Diplomat,
oyun yazarı, tiyatro eleştirmeni, çevirmen (D. 1 Ocak 1933, Dörtyol / Hatay –
13 Şubat 2015, Ankara). Tam adı Mehmet Ergun Sav’dır. Handan Sav ve Nejad
Sav’ın oğlu; hukukçu, siyaset ve devlet adamı Ö. Atila Sav’ın kardeşidir. İlkokulu
1944’te, ortaokulu 1947’de bitirdi. Ankara Atatürk Lisesi (1950), Ankara Hukuk
Fakültesi (1954), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro
Enstitüsü (1960) mezunu. Askerliğini Genelkurmay Başkanlığında (1957) yaptıktan
sonra, bir süre Ankara’da serbest avukatlık (1957-60) yaptı. 1960 yılında
İngiltere’ye giderek, Laurence Oliver, Peggy Asleroft gibi oyuncular; Harold
Pinter gibi yazarlar yetiştiren, Londra’daki Central School Speeek and Drama’da
tiyatro öğrenimi gördü. 1962’de Türkiye’ye dönerek Dışişleri Bakanlığına girdi,
iki yıl NATO dairesinde çalıştı. Paris, Lagos (Nijerya), Helsinki, Karlsruhe’de
çeşitli görevlerde bulundu. Karlsruhe (1978-82) Başkonsolosluğu; Katar
(1986-89), Brezilya (1989-91) ve Portekiz’de (1995-96) büyükelçilik görevlerinde
bulundu. 1998 yılında emekliye ayrıldı. 13 Şubat 2015 günü Ankara’da vefat
etti. Cenazesi, Cebeci İsmet Oğultürk Camiinde kılınan öğlen namazından sonra
Cebeci Asri Mezarlıkta toprağa verildi. Jale Sav ile evliydi.
Yayımlanan
ilk yazısı, 1953 yılında Nebîoğlu Yayınevinin çıkardığı 20. Asır adlı
dergideki bir röportajdı. İlk tiyatro eleştirisi Hisar dergisinde
(Haziran 1954) yer almıştı. Diğer ürünlerini 20. Asır, Hisar, Tercüman (1957-60),
Akşam (1962-64), Milliyet (1971-72) dergi ve gazetelerinde
yayımladı. Bir Başkası adlı oyunuyla Ankara Sanat Kurumunun 1991-92 En
İyi Oyun Yazarı Ödülünü aldı.
ESERLERİ:
OYUN: Vatan
Yahut Namık Kemal (1972; oyn., Ankra DT, 51 il ve yurtdışı turne), Barış
Kervanı (1988; oyn, İBŞT, 1993-94), Bir Başkası (1995; oyn., Ankara
DT, İBŞT, 1991-97).
ÇOCUK
OYUNU: Yakut Balık (1966; oyn., Ankara DT, İBŞT, İzmir DT, 1965),
Pof’
GENÇLİK
OYUNU: Beş Kız Arkadaş (1995; gençlik tiyatroları, 1995-2000),
Müsamere (1999).
DENEME-İNCELEME-SÖYLEŞİ:
Tiyatro Yazıları (1964), Halk Hikâyeleri (1974),
Diplo-dramatik Anlatılar (1992), Nostaljik Muhabbetler (1993),
Rakı Sohbetleri (1994), Deli Deli (1995).
ANI:
Sakızlı Koy Kumpanyası (1996), Cumhuriyet Bebeleri (1998),
Diplomaturka - Bir Diplomat-Yazarın Anıları (2000).
MASAL: Kaplumbağa
ve Kuşlar (1996).
OYUN
ÇEVİRİSİ: GiTBEl Dolap (Harold Pinter’den, oyn., İstanbul DT, 1962),
Lysistrata (Aristophanes’ten, oyn., İstanbul-Trabzon DT), Gençliğin
Tatlı Sesi (Tennesse Williams’tan, oyn., İzmir DT), Giydirici (Ronald
Harwood’dan, oyn., İstanbul DT).
KAYNAK: Hisar (sayı: 30, Haziran 1966), TDE Ansiklopedisi (c. 7,
1976-98), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982),
TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009), Hıncal
Uluç / M. Ergun Sav! (sabah.com.tr, 14.02.2015).
Türk
tiyatrosunun, var olması, daha doğrusu benliğini bulması için neler gerekli?
Bugün, gerçekten, nüfusumuza oranla çok bile sayılacak sahne sayısı, bir o
kadar sanatçımız var. Oynanış seviyesi, Avrupa sahneleriyle kıyaslandığında,
hiç de onlardan aşağı değil. Gerçekten, bütün olarak bazı oyun “prodüksiyonları”mız
var ki Türkiye’de ileri bir tiyatro sanatı olduğunu doğrular.
Seyircimiz
de övünç duyulacak kadar ileri anlayışlı. Hem rağbet bakımından, hem de değerlendirme
bakımından bu kalabalık sahne ve sanatçı sayısını besliyor, takdir ediyor.
O halde
neyimiz eksik? Tabii, bu noktada gelecek sorunu hissediyorsunuz: Yazar meselesi.
Türk oyun. yararlığı nerede; nerede olmalı? Önce şunu söyliyeyim, ben bazı
kolay yargılı kimseler gibi “Türkiye’de oyun yazarlığı yok”diyemiyorum. Hattâ,
“geri”, de diyemiyorum. Çünki, aşağı yukarı kusursuza yakın dolgunlukta
eserler veren, bilinçli, ne yaptığını, nereye gittiğini bilen yazarlarımız da
var. Fakat genel bir yargıya varılmak istendiğinde, “icracı”lar ve seyirciler
yazarlarımıza göre daha’ ileri noktada. Bunun çeşitli nedenleri var tabi. Önce,
daha yazarlık geleneğimizin geçmişinin çok kısa oluşu. Fakat asıl ikinci ve üzerinde
durmak istediğim bir nokta daha var: özenti...
Bu “özenti”
terimini yadırgamış olabilirsiniz. Açalım biraz: Bugün, Türkiye’de belli kabiliyetleri
olduğu, belli seviyeye çıktıkları halde, “ustalık” duvarını aşamayan bazı oyun
yazarlarımız var. Bunların hastalığını teşhise çalışalım.
Önce bâzı
tiyatro düşünürlerimizin etkisinde kalmaları. Bu da şu: Eskiden beri
şaşmışımdır, hâlâ da şaşarım. Ülkemizde bir grup vardır. Belli görüşlerin
avukatlığını belli ağızlarla yaparlar. Kendileri gibi düşünmeyenle? bilgisiz,
dar kafalı, kendileri. ise bilgin ve geniş görüşlüdürler.
İşte
tiyatro yazarlığına da bu grubun ters etkisi oluyor. Son zamanlarda gözle
görülür elle tutulur bir hal aldı bu. Örnek olarak, bugün. Türkiye’de bir
Brecht sevdası var. Tiyatro yazarlarımızın çoğunun ağzından bir “epik tiyatro”
lâfı düşmez oldu.
İşte yanılılan
nokta bu: Tiyatro, tek eksen çevresinde dönen bir sanat değildir. İçine birçok
sanat dallarını alan, tekniğe dayandığı için karmaşık, yaygın bir türdür. Bunun
için de çok, ama pek çok çeşitli türden eserlere imkân hazırlar. Onun için bir
önyargıya, bir «sabit fikre» saplanınca kısırlaşır. Bu epik tiyatro yargısı
da yazarlarımızı bocalatıyor. Epik olunca iyi olur sanıyorlar. Epik dışında
hiçbir şeyin iyi olmıyacağı inancına saplanmışlardır.
İsterseniz
“epik tiyatro”nun kaba bir tanımlamasını verelim: Brecht, tiyatronun halka
inme imkânını kullanmak, kendi doktrinini yığınlara yaymak için bulmuştur bu
yöntemi. Kısaca, aktöre, sürekli olarak yaşama değil «oynamak» gerekli
olduğunu söyler .Oyun, bir hikâyenin anlatılışıdır. Arada bir anlatıcı geniş ve
fazla seviyeli olmadığı kabul edilen seyirci topluluğuna açıklamalarda bulunur,
onların oyunun akışına kapılmasını önler. Brecht’in görüşü de bilinen bir
görüştür: Solcu, toplumcu, gerçekçi. Böyle olunca bu «epik» teknik bu görüşün
bir parçası oluyor.
Kelimelerin,
“sansasyon”un çekiciliğine kapılan bazı yazarlarımız bu tekniği ileri eserleri
vermek için gerekli bir unsur saymıya başlıyorlar. Böylece sanatın en büyük
düşmanı, kısırlığın en büyük dostu tek yönlülüğe saplanıyorlar.
Bunun
kolay bir tarafı var elbet: Belli görüşe angaje grubun kolay övgüsünü kazanmak.
Fikir birliğini sağlamış kimselerin desteğini kazanmak. Oysa, bu döngüye
girince yaratıcılık gücü eksiliyor, buna hazır olmıyan yetenekleri kuvvetini kaybediyor.
Bunun ya farkında değiller, ya da istiyerek bu yanlışı yapıyorlar.
Çok yönlü
olabilmek, angaje olmamak, bireyci kalabilmek. Bence, sanat eseri yaratma
gücünü hızlandıracak şeyler bunlar. «İllâ, varsa yoksa epik tiyatro, bunun
dışında bütün o kullar, bütün üslûplar boş», diye düşününce, kendiliğinden dar
bir açıya saplanılıyor.
Oyun yazarlarımızdan bazılarının büyük kabiliyetleri su götürmez
bir gerçek. Bunu gölgelememek gerekli. Bireyciliği feda etmiyelim. Sanat,
kişiyi genişletebildiği, ufuklarını açabil diği oranda yararlıdır. Belirli bir
görüşün savunmasını belirli kelimelerle ve belirli teknikle yapınca sanatçının
komuta altına girmiş askerden farkı kalır mı? «Kalmasın istiyoruz zaten»
diyenler var, biliyorum. Bir kısım da böyle düşünsün. Kimsenin beynine
hükmedilmez. Ama oyun yazarlarımız unutmamalı: On yazar, on görüş, on teknik,
on. üslûp olmalı. On yazar, bir görüş, bir teknik, bir üslûp değil.
(Hisar, Şubat 1964)