor... İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı tarihsel kavşakta, entellektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri hiç bir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı...

Zira, artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan öte bir nitelik kazanmış bulunuyor... Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış bulunuyor... Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. Artık, 'Büyük İnsanlığın' önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmakla da ilgili...  

SAVUNMA

“Başlangıçta hiçbir şey bilmiyordunuz, inanırım; sonra şüphelendiniz. Şimdi her şeyi biliyorsunuz ama hâlâ susuyorsunuz…”

                                                                         Jean Paul Sartre

 

Fikret Başkaya'nın 22 Kasım 2019'da Ankara 21. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmadır...

 

Sayın başkan, mahkeme heyetinin sayın üyeleri

 

 

İlk duruşmada yaptığım savunma esas olmak kaydıyla, kısaca bazı hususlara açıklık getirmekle yetineceğim...

 

Bundan üç yıl önce yayınlanan, asıl terör devlet terörüdür başlıklı yazıda, amaç, genel olarak terör ve terörist kavramlarına açıklık getirmektir. Zira, bu alanda yaygın bir kafa karışıklığı ve yanlış anlama durumu var. Kelimelerin, kavramların yerli-yerinde kullanılmamasının da çok büyük sakıncaları ve olumsuz sonuçları vardır.

 

Aslında Terör’, kendi başına suç aleti bir kelime. Dilimize girip bugünkü işlevini edinmesi 80’lerin sonuyla 90’ların başına rastlıyor. O döneme kadar gerek gündelik dilde, gerekse resmî yazışmalar ve hukuk metinlerinde kullanılan kelime ‘tedhiş’; yani, ruhlara dehşet salma. Dehşet de tedhiş de, müd(t)hişle birlikte aynı Arapça kökten (dhş) türemiş kelimeler.

 

Tedhiş, terörün bire bir karşılığı. Tedhişçilik/terörizm de, ağırlıklı olarak siyasal hedeflerine ulaşmak için insanları ruhuna dehşet salarak, onları yıldırıp sindirmek, yazacağını yazamaz, söyleyeceğini söyleyemez, yapacağını yapamaz, gideceği yere gidemez, kısacası mefluç (flc kökünden, felçli) hâle getirmek; yani kendisine özgü değerleri, normları, ideal ve hedefleri olan bir ideoloji veya siyasal doktrin değil, doğrudan doğruya bir eylem metodu ve icraat tarzı.

 

İnsanların ruhuna dehşet salıp, onları mefluç hâle getirmek, ancak ve ancak şiddet, kaba güç kullanmakla, silah kullanma/kullandırma gücüne sahip olduğunu göstermekle mümkündür. Ancak önemli olan, bu gücün/şiddetin kime karşı, nerede, ne zaman kullanılacağı bilinemesin, öngörülemesin, dolayısıyla insanlar bu şiddet/kaba güç karşısında gerek psikolojik olarak gerekse fiziken hazırlıklı olamasın ki, dehşete kapılıp mefluç hâle gelsinler...

 

Neoliberal küreselleşme çağında, terör, terörist, terör örgütü, terörle mücadele retoriği, bir kötülüğü defetmekten çok, emperyalist hegemonyayı dayatmanın, oligarşik çıkarları güvence altına almanın, gerici-halk düşmanı  iktidarların ömrünü uzatmanın, devletleri çökertmenin, toplumların dokusu parçalamanın, sınırlı hakları ve özgürlükleri de yok etmenin, muhalefeti etkisizleştirmenin bir aracı haline getirilmiş bulunuyor...

 

Paradoksal olan bir şey de, terör örgütü denileni asıl peydahlayıp, araçlaştıranların, bir de terörle mücadele şampiyonu sayılmalarıdır. Mesela, Taliban, bir ABD-Suudi Arabistan-Pakistan ortak yapımıydı. Afganistan'daki ilerici-laik rejimi çökertmek, Sovyetler Birliğini püskürtmek amacıyla peydahlandı, eğitildi-donatıldı, finanse edildi ve kullanıldı... Amaç hasıl olunca da 'terör örgütü' sayılıp lânetlendi...  Başlarda ABD, Taliban'ı, genel olarak da cihatçı grupları  "özgürlük savaşçısı" sayıyordu... Özgürlük savaşçıları 'neden ve nasıl terörist' oldular? Eğer, saçma 'gerekçelerle', utanç verici yalanlarla Irak çökertilmemiş olsaydı, İŞİD diye bir bela ortaya çıkar mıydı? Kaldı ki, hiç bir ülkeyi işgal etmenin bir gerekçesi olamaz...

 

Terörün bir tanımı var. Az çok ne olduğu belli. Fakat "terörist" ve "terör örgütü" için aynı şey söz konusu değil... Durum, bu iki kelimeyi kullananların, araçlaştıranların niyetine göre değişiyor... Şimdilerde terörist ve terör örgütü kelimeleri, rejimin muteber saymadığı siyasi muhalifleri şeytanlaştırmanın, cezalandırmanın, etkisizleştirmenin bir aracına dönüştürülmüş durumda.

 

Türkiye'de 'gerçek muhalif', rejim muhalifi olmak, [düzen içi muhalif değil] terörist sayılmanın yeterli koşulu... O kadar ki, artık iş tamamen şirazesinden çıkmış durumda... Geçen yıl soğan ve patates üreticileri, tacirleri ve hâl esnafı "terörist" ilan edildi... Bu yıl bir adım daha ileri gidildiği görülüyor. Artık AKP hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirenler de topun ağzında. Yakın tarihte Hazine ve Maliye Bakanı, şöyle dedi: "Birileri çıkacak, isimlerinin başında ekonomist, profesör yazan ama bu ülkeye zarar vermeye çalışan, nereye hizmet etmeye çalıştığı, hangi tabloları çizerek milleti korkutmaya, Türkiye aleyhinde bir algı oluşturmaya çalışan bu kişilerin, terör eylemlerinde gördüğümüz ekipten farkı yok"...

 

Birinin terör örgütü saydığını başkası özgürlük savaşçısı sayıyor. Bir dönemde özgürlük savaşçısı sayılan başka bir dönemde terörist sayılıp-lânetleniyor... Ondan fazla Cihatçı gruptan oluşan, Türkiye tarafından eğitilen, donatılan, finanse edilen ve kullanılan, şimdilerde "Suriye Milli Ordusu" denilen Özgür Suriye ordusu, Türkiye yönetimi için de, Suriye yönetimi için de aynı anlama mı geliyor... Bunlar 'milli kurtuluşçu özgürlük savaşçıları mı, yoksa teröristi mi? Ya da başka bir şey mi?

 

Boşuna, "nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir" denmemiştir...

 

Türkiye'de 'Terörle Mücadele Kanunu' aslında terörle mücadeleden çok, ifade özgürlüğüyle, düşünce özgürlüğüyle, eleştirel düşünceyle ve muhaliflerle mücadele aracına dönüşmüş bulunuyor... Eğer öyleyse, bu kanunun adını, "ifade özgürlüğüyle mücadele kanunu" olarak değiştirmek iyi bir fikir olabilir...

 

Bu dava, söz konusu yazıda 'terör örgütü propagandası' yapıldığı için açılmamıştır. Tam tersine, dava açmak için bahane yapılmıştır. Terörle Mücadele Kanunu'nun 7/2 maddesinde tarif edilen suçun oluşması için gereken eylemler; "cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermek, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini övmek, bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak" olarak tanımlanmıştır... Benim yazımın hiç bir yerinde söz konusu unsurların zerresi bile bulunmamaktadır... Yazıyı okuyan 'ortalama biri' asla öyle bir amacın mevcut olmadığını rahatlıkla teslim edecektir. Acaba sayın savcı, yazının neresinde bir örgütün eylemlerini meşru gösteren, öven veya o yöntemlere başvurmayı teşvik eden bir şeyler bulmuştur?

 

İfade özgürlüğünü yasaklayan/cezalandıran bir rejim, kısa vadede durumu kurtarsa da, bu aslında kendi ayağına kurşun sıkmaktır. Zira, orta ve uzun vadede çürüme ve çöküş kaçınılmazdır.

 

İfade özgürlüğü, özgür tartışma, bir toplumda 'gerçek yurttaş' olmanın da önkoşuludur. Bir toplumun uygarlık düzeyi, sadece sahip olduğu maddi zenginlikle ölçülmez... Yüksek, binalara, hızlı trene, cep telefonuna, F-35 savaş uçağına, insansız hava aracına, devasa camilere, oto-yollara, köprülere, tünellere, AVM'lere... sahip olmak uygarlığın ölçüsü değildir... Uygar toplum, başta ifade özgürlüğü olmak üzere, özgürlüklerin gerçekleşmesini, demokrasinin yerleşmesini varsayar... Maalesef bu ülkede geçerli bağnaz resmi ideoloji, 'toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratıyor...  

 

Bu devlet ifade özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü neden ve kimin için yasaklıyor?  İşte, 'devlet çıkarı' deniyor. Aslında devlet çıkarı denilen, son tahlilde 'mülk sahibi sınıfların' çıkarından başka bir şey değildir...

 

Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır. Soyut bir şey değil, doğrudan sınıf mücadelesini angaje eden bir şeydir. Dolayısıyla, özgür düşünceyi, özgür tartışmayı, ifade özgürlüğünü yasaklayan bir rejim, önünü göremez, yolunu bulamaz çürür ve çöker... Susturulmuş bir toplum, hastalıklı bir toplumdur... Eğer bu ülkede, bağnaz-köşeli resmi ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmasaydı, ifade özgürlüğü olsaydı, Türkiye bu günkü durumda olmaz, derin bir yolsuzluk [corruption] sarmalına hapsolmaz, ülkenin varı- yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalanmaz, talan edilmez, Suriye'de bataklığa saplanmazdı... Tabii "Yüz yıllık bir Kürt sorunu" da olmazdı...

 

Eski dilde, özgür tartışmanın önemini anlatmak için, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar”, hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından meydana gelir" denmiştir. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmenin yolu, tartışmadan, eleştiriden, sorgulamadan geçer. Şeyleri adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir...

 

'Asıl terör devlet terörüdür' demek, ateş yakar, şeker tatlıdır demek gibi bir 'totolojidir', malumu ilam etmektir. Devlet, şiddet kullanma tekeline sahip yegane aygıttır... Terör uygulamak için çok geniş imkânlara sahiptir. Zira, devlet, bidayette, zora, şiddete, baskıya dayanarak tesis edilmiştir ve zora, şiddete, tedhişe dayanarak da varlığını sürdürmüştür...

 

George Orwell: "Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden de o kadar nefret eder" demiştir...

 

Entellektüelin misyonu ve varlık nedeni şeyleri açık etmek, şeylerin gerçeğine nüfûz etmektir.

 

Ben bir yazarım, akademisyenim, Özgür Üniversite'nin de başkanıyım. Benim adımın terör, terörist, terör örgütü propagandası...gibi kelimelerle birlikte anılması size mantıklı ve inandırıcı geliyor mu?

 

Derin bir sosyal eşitsizlik ve skandal düzeyde adaletsizlikle malûl bu dünyada, bu sınıflı toplumlarda, her zaman gerçeği söylemenin bir bedeli vardır... Ve her zaman o bedeli ödemeye hazır olanlar da vardır ki, onlara da entellektüel deniyor...

 

Maruzatım bundan ibarettir... Saygılarımla...

 

Prof. Dr. Fikret Başkaya

22 Kasım 2019

KORONA VİRUS’ÜN HATIRLATTIKLARI…

KORONA VİRUS’ÜN HATIRLATTIKLARI…

 

Fikret Başkaya

Özgür halk, bu günkünden farklı şeyleri hâlâ tahayyül edebilen halktır”.

                                                Raymond Ruyer*

 

Korona Virüs [Covit 19] ‘tartışmalarını’ sağlıklı bir zemine taşıyabilmek için, ‘kırılganlık’, ‘beklenmedik doğal olaylar’,  ‘risk’ ve ‘felaketten’ ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek gerekiyor… Aksi halde, hamasetin ve egemen söylemen dışına çıkılamaz, havanda su dövmenin ötesine geçilemez…Beklenmedik doğal olaylar, ortaya çıktıkları anda insanların müdahale edemediği, işte, sel, kasırga, hortum, volkan patlaması gibi  olaylardır. Aslında benzer kökenden olmasa da, öldürücü Korona Virüs’ ü de aynı kategoriye dahil etmek mümkündür. Tabii bu tür olaylar insanlar için bir tehlike, bir risk oluştururlar… Kırılganlıksa, söz konusu beklenmedik doğa olaylarının öngörülebilir etkilerini ifade eder… Felaket de, potansiyel riskin gerçekleşmesi demektir…Bir yanar dağ patlaması öngörülebilir değildir, ama aynı şeyin tekrarlanabileceğini dikkate alarak hareket etmek gerekir. Eğer yanardağın eteğine bir kent kurmaya kalkılırsa, bu ‘kırılganlığı’ dikkate almamak, felakete davetiye çıkarmak olur…Mesela bir coğrafi bölgede kasırgalar, hortumlar, sel baskınları oluyorsa, bu bir kırılganlık halidir ve tedbir almayı gerektirir…Eğer tedbir alınmazsa, potansiyel gerçekleşir ve bir felâket tablosu ortaya çıkar. Söylemek istediğime bir örnek şöyle: 2004 yılında Küba’da İvan Kasırgası, bir yıl sonra da, [2005] ABD’de Katrina Kasırgası patlak verdi ve Florida’yı, Misisissipi’yi, Luiziyana’yı vurdu. İkisinin de şiddeti ‘5’inci kategorideydi‘, ikisinde de rüzgârın hızı 249 km/saatin üzerindeydi… Küba’da tek bir ölüm olmadı ama ABD’de 1836 ölü ve 135 kayıp vardı…

 

Depremin ne zaman olacağı bilinmez ama ‘olacağı’ bilinebiliyor… Mesela,  Elazığ’da deprem olacağı biliyordu ve hiçbir şey yapılmadı, kırılganlık felakete dönüştü.. Bir şeyler yapması gerekenler ne mi yaptı? Ölenlere Allahtan rahmet, geride kalanlara sabır diledi…Fakat haklarını yememek gerekir, ölenleri şehit ilan ederek durumu kurtardılar… İstanbul’da şiddetli bir deprem bekleniyor. Tedbir almak şurada dursun, çürük binaların yapılması teşvik ediliyor, çürük binalar için ‘imar affı’ çıkarılıyor, deprem toplanma alanlarına devasa AVM’ler,  lüks oteller, vb. inşa ediliyor… Hızını alamayan AKP, bir büyük cinayete daha niyetli ve kararlı olduğunu gösteriyor… Ülke Korona belasıyla cebelleşirken, Kanal İstanbul ihalesi yaparak, asıl derdinin ne olduğunu gösteriyor… Eğer bir gün deprem olursa, neler olabileceğini tahmin etmek zor değil… İyi de, olabileceklerin bir sorumlusu olmayacak mı?

Sağlık hizmetleri özelleştirildi. Aslında sağlık hizmetlerini özelleştirmek, kâr aracına indirgemek, bir insanlık suçudur. Her şeyden önce gayri insanîdir… Asla kabul edilebilir değildir...Sağlık sistemini özelleştirmek demek, sağlık alt-yapısını da çökertmek demektir. Sağlık sistemi çökertilmiş bir toplum da Korona virüs dahil, hiçbir hastalıkla, hiçbir pandemiyle gerektiği gibi mücadele edemez…

 

Özel bir hastanede temel kaygı, bir Coca-Cola şirketindekinden farklı değildir. Biri kâr etmek için Amerikan şerbeti satar, diğeri insanların hastalığından, çektiği acıdan kâr eder… Orada hasta bir ‘müşteridir’…Özel hastane daha çok hasta ister. Hasta sayısının sürekli artmasını ister… Artık sağlık hizmeti kâr etmenin bir aracına dönüştürülmüş durumda… Kamu hastaneleri de  ‘özel sektör’ mantığına, kapitalist mantığa göre işliyor… Aslında orada da adı konmamış bir özelleştirme var… Ne demek istediğimi görmek için şu performans saçmalığına bakın yeter… Devlet Hastanesi denilenlerde her hastaya ayrılan süre sadece 5 dakika… Psikolojik şikayetle psikiyatristin karşısına çıkan bir hastaya o hekim beş dakikada bir teşhis koyup- tedavi önerebilir mi? Bir Psikiyatrist hekim bir günde 80 hastaya bakabilir mi? Bundan daha büyük saçmalık, bundan daha büyük çelişki, bundan daha büyük akılsızlık olur mu? Bu, tıp etiğine de mugayir değil midir? Daha çok hasta daha çok kâr demektir çünkü... Kapitalist tıbbın geçerli olduğu yerde, Koruyucu Hekimliğe de yer yoktur. Oysa, kırılganlığı azaltmak için koruyucu hekimlik vazgeçilmezdir… Ultra liberalizmin bir gereği  olarak, sağlık hizmetleri özelleştirildi… İnsan sağlığı bir kâr aracına dönüştürülürken, Dünya Sağlık Örgütü [WHO]  kılını kıpırdattı mı? Siz o Birleşmiş Milletler Örgütü şemsiyesi altında oluşturulan sözde ‘uluslararası’ kurumların ne işe yaradığını sanıyorsunuz? Aslında tüm BM örgütlerinin asıl misyonu ve varlık nedeni, İkinci Savaş sonrasında oluşan emperyalist statükoyu ‘meşrulaştırmak ve dayatmaktır’… Hepsi emperyalist sömürünün, yağma ve talanın hizmetindedir… Gerçek durum öyledir ama, prestijleri de pek yüksektir… Sağlık hizmetlerini özelleştirmenin ne demeye geldiğini merak ediyorsanız, ABD’ye, ve AKP Türkiye’sine bakın… ABD’de sağlık hizmetlerine erişemeyen, sağlık sigortası olmayan 86 milyon insan var… Nüfusunun yaklaşık üçte biri… Tabii, her birinin serveti küçük bir ülkenin milli gelirinden  fazla olan dolar milyarderleri de boşuna türemiyor… İki yıl önce Dünyanın en zengini Jeff Bezos’un serveti 150 milyar dolardı… Servetinin 1 günde 8 milyar dolar arttığı bile oluyor…

 

AKP, 2002’de iktidara geldiği günden beri ekonominin temelini aşındırmak için ne gerekiyorsa yaptı. Ülkeyi sanayisizleştirdi, tarımı çökertti, kamu hizmetlerini budadı, eğitimi ve sağlık hizmetlerini metalaştırdı-özelleştirdi, kentler yaşanmaz yerler, tuhaf insan siloları haline geldi, doğal çevre tahribatı tehlikeli bir eşiğe ulaştı, akla gelen ne varsa özelleştirildi, parayla alınıp-satılan nesneler, ‘ölü metalar’ haline getirildi. Su, enerji, iletişim dahil, insan ve toplum hayatının her veçhesi metalaştırılıp, birer kâr aracına dönüştürüldü… Herkesin olan, olması gereken, yaşam kaynakları, yaşam araçları ve alanları olan Müşterekler metalaştırıldı, özelleştirildi, bir kâr aracına indirgendi ve tasfiye edildi. Oysa müşterekler, insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır… Onların değerini ancak kaybettiğinizde anlarsınız… Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam mümkün değildir… Birilerinin sudan kâr etmesi kabul edilebilir bir şey midir? Bundan büyük saçmalık, bundan büyük ayıp olur mu? O kadar da değil, içtiğimiz-kullandığımız sudan bir de vergi almanın mantığı nedir? Korona Virüs, tüm bu kepazelikleri, utanmaz yağma ve talanı, akılsızlıkları, saçmalıkları anlamaya, bilince çıkarmaya vesile olabilirse, her musibette bir hayır vardır deyişi bir karşılık bulacaktır…

 

Yaşamakta olduklarımız sadece bizi angaje eden şeyler değil…Tüm “Büyük İnsanlığın” sorunu… Kapitalist sömürü, yağma ve talan düzeni artık yolun sonuna geldi. Potansiyelini tüketti… Sosyal kötülüklere ekolojik yıkım eşlik ediyor… Bu aşamadan sonra insanlığa teklif edebileceği bir şey yok! Artık,  gereğini yapmak için ayağa kalkmanın gerekli olduğu zaman gelmiş bulunuyor… Eğer bu dünyanın ezilen-sömürülen ‘gerçek sahipleri’, tarihsel misyonuna sahip çıkmakta gecikirse, vahşet ve barbarlık kaçınılmaz olacaktır… Büyük İnsanlık ona razı olacak mıdır? Aslında sorun öyle sanıldığı kadar zor da değil, bilinç dünyasını angaje ediyor…İdeolojik köleliği aşabilmekle ilgili… Bilincin özgürleşmesiyle ilgili… Bütün mesele, ‘güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün gücü’ arasındaki çelişkinin aşılmasına bağlı. Zira bir yanda asıl gücün sahibi olan ama gücünün farkında olmayanlar ; diğer tarafta da güçlerinin farkında olmayanların o zaafından yararlanan yeryüzünün egemenleri var…

KAPİTALİZMLE BİRLİKTE BURJUVA SİYASETİ DE ÇÖKÜYOR…

“Bu ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit, bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”.

                                                                                                 Aimé Césaire

 

“Eski dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar ürüyor”.

 

                                                                                                     Antonio Gramsci

 

Kapitalizm krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil, sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve ‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir; zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak…

 

Birincisi, yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, ekolojik, iklimsel, politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm bünyeyi sarmasıdır… Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları, aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor…

 

İkinci emperyalistler arası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli ‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı… Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu… Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı - aslında uyumlanmak zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu.

 

Ne var ki kapitalizm 1970’li yılların ortasında yeniden yapısal krize girdi. 1980 sonrasında sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten gerici neoliberal politikalar dayatıldı. Ve geride kalan kırk yılın sonunda kapitalizm krizden çıkabilmiş değil… Çıkma ihtimali de yok… Söz konusu olan, benim nihai kriz dediğim durum… Neoliberalizmin dayatıldığı dönemde tüm rejimler meşruiyet kriziyle yüz yüze geldiler. Rıza üretme, gönüllü kabullenme üretme yetenekleri  aşındı… Başka türlü söylersek, kitleleri aldatmaları ve oyalamaları zorlaştı… Zira kitlelere teklif edebilecekleri bir şey yok… Çığ gibi büyüyen sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, insan havsalasını zorlayan gelir dengesizliği…) ekolojik yıkım ve iklim krizi de eklenmiş bulunuyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini azdırıyor…  

 

Neoliberalizm ‘çağında’ sol-sosyalist işçi partileri de gerici neoliberalizme teslim oldular ve sağ-sol ayrımı silikleşti… Başka türlü söylersek, neoliberalizme uyumlandılar… Söylemlerinin artık bir karşılığı yok. Malum, zemin çökerse, üzerindeki her şeyle birlikte çöker... Neoliberalizmin dayatılmasıyla sosyal demokrasinin de varlık nedeni ortadan kalktı. Onun da iddiasının bir karşılığı kalmadı… Zira bu dünyada sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik paradigma mümkün değildir… Öyle istediğiniz zaman, istediğiniz programı uygulayamazsınız… Artık sosyal demokrasi mümkün değil ama başka şey yapmak, başka türlü yapmak mümkün…

 

Bunak kapitalizm kendini yeniden üretmekte zorlanıyor. Yeteri kadar büyüyemiyor, ‘yeni değer’, ‘artı-değer’ üretemiyor. Çareyi doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor ama nafile… Zira temelli bir çelişki söz konusu: Büyüyemediğinde, yeteri kadar ‘yeni değer’ üretemediğinde sosyal kötülükleri azdırıyor. Büyüdüğünde ise doğa tahribatını derinleştiriyor, yaşamın temelini aşındırıyor. Velhasıl tam bir boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumu söz konusu… Bu da artık kapitalizm dahilinde bir çözüm, bir gelecek yok demektir…

 

Böylesi bir durum ortaya çıkmışken, neyin yapılması gerektiği de artık bir sır değil. Birincisi; üretim etkinliğinin mübadele değeri yerine, kullanım değeri üretmeye endeksli bir rotaya sokulması yani aslına rücu etmesi gerekiyor. Zira yaşanan tüm kötülüklerin nedeni, üretimin kâr amacıyla, sermayeyi büyütme amacıyla yapılmasıdır… İkincisi de üretimi doğanın kendini yenilemesine imkân verecek şekilde tasarlamak; yani toplumsal ihtiyaçları karşılarken, doğanın dengesini ve sınırlarını gözetmek… Kapitalizm sınırsız büyüme ve genişleme dinamiğine sahiptir. Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, sınırsız büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Kapitalizm dahilinde bir çözüm yok derken, kastedilen bu…

 

Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın ulaştığı bu kritik ‘kavşakta’ siyaset yapma tarzının da radikal bir değişikliğe uğratılması gerekiyor. Eğer bir uygarlık ömrünü tamamlamışsa, toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (su, ekmek, konut, güvenlik, sağlık bakımı, eğitim, ulaşım, kültür…) asgari düzeyde bile karşılayamaz durumdaysa, üstelik yaşamın temelini aşındırmadan da yol alamıyorsa, farklı bir şey yapmaya bir engel var mı?  Yeni bir yaşam tarzına, insana ve doğaya saygılı bir uygarlığa giden yol neden aralanmasın; insan irade sahibi bir canlı olduğuna göre… Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkılmışsa, cevap da potansiyel bir olasılık haline gelir…

 

Burjuva siyasetçileri, hâlâ aracın aynı rotada yol alabileceğinden asla şüphe etmiyorlar… “Eskisi gibi” yapılabileceğini sanıyorlar. Kapitalizmin bezdirdiği, dünyanın tüm zenginliklerini yaratan geniş emekçi kitleler – yeryüzünün lanetlileri - burjuva politikacılarının yalanlarına eskisi kadar inanmıyorlar; ancak henüz alternatif bir program ve perspektifle, küresel oligarşinin karşısına dikilmiş de değiller… Oysa top onların elinde, oligarşilerin değil… Fakat o topu nereye atacaklarını henüz bilmiyorlar… İşte bütün sorun bu çelişkinin aşılmasına bağlı görünüyor… Geniş emekçi sınıfların ellerini çabuk tutmasını gerektiren bir neden daha var: Eğer bu yıkıcı, yok edici sefil sürece vakitlice müdahale edilmez ise, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira, doğa tahribatı- ekolojik yıkım derinleşiyor, iklim krizi de bazı ahmakların sandığı gibi bir tevatür değil…Aslında şeylerin nasıl sarpa sardığını görmek için derin uzmanlık gerekmiyor… Yaşanılanlar tereddüde mahal  kalmayacak kadar ortada…

 

Sorun çözme yeteneği aşınmış rejimlerin elinde şiddeti, baskıyı, devlet terörünü ve yalanı dayatmaktan başka çare yok. Dünyanın hemen her yerinde faşizm benzeri baskıcı rejimlerin türemesinin nedeni, sistemin sorun çözme yeteneğinin aşınmasıdır. Zira kapitalizm dahilinde, egemen sınıfların manevra alanı iyice daralmış bulunuyor… Yalan ve şiddetle bir yere kadar gidilebilecektir.

 

Bu gezegende hiçbir üretim tarzı, hiçbir uygarlık ve yaşam tarzı varlığını ilelebet sürdüremez ve kapitalizm bir istisna değil. Yerini mutlaka başka bir uygarlık alacak. Zira kapitalizm,  kendinden önceki uygarlıklar gibi reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Öyle görünüyor ki, insanlık tarihinde ilk defa  eski uygarlığın yerini alacak olan yeni uygarlık, insanların bilinçli eyleminin eseri olacak. Sömürünün, baskının, şiddetin, sosyal eşitsizliğin olmadığı, özgürlüklerin ve demokrasinin sahte bir söylem olmaktan çıkıp bir gerçekliğe dönüştüğü, insanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) gerçekleştiği, insanın artık eksik insan olmadığı yeni bir uygarlığa giden yol aralanacak…                                                                                                    

BİR ÇÖKÜŞÜN KISA ÖYKÜSÜ…

Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve yönetici elitleri insanlara 100 yıldır “muasır medeniyet seviyesini yakalamayı ve aşmayı” vadediyor. Lâkin hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Şimdilerde dinci AKP 2053, değilse 2071’de amacın hasıl olacağından emin görünüyor… Aslında ‘muasır medeniyet’, dünyanın geri kalanını sömüren, yağmalayan, talan eden emperyalist-kolonyalist- ırkçı kapitalist ülkeler demek. Onların nesi sizi cezbediyor? Faşizmleri mi, jenositleri mi? Aralıksız peydahladıkları savaşlar mı, “iklim krizi mi”, “ekolojik yıkım mı”, ‘nükleer kış’ riski mi, neden oldukları açlık ve sefalet mi? İnsanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımaları mı? Sizin ‘muasır medeniyet’ dediğiniz ‘Büyük İnsanlığa’ açlık, yoksulluk, sefalet, ekolojik yıkım ve aşağılanmadan başta ne vadediyor? Dolayısıyla neyin ne olduğunu bilmek önemlidir denecektir…

 

Fakat bir şey daha var: Kapitalist dünya sistemi dahilinde emperyalist ülkeleri yakalamak mümkün değildir… Kapitalist sistem hiyerarşik bir yapılanmadır. Pramide benzeyen bir yapı ve işleyiş söz konusudur. Pramitin aşağılarında yer alanlar yukardakiler tarafından sömürülürler. Aşağıdan yukarıya doğru kaynak (zenginlik) akışı söz konusudur… Aşağılardakilerle yukardakiler arasında  sömürü, bağımlılık, hakimiyet, tâbiyet ilişkisi geçerlidir… Başka türlü söylersek, aşağılarda yer alanlar yukardakiler lehine sürekli olarak yoksullaşır-kimliksizleşir… Sistem doğası gereği, aynı anda zenginlik ve yoksulluk, ‘gelişmişlik’ ve ‘azgelişmişlik’ üretmeden yol alamaz-var olamaz… Aşağıdakilerin tepeye tırmanması asla mümkün değildir… Velhasıl kapitalist dünya sistemi tam da Bertholt Brecht’in tahterevalli şiirinde resmettiği gibidir… Kapitalist-emperyalist dünya sistemi dahilinde  ‘muasır medeniyet’ denileni “yakalamak” hem mümkün değildir ve hem de  zaten arzulanır bir şey de olmamalıdır… Orada sizi cezbeden ne var?.. Emperyalist Batı’nın şımarık zenginliği ne pahasına mümkün oluyor?

 

Esasen ‘ekolojik sınır’ da yakalamaya izin vermez. Mesela tüm ülkeler ABD kadar üretseydi, tüketseydi, onun gibi yaşasaydı, 5 gezegen gerekecekti… 1970-2017 döneminde doğadan yaklaşık 2,5 trilyon ton materiyel çekilmiş… Bunun çok büyük bölümünün zengin Batı ülkeleri tarafından kullanıldığını söylemeye gerek yok! Doğadan çekilen bu kaynağın 1,1 trilyonu sürdürülebilirlik sınırının üstünde… Başka türlü söylersek, doğanın ürettiği yeni kaynaktan yaklaşık %40’ fazlası kullanılmış…  

 

Türkiye’nin şimdilerde içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde mülk sahibi sınıfların ve yönetici elitlerin aldıkları üç viraj, yaptıkları üç tercih var: Birincisi 1952 yılında Türkiye’nin bir militer (askerî) emperyalist saldırı paktı olan NATO’ya üye olması, ikincisi, 1980’de tam bir IMF-Dünya Bankası reçetesi olan ’24 Ocak Kararları’ ve onu hayata geçiren Amerikancı-NATO’cu 12 Eylül faşist darbesi ve üçüncüsü de 2002’de dinci AKP’nin iktidara taşınması…

 

Türkiye NATO’ya dahil olduğu andan itibaren artık adı konmamış bir ABD uydusuydu. O tarihten sonra ekonominin rotası ABD’li uzmanlar tarafından belirleniyordu. Sadece sanayi ve tarım politikası değil, eğitim ve ulaşım politikası da… Küçük Amerika olma tercihinin bir gereği olarak… ABD’nin Türkiye’nin yöneticilerine önerdikleri şunlardı: 1. Kamu sektörü, kamu girişimciliği daratılmalıdır; 2. Özel sektör (sermaye) desteklenmelidir; 3. Özel sermayenin büyümesi için uygun koşullar oluşturulmalıdır; 4. ‘Ağır sanayi’ projeleri durdurulmalıdır; 5. Hafif sanayilere öncelik verilmelidir; 6. Ekonomik yapı ve işleyiş ‘makayeseli üstünlükler teorisine’ göre dizayn edilmelidir; 7. Tarımsal altyapıya ve tarımsal ürünleri işleyecek projelere ağırlık verilmelidir… Bu öneriler, kalkınma perspektifinin defterden silinmesi, ulusal kalkınmacılığa elveda demekti… Siz neden tren yolu ulaşımının kara yolu lehine feda edildiğini sanıyorsunuz… Size daha çok petrol, asvalt, araba, iş makinası, vb. satsınlar diye …

 

1980’de 24 Ocak kararlarıyla alınan viraj, tam bir kompradorlaşma tercihiydi. O tarihten sonda ekonominin rotası dış belirleyiciklere emanet edilmişti. Ekonominin üretici temeli hızla aşınmaya devam etti. Kompradorlaşmış bir ekonominin iç eklemlenmesi etkisizleşir, farklı sektörler arasındaki karşılıklılığın ve tamamlayıcılığın yerini dışarısı, dış belirleyicilikler alır. Ekonomi dış belirleyiciliklerden daha çok etkilenir, yara alabilir hale gelir… Tabii saman ve et ithal etmek de olağanlaşır…

 

Dinci AKP  24 Ocak kararlarıyla başlayan süreci nihai sınırına taşıdı. Türkiye’de siyaset bütçenin ve hazinenin yağmalanması demektir ama AKP bütçenin ve hazinenin yağmalanmasının da ötesine geçti. Müşterekleri ve doğa yağma ve talanını da denkleme dahil etti… Şu an itibariyle artık metalaştırılmamış, özelleştirilmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş, soysuzlaşmamış hiçbir şey kalmadı… Türkiye ekonomisi ve toplumu tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş durumda… müşterekler dahil, her şeyin özelleştirildiği, özel mülk kategorisine indirgendiği bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Zira, müşterekler (ortak yaşam kaynakları, araçları, alanları) toplumu – insanları- bir arada tutan tutkaldır…

 

Çöküş tablosundan çıkmanın yolu, geride kalan dönemde toplumdan çalınanı, gasp edileni asıl sahiplerine iade etmekten geçebilir… Bunun için de üretim ve yaşam araçlarını kamulaştırmak-sosyalleştirmek (devletleştirmek değil) ve demokratik bir ekonomik- ekolojik-sosyal planlamayla yola devam etmek gerekiyor. Başka türlü söylersek, radikal bir perspektif ve paradigma değişikliği olmadan çöküş tablosundan çıkmak mümkün olmaz… O halde neyin olmayacağından hareketle, yeni paradigmayı vakitlice ete-kemiğe büründürmek gerekiyor ve bu mümkün…

BİLİM VE TEKNOLOJİ FETİŞİZMİNE DAİR KISA NOT…

BİLİM VE TEKNOLOJİ FETİŞİZMİNE DAİR KISA NOT…

 

Fikret BAŞKAYA

 

“ Bilim, sadece bilimcilerin ellerine bırakılmayacak kadar çok önemli bir şeydir”

 

                                                                         Carl E. Sagan

 

“Düşünür öldü. Yaşasın araştırmacı…”

 

              Mehdi K. Benslimane

 

                                     

Fetişizm, putçuluk, tapınmacılık anlamındadır. Toplumda teknolojinin her sorunu çözeceğine dair tuhaf bir saplantı var... Aynı şey bilim için de geçerli… Bilimsel ve teknolojik gelişmeler sayesinde bu dünyanın Cennet olacağı tasavvuru ve beklentisi yaygın… Modern bilim ve teknoloji 400 yıldır gelişiyor, gelişiyor  ‘teknik bilim harikaları’ insanları büyülemeye devam ediyor... Lâkin her geçen gün dünya daha da yaşanmaz bir yer haline geliyor… Canlı yaşam tehdit altında ve yıkım hızlanarak yol alıyor… Velhasıl, söylemle gerçek, retorikle realite arasında derin bir uyumsuzluk ve tutarsızlık var… Neden? Doğru sorular sorulmazsa olacağı budur ve her geçen gün doğru soru soranların sayısı azalıyor. Akademi ve medya ‘doğru soru soranlara’ yaşam hakkı tanımıyor…  Esasen üniversiteler ‘ölü bilgilerin’ depolandığı yerlerdir… Aykırı düşünceler her geçen gün marjinalleşiyor… Şimdilerde ‘bilim diye tedris edilen’ çocukları, gençleri itaatkâr yapmanın, disipline etmenin, soru sorma, düşünme yeteneklerini dumura uğratmanın hizmetinde… Oysa, iyi soruları ancak ‘disiplinsizler’, ‘itaatkâr’ olmayanlar, ‘entellektüeller’ sorabilir… Şimdilerde ‘bilim’ sömürü düzenini meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetinde ama bilim ve ‘bilimcilerin’ itibarı çok yüksek…  Her kepazelik, her saçmalık ‘bilim’ ve ‘bilimsellik’ adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor… Her akşam öbek, öbek televizyonlarda ‘ahkâm kesen’ konunun uzmanları, her konunun uzmanları söylemek istediğimi doğrulamıyor mu? Doğru soruları soranlar oralara yaklaştırılır mı? Marx, boşuna “her şeyden şüphe et” dememişti… Eğer bilim şeylerin gerçeğine nüfuz etmenin, anlamanın yolunu aralıyorsa, teknoloji herkes için yaşamı kolaylaştırıyorsa, bir kıymet-i harbiyeye sahip olabilir…  

 

Sadede gelirsek… Onca bilimsel ve teknolojik gelişmeden, ilerlemeden sonra neden işler sarpa sardı. Neden insanlığın ve uygarlığın geleceği tehdit altında? Burjuva toplumunda sosyal düşünce kompartımanlara ayrılmış, dar uzmanlık alanlarına indirgenmiş durumdadır… Daracık bir alanda “derin” uzmanlığa sahip bilimciler ağacı görürler de ormanı görmezler… Başlarını kaldırıp ‘bütüne’ bakmazlar… Doğru soruları sorma yetenekleri aşınmıştır. Oysa, hakikat bütündedir… Politika dışında olmayı bir mazerete dönüştürüyorlar… Politika yapma işi sadece profesyonel burjuva politikacıların işi sayılıyor… Oysa politikanın herkesin ‘işi, herkesin ‘şeyi’ olduğunda bir anlamı ve değeri olur… Boşuna “İnsan politik bir hayvandır” denmemiştir…

 

Şimdilerde teknik bilim ve teknolojik gelişme toplumsal gelişmeden bağımsızlaştı. İnsanlığın ortak eseri, bir müşterek olan teknoloji, kapitalist sınıf tarafından gasp edildi… Fakat sadece gasp edilmiş değil, insanlığın çoğunluğuna, Büyük İnsanlığa karşı bir silah olarak da kullanılıyor… Kapitalizm demek, teknolojiyi işçilerin, emekçilerin, ücretlilerin, yeryüzünün lânetlileri ve doğa aleyhine kullanmak demektir…

 

Kapitalizm dahilinde her teknolojik gelişme, her ‘ilerleme’, her seferinde daha çok insanı işinden ediyor, açlığa, sefalete, çaresizliğe sürüklüyor. Esasen sanayi kapitalizminin tarihi, işçiyi makinayla ikame etmenin de tarihidir. Yeni bir teknoloji üretim sürecine sokulduğunda, yarattığından daha çok istihdamı (işi) yok ediyor… Mesela bir kapitalist işletmede bir önceki dönemin makinalarıyla 100 işçi istihdam edilirken, onun yerini alan yeni makinalarla 40 işçi yeterli olabiliyor… Bu 60 proleterin üretim dışını atılması, açlığa ve sefalete mahkûm edilmesidir… Sokağın başına yerleştirilen bir bankamatiğin kaç insanı işinden ettiğini düşünün… Şimdilerde hastalığın teşhisi tıp aletleriyle yapılıyor… Bu daha az hekim, daha az tekniker, vb. istihdam etmek demektir…

 

1820’li yıllarda İsviçreli iktisatçı Jean de Sismondi, makinanın işsiz bıraktıklarına makinenin yarattığı değerden pay verilmesini önermişti… Esasen makineleş kollektif bir ilerleme olması gerekirdi… Fakat, kapitalistler tarafından gasp edildi ve toplum çoğunluğuna karşı kullanıldı… Oysa her teknolojik gelişmenin, ilerlemenin insanlığın tamamının yararına kullanılması gerekirdi…

 

Bir şey daha var. Her teknolojik ilerleme daha az çalışarak daha çok üretmeyi mümkün kılıyor ama gerçek yaşamda hiç de öyle olmuyor. Sanayi devriminin başlangıcında buhar makinasının üretim sürecine sokulduğu dönemde, kadınlar, erkekler ve çocuklar günde 15-16 saat çalıştırılıyordu… Şimdilerde dijital teknolojiler yarattıkları yeni iş imkânından çok fazlasını yok ediyor… İşsizler ordusu çığ gibi büyüyor ve burjuva politikacıları işsizliği önlemeyi vadediyor… Oysa kapitalizm dahilinde işsizlikle asla mücadele edilemez… Sistemin mantığı ona izin vermez…

 

Lâkin kapitalizm sadece sosyal kötülükleri (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…) azdırmakla kalmıyor, bir bütün olarak canlı yaşamı da yok ediyor… Artık canlı yaşam risk altında… 2-3 nesil dahilinde kapitalizmden çıkılamazsa, canlı yaşamın riske girmesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmaz olabilir…

 

Bir şey daha var: İşsizler ordusu büyüdükçe işçi ücretleri üzerindeki baskı da artırıyor ve ücretler düşmeye devam ediyor. Türkiye’de ve başka yerlerde asgari ücretin açlık sınırının bile altında oluşunun nedeni ‘makinalaşma’… Dünya ölçeğinde gelir dağılımının skandal düzeylerde seyretmesinin asıl nedeni de sözünü ettiğimiz ‘temel eğilim’… Şimdilerde dünya nüfusunun %10’u toplam servetin (zenginliğin) %90’nına el koyuyor. Ayrıcalıklı %10 da %90’nın sahip olduğunun yaklaşık iki katına… Velhasıl, teknolojik gelişmenin meyvelerine kapitalist oligarşi el koyuyor…

 

Bu durumdan çıkmak, bilimi ve teknolojiyi insanlığın tamamın yararına kullanmak, kapitalizmden dahilinde mümkün olmaz… Kapitalizm dahilinde işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmazdır…

 

Fakat bir yanlış anlama da olmamalıdır. Burada söylenenlerden ‘teknoloji karşıtlığı’ sonucunu çıkarmak haksızlık olur. İnsanı diğer canlılardan farklı yapan, onun buluş/ keşif/ alet yapabilme yeteneğidir ve bu son derecede önemlidir. Zira, alet, makine daha az çabayla daha kolay, daha çok üretmeyi mümkün kılar. Tehlikeli ve zor işler teknik ilerleme sayesinde yapılabilir hale gelir.  Başka türlü ifade edersek, teknik, insan varlığıyla özdeştir (consubstantielle). İnsana özgüdür… İnsan beyninin gelişmesi de alet kullanmayla eşanlıdır… ‘Üstelik insanlar aletleri, makinaları sadece kullanmıyorlar, aynı zamanda geliştiriyorlar. Önemli olan, teknolojinin hangi sistemde, kimin yararına kullanıldığıdır… Teknolojinin neye, kime yaradığı da doğrudan sosyo-politik sistemin (üretim tarzının) niteliğini angaje eden bir şeydir…

 

Ezcümle, kapitalizm dahilinde mekanizasyon, robotizasyon ve numerizasyon’un (sayısallaşma) felaketle sonuçlanması kaçınılmazdır…

 

 

AYDINLAR KAYGILI... - BASINA VE KAMUOYUNA

Bu coğrafyanın yetiştirdiği değerli entelektüellerden biri, Fikret Başkaya Hocamız, bir kez daha yargı karşısında.

Kitaplarını okuyarak, Özgür Üniversite’deki derslerini izleyerek yetişmiş öğrenci kuşaklarının “Fikret Hoca”sı, gerçekten de doğru bildiğini eğip bükmeden, “başıma bir şey gelirse” kaygısına teslim olmadan söyleyebilmesi/yazabilmesiyle, devlet içi ya da dışı hiçbir kuruma biat etmeksizin özgürce kullandığı kalemiyle, aklının sınırsız eleştirelliğiyle, bu ülkede “entelektüel” sıfatını en çok hak edenlerden biridir.

Hiç kimseye, hiçbir kuruluşa teslim etmediği aklının özgürlüğünün bedelini defalarca ödedi; yazdıklarından, söylediklerinden ötürü yıllarını geçirdi parmaklıklar ardında. Kaç kez hâkim önüne çıktığını kendisi de hatırlamadığını söylüyor.

Öyle gözüküyor ki, Türk “adalet”i bugünlerde Fikret Hoca’ya bir kez daha bedel ödetmeye kararlı. 2016 yılında bir internet sitesinde yer almış bir yazısından dolayı, “Terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla hakkında bir dava daha açıldı.

Burada niyetimiz Fikret Hoca’nın söz konusu yazısında “terör propagandası” yapıp yapmadığını, ya da “ne”yin “terör propagandası” olduğunu tartışmak değil. Fikret Hoca’nın kendisini ve yazdıklarını en yetkin şekilde savunacağını biliyoruz.

Biz bu ülkede yargının düşünce ve ifade özgürlüğü ve her türlü eleştiri girişimi karşısında bir iktidar  “sopa”sına dönüştürülmesine ilişkin kaygılarımızı yüksek sesle dillendirmek istiyoruz.

Cumhurbaşkanının görüşlerini onaylamayan, hükümetin tasarruflarını eleştiren aydınlar, akademisyenler,  yazarlar, çizerler, gazeteciler, hatta sosyal medyada muhalif görüşler dile getiren, paylaşan, “beğenen” ortaokul öğrencileri, büyükanneler, dedeler, TV ekranlarında itirazlarını dile getiren esnaf, işçiler bir anda kendilerini yargı önünde bulabiliyor. İktidara karşı en küçük bir ifade, silahlı timlerin ev baskınları, sabaha karşı yaka-paça gözaltına alınma, tutuklanma ve sonu belirsiz bir yargılama süreci ile karşılaşıyor. “Dokunulmazlık” zırhıyla donatılmış milletvekillerinin dahi bu kovuşturmalardan bağışık olmadığını gördük.

Ağzını açmadan önce dokuz kez yutkunan, kamuya açık yerlerde arkadaşlarıyla konuşurken korku dolu gözlerle etrafı kolaçan eden, sindirilmiş insanlar ülkesi, bir “polis devleti” görüntüsü veriyor Türkiye.

Yargı kurumunun bu “polis devleti”nin bir parçasını oluşturması, kaygılarımızı daha da arttırıyor. Siyasal “suç”larda ne idüğü belirsiz “gizli tanık” ifadelerine dayanarak hazırlanmış emniyet fezlekeleri, bu fezlekelerin “kopyala-yapıştır” yöntemiyle Savcılık iddianamelerine dönüşmesi, ve yargıçların sanık ya da avukat savunmalarını hiç dikkate almadan, aynı iddianameden “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hükümler üretmesi, Türk yargı sisteminin standart bir uygulaması oldu, nicedir. Yargı sürecinin savunma ayağı, hiç bu denli değersizleşmemiş, etkisizleşmemişti…

Artık biliyoruz, mevcut iktidar eleştirilmekten haz etmiyor. Haz etmemek bir yana, her türlü itiraz ve eleştiriyi, yargı “sopa”sıyla sindirmeye, bastırmaya kararlı gözüküyor.

Oysa eleştirinin iktidar(lar) için ne denli hayati olduğunu vurgulamaya gerek var mı? Eleştirilere kulak tıkayan, onları bastıran iktidarlar, “tek ses”e, monolitizme yönelirler ki bu da yapıları sklerotikleştirir (kireçleştirir), debilleştirir (budalalaştırır), çürütür. İktidarlar ancak kendilerini eleştirilere, karşıt görüşlere, itirazlara, farklı seslere açtıkları ölçüde hayatiyet kazandırırlar kendilerine ve yönettikleri bünyeye…

Doğrudur, pek az iktidar sahibi bu gerçeğin bilinciyle davranır. Bu nedenledir ki, entelektüellerin, yazarların, bilim insanlarının ve genel olarak muhaliflerin görüşlerini herhangi bir “kaza-belaya uğramadan” dile getirmelerini sağlamak, bağımsız yargının görevidir. Gerçek anlamıyla “bağımsız”, yani iktidarların “sopa”sı olarak davranmama tutumundaki yargı, eleştirilerini dile getirenleri, yani Anayasa güvencesi altındaki düşünce ve ifade özgürlüklerini kullananları değil, aksine, bu özgürlüğü kısıtlamaya kalkışanları kovuşturmalıdır!

 

“Anayasal hak ve özgürlüklerin yargı teminatı altında olduğu” savı ancak bu durumda gerçeklik kazanabilecektir.

Akın Birdal

Alaeddin Şenel

Baskın Oran

Cengiz Gündoğdu

Doğan Özgüden

E .Ahmet Tonak

Ercan Kanar

Erdoğan Aydın

Erol Özkoray

Eşber Yağmurdereli

Filiz Kerestecioğlu

Gün Zileli

Hasan Cemal

İnci Tuğsavul

İsmail Beşikçi

İzzettin Önder

Kadir Cangızbay

Korkut Boratav

Ragıp Zarakolu

Sibel Özbudun

Şanar Yurdatapan

Taner Timur   

Temel Demirer

Yücel Demirer

 

 

Not: Dünya çapında 100 ülkeden 150 yazar kuruluşunun üyesi olduğu Uluslararası PEN, 12 Kasım 2019’da yayınladığı bir bildiri ile Fikret Başkaya’ya sahip çıktı.
Uluslararası PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi Başkanı Salil Tripathi, mesajda şu noktanın altını çiziyor: Türkiye’de yetkililer, teröre karşı düzenlenmiş yasaları bir kez daha karşıt görüşleri cezalandırmak için kullanıyor. Başkaya’nın makalesi, hiçbir şekilde terör propagandası sayılamaz.  Böyle sahte işlemler sonuçlanmadan, Türk otoritelerini, Başkaya hakkındaki tüm suçlamaları düşürmeye davet ediyoruz.  Hiç kimse, görüşlerini barışçı yollarla ifade ettiği için hapse gönderilmemelidir.

Uluslararası İfade Özgürlüğü kuruluşları ağı IFEX’e üye 5 kıtanın, 19 ülkesinden 22 kuruluşun Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben yayınladığı mektupta “Fikret Başkaya’nın barışçıl yollarla görüşlerini açıkladığı ve hakkındaki suçlamaların düşürülmesi gerektiği” ifade ediliyor.

 

19.11.2019

 

 

Yazar: Çeşitli Yazarlar

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör