Adnan Gerger

Yazar, Şair

Doğum
05 Mart, 1958
-
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Şair ve yazar, gazeteci. 5 Mart 1958'de Diyarbakır'ın Hani ilçesinde, ailesinin yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Diyarbakır kent merkezinde geçti. Nüfus kütüğü de buraya aittir. Babası, ilkokul öğretmeni Kadri Gerger, annesi ev hanımı Necla Gerger’di. İlkokulu Diyarbakır'da, ortaokul ve lise öğrenimini babasının tayini nedeniyle gittikleri Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimine, Ankara Üniversitesi DTCF Fransız Filolojisinde devam etti.

Onu edebiyata teşvik eden babası oldu. İlkokuldayken babası ona klasik kitapları özetleyerek anlattı. Öykü ve şiirlerini de bu yaşlardan itibaren yazmaya başladı. İlk şiirlerini de ortaokulda okurken Suruç'ta "Meşale" adlı yerel dergide yayımladı. Lisedeyse Kelebek (Hürriyet gazetesi eki) Gençlik Köşesi’nde değişik adlarla devamlı olarak mektupları yayımladı. "Yalnızlıktan Sesleniyorum" başlıklı mektubunun beğeni kazanması, yazarlık hayatında etkili oldu.

Gazetecilik yaşamına DTCF’de okurken 1980 yılında Ankara'da, Hürriyet gazetesinde başladı. Gazeteciliğini daha sonra Milliyet, Sabah, Habertürk gazetelerinde ve HBB, Star TV, ATV, NTV televizyonlarında sürdürdü. Habertürk gazetesinin Ankara ekini çıkarttı ve burada köşe yazarlığı yaptı. Gazetecilik yaşamı boyunca sadece gazetecilik meslek örgütlerince haberlerine verilen ve kendisinin katıldığı yarışmalarda 50’ye yakın ödül kazandı. Bu ödüller arasında Sedat Simavi, Uğur Mumcu, Mahmut Tali Öngören, Musa Anter, Metin Göktepe, Yavuz Gökmen gibi birçok gazetecinin anısına verilen ödüller olmak üzere çok sayıda “Yılın Başarı Gazetecilik” ödülleriyle “Fotoğraf” ödülleri yer aldı.   

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak yedi yıl boyunca görev yaptı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAG) ile Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Edebiyat” ve “Gazetecilik” üzerine atölye çalışmalarında eğitmenlik yaptı. Gazetecilik ve yazarlık çalışmalarını aksattığı için öğretim görevliliğini ve atölye çalışmalarını bıraktı.

Uluslararası Gazetecilik Federasyonu (FİJ), Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Parlamento Muhabirleri Derneği, Foto Muhabirleri Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği’nde üyelik ve yöneticilik yaptı. Şiir, öykü ve makaleleri birçok dergide yayımlandı. Bir çok edebiyat dergisinin yayımlanmasında da etkin rol oynadı.

1990 yılında "Firar Öyküleri" adlı ilk öykü kitabı o dönemde en çok satan öykü kitabı unvanını aldı. 1991 yılında Kürtlerin varlığını araştırdığı demografik, etnografik ve folklorik yazdığı Dağların Ardı Kimin Yurdu kitabı nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı. Yürürlükteki Yalanlar adlı kitabında yer alan “Hayat Kadını” adlı öyküsü 2009 yılında Çağdaş Sahne tarafından sahneye kondu. Evli ve Ceren isminde bir kızı vardır.

Dağların Ardı Kimin Yurdu (1991; Aynı yıl (1991) Fransızca’ya çevrildi). Iraktı O Gece adlı öyküsü ile Aykırı Edebiyat dergisi tarafından verilen Yılın Öyküsü ödülünü, ilk romanı Faili Meçhul Öfke (2010) ile roman dalında Yunus Nadi Armağanını aldı.

Eserlerinde  özenli dil kullanımı nedeniyle 2018 yılında Dil Derneği'nce Onur Ödülü verildi.

 

ESERLERİ:

 

Öykü: Firar Öyküleri (1990,1991, 2012, Geliştirilmiş ve değiştirilmiş yeni baskı 2018),

Yürürlükteki Yalanlar (2004), 12 Eylül Sürgünleri (Belgesel- Öykü, 2004), Ankara Öyküleri (2015).

 

Araştırma: Dağların Ardı Kimin Yurdu (1991), Seni Anlatabilmek Eskişehir (1991), Uğur Mumcu'yu Kim Öldürdü? (2011).

 

Şiir: Çürüyen Ü (2001).

 

Roman: Faili Meçhul Öfke (2010, 2011, 2019), Bir Adı Cehennem (2012), Yüzsüz Hayat (2014), Ses ve Sus (2018).

 

KAYNAKÇA: Bayram Balcı / Faili Meçhul Öfke’ler Roman Oldu (Aknews ve Günlük Gazetesi, 20 Şubat 2010), A. Galip /  ‘Faili Meçhul Öfke’ Tövbenin ve Ezberin Bozulduğu Roman (Evrensel Kültür / Sayı: 220 Nisan 2010), Çayan Ethem / Faili Meçhul Öfke: Sloganlardan Uzak Bir Hesaplaşma (Birgün Gazetesi Kitap Eki, 13 Mart 2010), Selda Güneysu / Kabuk Bağlamış Yaraları Kanatmak İstedim (Cumhuriyet Kitap / Sayı: 1055), Zeynep Öcal / Bir Türkiye Tarihi- Firar Öyküleri (Taraf Kitap, 11 Mayıs 2012), Sevin Okyay / Gerger’in Öfke’si (Radikal Gazetesi, 1 Haziran 2012), Ercan Y. Yılmaz / Diğer Adı Haki Kıyamet (Radikal Kitap, 6 Temmuz 2012), Şehriban Oğhan / Bu Kitabı 1990’larda Yazsaydı Öldürülürdü (Hürriyet Pazar Keyfi,  22 Temmuz 2012), Ümran Avcı / Gündüz Gazeteci Gece Edebiyatçı (Habertürk, Kültür-Sanat Sayfası, 2 Temmuz 2012), Sevin Okyay  / Serencamı Kızılca Kıyamet (Kitap Postası, Ağustos 2012), İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 12, 2019).

HÜZÜNLÜ ZAMANLARIN SESİ

                                         "Ayrılığa ulaşabilseydik ona kendi acısını tattırırdık."        

                                          İbn Arabî

 

Leyla’nın sevgilisi Mazlum’un mezarına bıraktığı mektup, önceki gece yazdığı mektuptu. Leyla kendine “Mühür”, Mazlum’a, “Zaman” adını vermişti, mektubunda.

                                                  *

İtiraf diye sevdasının hav inceliğinde yazılmasına neden olan, ağlayan kırmızı bu ülkenin geçmişiydi, şüphesiz. Ahval aynı ahval... Sonunda ha bir seven kadının çığlığı bir közün üstüne düştü, ha Mühür ile Zaman’ın aşkı ...

Bilmeyeceksin...

Ayazını yitirmiş yıllarımla, gökkuşağının altından geçerek sana geldiğimi, bir gece.

Ben ki Mühür’düm.

Önce ahraz gecelerin kâkülü oldum. Avurtu çökmüş günlerin üstüne dolandım. Aysardım. Gizlemeye çalıştım, hiç  tanımazken dünyanın tüm yıldızlarını. Bir tek Zaman; Zaman paylaştı, bir tutam alın yazısını. Zifiri gözlere sunulmuş.

Bilmeyeceksin...

Dolunayı çalınmış nehirlerinle, heder bir ömrün sürgününden boy vererek çırılçıplak soyunduğunu, bir gece.

Sen ki Zaman’dın, Mazlum’um...

Önce Mezopotamya narası oldun. Dileği gerçekleşmemiş lavlara sığındın. Kuşatılmıştın. Korsanların önüne attın, hiç el değmemişken çığıltılı topraklarını. Bir tek Mühür; Mühür bölüştü, bin yıllık azgın bedenini. İlahi düşlere tapınmış.

Bilmeyeceksin...

Soyu tükenmiş leyli nazlarımızla, öksüz hıncın yazgısından yasaklanarak kana kana sevişeceğimizi, bir gece.

Biz ki  Mühür ile Zaman’dık.

Önce kınalı bulutlar olduk. Kutsanmış ülkelerden tanıdık ağıtlar yaktık. Mumyalanmıştık. Bindallı lanetleri hançerledik, hiç tanımamışken ihanet kefenlerini. Bir tek aşk; aşk büyüledi,   yaşamaya rehin bıraktığımız benliğimizi. Yezidî güzelliğe adanmış.

Bilmeyeceksin...

Senden çaldığım mahzun suretlerimizle, çoban ateşinin macerasından sakınarak tenlerimize bağışlanmadığımızı, bir gece.

Bir gece, bizim masalımızı anlatacaklar.

‘Mühür ile Zaman’ diyecekler,

  ‘Aşkın ebruli feveranı...’

‘Tılsımlı çağların umut yığınağı...’

Kavlimiz özgürlüklere yazılacak. Simyacının elinden kurtardığımız sungular, ebabil kuşların kanatlarına tutunacak. Yeni yetme sevdalar susacak. Doğmamış kavimlerin burçları direnecek hiç yüzleşmemişken suskunluklarımızla. Bir tek mısra; mısra umacak, avuçlarımızda sıktığımız hasretimizi. Gün yüzü görmemiş seraba  kuşanmış.

‘Mühür’  diyecekler, ‘Mühür, gelecek günlerin güzellemesi bir çığ.’

  ‘Zaman’ diyecekler, ‘Zaman, sonsuzluğa asılan mavi bir sabır.’

Mühür, yedi cihana yakılan bir hoyrat.

Zaman, ay ışığı feriştah bir yiğit.

Mühür, suların acısını dindiren peri.

Zaman, yeminlerin biricik bilgesi.

Edepsizce geçecek ceylan sürüleri, içlerinden o gece. Arap saçı sürgün gecede, Mühür demlenmiş kızlığını verecek, Zaman kınsız gençliğini; Aşklarına.

O gece...

Arasat kaçkınları bütün günahları zehirleyecekti. Keşkeler zılgıt çekecekti. Bir erguvan ağacı kına yakacak, diğeri Kevser aramaya çıkacaktı.

O gece...

Eksik yaşanmasın diye bir sevda, zevkler sığmayacaktı ürperen tenlerine... Ter içinde boy bosları, ipe çekilmiş gibi titreyecekti. Şahdamarı yırtılacaktı, nefeslerinin.

O gece...

Kendini baştan yaratacaktı, inkâra dönüşen bir hayat. Pişmanlıklarla ısmarlanmayacaktı, uçurumlar. Yağmalanmayacaktı lekesiz iklimler.

Derken, kovulmuş lanetleriyle biriktirdikleri kan hasadına yurt arayanlar geldi, o gece. Gömülü oldukları çöllerden dirilir gibi geldiler, kumlarını silkelemeden kimileri. Kimileri, miras yediler gibi ruhunu yitirmiş bozkırlardan, bozkırın ortasındaki kimliksiz kentlerden...

Yalın ve savunmasız yakalandılar Mühür ile Zaman, o gece. Tanrıların huzurunda kızgın mille dağlandı, ülkeleri. İki paralık tellallar, haraç mezat sattı, kesilmiş dillerini. İşbirlikçi ama hünerli hamallar, hain efendilerine bedavaya taşıdı küllerini ve seslerini.

O gece...

Ne kadar çok sağıldıysa hüzün, yasak atlastan; o kadar çok defne dallarıyla süslenecek yer-gök.

Ne kadar çok yas tutulduysa, tuzak ayrılıklardan; o kadar çok tomurcuklarla savrulacak yer-gök.

Söz verdiler, Mühür ile Zaman.

Vazgeçmeyecekler çoğalmaktan ve yaşamaktan bu ülkeden, bu aşktan.

Söz verdiler, Mühür ile Zaman

O gece...”

                                      ***

(Faili Meçhul Öfke adlı romanından. 2010 Yunus Nadi Roman Ödülü, s. 301-305).

MACERACI

Canımın içi

Can yongam

Ceren’ime

 

- ve aşkın ve hasredin ve esrarın maceracısı

kahredici yanlışı silmenin zamanı-

 

nar çiçeği çağından gelen nar tanem

mihnetim öpücüğüm eksik yanağın

 

sen gelince dünyalar güzeli kızım

gün ışığımda ipini koparmış binlerce uçurtma

eşkıya biraz ay ışığı, beni hiç ele vermez kızım

 

güz çarmıhamdı, hüzün avuçlarımda mıhlı

albastı, ortalık katran karası ürkü

emprimesi katreli alaz, ütopyamdın

hep rahvan düşün hep tırıs yürü

yaşamak dediğin sabır küpü sanat

lal gecelerin dili, sanatçı ol kızım

bulut olma pahasına bütün ilklere ayart beni

bir çelmelik dünya, bağışlayıcı aguuu

seni kucağıma ilk aldığım yer, güneş ışığının son durağı

 

sen gelince dünyalar güzeli kızım

tüm hasretimi beklentilerimi sattım eskiciye

fitil fitil çocukluğum aklıma gelir

 

bu tasa benim, ahu gözlüm kara dudum

yokluğu var ederim, güven babana cilveli şenliğim

 

gül fırtınası tenlim

iç çekişim

anne sütü kokulu yarim

kara üzüm tanesi güzel kızım

eğer bana bir şey olursa, yani babana

yani ölürsem, sanma ki yaşam hep böyle

sana bir hevenk yeni gövermiş umut bırakıyorum

susuz bırakma onları yeter sana güzel kızım

ne olur diren kızım

biliyordum ve anladım

ki bu bir ikrardır

inancımız hayatı değiştirmeye yetmedi

yetmedi Ceren’im

 

sen düşlere dalma

biz bütün düşleri denedik

çok gücendik ama denedik

elbette çıngı sevdaları da

bazen kesik bir dili

bazen kimliksizliği

bu sevdaların yaz buğusu esrik bulutu

kar ile boran zemheri gülüşlü günleri

meğer insanlık adına ne varsa

meğer bu ülkeyi denedik

 

sen gelinceye kadar güzel kızım

sevda neymiş, bellenmemiş bilinmezmiş…

 

ille kanadı kırık bu ülkeye uçmalıymışım

kıyıcılara rağmen

en muhteşem kuşatmaya çoktan hazırım

ve aşkın ve hasretin ve esrarın maceracısı

kahredici yanlışı silmenin zamanı

baba inadı, güzel kızım.

ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ

ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ

HABERTÜRK

 

  Travmatik yaşam biçimimiz birbirimize anlatacak önsöz bile bırakmıyor

  Ruhunu soyarak habere dönüştürdüğü insana dair öyküleri yazmak için edebiyata sığındığını söyleyen Adnan Gerger, “Bu romanım aşkın kadınlar tarafından nasıl emeğe dönüştürüldüğünün destanıdır” diyor.

 

-            Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandığınız Faili Meçhul Öfke adlı romanınızda da Bir Adı Cehennem adlı romanınızda da yakın tarihi anlatıyorsunuz. Sizce insanda ve hayatta haberin etkisi mi, edebiyatın rolü mü kalıcı?

-            Biz gazeteciler arasında ‘haber suya yazılır’ dil pelesengine yürekten katılırım. Bir dakikada okunan ya da bir dakika da izlenen haberler için harcanan emeği pek çok kimse bilmez. Haber, bir olay, bir olgu üzerine verdiğiniz bilgidir. Son derece hızla gündemin değiştiği bir hız çağında da yaşadığımız da bir gerçek. Hatta olgular değil, algılarla hareket ediyor ve yaşıyoruz. Travmatik ve entelektüellikten uzak bir yaşam biçimimizi de buna eklersek birbirimize anlatacak önsözlerin bile olmadığını farkına varabilirsiniz.   Bu nedenle haberin insanda ve hayatta etkisi çok azdır. İşte bu noktada, gündüzleri sıkı sıkıya sarıldığım gazetecilik kimliğimi geceleri uçarı bir hoyratlıkla edebiyatçı kimliğime teslim ederim. Her sabah güneş doğduğunda yeniden yaratıldığına inandığım dünyanın reddedilen gerçek yansımalarından beslenmeye başlarım, bu kez. Bunun için edebiyata sığınırım. Bir yanda insanların binbir kırılma noktalarıyla buluştuğu öyküleri, diğer yanda bir aydın insanda olması gereken eleştirel tavırların geleceğe bir şey bırakma kaygısı çatışır. Edebiyatın kalıcı rolü de işte tam bu noktada başlar. Yani demem o ki, siz ruhunu soyarak bilgiye yani habere dönüştürdüğünüz bir öykünün unutulmasını istemiyorsanız, o öykünün gelecekte de yaşamasını istiyorsanız ister istemez edebiyata başvurmaktan başka çareniz yoktur.

-            Edebiyatın kalıcı olmasını nedeni, sadece insanı ve öyküsünü mü anlatmaktır?

-            Böyle dersek bu coğrafyayı sırtına yükleyip götüren anlam kargaşasına büyük anlamlar yüklemiş oluruz. Edebiyatın kendi içsel dinamiği, kurgusallığı ve disiplinini özümlemişseniz eğer kelamınız kaleminizle daha bir özgür cilveleşir, daha bir cesur olur. Soru sormayı kışkırtan edebiyat, olguları öyle ince işler ki, beyin kıvrımlarınızda nakış olarak kalır ve algının anlık egemenliğini yıkar.

-            Öykü, deneme, belgesel, şiir yazdınız. Ancak, yazdığınız ilk romanla, Faili Meçhul Öfke ile bu ülkenin en önemli edebiyat ödülünü aldınız. Bunun sorumluluğunu nasıl hissediyorsunuz?

-            Abarttığım sanılır ama Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığım geceden itibaren gazetecilik kimliğimin üzerine sözlerden, hayatlardan ve ateşten bir hırkayı başımdan geçirildiğini biliyorum. Bu hırkayı giymek gönüllülüktür, elbette. Her gece bunu düşünüyorum. Bu romanlar benim son yirmi yılda yazdığım ama bitiremediğim kitaplardı. Ben bu yapıtlarıma gençliğimi verdim. Bu ödül bunun karşılığıydı, bunu çok iyi biliyorum. Karşılığı buydu ama bu ödüle layık olabilmenin kaygısıyla yeni yapıtlar için uykusuz gecelere verilmiş bir sözdü de aynı zamanda.

-            Bir söyleşinizde Bir Adı Cehennemi, tam üç kere yeniden yazdığınızı söylüyorsunuz, doğru mu? 

-            Doğru. Bu biraz da az önce söylediğim sorumluluktan kaynaklandı. Şimdi siz çok iddialı ve çok önemsediğiniz bir ödül alıyorsunuz. İster istemez herkesin beklentileri, böyle bir kimlikten bir yapıt. Lüksünüz yok bunu inkâr etmeye. Tüm kimlikleri reddeden kişiliğinizin olduğu ve sadece hayata duyduğunuz sorumlulukla yazdığınız konusunda kimseyi de ikna edemezsiniz. Peki, ne yapacaksanız? Kendinizi aşmak zorundasınız. Daha titiz çalışmak zorundasınız. Bir Adı Cehennemi bitirip ilk yayına hazır dediğim an ile yayınlandığı zaman arasında bir yılı aşkın bir süreç var. Tam basılacak, aklıma bir şey takılıyordu, kitabı geri çektim. Üç kere son anda kitabı geri aldım, oturup baştan yazdım. Sözcükleri bile değiştirdim.

-             Leyla başkarakteri bu kitapta da var? Neden?

-            Bir Adı Cehennem adlı romanım,  bir anlamda Yunus Nadi Roman Ödülü alan Faili Meçhul Öfke’nin devamı sayılabilinir. Ama ben burada dikkatinizi çekmek istiyorum. İster diğer romanımda olsun, ister bu romanımda. Başkarakterim Leyla dâhil tüm hayata karşı direnen, iyi karakterler kadındır. Çünkü ben her zaman kadının yaratıcı ve dayanma gücüne inanmış, hayran kalmışımdır. Kadın, gerçekte hep dürüst davranır ve çok da güçlüdür. Örneğin, Leyla bir gazetecidir çok zor gelişmelerin üstesinden gelir. Öylesine doğal davranıyor ki bunca acıyla baş ederken. Bir de aşkı var… Aşkın nasıl emek olduğunu, beklentisiz sevgi olduğunu en iyi o bize anlatıyor. Erkek olsa zinhar böyle davranamaz. Bu nedenle Leyla’ya devam…

-            Bu kitapta aşkın emek olduğunu bir kadın kanıtlar mı diyorsunuz?

-            Evet. Bu kitap her ne kadar bir ülkenin trajik geçmişinden söz ediyorsa da aşkın o müthiş ve destansı varlığını da anlatıyor. Aşkın nasıl bir emek olduğunu ve beklentisiz sevgilerden oluştuğunu bize kanıtlayan da Leyla ve diğer kadınlar. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Kadınlar olmazsa aşkın ‘aşk yüzünü’ görmemize olanak var mıdır? Bu nedenle kitabım ‘aşkla düşerenlere’ adandı.

-            Romanınızın İçeriğinden söz eder misin?

-            Romanın ana teması 1937 ve 1938 döneminde Dersim’de yaşananlar   birebir romana alındı. Canlı tanıkların ifadeleri ve o dönemde neler yaşandığı tüm çıplaklığıyla gerçek belgeler ışığında kurgulandı. Ayrıca 1990’lı yıllarda neler yaşandı, arasındaki bağlantılar nelerdi? Tüm bu soruların yanıtları da romanımda yer aldı.

SERENCAMI KIZILCA KIYAMET

Adnan Gerger, “Bir Adı Cehennem” ile, “Faili Meçhul Öfke”nin izini sürüyor. Derin devletin yekpare savunmasının duvarlarında rahneler açıyor. Niye? Çünkü başka türlüsünü yapmak elinde değil.

Sitesinde “Cyrano de Bergerac” mahreçli bir alıntı var. Aslında, bir seslendirmeymiş ama anladığım kadarıyla çevirisi, Sabri Esat Siyavuşgil çevirisi değil. Ama Cyrano işte, pervasız Gaskon’un ta kendisi. Siyavuşgil, “No, merci,”den “İstemem eksik olsun”u çıkarmış adamdır. Burada sadık dostu Le Bret’e sorar. Ne yapsaydım yani, der. Gerger’in sitesindeki alıntının başlığı da, “Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıydım Le Bret?”

“İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?”

Elbette hayır, Cyrano’ya da yaraşmaz, Adnan’a da. Adnan Gerger, doğru bildiğini yapan, yazan, inceden inceye araştıran, karşı çıkma cesaretine sahip bir gazeteci, güvenilir bir dost olmuştur hep. Düpedüz, nesli tükenme tehdidi altındaki bir insan cinsinin özelliklerini taşır. “Ekmek kapısı” diye bir kavram da bilmez, haklı ve doğru olanı bilir. Cyrano ile birlikte der ki:

”Tırmanma! Varsın boyun olmasın söğüt kadar,

Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?

Kavaklar sıra sıra dikilse de karşına

Boy ver, dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!”

Yazarın “ateşten gömlek” diye nitelendirdiği Yunus Nadi Ödülü’nü alan romanı “Faili Meçhul Öfke”nin devamı olan “Bir Adı Cehennem“, Gerger’e yakışan bir kitap. Okurun hem içini parçalıyor, hem de insanların fiilen yaşadıkları şeyleri okuyunca (ya da duyunca) dayanamadığını söylemekten utanıyorsun. “Faili Meçhul Öfke” Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Ekipleri’nde görevli polis memuru Yadigâr ile, gözaltına alınıp Müdüriyet’te uzun süre işkence görmüş Mazlum üzerinden ilerliyordu. 12 Eylül hakkındaydı ama, daha önce okuduğumuz, izlediğimiz 12 Eylül hikâyelerinden farklıydı. Gerger, polis örgütünda olup bitenleri, teşkilattaki muhtelif odakları da ele almıştı.

Yadigâr da örgüttendi. Haktanır bir polisti, sorunları çözemeyeceğini biliyordu, gene de elinden geleni yapmaktan geri kalmıyordu. Polisiyenin bazı namuslu polis kahramanları gibiydi ama “Faili Meçhul Öfke” polisiye bir kitap olmaktan olabildiğince uzaktır. Günlerce aklımdan ve rüyalarımdan çıkmadı. Mazlum’un şahsında, hayatı pahasına aynı evde kaldığı arkadaşının bile adını vermeyen yiğit devrimci karakterine inanmadığım için değil. Davasına sınırsız bir inançla bağlı genç insanlar üzerine böyle hikâyeler vardır, hem de şehir efsanesi olmayan hikâyeler. Yadigâr ise, açıkçası beni biraz tedirgin etmişti. Hatta bu tedirginliği Adnan’la da paylaşmıştım. Ama sonradan yatıştım, Yadigâr’a hüzünlü bir teslimiyetle bakar oldum.

Öte yandan (Gerger de sonradan kabul etti gibi hatırlıyorum), bütün politik yanlarına, hazmolması zor gerçekleri açıklamasına rağmen, “Faili Meçhul Ülke”nin beni kıskıvrak yakalayan bir yanı da bu dönemde, bu şartlar altında filiz vermiş emsalsiz bir aşkı anlatmasıdır. O sıralar yazdığım bir yazıda, “Mazlum’un iç konuşmaları da, Leyla ile ikisinin birbirlerine yazdıkları mektuplar da bu fikrimi pekiştiriyor,” demişim. Yeni kitapta da, Leyla’nın ölen Mazlum’a yazdığı mektupları okuyoruz. Bir de, en başta, Mazlum’un annesinin Leyla’ya teslim ettiği haki zarfın yanındaki mektup zarfından çıkan, “Önemli... önce bunu aç” notunu taşıyan, “Sevdiğim... Leyla’m...” diye başlayan mektubu.

 “Bir Adı Cehennem”, Leyla’nın 1938'de Dersim'de yaşananları hatırlayanlarla,  işkencede öldürülen sevgilisi Mazlum’un ailesiyle tanışmasıyla başlıyor. Annesi Delale, kardeşleri Serêdina ve Desdina ile Mazlum’u anıyorlar, ağıt yakıyorlar, halleşiyorlar, bazen geçmişin anılarına gülüyorlar. Ama bugünü hatırlayınca hemen kesiliveren gülmeler bunlar. Leyla gitmeden önce Delale ana ona oğlunun bıraktığı bir mektupla, haki renkli bir zarf veriyor. “Haki”, bu kitap için Gerger’in daha önce düşündüğü isimdi. “Acar muhabir” tanımını neredeyse hakaret saydığım yiğit gazeteci Leyla Çağlar, bu zarfta yazılanları, Adana’da trafik şubesine verilmiş Yadigâr ile karındaşı Çağatay’ın anlattıklarıyla, bir de unuttuğu bir ihbar mektubunda yazılanlarla birleştirince, nutku tutuluyor. Bir yandan da karnındaki can var, Mazlumun’un emaneti...

Delale Ana, Demenan Aşireti Reisi Civê Kêj'in torunlarından biri. Dört erkek, iki kız, altı kardeşmişler. O ve kundaktaki kardeşi Nisan kurtulmuş. Aslında adı Pepug, ama Nisan diyorlar. Delale’ye de Bahar, hani n’olur n’olmaz. Nüfus kâğıtlarındaki, çoğunun unuttuğu, kimilerinin belki de bilmediği bu hakim sınıf adları kullanılmıyor zaten. Dersim’den uzaklaşmaya çalışırken yolda rastladıkları, “Size ekmek verirlerse yemeyin,” diyerek hayatlarını kurtaran Bava ise, bir subay ailesine evlatlık verilmiş. Delale’yi de evlat ediniyorlar, bir vicdan rahatlatma girişimi. Pepug/Nisan ise kaybolmuş gitmiş, askerler onları ayırdıktan sonra Delale ondan hiç haber alamamış. Leyla’dan, Pepug’unu bulmasına yardımcı olmasını istiyor. O da, sevgilisinin acılı annesini biraz olsun mutlu edebilmek için, bu görevi üstleniyor. Bir yandan da, Dersim’e ilişkin bilmediği acı gerçekleri bir anda duymuş, öğrenmiş olmanın şoku içinde.

“Faili Meçhul Öfke”, 12 Eylül döneminin perde arkasını anlatıyordu. “Bir Adı Cehennem” ise, 1990-2000 dönemine odaklanıyor. “Dersim’de 1937-1938 yıllarında yaşanan” olayları “ve 1990’lı yılların karanlık izdüşümleri”nı ele alıyor. Yazarın deyişiyle, “Devlet içindeki iki derin devletin kuruluşu, organize oluşu ve sonra birbirine düşüşü, sağ, sol ve dinci örgütler adına işledikleri suikastler, yaptıkları eylemler, Türkiye’de kurulan CIA üssü ve faaliyetleri…” Gerger, Dersim’de yaşananları gerçek belgeler ve canlı tanıkların ifadeleriyle kurgulamış.

“Birebir gerçek öyküler…” diyor. Tanıkların anlatımının yanısıra, etnograf, Dersim tarihi uzmanı, yazar Mesut Özcan’ın arşivinden de yararlanmış. Haber için gittiği olayları dikkatle gözlemleyen, özenli notlar alan yılların (ödüllü) gazetecisi Adnan Gerger’in yaşadıkları da var, tabii. “...ünlü Zonguldak işçi yürüyüşü, Kızılay’da birçok insanın silahla yaralandığı işçi eylemi gibi olaylar”. Bir de, kitabı yazarken “edebiyat ustası Remzi İnanç’tan” ders almış. Tek amacı ise, bir önceki romanını aşmakmış. Bence esas önemli olan, iki kitabın bütünlüğü. Umarız üçüncü kitapta bu bütünlük daha da pekişir (“Faili Meçhul Öfke”nin çıktığı sıralarda, iki kitap daha yazacağım diyordu: “Haki” ve “Küf”. İlki, “Bir Adı Cehennem” adıyla karşımızda, “Küf”ü de gerçekten büyük bir heyecanla bekliyoruz).

Gerger, “Bir Adı Cehennem” için, “Bu kitap ya okunacak ya yakılacak,” diyor. “1990’da ilk kitabım ‘Firar Öyküleri’ni yayınladığım günden itibaren bu kitapları yazmayı kafama koymuştum.... Bu kitabı o yıllarda yazsaydım kesin öldürülürdüm. Susurluk döneminde yazdığım haberlerden dolayı ölümden kıl payı kurtuldum. Ancak bu kitabın o dönemin tarihini taşımamasının gerçek nedeni bugünkü bilgiye, donanıma, deneyime ve bilince sahip olmamamdır.”

“Bir Adı Cehennem”de, devletin kurduğu ve birbiriyle hesaplaşan örgütlerden söz ediliyor, onların kimi işleyişlerine tanık oluyoruz: Zağarcılar, Fedailer, Talebeler, Vehmullah...  Şifreyi çözmek, okura kalmış. Şifresini çözmemiz gerekmeyen örgüt ise, mensupları her şeye rağmen daha az ölümcül görünen CIA. Bir yandan da 1937-38 Dersim kıyımı gündeme getiriliyor. “...Bu ülkede neler olup bittiğini merak edenler için, hayatı ve kendisini sorgulayabilenler için, kendi cehennemine kendi ateşini taşımaya cesaret edenler için yazıldı bu kitap.” (Alıntılar, Şehriban Oğhan’ın Gerger ile Hürriyet için yaptığı söyleşiden). Guantanamo’da CIA’in sıkça uyguladığı söylenen “mental sorgulama” yöntemiyle de burada tanışıyoruz.

Öte yanda ise, haklarını arayan işçiler, içinde oldukları koşullara (ister kendi koşulları, ister ülkeninkiler olsun) karşı çıkan öğrenciler, devrimciler ve canını hiçe sayan yürekli gazeteciler var. İlk kitaptan tanıdığımız Leyla gibi, gazetenin Ankara temsilciliğine atanmış Orhan Bey gibi, foto muhabiri Halim gibi. Görevini her şeyin üstünde tutan, gerçekleri söylemeyi şiar edinmiş ve bunun için her şeyi göze alabilen insanlar. Yıllardır hep doğru bildiğini yapmış Adnan Gerger gibi... Onların nelere karşı çıktığını, ne zorluklarla mücadele ettiğini, işlerini nasıl yaptıklarını, tecrübeli bir gazeteci olarak Gerger yakından biliyor.

“Bir Adı Cehennem”. Gene de ucunda bir umut var, bir umut serpintisi... Belki de üçüncü kitabın geleceğini bildiğimiz içindir. Belki Leyla yeniden hayata kucak açtığı için. Oysa Doğu ve Güneydoğu’daki faili meçhul cinayet iddialarıyla gündeme gelen “Tamer Albay” gene var, onun kadar amansız, insafsız başkaları da. Bazen işbirliği yaparak, bazen kapışarak, arada içlerinden birilerini, ya da bir süre yol arkadaşlığı yaptıkları kişileri kurban ederek, devlete el koymaya çalışıyorlar. “Bir Adı Cehennem,” yazarının deyişiyle, “....belleği silinmek istenen insanların yaşadığı acının, vahşetin ve kıyımın romanı,” aynı zamanda geçmişle bir yüzleşme.

Gerger, suya yazılan haberleri, edebiyatın kalıcılığına emanet ediyor.

 KAYNAK: Sevin Okyay  / Serencamı Kızılca Kıyamet (Kitap Postası Dergisi, Ağustos 2012).

Yazar: SEVİN OKYAY

TÜRKİYE’NİN KENDİSİYLE VE AŞKLA YÜZLEŞMESİNİN DESTANSI ROMANI: “FAİLİ MEÇHUL ÖFKE”

TÜRKİYE’NİN KENDİSİYLE VE AŞKLA YÜZLEŞMESİNİN DESTANSI ROMANI:

“FAİLİ MEÇHUL ÖFKE”

 

SPOTLAR:

-          Gazeteci-Yazar Adnan Gerger’in İmge yayınevi’nden Kasım Ayı’nda yayınlanacak “Faili Meçhul Öfke” isimli romanında 12 Eylül döneminden bugüne kadar olan bir kesiti anlatıyor. Ancak bu anlatı, sıradan bir anlatı değil. Sıradan olmadığı için de yazdığı roman gizemli, soluk soluğa okunan bir kitaba dönüşüyor…

 

-          Gerger, romanında şu ana kadar bilinen ama içyüzü bilinmezden gelinen ilişkileri, devletin derinliğinde yuvarlanmış güçlerin gerçek yüzünü gün ışığına çıkartıyor...  Gerger, romanda girift kurgusunu, tutarlı ve dengeli konu uygunluğunu çerçevesinde oturtuyor ve anlatmak istediklerini yine aynı tutarlıkla ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayan düşünsel kalıplar içerisinde okuyucuya aktarıyor.

 

-          Gerger, yazın hayatını artık roman yazarak sürdürecek. Eline bakan boynunu bükmüş tamamlamayı bekleyen üç romanı daha var.  Gerger, “Bir yazıyı tamamlarım. Sonra demlenir, o. Yine elime alırım, başlarım nakış gibi işlemeye… Romanda nakış da yetmiyor, edebiyatın disiplinlerini içeren örgüye ait ne varsa insan tüm yeteneklerini bir kuyumcu titizliğiyle ortaya koyması gerekiyor. ‘Faili Meçhul Öfke’, böyle bir sabır ve işçilik sonrasında dört yılda tamamlandı. Romanlarımda otuz yıllık gazetecilik ve edebiyat birikimim var, şüphesiz” diyor.

 

Söyleşi: Mahmut Altınöz

 

Adnan Gerger, aslında bir gazeteci… “Medyatik!” değil ama ismi bilinen otuz yıllık profesyonel bir gazeteci. Ancak, Adnan Gerger’in bir başka yönü de var. Yazarlığı… Edebiyat dünyasına 1990 yılında yayınladığı, “Firar Öyküleri” adlı öykü kitabıyla giriyor. “Firar Öyküleri”, o yıllarda “en çok satılan öykü kitabı” unvanına sahip. Şimdiye kadar öykü, şiir, deneme ve araştırma olmak üzere 8 kitabı bulunuyor. Ama O, söyleşiye başlamadan kendini yine de “suskun ve tövbeli” olarak nitelendirdi. Hemen nedenini soruyoruz:

- Size önce şunu sormak istiyorum: Sohbet ederken daha çok üretebileceğinizi söylediniz.  Neden yazmaya ara verdiniz?

- Sustum çünkü bir öyküyü, bir romanı tıpkı kendiniz gibi yaşayan, yanılan ve biçim değiştiren bir organizma haline getirmedikçe, sözcükler ile aranızda kurduğunuz despot ilişkiye son vermek olanaksız hale geliyor. O zaman siz de beslendiğiniz hayatı ve insanlar için değil, kentin caddelerinde bilmem kaç lira verilerek kiralanan afişlerde(!) tanıtılan yazarlar gibi sadece birileri için yazmaya başlarsınız… Tövbe ettim, bazen de bu yazdıklarınız bazı gazetecilerin arşivlerden çıkarttığı tozlu dosyalara giriş yaparak halka, “Çok Gizli Dosyaların açıklandığı” diye yutturdukları ya da sipariş üzerine ele tutuşturulan “Gizli” belgelerin oluşturdukları kitaplarla bir anılmasından korktum. Ya da “benim de hayatım bir roman” mantığıyla yazılan kitapları yazanlarla aynı terazide tartılmaktan korktum. Bu nedenle kendimi hep geri çektim. Romanım, bir romanın kuramsal yapısını, estetiğini ve tekniğini edebiyatın tüm disiplin içerisinde hesaplayarak ölçerek biçerek ve eleştiriye hazır bir hale getirerek yazdığım için kaygılarım büyüktü. Suskunluğum ve tövbem bu nedenleydi. Ama artık otuz yıllık birikimimle, ancak aynı titizlikle, edebiyatın gerektiği şekilde yazdığım romanları, artık gün ışığına çıkartarak tamamlayacağım.

- Kitabınızda, Türkiye’nin son otuz yıllık bir kesiti var. Bunu o kadar canlı anlatıyorsunuz ki, insan o olayları yeniden yaşıyor, sanki. Bunu nasıl sağladınız?

-  2004 yılında, “Yürürlükteki Yalanlar” adlı kitabım yayınlandığında benimle yapılan bir söyleşide, tam olmasa da şöyle bir açıklama yaptığımı hatırlıyorum. Demiştim ki;

“Bazen bu insanlara, yaşadıkları hayatı, ülkeyi anlatacak tek bir söz bile bulamadığımı dehşetle fark ederim. İşte o zaman korkarım. Daha da çok korkarım. Yaşamın anımsanmasını sağlayacak tek bir sözcük dahi bulamamaktan korkarım. Yeter ki sözcükler tükenmesin. Çünkü sözcükler, her daim yeni eylemlerdir.”

Evet, inanın sözcüklerin bitmesi, bu ülkede yaşanılanlardan daha kötüdür. “Faili Meçhul Öfke” de aslında sözcüklerin bitmediğini, “bizim de söyleyecek bir sözümüz var” demenin bir kanıtı, bence. 12 Eylül döneminde o gencecik çocukların işkencelerde hayata karşı nasıl direndiklerini, devletin içerisinde devleti koruyormuş gibi davrananların aslında kendi iktidarlarını nasıl acımasızca, zalim ve kirli bir şekilde korumaya çalıştıklarını ve bu iktidarların da kendi içlerinde çatıştıklarını, özce bu ülkede neler yaşandığını hatırlatmak amacıyla yazıldı. Bir de olayların tanıklık boyutu var ki, bütün günahların vebali boynundaymış gibi insana hissettiren tanıklıklar bunlar. Oturup dürüst bir şekilde yazmaya da kalkınca böyle canlılık sağlanıyor. Elbette romanda bunu başarmışsam güzel bir şey.

- Romanınızda kafamı kurcalayan ve tartışmak istediğim bir başka konu başlığıysa, “beklemek” ve “aşk”la ilgili. Kitabı, “Beklemeyi bilenlere” adamışsınız. Siz sevgiliyi bekleyen misiniz, yoksa bekleten misiniz? “Aşk sorgulanmaz” demeniz, bu beklemeyle bağlantısı var mı?

            -  Bu merakınız, asla giderilmeyecek bir merak duygusu değil, merak etmeyin. Öyle esrarengiz bir yönü yok. Romanımı, “Beklemeyi Bilenlere” adadım. Çünkü, bu ülkede beklediğimiz o kadar çok şey var ki, güzelliğe dair. Sizin de dediğiniz gibi, elbette bir sevgilinin beklenmesidir, kastedilen öncelikle. Böyle söylemeyi beklediğinizi de biliyorum. (Gülüşmeler) Bir siz değil, okuyucu da romanı okurken, bunu hissedecek.  Bu en doğal hakkı. Ama beklenen sadece sevgili değil ki. Bu ülkede daha çok şey bekleniyor. Beklemeyi ben, romanda toplumsal bir niteliğe dönüştürmek istedim. Üstelik bunu yaparken felsefe ve estetik bakımdan tartışmaya da açtım. Beklemenin özgünlüğünü ön plana çıkartarak sıkça rastlanılan bir takım yapaylıklardan da kaçınma fırsatı buldum, böylelikle. Çünkü ben bireye ait ne varsa toplumsal boyutunun bir parçası olduğuna inanan insanlardanım. Öyle ki aşkı da bu kavramda ele alıyorum ve bireyin aşkı sorgulamasına izin vermiyorum. Aşklar yaşanır, evet ama hayat da akar gider. Evet, romanımda algılanan süreç bireyin kendi özünden çıkan bir süreçtir ama bu iç biçimin saflığıdır. Burada aşk, bireyin kendisini tanımasını sağlayan, ama hemen sonrasında da kendi varlığının ideal varlık olarak farkına vardıran ve bu anlamda yaşamın bir anlamı olarak karşımıza çıkıyor.

- Romanınızda şu ana kadar bilinen ama içyüzü bilinmezden gelinen ilişkileri, devletin derinliğinde yuvarlanmış güçlerin gerçek yüzünü gün ışığına çıkartıyorsunuz... Ama bunu son derece doğal fakat insanın yüreğine dokundurarak yapıyorsunuz. Daha ilk romanınızda çıtayı yükselttiğiniz anlaşılıyor. Bunu sağlamak için başvurduğunuz yöntem nasıl bir yöntemdi?

- Evet, romanımda değişik tatlar ve disiplinlerin etkisiyle yazıldığını itiraf etmeliyim. Aşk romanı değil. Polisiye hiç değil. Tarihsel bir roman mı? Belki.  Ama bir dönemi anlatırken o günün ve o günlerde yaşayan üstelik g günlerden bu günlere gelen bireyin, birey demeyelim toplumun sosyolojisini yansıtmak elbette o kadar da kolay olmadı. Romanımın girift kurgusunu bu nedenle oluşturdum. Bu kurguyu da oluştururken, tutarlı ve dengeli konu uygunluğunu çerçevesinde oturtmak ve anlatmak istediklerimi yine aynı tutarlıkla ve hiçbir kuşkuya yer bırakmadan düşünsel kalıplar içerisinde okuyucuya aktarmak gerekiyordu. Öyle de yaptım. İç çelişkilerden ve zaaflardan uzaklaşınca da çıta kendiliğinden yükselmiş oldu. Romanımı yazarken Türkiye’de okuyucu sorununu da bilerek yazdım. Hedef kitlemin kimlerin olabileceğini de hesaba katarak. Kitabımın oburca tüketilmesini beklemediğim için de kitabımın düzeyli bir edebi ürünü olmasına çaba gösterdim. Şimdi, tanıtımları kendimden bağımsız kılma çabasına girişerek bu sorunuza yanıt verebilirim. Romanımın sayfaları arasında dolaştığınızda  “özenti” ve “popülist” hayaletlerini kovalamakla konuşmaya başlayayım. Daha sonra sözün, yazarın boş bıraktığı yaratıcı koltuğunu doldurmak isteyeceğine mutlak gözüyle baktığım okuyucuya, hatta insanlara geleceğini söylemek istiyorum. Kitabın içeriğine dair başlığa atılan “Aşk Sorgulanmaz” sözcüğünün tüm anlamlarını içeren konu, romanı tüketecek olan okur üzerinde zaten alabildiğine bir zorlama yaptığını itiraf etmeliyim.

- İnsanları kendi romanınızı okumaya mı kışkırtıyor musunuz?

- Bir anlamda öyle. Her şey bizden, ama hiçbir şey “biz”e, “siz”e ya da “ona” ait değil; tüm sözcükler, anlamlar, çağrışımlar, sapmalar ya da kurmacalar sadece romanın malı. Romansa, varoluşunu dayandırabileceği ve sırf bu nedenle minnet duyacağı öznelerden tamamen soyutlanmalı. Ancak o zaman kışkırtıcı rolünü iyi oynayabilir. Çünkü bir öyküyü tıpkı kendiniz gibi yaşayan, yanılan ve biçim değiştiren bir organizma haline getirmedikçe, sözcükler ile aranızda kurduğunuz despot ilişkiye son vermek olanaksız hale geliyor. O zaman siz de beslendiğiniz hayatı ve insanlar için değil, kentin caddelerinde bilmem kaç lira verilerek kiralanan afişlerde(!) tanıtılan yazarlar gibi sadece birileri için yazmaya başlarsınız…

- Neden böyle bir roman?

- Zaten bir tarihin tüm anlam dışılıkları, sapmaları ya da tutarsızlıkları yazıldığı zaman bazı hatırlatmalar mekânın göreceli gerçekliğinin bir parçası olarak yapısında barındırıyor. Bir de bu denkleme, okurun zaman ve mekânla olan özel ilişkisi sonucu elde ettiği öznel bakış eklenince, tarih, aslında hiç kurulmamış cümlelerle okunmaya, hiç gidilmemiş bir kentten alınan fosforlu kalemle işaretlenmeye başlıyor. Okur da aynı yazar gibi, o yaşanmışlığı kendi sömürge krallığının coğrafyası içinde tanımlamak istiyor. Romanımda böyle düşüncelerle sürüklenerek yazıldı.

- Belleğimizin zayıf oluşundan hep şikayet edilir. Sizin romanı tercih etmenizin bir nedeni olarak, “romanda geçmişimizi sorgulamak daha özgür” mantığı olabilir mi? Bundan sonra da bu kaygıyı taşıyacak mısınız?

- Aslında bizim, hepimizin tarihe karşı yani yakın zamanda yaşanmışlıklara karşı takındığımız tavır, ergenlik çağına gelmiş bir yeniyetmenin uğradığı her düş kırıklığında ebeveynlerinin yanına koşup, ağlamaklı gözlerle yatakta kendisini aralarına almalarını istemesine ve karşılığında kesin bir ret cevabı almasına benziyor. Ancak ortada iyi ki bellek denen bir şey var. Belleksizlik ve duyarsızlık her zaman sığındığı acındırma numaralarıyla okura oyun oynayabilirdi. Bu her zaman oynanan oyunu boşa çıkarmak için yazdım, bu romanı. Nasıl ki Hitler Faşizmi görsel ve yazınsal sanatın tüm öğeleri kullanılarak gündem de tutuluyor ve hafızalara kazınılıyorsa, bizim de yaşanan acıları unutmamız gerekiyor. Doğrusu da budur. Geçmişle yapılan sorgulamalar, ödenen bedellerin karşılığı olmayabilir ama bugün yaşananlara ön ayak olmuşsa, oluyorsa o zaman bu tür edebi ürünlere daha çok gereksinmemiz var ve daha çok üretilmesi gerekiyor. Belki de yazın hayatımı artık roman yazarak sürdürme kararımda bu konu belirleyici rol oynadı. Elime bakan boynunu bükmüş tamamlamayı bekleyen üç romanım daha var.  Benim için yazma süreci değil, tamamlama süreci en sancılı bir süreç. Bir yazıyı tamamlarım. Sonra demlenir, o. Yine elime alırım, başlarım nakış gibi işlemeye… Romanda nakış da yetmiyor, örgüye ait ne varsa insan tüm yeteneklerini bir kuyumcu titizliğiyle ortaya koyması gerekiyor. ‘Faili Meçhul Öfke’, böyle bir sabır ve işçilik sonrasında dört yılda tamamlandı. Yayınlatma konusunda isteksiz olduğumu sözümün başında söylemiştim. Ama İmge Yayınevi’nin sahibi Refik Bey, (Refik Tabakçı) sağolsun, yaz tatilinde kitabımı okudu, okur okurmaz yayımlayacağını söyledi. Refik Bey’in bu kararlı tutumu beni de heyecanlandırdı. Kolları sıvadım, harıl harıl çalışıyorum. Bu ülkede yazılacak daha çok şey var, çünkü…

-Teşekkür ederim.

-Ben teşekkür ederim.

 

Yazar: Söyleşi: Mahmut Altınöz

YÜZSÜZ HAYAT VE ADNAN GERGER ROMANLARI ÜZERİNE

YÜZSÜZ HAYAT VE ADNAN GERGER ROMANLARI ÜZERİNE

 

CENNET BİLEK

 

 

Her yazar yaşadığı çağın hafızası ile kendi hafızası arasında ilgi kurduğu zaman ancak yarattığı eser ya da yapıt kendi türü içinde önemli bir yer bulur. Adnan Gerger, işte bunun için yarattığı eserlerle yaşadığı çağın tanığı kalacaktır. Onun hafızası da sonraki çağlara yarattığı bu yapıtlarla aktarılacaktır. Gerger’in kaleminden dökülen cesaret ve sansürsüz sözcükler de yaşayanların dünyasındaki mağaralara çıra olacaktır. 

Bilirsiniz ki devleti ve ebeveyn kültürdeki değer yargılarını hedef tahtasına koymak aynı zamanda ciddi riskleri de göze almayı gerektirir. Çünkü yaşadığımız ülkede devlet sanatçısı, devlet edebiyatçısı, devlet gazetecisi kısacası resmi ideolojinin mikrofonu olmak ancak yazara paye getiriyor ve reklam sektörü ile o yazar okunulur kılınıyor. 

Ne yazık ki bu akıl tutulması ve çöküş çağı karşısında dik durmak ve şimdiki tabirle de diklenmek yazar ve aydın olmanın sorumluluğudur. Çünkü yazar işini yapmak zorundadır. Yazarın işi yaratmak olduğu için de bu yaratma eylemi asla ve asla resmi ideoloji ile bir arada yürümemelidir. Bu yazarın kişi olması ve onun tercihidir. Ama yazar başka bir yolu da kişi olmamayı da tercih edebilir ve resmi ideolojinin kalemi olabilir.

Gerger, okumalarımın bende uyandırdıkları Gerger’in yaratıkları içinde kişi olmayı seçmesi, resmi ve geleneksel yazına karşın kendi duruşu ile daha çok anlam ile ilgilenmesi oldu.

Yapıtlarındaki, devlet-aşiret ilişkilerindeki derinliği bu denli güçlü yansıtmasının sebebi sanırım gazeteci ve siyasal kimliğinin yanında yukarıda değindiğim yaratıkları içinde kişi olarak kalmasıdır.

Gerger, yapıtlarında okurlarını mutlaka doğup büyüdüğü, havasını soluduğu coğrafyaya götürüyor bu ise Gerger’in zaman ve mekân vurgusu ile insanın tüm zamanlar ve mekânlarla olan bilinçdışı hafızası arasında kurduğu ilişki açısından insanın ancak zaman, mekân ve bilinçdışı hafıza ile bütünlüklü bir yapı olması açısından önemli olduğu yargısını oluşturuyor okurda.

Gerger, kahramanlarının isimlerini koyarken de öyle sıradan düşünmediğini hissediyorum.  Sözgelimi Leyla ismi, -Leyla bilirsiniz geceyi ya da karanlığı ve endişeyi simgeler- “Yüzsüz Hayat” romanındaki Naré isminin- Nâr, hem bereket hem de ateş anlamındadır.- Kürt kadınıyla bütünleştirilmesi sanırım tesadüf değildir.

Bakın Gerger bunu nasıl açıklıyor; “Nâr yangındır, alevdir. Nâr kelimesindeki gizemi ve anlatım gücünü başka bir şeyde bulamadım. Nâr aslında Kürtlerin yazgısıdır, kaderidir. Ama Nâr, yani o ateş aynı zamanda Kürtlerin bir yaşam, mücadele, direniş biçimidir. Çünkü bu halk öyle büyük yangınlardan gelip geçmiştir ki bu kelimelerle özdeşleşmiştir. Bunun yanı sıra Narê son derece zarif bir kadın adı. Kiraz ağacının dalı gibi zarif ve şiirseldir. Ve roman karakterimiz için de son derece uygundu bu isim. Ağanın kızı ve buna karşın gayet bilinçli biri... Ağalık düzenine karşı gelen biri…”

 

Gerger’in romanlarını okurken epeyce geriye gittim. 1970’li yıllardan günümüze geldiğimde ise daha şanslı olduğumuzu gördüm. Bildiğiniz gibi 1980’li yıllara baktığımızda toplumsal susturulmuşluk hayatın her alanına yansımıştır. Kitaplar yakılmış, aydınlar, yazarlar, sanatçılar tutuklanmıştır. Her şey siyasetten arındırılmaya çalışılmış toplum tek tipleştirilmiştir. Devlet sansürü yanında yazarlar da kendilerine oto sansür uygulamışlardır.

Geleneksel edebiyatta (Batı edebiyatında da Rönesans öncesi) yeni konu bulmak yasaktır! Her şey belli bir şablon ve reçeteyle anlatılmıştır. Çünkü ben olmak yani kendi yaratısına sahip çıkmak usta çırak hikâyesi zincirini koparmaktır bu ise suçtur.

Onun için çıraklar ustalarının yanında hep mahlasla yazmışlardır. Bu ise aslında yazarın kendi yüzünü silmesinden farklı değildir. Onun için toplumsal ilişkilerdeki bireyde ayrık benlik yani kendi yetenekleriyle var olmak rastlanılır bir durum olmamıştır.

Oysa bizi var eden aslında yeteneklerimizdir. Hepimiz bununla kendimizi tanımlamak zorundayız. Şu kişinin oğlu bu ustanın çırağı gibi kendimizi tanımlamalar yaratıcılığımızı köreltmiştir. Onun için Türk edebiyatı yıllarca biçim ve içerik tartışması gibi kısır bir tartışmaya hapsolmuştur. Bu tartışmada ısrarcı olanlar daha çok biçim üzerinde durmuşlardır.

Anlam ise olsa da olmasa da olur düzeyinde kalmıştır. Oysa insan ve yeteneği daha çok anlamda dile getirilir ve elbette bunun için ustalar çıraklarına yeni konuları yasaklamıştır.

Onları belli bir şablonda yazmaya ve yaratıcılıklarını bu yolla öldürmeye girişmişlerdir. Onun için ne mutlu usta-çırak kompleksi yaşamayan yazarlara ne mutlu kendi özgünlüğünü koruyarak ve üslubunu yaratarak yazan Adnan Gerger’e diyorum.

Ne mutlu elindeki çekiçle önce ustasının kafasının paralayanlara. Nietzsche’nin deyimi ile Hep öğrenci kalan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir.”Gerger okumalarımda böyle bir ilişki yakalamadığım için de Gerger’i kutluyorum.

Paradigmaların yaratma sürecini belli konularla sınırlı tutması toplumsal ve kültürel çelişkileri derinleştirmeleri yine bu çerçevede değerlendirilebilir kanısındayım. Sözgelimi Kürtler ve Ermeniler hep görmezden gelinmiş ve resmi ideolojinin oluşturduğu paradigma ile bu iki kadim halkın kültürü yok sayılmış ve görmezden gelinmiştir.

         Yine Türkiye’de edebiyat alanında yapılan en sık tartışmalardan birisi de “İdeoloji ve Roman”dır.  Şu unutulmamalıdır ki idelerden hareket etmeyen hiçbir yazın yapıtı yoktur. Daha basit bir ifade ile her yazının arkasında bir ideoloji vardır. Toplumsal yaşamdan ve insan yaşam etkinliklerinden yüz çevirmek ve fildişi kuleye çekilip oradan yaşama bakmak sanırım bir yazarın yapacağı en son şey olsa gerek. Çünkü yazar, yaşadığı ülkenin ve coğrafyanın bir parçasıdır dolayısıyla o coğrafyanın hafızasından beslenir.

Adnan Gerger de böyle bir yazardır. Eserlerine baktığımızda yüzünü daima yaşadığı topraklara dönmüş ülkesinde yaşanan zamana ayna tutmuştur.  Savaşı, töreyi, aşkı, toplumsal direnişleri anlatırken hiçbir zaman resmi bir ideolojinin tetikçiliğine soyunmadığını görüyoruz.  Ayrıca şunu özellikle belirtmek isterim ki edebiyat ve siyaset ilişkisi doğru yansıtılırsa bu bir yazar için zenginliktir.

Roman yazma sürecinde;  Zaman, mekân ve kişi tamamsa geriye sadece iblisin gelip yazarın beynine yerleşmesi kalıyor. Gerger’de iblisle her zaman pek haşır neşir bir yazar. Ama daha çok yaşayanları yazan ve onların dünyasına yolculuklar yapan bir yazar.

          Gerger’in romanlarıyla tanışanlar bilirler. Gerger, ölüleri ve ölülere yazmaz. Onun kahramanları hep canlıdır, dünyası yaşayanların dünyasıdır. Sözgelimi “Faili Meçhul Öfke” bir ilk romandır.  Aşk romanı değil deseler de bence muhteşem bir aşk örgüsü vardır. “Mazlum ve Leyla” Derin devletin, emniyetin, mitin ve siyasetin işleyişi bu kitapta gözler önüne serilmektedir. Bu yapıt, yakın tarihimize ayna tutan politik bir romandır aynı zamanda.

Gerger, “Faili Meçhul Öfke” romanında yaşanmayan “o gece”yi yaşatmak için  “Bir Adı Cehennem” ile serüvenine devam eder. Gerger yüzünü yine doğuya dönmüş, kahramanı Leyla yine yola düşmüştür. “Yüzsüz Hayat” romanında ise töre kıskacında inleyen Naré’nin şahsında Kürt coğrafyasına ayna tutmuştur. Aşiret devlet ilişkileri ve töre burada da karşımıza çıkar. Her romanında olduğu gibi “Yüzsüz Hayat” romanında da iç sesler muhteşemdir. Naré’nin iç seslerine duyarsız kalacak bir okur düşünemiyorum.

 

 

 

 

Yazar: CENNET BİLEK

“FAİLİ MEÇHUL ÖFKE” ÜSTÜNE ELEŞTİREL BİR OKUMA

       “FAİLİ MEÇHUL ÖFKE” ÜSTÜNE ELEŞTİREL BİR OKUMA

        Zafer DEMİR

       KISA BİR GİRİŞ

       Romanın, tarihsel ve sosyolojik yönleri güçlü olaylara kattığı en önemli boyut, onları ölümsüzleştirmesi, özelden genele, yerelden evrensele uzanan bir perspektife taşıyabilmesidir. Gerçekte roman, çok yönlü bir entelektüel bilgi ve birikimin estetik bir boyutta ele alınarak değerlendirilmesinin bir sonucudur. Roman, birden fazla olayı neden-sonuç ilişkisine bağlayarak anlatan edebi bir tür olarak, nesnel ve ruhsal gerçekliğin ayrıntılarını zengin bir dille ortaya koyar. Böylece roman okumak, insanın varlığının yanı sıra, toplumsal gerçekliğin etraflı ve çok katmanlı bir biçimde kavranılmasını sağlar. Toplumcu gerçekliği kendine çıkış noktası olarak alan roman,  bir anlamda sosyal değişimin, toplumsal dönüşümlerin aynası,  en önemli belgesidir. Bu yönüyle romanın sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal psikoloji, tarih ve iletişim disiplinlerinin birinci derecede ilgi alanı içine giren bir edebi tür olduğundan söz etmek mümkündür. Lukacs Gerçekliğin Anlamı (2000) adlı eserinde:   “(toplumcu gerçekçi romanda) üzerinde durulması gereken nokta, her ulusun geçirdiği evrim içinde kendisini belirleyen tarihsel koşulları yansıttığı gerçeğidir” (Lukacs: 2000, s.116) demektedir. Lukacs’ın bu yaklaşımını konumuz bağlamında bir toplumda meydana gelen sosyal, kültürel, siyasal değişimlerin edebiyata, özellikle de roman sanatına ister istemez yansıdığı, böylece toplumun kolektif hafızasında geleceğe aktarılmak üzere saklandığı biçimde yorumlamak mümkündür. Öte yandan toplumcu gerçekçi bakış açısıyla yazılmış romanlarda, roman yazarının edebî gerçeklik ile nesnel gerçeklik arasındaki mesafeyi diyalektik bir yaklaşım içinde sürekli kolladığından söz edilebilir. Çünkü toplumcu gerçekçi çizgide yazılan bir romanda yazar, betimlediği dünyanın birliğini her zaman varsaymak ve bu dünyayı insanın kendisinden ayrılmayan canlı bir bütün olarak görmek durumundadır.

      Türkiye’de romanın Tanzimat Dönemi’nden Cumhuriyet’e uzanan bir tarihsel çizgide sosyal gerçekliği yansıtma noktasında geçirdiği değişim dikkate alındığında şunları söylemek mümkündür: Romanın, Tanzimat Dönemi’nde genel olarak Batı’lı modernleşmenin toplum üzerindeki etkilerini merkezine aldığı, Cumhuriyet’in İlk dönemlerinde ise Cumhuriyet epistemolojisinin kılavuzluğunda Batı’lı değerlerin toplumda yerleştirilmesi yönünde hareket ettiği görülmektedir. Romanın 1940’lı yıllardan itibaren, özellikle köy enstitülü yazarların da etkisiyle yönünü köy ve köylüye, toprak reformu tartışmalarıyla da tarım işçilerinin yaşamları ve düzenle ilgili sorunları üzerine çevirdiği görülmektedir. 1950’lilerden 1960’lı yılların başlarına geçen süreci ise iç göç hareketlerinin getirdiği sorunların yanı sıra doğulu ve batılı değerler arasında bocalayan huzursuz bireyin doğumuna tanıklık eden bir süreç olarak işaretlemek mümkündür. 1970’lere uzanan süreç içinde, 1961 Anayasası’nın getirdiği  “özgürlüğün” de bir sonucu olarak siyasallaşmanın, her alanda olduğu gibi edebiyatta da karşılık bulduğundan söz edilebilir. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak da 12 Mart 1971 döneminden 1980’lere yaşananları merkezine alan önemli siyasal romanlar (!) yazıldığı söylenebilir. Bu dönem öne çıkan siyasal romanlara ise şu örnekleri vermek mümkündür:  Erdal Öz: Yaralısın (1974), Çetin Altan : Bir Avuç Gökyüzü( 1974); Füruzan, 47’liler (1974) Tarık Dursun K.: Gün Doğdu (1974): Sevgi Soysal: Şafak (1975/ Samim Kocagöz, Tartışma (1976) : Adalet Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi (1979) Bu dönemin “siyasal” romanları incelendiğinde romanın baş kahramanı olan ve tutuklanarak cezaevine konulan devrimcinin önceki hayatına pek yer verilmediği görülmektedir. Bunun nedenleri konusunda Berna Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı eserinde  (2012) şunları söyler:

“Söz konusu kapalı dünyayı (cezaevini, hapishaneyi Z.D.) okura açmak isteyen yazarın, roman başkişisi olarak, egemen güçlerin zorbalığını, karakolları, cezaevlerini tanıyan, işkenceyi bilen birine ihtiyacı vardır. Onun için bu yapıtların hemen hepsinde başkişi emniyet kuvvetlerince yakalanmış devrimcidir. Daha önceki devrimci yaşamı romanda anlatılmaz ya da kısa geçiştirilir.” ( Moran: 2012, s. 14)

    12 Eylül’den bugüne toplumsal-siyasî planda yaşanan olayların, bağımsız, aydınlık bir Türkiye kurmayı amaçlayan solcuların, devrimcilerin verdiği mücadelelerin, yaşadıkları acıların edebiyat alanında özellikle de romanda güçlü bir karşılık bulamadığı görülmektedir. Moran (2012) 1980’lerden sonra değişen roman anlayışını ortaya koyarken şunları söylemektedir:

“Temelde Marksist olduğunu söyleyebileceğimiz dünya görüşünün toplumsal ve ekonomik sorunlara, sömürü düzenine çözümleri hazırdı. Ne ki 1980’lerde durum çok daha karmaşıklaşmış ve ideolojik hazır çözümler geçerliliğini yitirmişti. Devletin amaçladığı kapitalist modele ve serbest piyasa ekonomisine karşı alternatif bir sistem üretecek hali yoktu solun. Bu açıdan romancı da boşlukta buldu kendini. Yazarın hem toplumsal sorunlardan hem de gerçekçilikten uzaklaşmasında bu durumun önemli bir etken olduğunu sanıyorum. (…) 1980 sonrası yazarların bu konulara eğilmekten vazgeçmeleri yaşayan bir kişi olarak depolitize oldukları anlamına gelmez. Yalnızca romancı olarak bu konulara yönelik anlatılar yazmanın yersiz olduğuna inandıklarını gösterebilir” ( Moran: 2012, s. 50-51)

  Moran’ın bu düşüncelerine, Batı’da değişen roman anlayışının ve romanda kullanılan tekniklerin Türk romanına da yansıyarak (!), bazı romancıları etkilediği, romanın böylece toplumcu anlayışı bir kenara bırakarak postmodern bir çizgiye yöneldiği gerçeği de eklenebilir. Bu noktada postmodern yazarların roman anlayışlarıyla ilgili kısa bir bilgi vermek yararlı olacaktır. Postmodernist yazarlara göre, romanla gerçek arasındaki ilişki “hayal” dir, romanın yaşama benzemesi söz konusu olamaz çünkü roman bir yaratı, insan zihninin ürünü bir kurgudur ve malzemesi de dildir. Dil çeşitli anlamları çağrıştıran seslerden oluşur, bu anlamlar bağlama (Context) ve kişilere göre değişebildiği için gerçeklikle ilgileri kesin ve tutarlı bir bütün ortaya koyamaz. İyi niyetli bir yaklaşımla söylemek gerekirse Postmodern yazarların bu görüşlerinin arkasında büyük oranda çağdaş uygarlığın değişim hızı karşısında duyulan kaygının yattığı söylenebilir. Görüleceği üzere postmodern roman anlayışına sahip yazarların toplumsal gerçekliği toplumcu bir bakış açısıyla ortaya koymak gibi bir dertlerinin bulunmadığını söylemek mümkündür.

        12 Eylül 1980’den sonra yazılan romanların, istisnalar hariç, solun 12 Eylül 1980 Darbesiyle yaşadığı yenilginin nedenleriyle, bu süreçte toplumun yaşadığı travmayla, cezaevlerinde devrimcilere yapılan işkencelerle, insanlık dışı hukuksuzluklarla pek uğraşmadığı görülmektedir. Murat Belge (2012)’nin de işaret ettiği gibi “12 Eylül döneminin romandan çok sinemada”, bir devrimcinin tutuklanmasından cezaevine girerek işkence görmesi ve cezaevinden çıkmasıyla işaretlenebilecek bir kurgu içinde temsil edildiği söylenebilir.  Bu filmlerin merkezinde işkence sahnelerinin yer almasının bir nedeni devletin hukuksuz uygulamalarını ifşa etmekse diğer bir nedeni işkencede çözülmeyen ana karakter üzerinden devrimcilerin politik görüşlerinin yüceltilmesidir. Ancak 12 Eylül sürecinin temel “aktörleri” arasında dönem boyunca yaşanan karmaşık, karanlık ilişkilerin doğası dikkate alındığında, söz konusu filmlerin de, Türkiye solunun yaşadığı bu tarihsel süreci geniş bir perspektiften, çok yönlü ve eleştirel bir mantıkla ortaya koymaktan uzak oldukları görülmektedir. Sözün kısası, Türkiye tarihinde İttihat ve Terakki’nden 12 Eylül’e uzanan tarihsel bir süreçte, toplum hayatında son derece trajik olayların meydana geldiği, büyük acıların yaşandığı bilinmektedir. Askerî darbelerin toplumsal bünyede yarattığı travmanın artçı sarsıntılarının 1980’lerden günümüze şiddetini kimi zaman azaltıp kimi zaman çoğaltarak devam ettiği, bu süreç boyunca yaşanan acıların ise edebî planda özellikle de romanda güçlü bir biçimde temsil edilmeyi beklediği malûmun beyanı niteliğindedir.

FAİLİ MEÇHUL ÖFKE

    Toplumların kolektif hafızasında yer eden, derin ve trajik izler bırakan her türlü sosyal-siyasal olayı, toplumcu gerçekçi bir anlayışla ele alan her başarılı romanın, anlatmak istediği gerçekliği evrensel ve yüksek bir ahlaki önerme üzerine inşa ettiği söylenebilir. Adnan Gerger’in Faili Meçhul Öfke’ adlı romanında bu yüksek ve ahlakî gerçek, daha özgür, daha eşit, daha aydınlık bir toplumsal düzenin kurulabilmesi için verilmesi gerekli mücadele olarak belirmektedir. Gerger’in Faili Meçhul Öfke’si, polis teşkilatı başta olmak üzere, devletin kurumları içinde kök salmış hukuk dışı örgütlenmeleri, işkence gibi insanlık dışı uygulamaları, güç arzusuna dayanan çatışmaları “ Faili meçhul bir hayatı öfkeyle yoğuranları tanımak, tanıtmak” üzere kaleme alınmış görünmektedir. Roman aynı zamanda, 12 Eylül’den bugüne Türkiye toplumunda devam eden artçı sarsıntıların toplumdaki etkilerini, siyasî bir suikast odağında, Mazlum’la Leyla arasında yaşanan dramatik bir aşkla sarmal bir biçimde, kimi zaman sinematografik, kimi zamansa şiirsel özelliklerin ağır bastığı bir üslûpla dile getirmektedir. Gerger, 2010 Yunus Nadi Ödülü’ne değer görülen bu ilk romanıyla, bir aydın sorumluluğu içinde, romana konu olayların ilk elden tanığı olduğu izlenimini uyandıran anlatımıyla, Türkiye toplumunun yakın siyasi tarihinin karanlıkta kalan bir dönemine ışık tutmaktadır.

    Yazar, kendisiyle yapılan bir söyleşi’de (Selda Güneysu’yla) romanı “Faili Meçhul Öfke’nin kategorik olarak nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili olarak sorulan bir soruya” karşılık şunları söylemektedir. “Bir üniversite öğrencisinin gözaltında kayboluşu ve işkencede öldürülmesini, devletin içerisindeki derin iktidar kavgalarını, telefon dinlemelerini, ajanların, yasa dışı örgütlerin devletin içinde provoke cirit atmalarını ve hele hele günümüzde artık pek görülmeyen aşkları anlatmak size nasıl çağrışım yaptırıyorsa, “Faili Meçhul Öfke” romanımın kategorisini istediğiniz gibi belirleyebilirsiniz. Siz tanıklık romanı diyorsanız, diyebilirsiniz ya da bir başkası bu tarihsel roman, aşk romanı diyorsa diyebilir. Ben romanımı ille böyle sınıflandırmaların içerisine sokarak boğulmak istemiyorum. Tüm bu sınıflandırmaları aynı roman içerisinde barındırmanın güçlüğünü bilerek bu işe giriştim çünkü. Hayattaki duruşunuz gibi cesaretle yola çıkmaktır bu roman, yani cesur bir şekilde hayata meydan okumanın diğer bir adıdır. Romanımla ilgili olarak insanların ille kategorik çağrışımlarına da saygı duyuyorum.”

     Berna Moran Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında “Yazarın roman kişilerinden birini bırakıp birine odaklanması, bir episoddan çabucak öbürüne geçmesi ve böylece bu küçük öykücüklerin başka başka kişilere dağılması olayların bir başkişi çevresinde dönmesini önler” (Moran : 2012, s.91) der. Gerger’in Faili Meçhul Öfke’sinin de ilk bakışta, değişik kişi ve “episod”’lardan oluşan okuruna biraz karışık gelebilecek farklı bir kurguya sahip olduğu görülmektedir. Ancak romanın, romana konu farklı olay ve kişilikleri temel dinamiği olan siyasi bir suikast odağında başarıyla bir araya getirdiği, farklı okuma ve anlaşılmalara açık olayların aydınlatılarak ana olayın gövdesine başarıyla eklemlendiği görülmektedir. Yazarın, romanı, toplumcu gerçekçi bakış açısının bir sonucu olarak, karakterden çok eylem odaklı geliştirdiğinden, roman karakterlerinin fizik özelliklerine ve psikolojilerine, romanda derinliğine yer vermediği söylenebilir. Roman başkişileri olan Mazlum ve Leyla’nın romanın temel olay örgüsünde daha az (!) rol aldıklarından söz edilebilir. Sözgelimi Mazlum’un sevgilisi gazeteci Leyla karakteri romanın ilk yüz sayfasından sonra belirgin ve eylemli bir hale gelmektedir. Ancak bu noktada Faili Meçhul Öfke’nin bir Nehir Roman olarak tasarlanan üçlemenin ilk epizodu olduğu ve üçlemenin ikinci romanı olan Bir Adı Cehennem’ in neredeyse bütünüyle gazeteci Leyla karakteri üzerine kurulduğunu da unutmamak gerekir. Aslında romanın bir siyasî suikast odağında gelişen çok yönlü ve karmaşık olayların aydınlatılması sürecinde çeşitli olay ve kimlikler üzerinden devletin karanlık yüzünü sergilemeyi amaçladığı söylenebilir. Ayrıca romanda, roman kahramanları olan Mazlum ve Leyla’nın aşklarının, düşlerinin, inançlarının da romanın olay örgüsü içinde önemli bir ağırlığı olduğu hissedilmektedir. Öte yandan, alegorik bir bakış açısıyla romanın başkarakterinin, emniyet teşkilatından başlayarak devletin bütün kurumsal yapılarına kanserli bir hücre gibi yayılmış “ devlet aklı” olduğundan da söz etmek mümkündür. Romanda bu “aklın” devrimcilere uygulanan ağır işkencelerle ve polis teşkilatı içindeki karanlık, gizli örgütlerle cisimleştiği, gövde kazandığı görülmektedir. Bu “aklın” geçmişte gerçek yüzünü sadece paradigmasına karşı çıkan devrimcilere gösterdiği, özellikle sol mücadelelerin içinde yer alan insanlar tarafından çok iyi bilinmektedir. Zaten Gerger’in kendisiyle yapılan bir söyleşide söyledikleri de bu düşünceleri doğrular niteliktedir: “Ben Mazlum’la birlikte çok yakın bir dönemi anlatıyorum, tahlilini yapıyorum ve yarına taşıma kaygısı taşıyorum.  (…) Nasıl bu ülkenin günahı ve vebali son otuz yılda yaşananlara karşı kayıtsız kalarak ve unutarak yaşayanların boynunda borçsa: Mazlumun işkencelerden nasıl geçtiğini, aslında sadece işkenceye değil bu ülkede durmadan göveren” Faili Meçhul Öfke”ye nasıl direndiğini en gerçekçi biçimde anlatmak da bizim boynumuzun borcudur.”  (…) Bu ilk romanım ( Üç romandan oluşan nehir romanların ilki ikinci kitap Cehennem )  dikkatlice okunduğunda son otuz yılın miladi başlangıcı yani 12 Eylül’den bugüne sarkan izdüşümü günlere gelgitler yapıyorum” (Yasemin Arpa’yla Yunus Nadi Ödülü’nü izleyen günlerde yapılan bir söyleşi’den)

     Hiçbir roman sıfır noktasından başlamaz. Okurda merak duygusu uyandıran bir olaydan, bir entrikadan yola çıkar. Kısaca roman hayat denilen akışın içindeki bir andan uç verir, onun bir kesitinden başlar. Faili Meçhul Öfke ‘de perde, neredeyse bütün 12 Mart romanlarında görülebileceği üzere,  polisin devrimcilere yönelik bir ev baskınıyla açılmakta, bir suikastın mahiyeti ve aktörlerinin kimler olduğu, polis merkezli bir soruşturma kapsamında, özellikle “ardından yaşama” ve “geriye dönüş” teknikleri kullanılarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Roman ayrıca, polisin olayın faili olarak yakalayarak işkenceli sorgulamalardan geçirdiği devrimci gençlerden Mazlum’un durumunu ve onun başına gelenleri cesur bir tavırla araştıran sevgilisi Leyla’nın mücadelesini merkezine almaktadır.

   Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında, “çözülmesi olanaksız görünen bir cinayet, aleyhine gözüken kanıtlar yüzünden haksız yere suçlanan bir şüphelinin varlığı, polisin araştırmayı yanlış ve beceriksizce yönetmesi, parlak zekâlı ve yetenekli bir dedektif, inandırıcılığı sağlam görülmeyen kanıtların dikkate alınmaması gerektiği aksiyomu“ (Moran:2012) gibi kimi unsurları Batı’lı polisiye romanın temel öğeleri olarak göstermektedir. Aynı şekilde benzer öğelerin, Faili Meçhul Öfke’nin merkezinde yer alan suikasta bağlı gelişen olaylara başarılı bir şekilde dağıtıldığından söz edilebilir. Faili Meçhul Öfke’de Gerger, sözü geçen 12 Mart romanlarından farklı olarak romanın olay örgüsü içinde, ima ve gölgeleme, entrika, gerilim ve çatışma benzeri unsurların yanında, moral ve duygusal özellikleri başarılı bir sentezle bir araya getirmektedir. Bu başarılı sentezle,  hem olayların akışında bir süreklilik yaratıldığını, hem de okurun merak duygusunun canlı tutulduğunu söylemek mümkündür. Romanda, çatışma unsuru gruplar, kişiler, olaylar ve düşünceler arasında söz konusu süreklilik duygusunun yanı sıra gerilimin de canlı kılınmasına önem verildiği görülmektedir. Sağlam bir olay örgüsüne dayanan her romanda, güçlü bir merak duygusuna, entrikanın da eklenerek romanın sürükleyiciliğin artırıldığı bilinmektedir. Başarılı bir romanda yazar, romanın nasıl biteceğini önce ima eder, daha sonra ise gölgeler, olaylar, romanın belirli bölümlerinde (başında-ortalarında- sonunda) düşünsel ve duygusal özellikler, gerilim, çatışma ve entrika unsurları bakımından bir doruk noktasına (climax) ulaşır. Faili Meçhul Öfke’nin söz konusu özellikleri romanın kurgulanmasında dikkate aldığı görülmektedir.

  Lukacs Gerçekliğin Anlamı  (2000) adlı eserinde şöyle der:

Bir yazar “dış yöntemle bireyin kişisel çelişkilerine dayanan bir tipoloji elde eder; bu temele dayanarak da bunlara daha geniş bir toplumsal anlam vermeye çalışır. “ iç” yöntem ise toplumsal çelişkiler ortasında bir Arşimend noktası bulmaya çalışır ve bundan sonra tipolojisini bu çelişkilerin çözümlenmesi üzerine kurar” ( s. 106)

    Gerger ‘in, romanında her iki yöntemi de kullandığı görülmektedir. Söz gelimi yazarın “iç” yöntemi sınıfsal olarak kendine yakın bulduğu Leyla ve Mazlum arasındaki ilişki/aşk üzerinde uyguladığı, “dış” yöntemi ise emniyet teşkilatı merkezinde soruşturulan siyasi bir suikast ve bu teşkilatı içindeki iç çatışmaya ilişkin eylemler üzerinden geliştirdiği görülmektedir. Polis teşkilatın içindeki roman tiplerinin, ruhsal gerçekliklerine fazla nüfuz edilmeden, dışarıdan, betimleyici/ eleştirel bir yaklaşımla tasvir edildikleri görülmektedir. Ancak romanın olay örgüsüne katkı sağlamayan yan bir karakter olarak polis Sabahattin’in önce ailesini, sonra da kendisini öldürmesi yol açan ruhsal yapısının bu durumun istisnasını oluşturduğunu da belirtmek gerekir. Yazar, Leyla’nın ve Mazlum’un dünyasına ise  “dış”ardan ve eleştirel bir yaklaşımla değil “iç”erden, yorumlayıcı bir anlayışla yaklaşmaktadır. Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (2015) “Anlatıcı roman kişilerine dili, ahlâk anlayışı, kültür düzeyi ya da ideolojisi bakımından yakın da olabilir uzak da” diyor. Faili Meçhul Öfke’de anlatıcının üslûbundan, yazarın ideolojik olarak roman kişilerinin bazılarına daha yakın olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü toplumcu gerçekçi bir perspektiften yazılmış bir roman, aynı zamanda yazarın sosyal, kültürel ve ekonomik gerçeklerini yansıtır. Bu gerçekliklere bağlı olarak roman yazarının toplumsal gerçekliği kendi dünya görüşü ekseninde yorumlaması kaçınılmazdır.

     Roman Kuramı adlı eserinde Lukacs, roman kahramanının ruhsal dünyasını çözümlerken, bu yazının daha önceki bölümünde değinilen “başarılı bir romanın, söylemini evrensel bir düşünce ya da moral bir değer üzerine kurması gerektiği düşüncesi ”nden hareket eder. Lukacs, roman kahramanının işlevi konusunda şunları söyler:

 “(Romanda) dışsal olan her şey, trajedi kahramanı için önceden belirlenmiş yeterli bir yazgının ifadesidir yalnızca. Bu nedenle dram kahramanı, kendini kanıtlamaya yeltenmez.  İç güveni a priori verilmiş olduğu için, herhangi bir sınav veya kanıtlamanın ötesinde bir kahramandır; yazgıyı biçimlendiren olay onun için yalnızca engin ve onurlu bir seremoni, simgesel bir nesneleşmedir” (Lukacs: 2014, s.90)

     Benzer bir biçimde, Faili Meçhul Öfke’de romanın iki temel karakteri olan Mazlum ve Leyla’nın hayatlarını, roman yazarının niyetine bağlı olarak daha yüksek bir ahlakî gerçeğe adadıkları görülmektedir. Bunun bir sonucu olarak da çektikleri acı oranında belirli bir kimliğe kavuşarak romanda görünür kılındıkları söylenebilir. Daha yüksek bir ahlakî gerçeklikten, Türkiye toplumunun geçmişindeki siyasi-toplumsal gelişmelerin (özellikle askeri darbelerin)  bir sonucu olarak yaşadığı acıları bir daha yaşanmaması için roman kahramanlarının daha adil, daha özgür ve aydınlık bir gelecek (sosyalizm)  yolunda verdikleri mücadeleye kendilerini adamalarının kastedildiği açıktır.

   Romanın kurgusunda olaylar ve kişiler arası ilişkilerin senkronize edilmesinde zaman ve mekân kavramlarının son derece önemli öğeler olduğu bir gerçektir. Bilindiği üzere romanda zaman, metin dışı zaman ve metin içi zaman olarak kategorize edilmektedir. Metin dışı zamanı da kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki yazarın romanı okurun bakış açısına sununcaya kadar geçirdiği zamanı ifade eden “ yazma zamanı”, diğeri ise okuru ilgilendiren “okuma zamanı” dır. Metin içi zaman ise kendi içinde “öykü zamanı ve “ söylem zamanı” olarak ayrılır. Şerif Aktaş metin içi zamanı şöyle ifade etmektedir:

Vaka, bir müddet zarfında cereyan eder. Anlatıcı bu vakayı vaziyete göre, yine bir müddet zarfında öğrenir ve nakleder.  Umberto Ecu’nun “ öykü zamanı” dediği vakanın cereyan ettiği süreyi anlatıcı bir şekilde öğrenir. Anlatıcı öğrendiği (duyduğu, gördüğü) bu olayı roman boyunca anlatır. Zaten bütün roman, anlatıcının ağzından çıkan cümlelerin tamamından ibarettir. Anlatıcının belli bir süreyi kapsayan bu anlatma süresine de Umberto Eco “ söylem zamanı” adını verir. Dolayısıyla “ öykü zamanı” ile “söylem zamanı” bir romanda “ metin içi zamanı”  gösterir” ( Sağlık: 2003, s. 56)

     Bu iki zaman romancı tarafından romanın belirli bir sürede (yazma süresi) yazılmasıyla somutlaşır bir başka ifadeyle roman ortaya çıkar. Elbette romanda zaman denince anlaşılması gereken metin içi zamandır. Romanda zaman anlatma esasına dayanan bütün eserlerde görüleceği gibi fiil kipleriyle kendini ortaya koymaktadır. Faili Meçhul Öfke’ de Gerger, her ne kadar kitabın başında şiirsel bir üslupla ve yaşanan acı olayların dünden bugüne, bugünden geleceğe devam etme yönünde güçlü bir dinamik barındırdığını ifade etmek için“ Bu kitapta; mekân kayıptı… Zaman kimsesizdi”  dese de, romanında Türkiye siyasi tarihinin belirli bir dönemini anlattığını şu sözlerle ifade etmektedir: “Eğer dikkatli bir okur değilseniz kafanız biraz karışacak, girift zaman aralığında insanların acı çekme ayinine dönüşen ve günlere sığmayan olaylara tarih koymakta zorlanacaksınız. Bu kitabın yazılma tarihi 12 Eylül’ün bitiş tarihiyse (aynı zamanda Z.D.) bugün yani okuduğunuz gün ya da bu ülkenin böyle gidebileceği kadar gittiği yer. 80’li yılları bugün yaşananlardan ayrı düşünürsek, iğdiş edilmek istenilen bir ülkenin yakın tarihinin yine Faili Meçhul Öfke tarafından yazılmasına karşı çıkan bu kitaba haksızlık etmiş oluruz” (12. 4. 2010 tarihinde, A.Galip’le yapılan Söyleşi’den)

    Öte yandan elbette roman yaşanan gerçekliğin bire bir kendisi değil bir kurmacadır. Ancak özellikle toplumcu bir öze sahip Faili Meçhul Öfke benzeri romanlarda, romancının nesnel gerçekliği edebî bir planda yeniden inşa ederken, nesnel gerçeklikle arasındaki mesafenin açılmasından pek haz duymadığını da söylemek gerekir. Romanın bazı bölümlerinde gerçekliğin “belgesel” bir yaklaşımla, aslına en uygun bir biçimde ortaya konulmak istenilmesi yönündeki güçlü arzunun kaynağında, romana konu olayların insanî açıdan taşıdığı trajik boyutların bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu durumun romanın kimi bölümlerinde anlatı tekniklerinin, biçim sorunlarının ikinci plana atılmasına yol açtığı da söylenebilir.

    Romanın olay örgüsü içinde zaman kronolojik bir yol izlemeyebilir. Roman yazarları zamanı genellikle “zaman kırılmaları” olarak adlandıran tekniklerle vermektedirler. Bu zaman kırılmaları ya da başka bir ifadeyle “zaman sapmaları” romanda “geriye doğru” (flashback) olabileceği gibi “ileriye doğru” (flashforward) da olabilmektedir. Gerger’in romanında her iki tekniği de kullandığı görülmektedir. Yazarın zaman açısından daha ilerde olan olayların başlangıcına ya da bu olaylarla bağlantılı hatıralara dönerken geriye doğru tekniğini, roman karakterlerinin gelecek beklentilerini, hayallerini anlatırken ise ileriye doğru tekniğini kullanmayı tercih ettiği görülmektedir. Kullanılan bu tekniklere bağlı olarak yazarın romanın merkezinde bulunan suikastla daha dolaylı ilişkisi olduğu düşünülecek olayları anlatırken zamanı hızlandırdığı, olayın araştırılmasından elde edilen verileri yorumlar, merkezde yer alan olayla yakın bağlantılı olayları kimi olayları verirken kısalttığı söylenebilir. Romanın temel iki karakteri Leyla ve Mazlum’un aşk ilişkilerinde ise söz konusu tekniklerin yanında  “ eşzamanlılık” olarak bilinen bir teknikten de yararlandığı görülmektedir. Çünkü her iki karakter romanda ortak bir serüvenin aktörleri olarak yer alsalar bile yazar onlardan her birinin mekânsal ve ruhsal durumlarını çoğu zaman romanın akışı içinde “önce biri” sonra “öbürü” biçiminde kavramlaştırılabilecek bir sıralamayla vermektedir. 

    Romanın diğer önemli unsuru mekânın ise anlatımında kendine nasıl bir yer bulduğu roman kahramanlarıyla ilgili olarak sorulabilecek, “roman kişileri, acaba nerelerde, nasıl yaşarlar, nerelerde yer-içer, nerelerde eğlenirler, hangi eylemlerde bulunurlar?” ( Sağlık: 2003, s. 57) benzeri sorulara verilecek cevaplarda gizlidir. Bu sorular okuru romanda doğrudan mekâna yönlendiren temel sorulardır. Roman kişilerin yaşadıkları yerler, mutlu ya da mutsuz oldukları ortamlar, kısaca bir insan olarak roman boyunca hareketlerini gerçekleştirdikleri yerler, romanda “ mekân” olarak adlandırılır. Mekân aynı zamanda bir romanda yaşanan olayların sahnesi durumundadır. Dolayısıyla romanda yer alan mekânların toplamının bize romandaki olayların çevresini verdiğini söylemek mümkündür.   Romanda çevre, insandan dışarıya, yakından uzağa doğru gelişir. İnsanın dışa dönük reaksiyonlarının da kaynağını oluşturur. Faili Meçhul Öfke’de polis teşkilatı başta olmak üzere, üniversite, gazete ofisi, cezaevi, hastane, işkence sorgu odaları, bazı şehirlerdeki “söylem örgütüne” ait evler, eylemlerin yoğunlaştığı bazı şehirler vb. mekânların öne çıktığı ve bu mekânların olay örgüsünün biçimlendirilmesinde önemli olduğu görülmektedir. Özellikle “iç mekân olarak nitelendirilebilecek “polis teşkilatına ilişkin mekânların romanda daha fazla öne çıktığından söz edilebilir. Romanda ayrıca, daha dar olan mekânlarda yaşanan olaylarda kişi sayısının ve eylemliliğin azalmasına karşın psikolojik unsurların arttığı, daha geniş mekânlarda ise tam tersi durumun yaşandığı söylenebilir.

     Romanda bu dar mekânların en önemlisinin ise tutuklanan devrimci gençlere özellikle de romanın başkahramanlarından Mazlum’a işkenceli sorgulamaların yapıldığı hücreler olduğu görülmektedir. Yazarın üslubundan, Mazlum’a yapılan bu işkencelerin onun şahsında bütün ilerici, devrimci insanlara yapıldığına ilişkin bir inanca sahip olduğunu çıkarmak mümkündür. Bu inancın bir sonucu olarak yazarın romanda işkence sahnelerin geçtiği bölümlerde, işkencecileri sadece fiziksel özellikleriyle ele aldığı, ruhsal özelliklerine hemen hiç değinmeyerek onlara bir kişilik atfetmekten kaçındığı gözlenmektedir. Yazarın böyle yaparak hem okurun işkenceye maruz kalanlarla özdeşleşmesini sağlamayı amaçladığı hem de okurun kendi “hayalî işkencecisi”yle yüz yüze gelmesini arzu ettiği söylenebilir. Söz konusu işkence sahneleri ve işkenceciler romanın kimi bölümlerinde son derece canlı ve etkili bir anlatımla sergilenmektedir:

          Kamil’le Vahit’in tam karşısında çok çirkin bir adam duruyordu. Orta yaşlı, patlak gözleri ve kalın, mor dudakları vardı. Oldukça büyük ve eğri burnu hemen göze çarpıyordu. Hilal gibi kalın, siyah kaşları alnında iğreti duruyordu. Esmerdi. Sadist biri olduğu yüzüne bakılınca kolayca anlaşılıyordu. Elinde cop vardı.

           Çirkin adamın arkasında üç-dört kişi vardı. Bu kişiler kafesin dışında mıydı, içinde miydi anlayamadılar. Karanlıktaydılar.

         Birden etrafına adamlar üşüştü. Çırılçıplak kaldılar. Adamlar yine karanlığa çekildi. Sonra küstah bir böğürtü ses duyuldu. Çirkin adam önce kafasını sallayarak konuştu:

         “Sizinle tanışalım. Bana Pörtlek derler”

          Sonra Kamil’e döndü, “ Senin adın ne?” diye sordu. Kamil daha yanıtını vermeden sol kalçasına acımasızca ve bütün gücüyle copla vurdu. Kamil içgüdüsel şekilde yana kaçtı ama cop kalçasında patlamıştı, inledi. Kamil daha ne olduğunu anlayamadan ikinci cop darbesini sağ dizinde hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü, yere yığıldı. Pörtlek’in dayak atmada çok profesyonel olduğu belliydi. Sorusunu tekrarladı: “ Adın ne?” (…) ( s.244)

    Bu İşkenceli sorgulamalara dayanabilmek için, özellikle romanın başkahramanlarından Mazlum’un çoğu zaman Leyla’ya olan aşkına, düşlerine sığındığı,  geçmişte “dava” yolunda işkenceye uğrayan devrimcileri,  yokluk ve mutsuzluk içindeki emekçi halkı yâd ettiği görülmektedir. Bu sorgular sırasında İşkenceye dayanmanın, sızlanmamanın, gelecek güzel günlerin özlemi içinde olan, özgürlükten, eşitlikten yana insanlara karşı ödenmesi gerekli bir borç olarak algılandığı anlaşılmaktadır.  Mazlum’un işkencenin ve işkencecilerin karşısına aşkını ve gelecek güzel günlere olan inancını koyarak, bir insanlık suçu olan işkenceyi ve işkencecileri okur gözünde itibarsızlaştırdığını söylemek mümkündür. İşkencenin Türkiye siyasi tarihinde askerî darbelerle anıldığı, ilk kez sistemli bir biçimde 12 Mart 1971 Muhtırasını izleyen dönemde özellikle solculara bir yıldırma, sindirme operasyonunun parçası olarak ağır bir biçimde uygulandığı bilinmektedir. Edebiyat Üstüne Eleştiriler adlı kitabında Murat Belge bu konuda şunları söylemektedir:

“ 12 Mart’ta işkence, Türkiye’de daha önce benzeri görülmedik boyutlara ulaştı. Uygulandıkça azıttı, kendi kendini besleyerek büyüydü. İşkenceye uğrayan yığınla insanların bazısından- ki aralarında tamamen suçsuz olanları da vardı- önceden tasarlanmış ifadeler alınmaya çalışıldı. Örneğin Sabotaj Davası” gibi bir olay kamuoyunda solu yıpratacak bir uyduruk senaryoyu sahneye koymak için, gelişi güzel adam toplanarak, akıl almaz baskılarla “ itirafnameler imzalatıldı” ( Belge:2012, s. 128)

     Yazının daha önceki bölümlerinde de değinildiği gibi askerî darbe dönemlerinde cezaevlerinde yapılan insanlık dışı uygulamaların sanatsal ve edebî planda hesabı tam olarak ödenmemiştir. Toplumun kolektif hafızasında canlı bir biçimde yaşayan bu sancılı sürecin acısını bugün Türkiye’de binlerce insan, binlerce aile hâlâ yaşamaktadır. Günümüzde “Cumartesi Anneleri” beş yüz haftadır askerî darbeler ve onun artçı sarsıntılarına bağlı yaşanan toplumsal-siyasal olaylarda karanlık güçlerce “kaybedilen” evlatlarını aramaktadırlar. Gerger romanı Faili Meçhul Öfke bağlamında kendisiyle yapılan bir söyleşi’de bu süreçle ilgili olarak şunları söylemektedir: (…) “uzun tutuklanmalar, cezaevleri… 12 Eylül’ün bu yönü işlendi, hep. İşlenmeli de… Anlatılmalı da… Yaşanan acılar o kadar büyüktü ki, insanlar o dönem yaşadıkları acıları hissetmediler bile… İşkenceye çekilenin bir insan bedeni gibi algılanmasına da karşı geliyorum. İşkence altına alınan o ülkenin ve o ülkede yaşayan insanların tümünün benlikleriydi, kimlikleriydi, duyguların, sevdaların, düşlerin, beklentilerin, düşüncelerin ve yarınlarının cezalandırılmasıydı. Yoksa şimdiye kadar çektiğimiz bu travma bu acı nereden? (12.4.2010 A. Galip’le yaptığı söyleşi’den)

     Sonuç olarak Adnan Gerger’in Faili Meçhul Öfke adlı romanında, Türkiye’de daha aydınlık bir gelecek yaratmak amacıyla, siyasi iktidarı ve toplumsal bilinci geçmişten bugüne, emekten, eşitlikten, halkın çıkarlarından yana değiştirmeye yönelmiş devrimci mücadeleyi, günümüzün yozlaşmış tüketim toplumunda pek karşılığı olmayan güçlü bir aşk hikâyesiyle kaynaştırarak anlattığı söylenebilir. Roman aynı zamanda devlet içinde örgütlenmiş, amaçları devrimci, ilerici her türlü mücadeleyi izlemek ve zayıflatmak için gerekli “tedbir”leri almak olan, bu yolda işledikleri suçları birçok entrikayla devrimci insanlara yıkmağa çalışan içlerinde polis müdürlerinin, sivil halktan insanların bazen yatakçı, bazen de ajan olarak yer aldıkları karanlık güçleri ifşa etmektedir. Romanın ayrıca, bu gerçekleri ortaya dökmek yoluyla özellikle bu dönemleri birebir yaşamayan genç okurlarına, içinde yaşadıkları toplumu, devleti, insanı daha yakından tanımada bir bilinç kazandırmak arzusu içinde olduğunu, devlet içinde devlet konumunda bulunan bu “Faili Meçhul Öfke”ye artık bir son verilmesini istediğini söylemek mümkündür. Sözlerime romanın başkahramanlarından Mazlum’un İşkenceyle öldürüldüğünü öğrendiğinde Hemşire Nihan’ın Foto muhabiri Halim’e verdiği cevapla son vermek istiyorum: “ Bizi böyle bir ülkede yaşatmaya kimsenin hakkı yok” (s.358) 

 

KAYNAKÇA

 Gerger,  Adnan, “Faili meçhul Öfke”  , İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Moran , Berna, “ Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, İletişim Yayınları,  2012

Belge, Murat, “ Edebiyat Üstüne Yazılar”, İletişim Yayınları, 2012

Lukacs George, “ Gerçekliğin Anlamı” Payel Yayınları, 2000

Lukacs George, “ Roman Kuramı,” Metis Yayınları, 2014

Sağlık, Şaban, “Popüler Roman Estetik Roman” Akçağ yayınları, 2010

 

 

 

 

ÖZGEÇMİŞ

 

1967 yılında Tokat’ta Doğdu. Orta öğretimini Tokat’ta tamamladı. A.Ü. İşletme Fakültesini ve Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. A.Ü. DTCF Sosyoloji Anabilim Dalında Tezli Yüksek Lisans öğrenimine devam etmektedir. Şiirleri ve edebiyat üzerine yazıları Mühür, Şiirden, Hayal, Sincan İstasyonu, Papirüs, Kurgu, Kurgan, Deliler Teknesi, Kurşun Kalem vb. edebiyat dergilerinde yayımlandı. 

 

 

 

 

 

 

 

Yazar: Zafer DEMİR

ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ

ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ

HABERTÜRK

 

  Travmatik yaşam biçimimiz birbirimize anlatacak önsöz bile bırakmıyor

  Ruhunu soyarak habere dönüştürdüğü insana dair öyküleri yazmak için edebiyata sığındığını söyleyen Adnan Gerger, “Bu romanım aşkın kadınlar tarafından nasıl emeğe dönüştürüldüğünün destanıdır” diyor.

 

-              Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandığınız Faili Meçhul Öfke adlı romanınızda da Bir Adı Cehennem adlı romanınızda da yakın tarihi anlatıyorsunuz. Sizce insanda ve hayatta haberin etkisi mi, edebiyatın rolü mü kalıcı?

-              Biz gazeteciler arasında ‘haber suya yazılır’ dil pelesengine yürekten katılırım. Bir dakikada okunan ya da bir dakika da izlenen haberler için harcanan emeği pek çok kimse bilmez. Haber, bir olay, bir olgu üzerine verdiğiniz bilgidir. Son derece hızla gündemin değiştiği bir hız çağında da yaşadığımız da bir gerçek. Hatta olgular değil, algılarla hareket ediyor ve yaşıyoruz. Travmatik ve entelektüellikten uzak bir yaşam biçimimizi de buna eklersek birbirimize anlatacak önsözlerin bile olmadığını farkına varabilirsiniz.   Bu nedenle haberin insanda ve hayatta etkisi çok azdır. İşte bu noktada, gündüzleri sıkı sıkıya sarıldığım gazetecilik kimliğimi geceleri uçarı bir hoyratlıkla edebiyatçı kimliğime teslim ederim. Her sabah güneş doğduğunda yeniden yaratıldığına inandığım dünyanın reddedilen gerçek yansımalarından beslenmeye başlarım, bu kez. Bunun için edebiyata sığınırım. Bir yanda insanların binbir kırılma noktalarıyla buluştuğu öyküleri, diğer yanda bir aydın insanda olması gereken eleştirel tavırların geleceğe bir şey bırakma kaygısı çatışır. Edebiyatın kalıcı rolü de işte tam bu noktada başlar. Yani demem o ki, siz ruhunu soyarak bilgiye yani habere dönüştürdüğünüz bir öykünün unutulmasını istemiyorsanız, o öykünün gelecekte de yaşamasını istiyorsanız ister istemez edebiyata başvurmaktan başka çareniz yoktur.

-              Edebiyatın kalıcı olmasını nedeni, sadece insanı ve öyküsünü mü anlatmaktır?

-              Böyle dersek bu coğrafyayı sırtına yükleyip götüren anlam kargaşasına büyük anlamlar yüklemiş oluruz. Edebiyatın kendi içsel dinamiği, kurgusallığı ve disiplinini özümlemişseniz eğer kelamınız kaleminizle daha bir özgür cilveleşir, daha bir cesur olur. Soru sormayı kışkırtan edebiyat, olguları öyle ince işler ki, beyin kıvrımlarınızda nakış olarak kalır ve algının anlık egemenliğini yıkar.

-              Öykü, deneme, belgesel, şiir yazdınız. Ancak, yazdığınız ilk romanla, Faili Meçhul Öfke ile bu ülkenin en önemli edebiyat ödülünü aldınız. Bunun sorumluluğunu nasıl hissediyorsunuz?

-              Abarttığım sanılır ama Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldığım geceden itibaren gazetecilik kimliğimin üzerine sözlerden, hayatlardan ve ateşten bir hırkayı başımdan geçirildiğini biliyorum. Bu hırkayı giymek gönüllülüktür, elbette. Her gece bunu düşünüyorum. Bu romanlar benim son yirmi yılda yazdığım ama bitiremediğim kitaplardı. Ben bu yapıtlarıma gençliğimi verdim. Bu ödül bunun karşılığıydı, bunu çok iyi biliyorum. Karşılığı buydu ama bu ödüle layık olabilmenin kaygısıyla yeni yapıtlar için uykusuz gecelere verilmiş bir sözdü de aynı zamanda.

-              Bir söyleşinizde Bir Adı Cehennemi, tam üç kere yeniden yazdığınızı söylüyorsunuz, doğru mu? 

-              Doğru. Bu biraz da az önce söylediğim sorumluluktan kaynaklandı. Şimdi siz çok iddialı ve çok önemsediğiniz bir ödül alıyorsunuz. İster istemez herkesin beklentileri, böyle bir kimlikten bir yapıt. Lüksünüz yok bunu inkâr etmeye. Tüm kimlikleri reddeden kişiliğinizin olduğu ve sadece hayata duyduğunuz sorumlulukla yazdığınız konusunda kimseyi de ikna edemezsiniz. Peki, ne yapacaksanız? Kendinizi aşmak zorundasınız. Daha titiz çalışmak zorundasınız. Bir Adı Cehennemi bitirip ilk yayına hazır dediğim an ile yayınlandığı zaman arasında bir yılı aşkın bir süreç var. Tam basılacak, aklıma bir şey takılıyordu, kitabı geri çektim. Üç kere son anda kitabı geri aldım, oturup baştan yazdım. Sözcükleri bile değiştirdim.

-               Leyla başkarakteri bu kitapta da var? Neden?

-              Bir Adı Cehennem adlı romanım,  bir anlamda Yunus Nadi Roman Ödülü alan Faili Meçhul Öfke’nin devamı sayılabilinir. Ama ben burada dikkatinizi çekmek istiyorum. İster diğer romanımda olsun, ister bu romanımda. Başkarakterim Leyla dâhil tüm hayata karşı direnen, iyi karakterler kadındır. Çünkü ben her zaman kadının yaratıcı ve dayanma gücüne inanmış, hayran kalmışımdır. Kadın, gerçekte hep dürüst davranır ve çok da güçlüdür. Örneğin, Leyla bir gazetecidir çok zor gelişmelerin üstesinden gelir. Öylesine doğal davranıyor ki bunca acıyla baş ederken. Bir de aşkı var… Aşkın nasıl emek olduğunu, beklentisiz sevgi olduğunu en iyi o bize anlatıyor. Erkek olsa zinhar böyle davranamaz. Bu nedenle Leyla’ya devam…

-              Bu kitapta aşkın emek olduğunu bir kadın kanıtlar mı diyorsunuz?

-              Evet. Bu kitap her ne kadar bir ülkenin trajik geçmişinden söz ediyorsa da aşkın o müthiş ve destansı varlığını da anlatıyor. Aşkın nasıl bir emek olduğunu ve beklentisiz sevgilerden oluştuğunu bize kanıtlayan da Leyla ve diğer kadınlar. Gerçek hayatta da böyle değil midir? Kadınlar olmazsa aşkın ‘aşk yüzünü’ görmemize olanak var mıdır? Bu nedenle kitabım ‘aşkla düşerenlere’ adandı.

-              Romanınızın İçeriğinden söz eder misin?

-              Romanın ana teması 1937 ve 1938 döneminde Dersim’de yaşananlar   birebir romana alındı. Canlı tanıkların ifadeleri ve o dönemde neler yaşandığı tüm çıplaklığıyla gerçek belgeler ışığında kurgulandı. Ayrıca 1990’lı yıllarda neler yaşandı, arasındaki bağlantılar nelerdi? Tüm bu soruların yanıtları da romanımda yer aldı.

Yazar: HABERTÜRK

BU KİTABI 1990’LARDA YAZSAYDIM ÖLDÜRÜLÜRDÜM

"BİR ADI CEHENNEM"DE DERİN DEVLETİ ANLATAN GAZETECİ ADNAN GERGER:

BU KİTABI 1990’LARDA YAZSAYDIM ÖLDÜRÜLÜRDÜM



"Bir gazeteciye, öldürülen sevgilisi tarafından bırakılan zarftan çıkanlar ülkeyi kuşatan entrikaları ortaya çıkarırsa ne olur? Ankaralı gazetecilere 32 yıldır abilik yapan polis-adliye uzmanı Gazeteci Adnan Gerger, 12. kitabı "Bir Adı Cehennem"de aslında yanıtını bildiği bu sorunun peşine düşüyor. Türkiye’nin 1990-2000 yıllarındaki karanlık günlerinin, devlet içindeki derin hesaplaşmaların kodlarını çözmeye çalışıyor. Gazeteci olarak yaşadığı olayları roman kurgusuyla anlatan Yunus Nadi Ödüllü Gerger, örgüt ve kişi isimlerinin şifresini çözmeyi de okuyucuya bırakıyor.

Şehriban OĞHAN



Klasik bir soruyla başlayalım, neden "Bir Adı Cehennem"?

- ‘Bir Adı Cehennem, bu ülkedeki yaşanmışlığın bir diğer adıdır. Hayattan damıtılan yaşanmışlıkların bileşkesinin bir dayatmasıdır. İnsanın hayatında sıradan ve basit kaygılar ağır basınca, akıl tutulmalarının haddi hesabı olmuyor. Dünü unutuyoruz. Aşklarımız, düşlerimiz öğütülüyor, boynumuza takılan yem torbasındaki korkuyla yetinmeye başlıyoruz ve yarınımızı sorgulamıyoruz. Belleksiz sıradan suretlere dönüştük. Bu yaşam biçimine itirazım olduğu için yazdım.

Bu kitapla hangi yaşanmışlıklara, ülkenin hangi dönemine ışık tutuyorsunuz?

- Dersim’de 1937-1938 yıllarında yaşanan olaylara ve 1990’lı yılların karanlık izdüşümlerine. Bundan önce yazdığım ve Yunus Nadi Ödülü alan Faili Meçhul Öfke kitabım 12 Eylül döneminin perde arkasını anlatıyordu. Bu kitap ise 1990-2000 dönemini anlatıyor. Devlet içindeki iki derin devletin kuruluşu, organize oluşu ve sonra birbirine düşüşü, sağ, sol ve dinci örgütler adına işledikleri suikastler, yaptıkları eylemler, Türkiye’de kurulan CIA üssü ve faaliyetleri...Dersim’de yaşananlar da tüm çıplaklığıyla, gerçek belgeler ve canlı tanıkların ifadeleriyle kurgulandı. Olaylardan sağ kurtulan bir ablanın, bir subay tarafından evlatlık alınan kundaktaki kız kardeşini arayış öyküsü ilginç bir sonla bitiyor. Birebir gerçek öyküler... Bunun için etnograf, Dersim tarihi uzmanı, yazar Mesut Özcan’ın arşivinden, tanıkların anlatımından yararlandım. Benim de gazeteci olarak izlediğim ünlü Zonguldak işçi yürüyüşü, Kızılay’da birçok insanın silahla yaralandığı işçi eylemi gibi olaylar var. Romanı yazarken de edebiyat ustası Remzi İnanç’tan resmen ders aldım. Bütün derdim bir önceki romanı aşmaktı. Bu nedenle çok titiz çalıştım. 1990’da ilk kitabım "Firar Öyküleri"ni yayınladığım günden itibaren bu kitapları yazmaya kafama koymuştum. Habere gittiğim olayları daha iyi gözlemlemeye, daha iyi not almaya özen gösterdim. Bu kitabı o yıllarda yazsaydım kesin öldürülürdüm. Susurluk döneminde yazdığım haberlerden dolayı ölümden kıl payı kurtuldum. Ancak bu kitabın o dönemin tarihini taşımamasının gerçek nedeni bugünkü bilgiye, donanıma, deneyime ve bilince sahip olmamamdır.



BU KİTAP YA OKUNACAK YA YAKILACAK

Kitapta "mental sorgulama" denilen bir işkence yönteminden de bahsediliyor. Bu da Türkiye’nin bir yaşanmışlığı mı?

- Bu yöntemin dünyada hala uygulama alanı var. Guantanamo’da. CIA’nın sıkça başvurduğu bir yöntem olarak biliniyor. Ancak mental sorgulama yapılarak sorgu yapılması uluslar arası mahkemelerce yasaklandı ve bu sorgudan elde edilen ifadelerin geçerliliği yok. 12 Eylül döneminde de Türkiye’de kullanıldığına dair iddialar o dönemdeki gazetelerde çıktı ama kamuoyunda çok tartışılmadı, konuşulmadı.

Okuyucu bu kitabı neden okumalı? Derin devlet yapılanmasını işleyen diğer kitaplardan farkı ne?

- İlk romanım Faili Meçhul Öfke’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde o zamanlar ‘DAL- Derin Araştırma Laboratuvarı’ adı verilen Siyasi Şube’deki işkenceyi anlatmıştım. "Slogan atılmadan işkence ancak bu kadar etkili anlatılır" denildi. Bu kitap yayınlanana da 12 Eylül darbesini anlatan birçok kitap yayınlanmıştı ama hiçbiri Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alamadı. Demek istediğim bu kitap da ya okunacak ya yakılacak. Çünkü bu ülkede neler olup bittiğini merak edenler için, hayatı ve kendisini sorgulayabilenler için, kendi cehennemine kendi ateşini taşımaya cesaret edenler için yazıldı bu kitap. Egemenliklerini sürdürmek için karanlıkta yaşamaya alışanların ise, yaşananlar gün ışığına çıkmasın diye, bu kitabı yakmaktan başka çaresi yok.

Kitapta devlet tarafından kurulan Zağarcılar ve Fedailer örgütü arasında derin bir hesaplaşma var. Talebeler ve Vehmullah örgütünden de bahsediliyor. Belli ki şifrelemişsiniz...

- Sağ olsun devlet, her dönem binbir çeşit adla kendi örgütlerini yaratıyor ve sonra bunlarla savaşmak için başka örgüt oluşturuyor. Uluslararası ilişkileri de işin içine katarsanız örgüt ve isim çeşitliliğinin içinden çıkamazsınız. Goethe, Faust’unda şeytanla pazarlığa giren insanı anlatarak evrensel bir trajediyi gözler önüne serer. Thomas More, Ütopya’sında, Platon, Devlet’inde hep aynı kaygıyı taşır, devlet olgusunun mantalitesini nasıl olduğunu araştırır. Her devletin fideliği bu işler için her zaman böyle bir tarıma müsaittir. Romanımda seçtiğim isimleri her dönemin genelgeçer isimleri olarak bilinçli seçtiğim doğrudur. Bu sözcüklerin anlam karşılığı bile bu soruyu yanıtlamaya yeter. Şifreyi de bırakalım okuyucu çözsün.

Yazar: Şehriban OĞHAN

İŞLEVSEL POLİTİK ROMAN

İŞLEVSEL POLİTİK ROMAN

 

SEMİH GÜMÜŞ

 

Belki toplumsal sorumluluk duygusu yüksek bir edebiyatımız var ve ülkenin ateşli siyasal dönemlerinde baskı altında koruduğu bu özelliğini siyasal hayatın yeni zamanların kültürü içinde girdiği durgunluk dönemlerinde de her zaman içinde sakladı. Ne ki, yüzeğen bir olgu olan toplumsallığın yanında görece derinlik kaygısı da gerektiren politik edebiyat, edebiyatımızın her zaman iç içe olduğu bir gerçeklik olmadı. Günlük hayatin doğallığı içinde herkesçe paylaşılan toplumsallık edebiyattaki karşılıklarını hemen yaratırken, bireysel yetişkinlik ve deneyim gerektiren politik düzeyin nitelikli edebiyata dönüşmesi kolay olmuyor. 

Yazılanlara bakınca, gerek 12 Mart, gerek 12 Eylül, yazarların elbette ilgi alanında oldu, ama bazen cezaevi, işkence, örgüt gibi sıcak konuların gerçekçi biçimde a
nlatılmasında güçlük çekildi, bazen de dönemin ruhunu ve kimliğini tanımayanların yazdıkları karton kişiler ve gerçeklikten büsbütün uzak yaşantılarla karşılıklarını bulamamış oldu. Bu arada ister istemez bir yazarlık okulu gibi değerlendirilen cezaevlerinden çıkan, gerçekçi olmasına gerçekçi olduklarından kuşku duyulmayacak romanlar da oldu, ama pek çoğunun yazınsal nitelikleri ikincil, daha çok işlevsel denebilecek biçimler içinde kaldı. 

İşlevsel roman konusu edebiyatta her zaman önemli oldu. Sovyetler Birliği'nde ve sosyalist ülkelerde sosyalizme bağlılık ideolojisinin edebiyattaki karşılığını arayan bir dizi işlevsel roman yazıldı ki, bu romanlar öteki ülkelerde de kendilerini enternasyonal bir ağ içinde gören politik kişiliklerce elden düşürülmemiş, özellikle 
1970'lerden hemen sonra bizde de çokça okunmuştur. İşlevsel romanlar, aslında popüler edebiyatın politikleştirilmiş biçimi sayılır ve hikâyeleri, mesajları, coşkusal içerikleri yanında, yazınsal nitelikleri bazen bilinçli olarak atlanmış, bazen de ister istemez geride kalmıştır. 

Adnan Gerger'in Faili Meçhul Öfke romanı, 12 Eylül döneminde cezaevlerindeki koşulların görece iyileştiği ve içerdekilerin dışarı çıkmaya başladığı yıllarda yazılmaya başlanan, yakın geçmişe dönük ilginin çoğalttığı romanların yeni bir örneği. 12 Eylül'ün 12 Mart ile aynı düzeyde alınamayacağı biliniyor. Sonunda o günden bugüne geçen kırk yıl içinde 12 Mart'ı konu eden kırk roman yaz
ılmadıysa, bunun asıl nedeni yaşananları içeriden tanıyanların yazarlar, yazacak olanların da yaşayanlar olmamasıdır. Bir de elbette, yakın tarihteki yerleri derin iz bırakmış olsa da, 12 Mart'ın acımasız gadrine uğrayanlar yığınsal bir çokluk oluşturmuyordu. Oysa 12 Eylül, Adnan Gerger'in 'Faili Meçhul Öfke' romanı, pek çok benzerini bildiğimiz sorgu, işkence hikâyelerinden birini anlatırken, yalandan ve içerden bilinmeyen bir başka dünyanın da içine giriyor nitelik olarak pek çok bakımdan 12 Mart'tan farklıdır. 12 Eylül'ün karanlık terörüne şu ya da bu biçimde maruz kalanlar neredeyse bir milyon kişiye ulaştığı için, yazılanlar da kendiliğinden çoğaldı. Öte yandan, aradan geçen otuz yıl sonra bile 12 Eylül'ü yaşayan herkesin unutulmaz bir hikâyesi oluşu, yazılacakların ne denli çok olabileceğini gösteriyor. 



 

YAKINDAN BİLİNMEYEN BİR DÜNYANIN GERÇEKLERİ

 

Adnan Gerger'in Faili Meçhul Öfke romanı, pek çok benzerini bildiğimiz sorgu, işkence hikâyelerinden birini anlatırken, yakından ve içerden bilinmeyen bir başka dünyanın da içine giriyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde Terörle Mücadele Ekipleri'nin önde gelen sorumlularından, polis memuru Yadigârın 12 Eylül'ün oldukça sıcak günlerindeki hikâyesi ve onun çevresinde Emniyet örgütünde yaşanan iç çatışmalar, grupların birbirlerinin arkasından çevirdikleri dolaplar, doğrusu az yazılmış bir dünyayı önümüze getiriyor. Polis örgütünün başından geçenler, bu arada polisiye kurgunun da olanaklarından yararlanarak, kendini merakla okutuyor. 

İşini yalnızca polis olmanın gerekleri içinde yapmaya çalışan; çevresindekilerden ve amirlerinden farklı davranan, dolayısıyla temiz kalınması zor bir kurum içinde her türlü hesaptan uzak, çıkar odaklarına bulaşmadan çalışan, sorguda işkenceye karşı çıkan; bu arada çevresindeki güçlü odaklara karşı kendisini korumaya çalışan Yadigâr, bunların ötesinde bir kimliği ya da ahlakı temsil etmez, ama bütün yaptıklarıyla polis örgütünün açık ve örtük çalışma biçimini yansıtır ki, bu özelliğiyle, gerçekliği sağlam, inandırıcı, yaşayan bir roman kahramanıdır. 

Yadigâr'm romandaki hikâyesi bir sona ulaşmaz; terörle mücadele ekiplerinin başındaki bir polisin yaşadıkları neler olabilirse, romanda anlatılanlar aynılarını yineleyerek sürecek gibidir. Bunu bir eksiklik olarak belirtmiyorum, ama bu arada Yadigâr romanın başında neyse, sonunda da odur. 

Bunu Yadigâr'
ın kişiliğindeki tutarlılık biçiminde de okuyabilirsiniz, kahramanın roman içinde yaşaması gereken değişimin eksik kaldığı biçiminde de. 

Bu arada gazeteci Leyla ile sevgilisi, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde uzun süre yaşadığı işkencenin sonunda ölen Mazlum arasındaki aşk, romanın bir başka hikâyesini kurguluyor. Aynı dünya görüşüne sahip iki genç insan arasındaki ilişki, Leyla'nın, Mazlum'un o sırada işkence altinda olduğunu bilmemesi yüzünden, bir kavuşamama hikâyesi biçiminde yaşanıyor. Ölümüne yol açacak işkence altinda ağzından tek söz alınamayan Mazlum, dönemin onurlu yüzünü temsil etmesi için yazılmış, ama Adnan Gerger'in onu yüceltmeden anlatması romanın olumlu yanlarından. Mazlum'un iç konuşmaları ile Mazlum ve Leyla'nın birbirlerine yazdıkları mektuplardaki söylev 
dilininse, romanı zayıflatan bölümler olduğu belirtilebilir. 

Bu arada Ankara Emniyet Müdürü Emin Koyuncu, vekili Mustafa Keskin, işkenceci polis memuru Bekir, Mazlum'un da içinde bulunduğu örgüte sızdırılmış Emniyet Amiri -takma adıyla- Bilge Çelikko
lFaili MeçhulÖfke'nin, üstünde durulabilecek öteki kişilikleri. 

Romanın kişileri sıralanmaya başlayınca, hikâyenin ekseninde polis örgütünün bulunduğu hemen anlaşılıyor. Adnan Gerger, pek çoklarımız için karanlıkta duran bu dünyayı belli ki hem yalandan gözlemiş, hem de titiz bir ön çalışma yapmış. Çünkü hem 12 Eylül döneminin fenomenlerinden olan polis örgütünün çalışma ve uygulama biçimini, hem işkence
li sorgulan, hem de içerde hiçbir zaman bitmeyecek çekişme ve çatışmaları gerçekçi ve inandırıcı biçimde anlatıyor. 

Belli konular çevresinde yaz
ılan romanların ve öykülerin birbirini yineleyen hikâyeler çevresinde oluştuğundan sık sık söz ediyoruz, Faili Meçhul Öfke'de anlatılanlar bunun için de ilgi çekici. Demek 12 Eylül, edebiyatımızın özellikle hikâye anlatmaya yatkın yazarlarının ellerinin altında epeyce zengin bir malzeme olarak, işlenmeye hazır duruyor. Bundan sonra yazılacakların çoğunluğu da pek çok okurun aradığı, işlevsel romanlar olacaktır elbette, ama bu arada en uçtaki örneğini Hüseyin Kıran'ın Resulromanında gördüğümüz, metaforik, yazınsal nitelikleri yüksek romanlar yazılacağı da kuşkusuzdur.

 

Yazar: SEMİH GÜMÜŞ

BİR ADI CEHENNEM ve FİRAR ÖYKÜLERİ…

            BİR ADI CEHENNEM ve FİRAR ÖYKÜLERİ…

 

            SİBEL ORAL

 

            Şu anda üzerinde çalıştığım daha doğrusu bitirdiğim iki kitap var. Biri roman, diğeri öykü...

Romanımın Adı, Bir Adı Cehennem… Uzun yıllardan bu yana üzerinde çalıştığım ama son iki senedir nakış gibi işlediğim bir roman bu. Demini de aldı, yayına hazır.

Bir Adı Cehennem, benim için çok önemli bir roman. Çok önemliydi çünkü ilk romanım Faili Meçhul Öfke’yle Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almam bana çok büyük bir sorumluluk yükledi. Hem profesyonel bir yaşam biçimi olarak benimsediğim edebiyata bakışım hem de o kazandığım müthiş disiplini yitirmemem gerekiyordu. Her şeyden önce kendimi aşmalıydım ve çok titiz çalışmalıydım. Bunun için kılı kırk yardım. Aslında bu romanım çoktan bitmişti. Son iki yılda iki kere yeniden yazıldı, desem yalan olmaz. Bu romanımın da otuz yıllık. Geçmişte uzun yıllar boyu yazdığım üç romanım vardı. Biri Faili Meçhul Öfke’ydi. Şimdi de bu. Diğeri de bekliyor. Bu romanım yayınlandıktan sonra hemen üçüncüsünü elime alacağım. Onu da yeniden yoğurmam herhalde en az iki-üç yıl sürer.

Bir Adı Cehennem de Faili Meçhul Öfke de olduğu gibi yakın tarihe izdüşüren geçmişte unutulan, unutturulmak istenen olayları ve acılarını önünüze getirecek. Bu romanı okuyanlar o dönemlerin, belki de hiçbir zaman bulunamayacak karanlık yüzleriyle de hesaplaşacak. Romanımın dilinin özgün olmasına son derece dikkat ederken kurgumun da unutulmaz olsun istedim. Şimdi gündeme geldi ama ben ta o yıllardan bu yana üzerinde çalıştığım bir konuydu bu. Özce; Dersim katliamında yitik bir kız çocuğunun acıklı öyküsünün Türkiye’nin en karanlık dönemi olan ve faili meçhul cinayetlerin işlendiği 1993 yılına kadar uzanan bir zaman dilimini ele aldım. Bir yanda Dersim'de yaşananlarla yüreği hâlâ kanayanlarla diğer yanda esrarengiz suikastların; bir yanda büyük bir aşkı, diğer yanda bitip tükenmeyen bir vahşetin yani bu ülkeyi yazmaya çalıştım.

            Firar Öyküleri’yse 1990 yılında yazdığım ve hâlâ merak edilen bir öykü kitabımdı. Bu kitapta cezaevlerinden kaçış öykülerini anlattım. Güncelleştirdim ve Şubat Ayı’nda Dipnot Yayınlarından çıkması planlanıyor. Bu kitabım yayınevince redaksiyondan geçti. Baskı aşamasına geldi. Bu kitapta da firarları, o dönemde yaşanan karanlık oyunları kara mizahi bir dille ama gerçek öyküleri anlatıyorum.

 

“Yazarken ben değilim…”

           

Yazarken gazeteciliğimin verdiği birikimden besleniyorum. Ana kaynağım o. O kadar çok şeye tanık oluyorum ki. Belki de bir başka yazar arkadaşın romanında esinlediği haberleri ben yazmış olabilirim. Düşünün… Beni de öykü, roman yazmaya iten neden de bu. Bir haberde yeterince o insanların öyküsünü anlatmıyorsunuz. O insanın öyküsünü anlatırken bu ülkede neler yaşandığını, yaşanmış olduğunu da merak ediyorsunuz ve bu tanıklıktan başka yazarlık dürtüsüyle başlıyorsunuz araştırmaya, okumaya. Bu nedenle yazmayı çok seviyorum. Yazarken çok şey öğreniyorum. Yeni bilgilerle donanırken diğer yandan da yazma disiplinlerini kavrıyorum. Bu çok güzel bir şey… Yazarken kendimi kaybettiğim anlar çok oluyor, vaktimin nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Abarttığım sanılır ama değil. Çalışma odamın pencerelerinden günün ilk ışıklarını gördüğüm ve şaşırdığım çok oldu. Yazdığım şey neyse ben de onun bir parçası olurum. Kızarım, isyan ederim, ağlarım, gülerim, sevişirim. Yazdığım şeyi birebir yaşarım. Bir nevi şizofrenik haldir bu. Elimde değildir, ama bu halimdir… Kendimi kaybederim. Yazmam sanki yaşarım. Çoğu kez okurlarım bana, yaşamış gibi yazdığımı söylerler ki serencamım budur, vesselam. O yazdığım şeyi sonra normal bir zamanda okuduğumda ben de hayret ederim, bunu ben mi yazdım diye… Bir başka yanım da vardır ki, o da hep eleştirilir. Yazmayı kafaya koyduğumda asosyal kişiliğe bürünürüm, elimde olmadan. Genelde gece yarısı yazarım ama üç-dört saat öncesinde adaptasyon süreci yaşarım. Arkadaş ilişkilerimi askıya alırım, bir yere gitmem, kimseyle telefonla konuşmam. Odam da kitaplarla oyalanırım, bilgisayarımı açar, kapatırım ama belli bir süre sonra durmadan yazmaya başlarım. Bu yazma halim günlerce, aylarca devam edebiliyor. Tamamen kendimi kilitlerim. Bazen bu durumum kitabım yayınlanana kadar sürer. Son söylemek istediğim şu: Yazmak bir serüven değildir, asla. Yazmak bir disiplin ve bir emek işidir, edebiyatsa bir insanın ömrünü aşkla yazıya adamasıdır. Bunu kendimden bilirim.

 

Yazar: SİBEL ORAL

ADNAN GERGER: “KİTAPLARIM 50-60 YIL SONRA ANLAŞILACAK”

 

             

ADNAN GERGER: “KİTAPLARIM 50-60 YIL SONRA ANLAŞILACAK”

 

 

1.                      Adnan Gerger kimdir? Önce gazeteci midir, yoksa yazar mı?

1.           Adnan Gerger, hayatı sorgulayan ve hayata soru soran birisidir, her şeyden önce… Çevresinde olup bitenleri duyarlılıkla takip eden, neyin gerçek, neyin yalan, neyin kurgu olduğunu anlamaya çalışan bir insan. O bilir ki, sorgulamak tanıklıktan daha zordur. Olup bitenleri gözlemlerken soru sormalarının kilit noktası gazeteciliktir. Ama ne zaman sıra yaşananların bu tanıklığı kalıcı bir noktaya taşımak istese yazarlığına sığınır. Gazetecilik, yazarlığı için beslendiği kaynaktır. 

2.           Gazetecilik mesleğinde “Yılın gazetecisi” ödülünün, Faili Meçhul Öfke adlı romanınızla Yunus Nadi ödülünün, Irak’taki O Gece adlı öykünüzle Aykırı Edebiyat Dergisi Yılın Öyküsü ödülünün sahibi oldunuz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yaptığınız her işte başarılı olmak, nasıl bir sorumluluk duygusu yüklüyor? Başarısız olmaktan korktuğunuz oluyor mu?

2.           Kesinlikle çok korkuyorum. Bu korku, başarısız olmaktan öte; hafızası balık hafızası olan bir toplumda, birçoğunun günün egemen ve iktidar gücüne boyun eğerek günü kurtarma politikalarına göre düşünsel anlamda yapıtlarını üretmesinin ve bu kişilerin pohpohlanması, kitlelere empoze ettirilmesi karşısında “ne yapmalı?”nın kaygısı, endişesidir. Ne yapmalı da bu kısır döngünün dışına çıkarak yalın, doğru ve gerçekleri anlatmanın sıkıntısıdır. Ki bu tavır, ister gazetecilikte olsun ister edebiyatta olsun tek başına kalmayı göze almayı ve dışlanmayı getirse de, hatta birçok bedel ödettirse de sonuna kadar başarmanın korkusudur. Bu korkuyu yaşadığım müddetçe başarının gelmesi açıkça beni daha da yüreklendiriyor ve sorumluluğumu arttırıyor. Zor ama inandığım bir tercih olması beni kamçılıyor. Biliyorum, bu korku beni diğer insanların harcadığı emekten daha çok emek harcamama ve alın teri dökmeme neden oluyor. Ki bu korku, bir insan ne yaparsa yapsın, tırnaklarıyla tutunmaya çalışıyorsa her zaman yaşayacağı bir korkudur.

3.                      Edebiyat alanında verilen bu ödüllere bakış açınız nedir?

3.           Bu sorunuz, bir dosya konusudur ve her zaman tartışılır. Ben sayısız ödüller aldığım için demiyorum ama ödüllere karşı değilim. Karşı değilim de ama hangi ödüllere ve nasıl ödüllere? Hayatım boyunca gazetecilik meslek kurumların dışında hiçbir ödül kazanmadım, daha doğrusu verilen ödülleri tümden reddettim, kabul etmedim. Biraz daha açmak gerekirse; Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği vs… Bu kurumların verdiği, jürileri uzman, deneyimli gazetecilerin olduğu kurumlardan gazetecilik ödüllerini aldım. Reddettiğim ödüller ise bilmem ne kurumu, işte Kanarya Sevenler Derneği gibi gazetecilikle hiç ilgisi olmayan salt popüler ve medyatik kişilere ödül vererek kendilerine de pay çıkartan kurumların – ki buna devlet kurumları dâhildir  – dağıttığı ödüllerdir. Hatta gazetecilikle ilgisi ya da kurumların isimleri gazetecilikle ilgisi olan ama gerçekte bir çıkar ya da rant uğruna bir araya gelmiş kurum ve kuruluşların hiçbir ödülü almadım. Daha önce bana, “Size ödül vereceğiz” dediklerinde böyle bir şeyi alamayacağım söyledim. Edebiyat alanında dağıtılan ödüllere gelince… Aynı şey orada da geçerli. Edebiyatta bu ödül verme işi, gazetecilik alanında dağıtılan ödüllerden bir adım daha ileri. Ne yazık ki, edebiyatta belli bir topluluğun içinde değilseniz ağzınızla kuş tutsanız ödül alamıyorsunuz. Günün gidişatına uygun davranmıyorsanız da ödül almanız, çok zor. Yapıtlar, el ense tokat ilişkileriyle ödüllere layık görülüyor. Bir şey daha var, bir tehlike… Son yıllarda insanlar artık parasını bastırıyor, kitabını bastırıyor. Adı duyulmuş birçok yayınevi var. Şimdi bu yayınevleri, ödüller de dağıtmaya başladı. Yani bir anlamda parasıyla kitap bastırdığınız yetmiyormuş gibi ayrıca bir de parasıyla ödül alıyorsunuz. Dedim ya, bu ödül meselesi uzun bir hikâye… Bir de tekel oluşturmuş büyük yayınevlerinin durumu var. Düşünsenize, bir kitabı bir baskıda yüz binlerce basan büyük yayınevleri var. Şimdi bu yayınevlerinin piyasaya verdiği, hatta kimilerinin süpermarketlerde bile deterjan, çikolata vs gibi indirimli tüketim maddelerinin dizildiği raflarda satıldığı bir kitabın ödül alması ne kadar önemlidir, değil mi? Ödül, daha önce reklamı yapılmış bir kitabın ikinci reklamı gibi oluyor. İnsanlara empoze ettiriliyor, beyinleri yıkanıyor. Çok okunması sağlanıyor, – kitabı almayan okurlar kendini eksik hissediyor, bir moda akımı gibi düşünün bunu  – daha doğrusu çok satılması sağlanıyor. Ben o kadar insan tanıdım ki, gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda boy boy reklamı yapılmış, ödül almış kitabı koşarak gidip aldığını, ancak aradan yıllar geçmesine karşın okumadığını.

4.                      “Bir Adı Cehennem” adlı romanınız okuyucuyu 1930’lu yıllara sürükleyerek o dönemi anlatıyor. Bu anlamda romanın hem roman hem de bilgi veren bir yanı var diyebiliriz. Bunda gazeteci kimliğinizin rolü olsa gerek. Yazarken gazeteciliğinizin başka ne gibi etkilerini görüyorsunuz?

4.           Gazetecilikte salt olayı anlatırsınız. Haberi verirsiniz. Haberde ayrıntılara gerek yoktur. Durmadan tüketilen bir nesnedir. Bu tüketme çift taraflıdır. Haberi takip eden yani halk bir haberi fazla yaşatmaz günlük hayatında. Haber kelebek ömürlüdür, günlüktür. Gazeteciler, aynı haberi günlerce işleyemez. Olay yaratan, gündem oluşturan haberlerin bile ömrü bir-iki aydır, bilemediniz üç ay. Sonra unutulur gider. Her gün o haberi yazmanıza olanak yoktur. Oysa roman ve öykü yazmak öyle midir? Hayır. Yarına kalan bir yapıt üretmektir.  Durum böyle olunca, ister istemez gazeteciliğinizin size kazandığı deneyim, akıl yürütmelerini, beyin fırtınalarını, kuşkuculuğu devreye sokuyorsunuz ve tabii ki ayrıntıları da… Bir haberde yazılmayan ayrıntılar, yazarken en çok kullandığım ve faydasını gördüğüm kaynaktır. İnsanlar, bir olayı izlerken olgudan daha çok algılamasından etkilenir. İçindeki ayrıntılara bakmaz. İşte bu noktada, o yaşanmışlığın ayrıntılarını koklayıp da işlemek, yapıtlarımda gazeteciliğimin en büyük etkisidir.

5.                      “Bir Adı Cehennem” adlı romanınızı 3 kez yazmışsınız. Yazdığınız bir kitabın tamamen bittiğine nasıl karar veriyorsunuz?

5.           Yapıtlar, diğer yazarlar tarafından da aslında defalarca yazılır, okunur, yazılır. Ben o anlamda söylemedim. Bir Adı Cehennem adlı romanımı üç kez baştan yazdım. Kurguyu değiştirdim. Çok titiz bir çalışma yaptım. Belgeselliğe dayalı bir kitap olduğu için böyle davranmam gerekiyordu. Her bir cümle üzerinde tartışma yaşandı. Bazen bir cümle ya da bir sayfa üzerinde günlerce kafa yordum, dokümanları taradım. Romanlar yazılmadan kafada kurgulanır, zaten. Daha yazmadan başlangıcını, gelişimini ve bitişini önceden hazırlarsınız. Ben kitabı burada bitireceğim, diye önceden tasarlarsınız. Bazen romanı yazarken sizin iradeniz dışında yeni karakterler girer, hatta konular farkında olmadan ve daha önce düşünmeden dallanır, budakların ama sonunda yine istediğiniz gibi bitirirsiniz.

6.                      Bir Adı Cehennem, diyorsunuz. Peki ya diğer adı?

6.           Bir Adı Cehennem, demeden önce ben Faili Meçhul Öfke, demiştim, zaten. Diğer yanı acı yani bir adı da Küf’tür. Sırası gelmişken söyleyeyim. Bu romanlarım bir üçleme. Bu ülkenin son otuz yılını anlatıyorum. Bunu anlatırken Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana da bu ülkede neler olup bittiğine göndermeler yapıyorum. Çünkü bugün yaşadığımız tüm sorunlar ya da her ne varsa geçmişten bir iz düşüm. Ben buna inanıyorum.

7.                      Kitaplarınızın hazırlık sürecinde neler yapıyorsunuz?

7.           Çok zorlanıyorum ve çok çalışıyorum. Romanlarım da olsun diğer kitaplarım da olsun, müthiş bir emek harcıyorum. Gerçekten özveriyle çalışıyorum. Her şeyden önce dost arkadaş ilişkilerim sıfıra iniyor, uykusuz kalıyorum. Bol bol doküman topluyorum. Gün ışığına çıkmamış belgelere ulaşmaya çalışıyorum. Sonra neyi yazacaksam o konunun uzmanları arkadaşlarıyla görüşmeye, konuşmaya çalışıyorum. En son, kitabımı mutlaka bilirkişi sayılacak kişilere okutuyorum. Olmamış diyorsa, baştan yazıyorum. Gocunmadan, böbürlenmeden bir öğrenci gibi baştan çalışıyorum.

8.                      Her kitabınızda gazeteci kimliğinizle ayrı bir hikâye anlatıyorsunuz. Kitaplarınıza gelen tepkiler ne yönde?

8.           Okurlardan gelen tepkiler çok olumlu. Eleştiriler alıyorum. Zaten beni yazmaya bu kadar çok iten neden de bu. Okurların bilinçli tavırları iştahımı kabartıyor. Kim demiş, Türkiye’de okur sayısı az ya da okur okur değil… Hadi hadi… Bunları söyleyenler okurları eleştirenler, popülist ve medyatik yazarlardan başkaları değil. Diğer bir ifadeyle bazı kesimler tarafından şımartılmış yazarlar, hep okurları eleştiriyor. Çok gördüm, panellerde, seminerlerde okurları azarlıyorlar, bile. Böyle bir şey olabilir mi? Okur istediği gibi eleştirir. Bu onun en doğal hakkı. Sonra yazara böyle davranmaya kim yetki veriyor ki?

9.                      Her bir kitabınız, Türkiye’nin bir yarasını anlatıyor. Düşüncenin suç olabildiği, basın özgürlüğünün tartışıldığı bir ülkede bu konuları yazmaktan korkmuyor musunuz?

9.   Az önceki sorunuza yanıt verirken yazacaktım ama uzun olmasın dedim. Kitaplarımı okuyan birçok okur aynı tespitte bulunmuş. Bu tespiti; geçen yıl, İstanbul’da Kitap Fuarı’nda katıldığım panelde okuyucular yanıma gelerek, bana mail atarak söyleyen de oldu. Siz 50-60 yıl sonra okunacak ve bu kitaplar o zaman gerçek değerini bulacak. İnanır mısınız, yazarken bu düşünce hep aklımdaydı. Benim kitaplarım, 50-60 yıl sonra okunacak ve içeriğinin önemi anlaşılacak. Çünkü bizden önceki dönemlerde de böyle oldu. Örnek vermek gerekirse, aklıma hemen Nazım Hikmet geliyor… Bir Orhan Kemal, bir Sebahattin Ali, bir Ahmet Arif… Daha nice ünlü yazarlarımız, şairlerimiz, ses sanatçılarımız yıllar sonra yapıtlarının ne kadar önemli olduğu anlaşılmıyor mu? Ne yapalım, bu ülkemizin geleneksel bir tavır. Galiba, biraz ölü seviciyiz de , belki de ondan… İlle öleceksin. İşte bu yüzden çok korkuyorum. Dediğiniz gibi düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün bu boyutta olduğu ve tartışıldığı bir ülkede yazmaktan hep korktum. Vasiyetim gibi olacak ama biliyorum ki, başıma bir şey gelirse kitaplarım okunsun. Mutlaka orada bir ipucu bulacaklardır.

10.         Bundan sonrası için projeleriniz nelerdir?

10.         Yukarıda da demiştim. Faili Meçhul Öfke, Bir Adı Cehennem ve Küf… Hepsi birbirinden bağımsız gibi görünse de aslında bir üçleme… İşte üçüncü kitabı Küf’ü de bir an önce bitirmeye çalışıyorum. 2014 ya da 2015 yılında yayınlamaya çalışacağım. Ama arkasından kafamda bir öykü ve bir roman daha var…. Bir an önce ben Küf’ü bitirmeliyim, bir an önce… Çünkü yazacak o kadar çok şey var ki…


Yazar: -

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör