Şair ve yazar, gazeteci. 5 Mart 1958'de Diyarbakır'ın Hani ilçesinde, ailesinin yedi çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya geldi. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Diyarbakır kent merkezinde geçti. Nüfus kütüğü de buraya aittir. Babası, ilkokul öğretmeni Kadri Gerger, annesi ev hanımı Necla Gerger’di. İlkokulu Diyarbakır'da, ortaokul ve lise öğrenimini babasının tayini nedeniyle gittikleri Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde başladığı yüksek öğrenimine, Ankara Üniversitesi DTCF Fransız Filolojisinde devam etti.
Eserlerinde özenli dil kullanımı nedeniyle 2018 yılında
Dil Derneği'nce Onur Ödülü verildi.
Öykü: Firar Öyküleri
(1990,1991, 2012, Geliştirilmiş ve değiştirilmiş yeni baskı 2018),
Yürürlükteki Yalanlar (2004), 12 Eylül
Sürgünleri (Belgesel- Öykü, 2004), Ankara Öyküleri (2015).
Araştırma: Dağların Ardı
Kimin Yurdu (1991), Seni Anlatabilmek Eskişehir (1991), Uğur Mumcu'yu Kim
Öldürdü? (2011).
Şiir: Çürüyen Ü (2001).
Roman: Faili Meçhul Öfke
(2010, 2011, 2019), Bir Adı Cehennem (2012), Yüzsüz Hayat (2014), Ses ve Sus
(2018).
KAYNAKÇA: Bayram Balcı / Faili Meçhul Öfke’ler Roman Oldu (Aknews ve Günlük Gazetesi, 20 Şubat 2010), A. Galip / ‘Faili Meçhul Öfke’ Tövbenin ve Ezberin Bozulduğu Roman (Evrensel Kültür / Sayı: 220 Nisan 2010), Çayan Ethem / Faili Meçhul Öfke: Sloganlardan Uzak Bir Hesaplaşma (Birgün Gazetesi Kitap Eki, 13 Mart 2010), Selda Güneysu / Kabuk Bağlamış Yaraları Kanatmak İstedim (Cumhuriyet Kitap / Sayı: 1055), Zeynep Öcal / Bir Türkiye Tarihi- Firar Öyküleri (Taraf Kitap, 11 Mayıs 2012), Sevin Okyay / Gerger’in Öfke’si (Radikal Gazetesi, 1 Haziran 2012), Ercan Y. Yılmaz / Diğer Adı Haki Kıyamet (Radikal Kitap, 6 Temmuz 2012), Şehriban Oğhan / Bu Kitabı 1990’larda Yazsaydı Öldürülürdü (Hürriyet Pazar Keyfi, 22 Temmuz 2012), Ümran Avcı / Gündüz Gazeteci Gece Edebiyatçı (Habertürk, Kültür-Sanat Sayfası, 2 Temmuz 2012), Sevin Okyay / Serencamı Kızılca Kıyamet (Kitap Postası, Ağustos 2012), İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 12, 2019).
"Ayrılığa ulaşabilseydik ona kendi acısını
tattırırdık."
İbn
Arabî
Leyla’nın sevgilisi
Mazlum’un mezarına bıraktığı mektup, önceki gece yazdığı mektuptu. Leyla
kendine “Mühür”, Mazlum’a, “Zaman” adını vermişti, mektubunda.
*
“ İtiraf diye sevdasının hav inceliğinde yazılmasına
neden olan, ağlayan kırmızı bu ülkenin geçmişiydi, şüphesiz. Ahval aynı
ahval... Sonunda ha bir seven kadının çığlığı bir közün üstüne düştü, ha Mühür
ile Zaman’ın aşkı ...
Bilmeyeceksin...
Ayazını yitirmiş
yıllarımla, gökkuşağının altından geçerek sana geldiğimi, bir gece.
Ben ki Mühür’düm.
Önce ahraz gecelerin
kâkülü oldum. Avurtu çökmüş günlerin üstüne dolandım. Aysardım. Gizlemeye
çalıştım, hiç tanımazken dünyanın tüm
yıldızlarını. Bir tek Zaman; Zaman paylaştı, bir tutam alın yazısını. Zifiri
gözlere sunulmuş.
Bilmeyeceksin...
Dolunayı çalınmış
nehirlerinle, heder bir ömrün sürgününden boy vererek çırılçıplak soyunduğunu,
bir gece.
Sen ki Zaman’dın,
Mazlum’um...
Önce Mezopotamya
narası oldun. Dileği gerçekleşmemiş lavlara sığındın. Kuşatılmıştın.
Korsanların önüne attın, hiç el değmemişken çığıltılı topraklarını. Bir tek
Mühür; Mühür bölüştü, bin yıllık azgın bedenini. İlahi düşlere tapınmış.
Bilmeyeceksin...
Soyu tükenmiş leyli
nazlarımızla, öksüz hıncın yazgısından yasaklanarak kana kana sevişeceğimizi,
bir gece.
Biz ki Mühür ile Zaman’dık.
Önce kınalı bulutlar
olduk. Kutsanmış ülkelerden tanıdık ağıtlar yaktık. Mumyalanmıştık. Bindallı
lanetleri hançerledik, hiç tanımamışken ihanet kefenlerini. Bir tek aşk; aşk
büyüledi, yaşamaya rehin bıraktığımız
benliğimizi. Yezidî güzelliğe adanmış.
Bilmeyeceksin...
Senden çaldığım mahzun
suretlerimizle, çoban ateşinin macerasından sakınarak tenlerimize
bağışlanmadığımızı, bir gece.
Bir gece, bizim
masalımızı anlatacaklar.
‘Mühür ile Zaman’ diyecekler,
‘Aşkın
ebruli feveranı...’
‘Tılsımlı çağların
umut yığınağı...’
Kavlimiz özgürlüklere
yazılacak. Simyacının elinden kurtardığımız sungular, ebabil kuşların
kanatlarına tutunacak. Yeni yetme sevdalar susacak. Doğmamış kavimlerin
burçları direnecek hiç yüzleşmemişken suskunluklarımızla. Bir tek mısra; mısra
umacak, avuçlarımızda sıktığımız hasretimizi. Gün yüzü görmemiş seraba kuşanmış.
‘Mühür’ diyecekler, ‘Mühür, gelecek günlerin güzellemesi
bir çığ.’
‘Zaman’
diyecekler, ‘Zaman, sonsuzluğa asılan mavi bir sabır.’
Mühür, yedi cihana
yakılan bir hoyrat.
Zaman, ay ışığı
feriştah bir yiğit.
Mühür, suların acısını
dindiren peri.
Zaman, yeminlerin
biricik bilgesi.
Edepsizce
geçecek ceylan sürüleri, içlerinden o gece. Arap saçı sürgün gecede, Mühür
demlenmiş kızlığını verecek, Zaman kınsız gençliğini; Aşklarına.
O gece...
Arasat
kaçkınları bütün günahları zehirleyecekti. Keşkeler zılgıt çekecekti. Bir
erguvan ağacı kına yakacak, diğeri Kevser aramaya çıkacaktı.
O gece...
Eksik
yaşanmasın diye bir sevda, zevkler sığmayacaktı ürperen tenlerine... Ter içinde
boy bosları, ipe çekilmiş gibi titreyecekti. Şahdamarı yırtılacaktı,
nefeslerinin.
O gece...
Kendini
baştan yaratacaktı, inkâra dönüşen bir hayat. Pişmanlıklarla ısmarlanmayacaktı,
uçurumlar. Yağmalanmayacaktı lekesiz iklimler.
Derken,
kovulmuş lanetleriyle biriktirdikleri kan hasadına yurt arayanlar geldi, o
gece. Gömülü oldukları çöllerden dirilir gibi geldiler, kumlarını silkelemeden
kimileri. Kimileri, miras yediler gibi ruhunu yitirmiş bozkırlardan, bozkırın
ortasındaki kimliksiz kentlerden...
Yalın ve
savunmasız yakalandılar Mühür ile Zaman, o gece. Tanrıların huzurunda kızgın
mille dağlandı, ülkeleri. İki paralık tellallar, haraç mezat sattı, kesilmiş
dillerini. İşbirlikçi ama hünerli hamallar, hain efendilerine bedavaya taşıdı
küllerini ve seslerini.
O gece...
Ne kadar çok
sağıldıysa hüzün, yasak atlastan; o kadar çok defne dallarıyla süslenecek
yer-gök.
Ne kadar
çok yas tutulduysa, tuzak ayrılıklardan; o kadar çok tomurcuklarla savrulacak
yer-gök.
Söz
verdiler, Mühür ile Zaman.
Vazgeçmeyecekler
çoğalmaktan ve yaşamaktan bu ülkeden, bu aşktan.
Söz
verdiler, Mühür ile Zaman
O gece...”
***
(Faili Meçhul Öfke adlı romanından. 2010 Yunus Nadi Roman
Ödülü, s. 301-305).
Canımın içi
Can yongam
Ceren’ime
- ve aşkın ve hasredin ve esrarın maceracısı
kahredici yanlışı silmenin zamanı-
nar çiçeği çağından gelen nar tanem
mihnetim öpücüğüm eksik yanağın
sen gelince dünyalar güzeli kızım
gün ışığımda ipini koparmış binlerce uçurtma
eşkıya biraz ay ışığı, beni hiç ele vermez kızım
güz çarmıhamdı, hüzün avuçlarımda mıhlı
albastı, ortalık katran karası ürkü
emprimesi katreli alaz, ütopyamdın
hep rahvan düşün hep tırıs yürü
yaşamak dediğin sabır küpü sanat
lal gecelerin dili, sanatçı ol kızım
bulut olma pahasına bütün ilklere ayart beni
bir çelmelik dünya, bağışlayıcı aguuu
seni kucağıma ilk aldığım yer, güneş ışığının son durağı
sen gelince dünyalar güzeli kızım
tüm hasretimi beklentilerimi sattım eskiciye
fitil fitil çocukluğum aklıma gelir
bu tasa benim, ahu gözlüm kara dudum
yokluğu var ederim, güven babana cilveli şenliğim
gül fırtınası tenlim
iç çekişim
anne sütü kokulu yarim
kara üzüm tanesi güzel kızım
eğer bana bir şey olursa, yani babana
yani ölürsem, sanma ki yaşam hep böyle
sana bir hevenk yeni gövermiş umut bırakıyorum
susuz bırakma onları yeter sana güzel kızım
ne olur diren kızım
biliyordum ve anladım
ki bu bir ikrardır
inancımız hayatı değiştirmeye yetmedi
yetmedi Ceren’im
sen düşlere dalma
biz bütün düşleri denedik
çok gücendik ama denedik
elbette çıngı sevdaları da
bazen kesik bir dili
bazen kimliksizliği
bu sevdaların yaz buğusu esrik bulutu
kar ile boran zemheri gülüşlü günleri
meğer insanlık adına ne varsa
meğer bu ülkeyi denedik
sen gelinceye kadar güzel kızım
sevda neymiş, bellenmemiş bilinmezmiş…
ille kanadı kırık bu ülkeye uçmalıymışım
kıyıcılara rağmen
en muhteşem kuşatmaya çoktan hazırım
ve aşkın ve hasretin ve esrarın
maceracısı
kahredici yanlışı silmenin zamanı
baba inadı, güzel kızım.
ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ
HABERTÜRK
Travmatik yaşam biçimimiz birbirimize
anlatacak önsöz bile bırakmıyor
Ruhunu soyarak habere dönüştürdüğü insana dair
öyküleri yazmak için edebiyata sığındığını söyleyen Adnan Gerger, “Bu romanım
aşkın kadınlar tarafından nasıl emeğe dönüştürüldüğünün destanıdır” diyor.
-
Yunus Nadi Roman Ödülü’nü
kazandığınız Faili
Meçhul Öfke adlı romanınızda da Bir
Adı Cehennem adlı romanınızda da yakın
tarihi anlatıyorsunuz. Sizce insanda ve hayatta haberin etkisi mi, edebiyatın
rolü mü kalıcı?
-
Biz gazeteciler arasında ‘haber suya
yazılır’ dil pelesengine yürekten katılırım. Bir dakikada okunan ya da bir
dakika da izlenen haberler için harcanan emeği pek çok kimse bilmez. Haber, bir
olay, bir olgu üzerine verdiğiniz bilgidir. Son derece hızla gündemin değiştiği
bir hız çağında da yaşadığımız da bir gerçek. Hatta olgular değil, algılarla
hareket ediyor ve yaşıyoruz. Travmatik ve entelektüellikten uzak bir yaşam
biçimimizi de buna eklersek birbirimize anlatacak önsözlerin bile olmadığını farkına
varabilirsiniz. Bu nedenle haberin
insanda ve hayatta etkisi çok azdır. İşte bu noktada, gündüzleri sıkı sıkıya
sarıldığım gazetecilik kimliğimi geceleri uçarı bir hoyratlıkla edebiyatçı
kimliğime teslim ederim. Her sabah güneş doğduğunda yeniden yaratıldığına
inandığım dünyanın reddedilen gerçek yansımalarından beslenmeye başlarım, bu
kez. Bunun için edebiyata sığınırım. Bir yanda insanların binbir kırılma
noktalarıyla buluştuğu öyküleri, diğer yanda bir aydın insanda olması gereken
eleştirel tavırların geleceğe bir şey bırakma kaygısı çatışır. Edebiyatın
kalıcı rolü de işte tam bu noktada başlar. Yani demem o ki, siz ruhunu soyarak
bilgiye yani habere dönüştürdüğünüz bir öykünün unutulmasını istemiyorsanız, o
öykünün gelecekte de yaşamasını istiyorsanız ister istemez edebiyata
başvurmaktan başka çareniz yoktur.
-
Edebiyatın kalıcı olmasını nedeni,
sadece insanı ve öyküsünü mü anlatmaktır?
-
Böyle dersek bu coğrafyayı sırtına
yükleyip götüren anlam kargaşasına büyük anlamlar yüklemiş oluruz. Edebiyatın kendi
içsel dinamiği, kurgusallığı ve disiplinini özümlemişseniz eğer kelamınız
kaleminizle daha bir özgür cilveleşir, daha bir cesur olur. Soru sormayı
kışkırtan edebiyat, olguları öyle ince işler ki, beyin kıvrımlarınızda nakış
olarak kalır ve algının anlık egemenliğini yıkar.
-
Öykü, deneme, belgesel, şiir
yazdınız. Ancak, yazdığınız ilk romanla, Faili
Meçhul Öfke ile bu ülkenin en önemli
edebiyat ödülünü aldınız. Bunun sorumluluğunu nasıl hissediyorsunuz?
-
Abarttığım sanılır ama Yunus Nadi Roman
Ödülü’nü aldığım geceden itibaren gazetecilik kimliğimin üzerine sözlerden,
hayatlardan ve ateşten bir hırkayı başımdan geçirildiğini biliyorum. Bu hırkayı
giymek gönüllülüktür, elbette. Her gece bunu düşünüyorum. Bu romanlar benim son
yirmi yılda yazdığım ama bitiremediğim kitaplardı. Ben bu yapıtlarıma
gençliğimi verdim. Bu ödül bunun karşılığıydı, bunu çok iyi biliyorum.
Karşılığı buydu ama bu ödüle layık olabilmenin kaygısıyla yeni yapıtlar için
uykusuz gecelere verilmiş bir sözdü de aynı zamanda.
-
Bir söyleşinizde Bir Adı Cehennemi, tam üç kere yeniden yazdığınızı
söylüyorsunuz, doğru mu?
-
Doğru. Bu biraz da az önce söylediğim
sorumluluktan kaynaklandı. Şimdi siz çok iddialı ve çok önemsediğiniz bir ödül
alıyorsunuz. İster istemez herkesin beklentileri, böyle bir kimlikten bir
yapıt. Lüksünüz yok bunu inkâr etmeye. Tüm kimlikleri reddeden kişiliğinizin
olduğu ve sadece hayata duyduğunuz sorumlulukla yazdığınız konusunda kimseyi de
ikna edemezsiniz. Peki, ne yapacaksanız? Kendinizi aşmak zorundasınız. Daha
titiz çalışmak zorundasınız. Bir Adı Cehennemi
bitirip ilk yayına hazır dediğim an ile yayınlandığı zaman arasında bir yılı
aşkın bir süreç var. Tam basılacak, aklıma bir şey takılıyordu, kitabı geri
çektim. Üç kere son anda kitabı geri aldım, oturup baştan yazdım. Sözcükleri
bile değiştirdim.
-
Leyla
başkarakteri bu kitapta da var? Neden?
-
Bir Adı Cehennem adlı romanım, bir anlamda Yunus Nadi Roman Ödülü alan Faili
Meçhul Öfke’nin devamı sayılabilinir. Ama ben burada dikkatinizi çekmek
istiyorum. İster diğer romanımda olsun, ister bu romanımda. Başkarakterim Leyla
dâhil tüm hayata karşı direnen, iyi karakterler kadındır. Çünkü ben her zaman
kadının yaratıcı ve dayanma gücüne inanmış, hayran kalmışımdır. Kadın, gerçekte
hep dürüst davranır ve çok da güçlüdür. Örneğin, Leyla bir gazetecidir çok zor
gelişmelerin üstesinden gelir. Öylesine doğal davranıyor ki bunca acıyla baş
ederken. Bir de aşkı var… Aşkın nasıl emek olduğunu, beklentisiz sevgi olduğunu
en iyi o bize anlatıyor. Erkek olsa zinhar böyle davranamaz. Bu nedenle
Leyla’ya devam…
-
Bu kitapta aşkın emek olduğunu bir
kadın kanıtlar mı diyorsunuz?
-
Evet. Bu kitap her ne kadar bir ülkenin
trajik geçmişinden söz ediyorsa da aşkın o müthiş ve destansı varlığını da
anlatıyor. Aşkın nasıl bir emek olduğunu ve beklentisiz sevgilerden oluştuğunu
bize kanıtlayan da Leyla ve diğer kadınlar. Gerçek hayatta da böyle değil
midir? Kadınlar olmazsa aşkın ‘aşk yüzünü’ görmemize olanak var mıdır? Bu
nedenle kitabım ‘aşkla düşerenlere’ adandı.
-
Romanınızın İçeriğinden söz eder
misin?
-
Romanın ana teması 1937 ve 1938
döneminde Dersim’de yaşananlar birebir
romana alındı. Canlı tanıkların ifadeleri ve o dönemde neler yaşandığı tüm
çıplaklığıyla gerçek belgeler ışığında kurgulandı. Ayrıca 1990’lı yıllarda
neler yaşandı, arasındaki bağlantılar nelerdi? Tüm bu soruların yanıtları da
romanımda yer aldı.
Adnan Gerger, “Bir Adı Cehennem” ile, “Faili
Meçhul Öfke”nin izini sürüyor. Derin devletin yekpare savunmasının duvarlarında
rahneler açıyor. Niye? Çünkü başka türlüsünü yapmak elinde değil.
Sitesinde “Cyrano de Bergerac” mahreçli bir
alıntı var. Aslında, bir seslendirmeymiş ama anladığım kadarıyla çevirisi,
Sabri Esat Siyavuşgil çevirisi değil. Ama Cyrano işte, pervasız Gaskon’un ta
kendisi. Siyavuşgil, “No, merci,”den “İstemem eksik olsun”u çıkarmış adamdır.
Burada sadık dostu Le Bret’e sorar. Ne yapsaydım yani, der. Gerger’in
sitesindeki alıntının başlığı da, “Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıydım Le
Bret?”
“İstemem eksik olsun! Yoksa bir sürü keli
Sırma saçlı diyerek göğe mi çıkarmalı?
Yoksa ödüm mü kopsun bir Allahın aptalı
Gazeteye bir tenkid yazacak diye her gün?”
Elbette hayır, Cyrano’ya da yaraşmaz, Adnan’a
da. Adnan Gerger, doğru bildiğini yapan, yazan, inceden inceye araştıran, karşı
çıkma cesaretine sahip bir gazeteci, güvenilir bir dost olmuştur hep. Düpedüz,
nesli tükenme tehdidi altındaki bir insan cinsinin özelliklerini taşır. “Ekmek
kapısı” diye bir kavram da bilmez, haklı ve doğru olanı bilir. Cyrano ile
birlikte der ki:
”Tırmanma! Varsın
boyun olmasın söğüt kadar,
Bulutlara çıkmazsa
yaprakların ne zarar?
Kavaklar sıra sıra
dikilse de karşına
Boy ver,
dayanmaksızın, yalnız ve tek başına!”
Yazarın “ateşten gömlek” diye nitelendirdiği Yunus Nadi Ödülü’nü alan romanı “Faili Meçhul Öfke”nin devamı olan “Bir Adı Cehennem“, Gerger’e yakışan bir kitap. Okurun hem içini parçalıyor, hem de insanların fiilen yaşadıkları şeyleri okuyunca (ya da duyunca) dayanamadığını söylemekten utanıyorsun. “Faili Meçhul Öfke” Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Ekipleri’nde görevli polis memuru Yadigâr ile, gözaltına alınıp Müdüriyet’te uzun süre işkence görmüş Mazlum üzerinden ilerliyordu. 12 Eylül hakkındaydı ama, daha önce okuduğumuz, izlediğimiz 12 Eylül hikâyelerinden farklıydı. Gerger, polis örgütünda olup bitenleri, teşkilattaki muhtelif odakları da ele almıştı.
Yadigâr da örgüttendi. Haktanır bir polisti, sorunları çözemeyeceğini biliyordu, gene de elinden geleni yapmaktan geri kalmıyordu. Polisiyenin bazı namuslu polis kahramanları gibiydi ama “Faili Meçhul Öfke” polisiye bir kitap olmaktan olabildiğince uzaktır. Günlerce aklımdan ve rüyalarımdan çıkmadı. Mazlum’un şahsında, hayatı pahasına aynı evde kaldığı arkadaşının bile adını vermeyen yiğit devrimci karakterine inanmadığım için değil. Davasına sınırsız bir inançla bağlı genç insanlar üzerine böyle hikâyeler vardır, hem de şehir efsanesi olmayan hikâyeler. Yadigâr ise, açıkçası beni biraz tedirgin etmişti. Hatta bu tedirginliği Adnan’la da paylaşmıştım. Ama sonradan yatıştım, Yadigâr’a hüzünlü bir teslimiyetle bakar oldum.
Öte yandan (Gerger de sonradan kabul etti gibi
hatırlıyorum), bütün politik yanlarına, hazmolması zor gerçekleri açıklamasına
rağmen, “Faili Meçhul Ülke”nin beni kıskıvrak yakalayan bir yanı da bu dönemde,
bu şartlar altında filiz vermiş emsalsiz bir aşkı anlatmasıdır. O sıralar
yazdığım bir yazıda, “Mazlum’un iç konuşmaları da, Leyla ile ikisinin
birbirlerine yazdıkları mektuplar da bu fikrimi pekiştiriyor,” demişim. Yeni
kitapta da, Leyla’nın ölen Mazlum’a yazdığı mektupları okuyoruz. Bir de, en
başta, Mazlum’un annesinin Leyla’ya teslim ettiği haki zarfın yanındaki mektup
zarfından çıkan, “Önemli... önce bunu aç” notunu taşıyan, “Sevdiğim...
Leyla’m...” diye başlayan mektubu.
“Bir Adı Cehennem”, Leyla’nın 1938'de Dersim'de yaşananları hatırlayanlarla, işkencede öldürülen sevgilisi Mazlum’un ailesiyle tanışmasıyla başlıyor. Annesi Delale, kardeşleri Serêdina ve Desdina ile Mazlum’u anıyorlar, ağıt yakıyorlar, halleşiyorlar, bazen geçmişin anılarına gülüyorlar. Ama bugünü hatırlayınca hemen kesiliveren gülmeler bunlar. Leyla gitmeden önce Delale ana ona oğlunun bıraktığı bir mektupla, haki renkli bir zarf veriyor. “Haki”, bu kitap için Gerger’in daha önce düşündüğü isimdi. “Acar muhabir” tanımını neredeyse hakaret saydığım yiğit gazeteci Leyla Çağlar, bu zarfta yazılanları, Adana’da trafik şubesine verilmiş Yadigâr ile karındaşı Çağatay’ın anlattıklarıyla, bir de unuttuğu bir ihbar mektubunda yazılanlarla birleştirince, nutku tutuluyor. Bir yandan da karnındaki can var, Mazlumun’un emaneti...
Delale Ana, Demenan Aşireti Reisi Civê Kêj'in torunlarından biri. Dört erkek, iki kız, altı kardeşmişler. O ve kundaktaki kardeşi Nisan kurtulmuş. Aslında adı Pepug, ama Nisan diyorlar. Delale’ye de Bahar, hani n’olur n’olmaz. Nüfus kâğıtlarındaki, çoğunun unuttuğu, kimilerinin belki de bilmediği bu hakim sınıf adları kullanılmıyor zaten. Dersim’den uzaklaşmaya çalışırken yolda rastladıkları, “Size ekmek verirlerse yemeyin,” diyerek hayatlarını kurtaran Bava ise, bir subay ailesine evlatlık verilmiş. Delale’yi de evlat ediniyorlar, bir vicdan rahatlatma girişimi. Pepug/Nisan ise kaybolmuş gitmiş, askerler onları ayırdıktan sonra Delale ondan hiç haber alamamış. Leyla’dan, Pepug’unu bulmasına yardımcı olmasını istiyor. O da, sevgilisinin acılı annesini biraz olsun mutlu edebilmek için, bu görevi üstleniyor. Bir yandan da, Dersim’e ilişkin bilmediği acı gerçekleri bir anda duymuş, öğrenmiş olmanın şoku içinde.
“Faili Meçhul Öfke”, 12 Eylül döneminin perde arkasını anlatıyordu. “Bir Adı Cehennem” ise, 1990-2000 dönemine odaklanıyor. “Dersim’de 1937-1938 yıllarında yaşanan” olayları “ve 1990’lı yılların karanlık izdüşümleri”nı ele alıyor. Yazarın deyişiyle, “Devlet içindeki iki derin devletin kuruluşu, organize oluşu ve sonra birbirine düşüşü, sağ, sol ve dinci örgütler adına işledikleri suikastler, yaptıkları eylemler, Türkiye’de kurulan CIA üssü ve faaliyetleri…” Gerger, Dersim’de yaşananları gerçek belgeler ve canlı tanıkların ifadeleriyle kurgulamış.
“Birebir gerçek öyküler…” diyor. Tanıkların anlatımının yanısıra, etnograf, Dersim tarihi uzmanı, yazar Mesut Özcan’ın arşivinden de yararlanmış. Haber için gittiği olayları dikkatle gözlemleyen, özenli notlar alan yılların (ödüllü) gazetecisi Adnan Gerger’in yaşadıkları da var, tabii. “...ünlü Zonguldak işçi yürüyüşü, Kızılay’da birçok insanın silahla yaralandığı işçi eylemi gibi olaylar”. Bir de, kitabı yazarken “edebiyat ustası Remzi İnanç’tan” ders almış. Tek amacı ise, bir önceki romanını aşmakmış. Bence esas önemli olan, iki kitabın bütünlüğü. Umarız üçüncü kitapta bu bütünlük daha da pekişir (“Faili Meçhul Öfke”nin çıktığı sıralarda, iki kitap daha yazacağım diyordu: “Haki” ve “Küf”. İlki, “Bir Adı Cehennem” adıyla karşımızda, “Küf”ü de gerçekten büyük bir heyecanla bekliyoruz).
Gerger, “Bir Adı Cehennem” için, “Bu kitap ya okunacak ya yakılacak,” diyor. “1990’da ilk kitabım ‘Firar Öyküleri’ni yayınladığım günden itibaren bu kitapları yazmayı kafama koymuştum.... Bu kitabı o yıllarda yazsaydım kesin öldürülürdüm. Susurluk döneminde yazdığım haberlerden dolayı ölümden kıl payı kurtuldum. Ancak bu kitabın o dönemin tarihini taşımamasının gerçek nedeni bugünkü bilgiye, donanıma, deneyime ve bilince sahip olmamamdır.”
“Bir Adı Cehennem”de, devletin
kurduğu ve birbiriyle hesaplaşan örgütlerden söz ediliyor, onların kimi
işleyişlerine tanık oluyoruz: Zağarcılar, Fedailer, Talebeler,
Vehmullah... Şifreyi çözmek, okura
kalmış. Şifresini çözmemiz gerekmeyen örgüt ise, mensupları her şeye rağmen
daha az ölümcül görünen CIA. Bir yandan da 1937-38 Dersim kıyımı gündeme
getiriliyor. “...Bu ülkede neler olup bittiğini merak edenler için, hayatı ve
kendisini sorgulayabilenler için, kendi cehennemine kendi ateşini taşımaya
cesaret edenler için yazıldı bu kitap.” (Alıntılar, Şehriban Oğhan’ın Gerger
ile Hürriyet için yaptığı söyleşiden). Guantanamo’da CIA’in sıkça uyguladığı söylenen
“mental sorgulama” yöntemiyle de burada tanışıyoruz.
Öte yanda ise, haklarını arayan işçiler, içinde oldukları koşullara (ister kendi koşulları, ister ülkeninkiler olsun) karşı çıkan öğrenciler, devrimciler ve canını hiçe sayan yürekli gazeteciler var. İlk kitaptan tanıdığımız Leyla gibi, gazetenin Ankara temsilciliğine atanmış Orhan Bey gibi, foto muhabiri Halim gibi. Görevini her şeyin üstünde tutan, gerçekleri söylemeyi şiar edinmiş ve bunun için her şeyi göze alabilen insanlar. Yıllardır hep doğru bildiğini yapmış Adnan Gerger gibi... Onların nelere karşı çıktığını, ne zorluklarla mücadele ettiğini, işlerini nasıl yaptıklarını, tecrübeli bir gazeteci olarak Gerger yakından biliyor.
“Bir Adı Cehennem”. Gene de ucunda bir umut var, bir umut serpintisi... Belki de üçüncü kitabın geleceğini bildiğimiz içindir. Belki Leyla yeniden hayata kucak açtığı için. Oysa Doğu ve Güneydoğu’daki faili meçhul cinayet iddialarıyla gündeme gelen “Tamer Albay” gene var, onun kadar amansız, insafsız başkaları da. Bazen işbirliği yaparak, bazen kapışarak, arada içlerinden birilerini, ya da bir süre yol arkadaşlığı yaptıkları kişileri kurban ederek, devlete el koymaya çalışıyorlar. “Bir Adı Cehennem,” yazarının deyişiyle, “....belleği silinmek istenen insanların yaşadığı acının, vahşetin ve kıyımın romanı,” aynı zamanda geçmişle bir yüzleşme.
Gerger, suya yazılan haberleri, edebiyatın kalıcılığına emanet ediyor.
TÜRKİYE’NİN KENDİSİYLE VE AŞKLA
YÜZLEŞMESİNİN DESTANSI ROMANI:
“FAİLİ MEÇHUL ÖFKE”
SPOTLAR:
-
Gazeteci-Yazar
Adnan Gerger’in İmge yayınevi’nden Kasım Ayı’nda yayınlanacak “Faili Meçhul
Öfke” isimli romanında 12 Eylül döneminden bugüne kadar olan bir kesiti
anlatıyor. Ancak bu anlatı, sıradan bir anlatı değil. Sıradan olmadığı için de
yazdığı roman gizemli, soluk soluğa okunan bir kitaba dönüşüyor…
-
Gerger,
romanında şu ana kadar bilinen ama içyüzü bilinmezden gelinen ilişkileri,
devletin derinliğinde yuvarlanmış güçlerin gerçek yüzünü gün ışığına çıkartıyor...
Gerger, romanda girift kurgusunu,
tutarlı ve dengeli konu uygunluğunu çerçevesinde oturtuyor ve anlatmak
istediklerini yine aynı tutarlıkla ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayan düşünsel
kalıplar içerisinde okuyucuya aktarıyor.
-
Gerger,
yazın hayatını artık roman yazarak sürdürecek. Eline bakan boynunu bükmüş
tamamlamayı bekleyen üç romanı daha var.
Gerger, “Bir yazıyı tamamlarım. Sonra demlenir, o. Yine elime alırım,
başlarım nakış gibi işlemeye… Romanda nakış da yetmiyor, edebiyatın
disiplinlerini içeren örgüye ait ne varsa insan tüm yeteneklerini bir kuyumcu
titizliğiyle ortaya koyması gerekiyor. ‘Faili Meçhul Öfke’, böyle bir sabır ve
işçilik sonrasında dört yılda tamamlandı. Romanlarımda otuz yıllık gazetecilik
ve edebiyat birikimim var, şüphesiz” diyor.
Söyleşi: Mahmut
Altınöz
Adnan Gerger, aslında bir gazeteci…
“Medyatik!” değil ama ismi bilinen otuz yıllık profesyonel bir gazeteci. Ancak,
Adnan Gerger’in bir başka yönü de var. Yazarlığı… Edebiyat dünyasına 1990
yılında yayınladığı, “Firar Öyküleri” adlı öykü kitabıyla giriyor. “Firar
Öyküleri”, o yıllarda “en çok satılan öykü kitabı” unvanına sahip. Şimdiye
kadar öykü, şiir, deneme ve araştırma olmak üzere 8 kitabı bulunuyor. Ama O, söyleşiye
başlamadan kendini yine de “suskun ve tövbeli” olarak nitelendirdi. Hemen
nedenini soruyoruz:
- Size önce şunu sormak istiyorum: Sohbet
ederken daha çok üretebileceğinizi söylediniz.
Neden yazmaya ara verdiniz?
- Sustum çünkü bir öyküyü, bir romanı tıpkı kendiniz gibi
yaşayan, yanılan ve biçim değiştiren bir organizma haline getirmedikçe,
sözcükler ile aranızda kurduğunuz despot ilişkiye son vermek olanaksız hale
geliyor. O zaman siz de beslendiğiniz hayatı ve insanlar için değil, kentin
caddelerinde bilmem kaç lira verilerek kiralanan afişlerde(!) tanıtılan
yazarlar gibi sadece birileri için yazmaya başlarsınız… Tövbe ettim, bazen de
bu yazdıklarınız bazı gazetecilerin arşivlerden çıkarttığı tozlu dosyalara
giriş yaparak halka, “Çok Gizli Dosyaların açıklandığı” diye yutturdukları ya
da sipariş üzerine ele tutuşturulan “Gizli” belgelerin oluşturdukları
kitaplarla bir anılmasından korktum. Ya da “benim de hayatım bir roman”
mantığıyla yazılan kitapları yazanlarla aynı terazide tartılmaktan korktum. Bu
nedenle kendimi hep geri çektim. Romanım, bir romanın kuramsal yapısını,
estetiğini ve tekniğini edebiyatın tüm disiplin içerisinde hesaplayarak ölçerek
biçerek ve eleştiriye hazır bir hale getirerek yazdığım için kaygılarım
büyüktü. Suskunluğum ve tövbem bu nedenleydi. Ama artık otuz yıllık
birikimimle, ancak aynı titizlikle, edebiyatın gerektiği şekilde yazdığım
romanları, artık gün ışığına çıkartarak tamamlayacağım.
-
Kitabınızda, Türkiye’nin son otuz yıllık bir kesiti var. Bunu o kadar canlı
anlatıyorsunuz ki, insan o olayları yeniden yaşıyor, sanki. Bunu nasıl
sağladınız?
- 2004
yılında, “Yürürlükteki Yalanlar” adlı kitabım yayınlandığında benimle yapılan
bir söyleşide, tam olmasa da şöyle bir açıklama yaptığımı hatırlıyorum.
Demiştim ki;
“Bazen bu insanlara, yaşadıkları hayatı, ülkeyi
anlatacak tek bir söz bile bulamadığımı dehşetle fark ederim. İşte o zaman
korkarım. Daha da çok korkarım. Yaşamın anımsanmasını sağlayacak tek bir sözcük
dahi bulamamaktan korkarım. Yeter ki sözcükler tükenmesin. Çünkü sözcükler, her
daim yeni eylemlerdir.”
Evet, inanın sözcüklerin bitmesi, bu ülkede
yaşanılanlardan daha kötüdür. “Faili Meçhul Öfke” de aslında sözcüklerin
bitmediğini, “bizim de söyleyecek bir sözümüz var” demenin bir kanıtı, bence. 12
Eylül döneminde o gencecik çocukların işkencelerde hayata karşı nasıl
direndiklerini, devletin içerisinde devleti koruyormuş gibi davrananların
aslında kendi iktidarlarını nasıl acımasızca, zalim ve kirli bir şekilde
korumaya çalıştıklarını ve bu iktidarların da kendi içlerinde çatıştıklarını,
özce bu ülkede neler yaşandığını hatırlatmak amacıyla yazıldı. Bir de olayların
tanıklık boyutu var ki, bütün günahların vebali boynundaymış gibi insana
hissettiren tanıklıklar bunlar. Oturup dürüst bir şekilde yazmaya da kalkınca
böyle canlılık sağlanıyor. Elbette romanda bunu başarmışsam güzel bir şey.
- Romanınızda
kafamı kurcalayan ve tartışmak istediğim bir başka konu başlığıysa, “beklemek”
ve “aşk”la ilgili. Kitabı, “Beklemeyi bilenlere” adamışsınız. Siz sevgiliyi
bekleyen misiniz, yoksa bekleten misiniz? “Aşk sorgulanmaz” demeniz, bu
beklemeyle bağlantısı var mı?
- Bu merakınız, asla giderilmeyecek
bir merak duygusu değil, merak etmeyin. Öyle esrarengiz bir yönü yok.
Romanımı, “Beklemeyi Bilenlere” adadım. Çünkü, bu ülkede beklediğimiz o kadar
çok şey var ki, güzelliğe dair. Sizin de dediğiniz gibi, elbette bir sevgilinin
beklenmesidir, kastedilen öncelikle. Böyle söylemeyi beklediğinizi de
biliyorum. (Gülüşmeler) Bir siz değil, okuyucu da romanı okurken, bunu
hissedecek. Bu en doğal hakkı. Ama
beklenen sadece sevgili değil ki. Bu ülkede daha çok şey bekleniyor. Beklemeyi
ben, romanda toplumsal bir niteliğe dönüştürmek istedim. Üstelik bunu yaparken
felsefe ve estetik bakımdan tartışmaya da açtım. Beklemenin özgünlüğünü ön
plana çıkartarak sıkça rastlanılan bir takım yapaylıklardan da kaçınma fırsatı
buldum, böylelikle. Çünkü ben bireye ait ne varsa toplumsal boyutunun bir
parçası olduğuna inanan insanlardanım. Öyle ki aşkı da bu kavramda ele alıyorum
ve bireyin aşkı sorgulamasına izin vermiyorum. Aşklar yaşanır, evet ama hayat
da akar gider. Evet, romanımda algılanan süreç bireyin kendi özünden çıkan bir
süreçtir ama bu iç biçimin saflığıdır. Burada aşk, bireyin kendisini tanımasını
sağlayan, ama hemen sonrasında da kendi varlığının ideal varlık olarak farkına
vardıran ve bu anlamda yaşamın bir anlamı olarak karşımıza çıkıyor.
- Romanınızda şu ana kadar
bilinen ama içyüzü bilinmezden gelinen ilişkileri, devletin derinliğinde
yuvarlanmış güçlerin gerçek yüzünü gün ışığına çıkartıyorsunuz... Ama bunu son
derece doğal fakat insanın yüreğine dokundurarak yapıyorsunuz. Daha ilk
romanınızda çıtayı yükselttiğiniz anlaşılıyor. Bunu sağlamak için başvurduğunuz
yöntem nasıl bir yöntemdi?
- Evet, romanımda değişik tatlar ve disiplinlerin
etkisiyle yazıldığını itiraf etmeliyim. Aşk romanı değil. Polisiye hiç değil.
Tarihsel bir roman mı? Belki. Ama bir
dönemi anlatırken o günün ve o günlerde yaşayan üstelik g günlerden bu günlere
gelen bireyin, birey demeyelim toplumun sosyolojisini yansıtmak elbette o kadar
da kolay olmadı. Romanımın girift kurgusunu bu nedenle oluşturdum. Bu kurguyu
da oluştururken, tutarlı ve dengeli konu uygunluğunu çerçevesinde oturtmak ve
anlatmak istediklerimi yine aynı tutarlıkla ve hiçbir kuşkuya yer bırakmadan düşünsel
kalıplar içerisinde okuyucuya aktarmak gerekiyordu. Öyle de yaptım. İç
çelişkilerden ve zaaflardan uzaklaşınca da çıta kendiliğinden yükselmiş oldu. Romanımı
yazarken Türkiye’de okuyucu sorununu da bilerek yazdım. Hedef kitlemin kimlerin
olabileceğini de hesaba katarak. Kitabımın oburca tüketilmesini beklemediğim
için de kitabımın düzeyli bir edebi ürünü olmasına çaba gösterdim. Şimdi,
tanıtımları kendimden bağımsız kılma çabasına girişerek bu sorunuza yanıt
verebilirim. Romanımın sayfaları arasında dolaştığınızda “özenti” ve “popülist” hayaletlerini
kovalamakla konuşmaya başlayayım. Daha sonra sözün, yazarın boş bıraktığı
yaratıcı koltuğunu doldurmak isteyeceğine mutlak gözüyle baktığım okuyucuya,
hatta insanlara geleceğini söylemek istiyorum. Kitabın içeriğine dair başlığa
atılan “Aşk Sorgulanmaz” sözcüğünün tüm anlamlarını içeren konu, romanı
tüketecek olan okur üzerinde zaten alabildiğine bir zorlama yaptığını itiraf
etmeliyim.
- İnsanları kendi romanınızı
okumaya mı kışkırtıyor musunuz?
- Bir anlamda öyle. Her şey bizden, ama hiçbir şey “biz”e, “siz”e ya da
“ona” ait değil; tüm sözcükler, anlamlar, çağrışımlar, sapmalar ya da
kurmacalar sadece romanın malı. Romansa, varoluşunu dayandırabileceği ve sırf
bu nedenle minnet duyacağı öznelerden tamamen soyutlanmalı. Ancak o zaman
kışkırtıcı rolünü iyi oynayabilir. Çünkü bir öyküyü tıpkı kendiniz gibi
yaşayan, yanılan ve biçim değiştiren bir organizma haline getirmedikçe,
sözcükler ile aranızda kurduğunuz despot ilişkiye son vermek olanaksız hale
geliyor. O zaman siz de beslendiğiniz hayatı ve insanlar için değil, kentin
caddelerinde bilmem kaç lira verilerek kiralanan afişlerde(!) tanıtılan
yazarlar gibi sadece birileri için yazmaya başlarsınız…
- Neden böyle bir roman?
- Zaten bir tarihin tüm anlam
dışılıkları, sapmaları ya da tutarsızlıkları yazıldığı zaman bazı hatırlatmalar
mekânın göreceli gerçekliğinin bir parçası olarak yapısında barındırıyor. Bir
de bu denkleme, okurun zaman ve mekânla olan özel ilişkisi sonucu elde ettiği
öznel bakış eklenince, tarih, aslında hiç kurulmamış cümlelerle okunmaya, hiç
gidilmemiş bir kentten alınan fosforlu kalemle işaretlenmeye başlıyor. Okur da
aynı yazar gibi, o yaşanmışlığı kendi sömürge krallığının coğrafyası içinde
tanımlamak istiyor. Romanımda böyle düşüncelerle sürüklenerek yazıldı.
- Belleğimizin zayıf
oluşundan hep şikayet edilir. Sizin romanı tercih etmenizin bir nedeni olarak,
“romanda geçmişimizi sorgulamak daha özgür” mantığı olabilir mi? Bundan sonra
da bu kaygıyı taşıyacak mısınız?
- Aslında
bizim, hepimizin tarihe karşı yani yakın zamanda yaşanmışlıklara karşı
takındığımız tavır, ergenlik çağına gelmiş bir yeniyetmenin uğradığı her düş
kırıklığında ebeveynlerinin yanına koşup, ağlamaklı gözlerle yatakta kendisini
aralarına almalarını istemesine ve karşılığında kesin bir ret cevabı almasına
benziyor. Ancak ortada iyi ki bellek denen bir şey var. Belleksizlik ve
duyarsızlık her zaman sığındığı acındırma numaralarıyla okura oyun oynayabilirdi.
Bu her zaman oynanan oyunu boşa çıkarmak için yazdım, bu romanı. Nasıl ki
Hitler Faşizmi görsel ve yazınsal sanatın tüm öğeleri kullanılarak gündem de
tutuluyor ve hafızalara kazınılıyorsa, bizim de yaşanan acıları unutmamız
gerekiyor. Doğrusu da budur. Geçmişle yapılan sorgulamalar, ödenen bedellerin
karşılığı olmayabilir ama bugün yaşananlara ön ayak olmuşsa, oluyorsa o zaman
bu tür edebi ürünlere daha çok gereksinmemiz var ve daha çok üretilmesi
gerekiyor. Belki de yazın hayatımı artık roman yazarak sürdürme kararımda bu konu belirleyici
rol oynadı. Elime bakan boynunu bükmüş tamamlamayı bekleyen üç romanım daha
var. Benim için yazma süreci değil,
tamamlama süreci en sancılı bir süreç. Bir yazıyı tamamlarım. Sonra demlenir,
o. Yine elime alırım, başlarım nakış gibi işlemeye… Romanda nakış da yetmiyor,
örgüye ait ne varsa insan tüm yeteneklerini bir kuyumcu titizliğiyle ortaya
koyması gerekiyor. ‘Faili Meçhul Öfke’, böyle bir sabır ve işçilik sonrasında
dört yılda tamamlandı. Yayınlatma konusunda isteksiz olduğumu sözümün başında
söylemiştim. Ama İmge Yayınevi’nin sahibi Refik Bey, (Refik Tabakçı) sağolsun,
yaz tatilinde kitabımı okudu, okur okurmaz yayımlayacağını söyledi. Refik
Bey’in bu kararlı tutumu beni de heyecanlandırdı. Kolları sıvadım, harıl harıl
çalışıyorum. Bu ülkede yazılacak daha çok şey var, çünkü…
-Teşekkür ederim.
-Ben teşekkür ederim.
YÜZSÜZ HAYAT VE
ADNAN GERGER ROMANLARI ÜZERİNE
CENNET BİLEK
Her
yazar yaşadığı çağın hafızası ile kendi hafızası arasında ilgi kurduğu zaman
ancak yarattığı eser ya da yapıt kendi türü içinde önemli bir yer bulur. Adnan
Gerger, işte bunun için yarattığı eserlerle yaşadığı çağın tanığı kalacaktır.
Onun hafızası da sonraki çağlara yarattığı bu yapıtlarla aktarılacaktır.
Gerger’in kaleminden dökülen cesaret ve sansürsüz sözcükler de yaşayanların
dünyasındaki mağaralara çıra olacaktır.
Bilirsiniz ki devleti ve ebeveyn
kültürdeki değer yargılarını hedef tahtasına koymak aynı zamanda ciddi riskleri
de göze almayı gerektirir. Çünkü yaşadığımız ülkede devlet sanatçısı, devlet
edebiyatçısı, devlet gazetecisi kısacası resmi ideolojinin mikrofonu olmak
ancak yazara paye getiriyor ve reklam sektörü ile o yazar okunulur
kılınıyor.
Ne yazık ki bu akıl tutulması ve çöküş
çağı karşısında dik durmak ve şimdiki tabirle de diklenmek yazar ve aydın
olmanın sorumluluğudur. Çünkü yazar işini yapmak zorundadır. Yazarın işi yaratmak
olduğu için de bu yaratma eylemi asla ve asla resmi ideoloji ile bir arada
yürümemelidir. Bu yazarın kişi olması ve onun tercihidir. Ama yazar başka bir
yolu da kişi olmamayı da tercih edebilir ve resmi ideolojinin kalemi olabilir.
Gerger, okumalarımın bende
uyandırdıkları Gerger’in yaratıkları içinde kişi olmayı seçmesi, resmi ve
geleneksel yazına karşın kendi duruşu ile daha çok anlam ile ilgilenmesi oldu.
Yapıtlarındaki, devlet-aşiret
ilişkilerindeki derinliği bu denli güçlü yansıtmasının sebebi sanırım gazeteci
ve siyasal kimliğinin yanında yukarıda değindiğim yaratıkları içinde kişi
olarak kalmasıdır.
Gerger, yapıtlarında okurlarını mutlaka
doğup büyüdüğü, havasını soluduğu coğrafyaya götürüyor bu ise Gerger’in zaman
ve mekân vurgusu ile insanın tüm zamanlar ve mekânlarla olan bilinçdışı
hafızası arasında kurduğu ilişki açısından insanın ancak zaman, mekân ve
bilinçdışı hafıza ile bütünlüklü bir yapı olması açısından önemli olduğu
yargısını oluşturuyor okurda.
Gerger, kahramanlarının isimlerini koyarken
de öyle sıradan düşünmediğini hissediyorum.
Sözgelimi Leyla ismi, -Leyla bilirsiniz geceyi ya da karanlığı ve
endişeyi simgeler- “Yüzsüz Hayat” romanındaki Naré isminin- Nâr, hem bereket
hem de ateş anlamındadır.- Kürt kadınıyla bütünleştirilmesi sanırım tesadüf
değildir.
Bakın Gerger bunu
nasıl açıklıyor; “Nâr yangındır, alevdir. Nâr kelimesindeki gizemi ve anlatım
gücünü başka bir şeyde bulamadım. Nâr aslında Kürtlerin yazgısıdır, kaderidir.
Ama Nâr, yani o ateş aynı zamanda Kürtlerin bir yaşam, mücadele, direniş
biçimidir. Çünkü bu halk öyle büyük yangınlardan gelip geçmiştir ki bu
kelimelerle özdeşleşmiştir. Bunun yanı sıra Narê son derece zarif bir kadın
adı. Kiraz ağacının dalı gibi zarif ve şiirseldir. Ve roman karakterimiz için
de son derece uygundu bu isim. Ağanın kızı ve buna karşın gayet bilinçli
biri... Ağalık düzenine karşı gelen biri…”
Gerger’in romanlarını okurken epeyce geriye gittim. 1970’li yıllardan
günümüze geldiğimde ise daha şanslı olduğumuzu gördüm. Bildiğiniz gibi 1980’li
yıllara baktığımızda toplumsal susturulmuşluk hayatın her alanına yansımıştır.
Kitaplar yakılmış, aydınlar, yazarlar, sanatçılar tutuklanmıştır. Her şey
siyasetten arındırılmaya çalışılmış toplum tek tipleştirilmiştir. Devlet
sansürü yanında yazarlar da kendilerine oto sansür uygulamışlardır.
Geleneksel edebiyatta (Batı edebiyatında da Rönesans
öncesi) yeni konu bulmak yasaktır! Her şey belli bir şablon ve reçeteyle
anlatılmıştır. Çünkü ben olmak yani kendi yaratısına sahip çıkmak usta çırak
hikâyesi zincirini koparmaktır bu ise suçtur.
Onun için çıraklar ustalarının yanında hep mahlasla
yazmışlardır. Bu ise aslında yazarın kendi yüzünü silmesinden farklı değildir.
Onun için toplumsal ilişkilerdeki bireyde ayrık benlik yani kendi
yetenekleriyle var olmak rastlanılır bir durum olmamıştır.
Oysa bizi var eden aslında yeteneklerimizdir. Hepimiz
bununla kendimizi tanımlamak zorundayız. Şu kişinin oğlu bu ustanın çırağı gibi
kendimizi tanımlamalar yaratıcılığımızı köreltmiştir. Onun için Türk edebiyatı
yıllarca biçim ve içerik tartışması gibi kısır bir tartışmaya hapsolmuştur. Bu
tartışmada ısrarcı olanlar daha çok biçim üzerinde durmuşlardır.
Anlam ise olsa da olmasa da olur düzeyinde kalmıştır.
Oysa insan ve yeteneği daha çok anlamda dile getirilir ve elbette bunun için
ustalar çıraklarına yeni konuları yasaklamıştır.
Onları belli bir şablonda yazmaya ve yaratıcılıklarını
bu yolla öldürmeye girişmişlerdir. Onun için ne mutlu usta-çırak kompleksi
yaşamayan yazarlara ne mutlu kendi özgünlüğünü koruyarak ve üslubunu yaratarak
yazan Adnan Gerger’e diyorum.
Ne mutlu elindeki çekiçle önce ustasının kafasının
paralayanlara. Nietzsche’nin deyimi ile “Hep öğrenci kalan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir.”Gerger okumalarımda böyle bir
ilişki yakalamadığım için de Gerger’i kutluyorum.
Paradigmaların yaratma sürecini belli konularla
sınırlı tutması toplumsal ve kültürel çelişkileri derinleştirmeleri yine bu
çerçevede değerlendirilebilir kanısındayım. Sözgelimi Kürtler ve Ermeniler hep
görmezden gelinmiş ve resmi ideolojinin oluşturduğu paradigma ile bu iki kadim
halkın kültürü yok sayılmış ve görmezden gelinmiştir.
Yine Türkiye’de edebiyat
alanında yapılan en sık tartışmalardan birisi de “İdeoloji ve Roman”dır. Şu unutulmamalıdır ki idelerden hareket
etmeyen hiçbir yazın yapıtı yoktur. Daha basit bir ifade ile her yazının
arkasında bir ideoloji vardır. Toplumsal yaşamdan ve insan yaşam etkinliklerinden
yüz çevirmek ve fildişi kuleye çekilip oradan yaşama bakmak sanırım bir yazarın
yapacağı en son şey olsa gerek. Çünkü yazar, yaşadığı ülkenin ve coğrafyanın
bir parçasıdır dolayısıyla o coğrafyanın hafızasından beslenir.
Adnan Gerger de böyle bir yazardır. Eserlerine
baktığımızda yüzünü daima yaşadığı topraklara dönmüş ülkesinde yaşanan zamana
ayna tutmuştur. Savaşı, töreyi, aşkı,
toplumsal direnişleri anlatırken hiçbir zaman resmi bir ideolojinin
tetikçiliğine soyunmadığını görüyoruz.
Ayrıca şunu özellikle belirtmek isterim ki edebiyat ve siyaset ilişkisi
doğru yansıtılırsa bu bir yazar için zenginliktir.
Roman yazma sürecinde; Zaman,
mekân ve kişi tamamsa geriye sadece iblisin gelip yazarın beynine yerleşmesi
kalıyor. Gerger’de iblisle her zaman pek haşır neşir bir yazar. Ama daha çok
yaşayanları yazan ve onların dünyasına yolculuklar yapan bir yazar.
Gerger’in romanlarıyla
tanışanlar bilirler. Gerger, ölüleri ve ölülere yazmaz. Onun kahramanları hep
canlıdır, dünyası yaşayanların dünyasıdır. Sözgelimi “Faili Meçhul Öfke” bir
ilk romandır. Aşk romanı değil deseler
de bence muhteşem bir aşk örgüsü vardır. “Mazlum ve Leyla” Derin devletin,
emniyetin, mitin ve siyasetin işleyişi bu kitapta gözler önüne serilmektedir.
Bu yapıt, yakın tarihimize ayna tutan politik bir romandır aynı zamanda.
Gerger, “Faili Meçhul Öfke” romanında yaşanmayan “o
gece”yi yaşatmak için “Bir Adı Cehennem”
ile serüvenine devam eder. Gerger yüzünü yine doğuya dönmüş, kahramanı Leyla
yine yola düşmüştür. “Yüzsüz Hayat” romanında ise töre kıskacında inleyen Naré’nin
şahsında Kürt coğrafyasına ayna tutmuştur. Aşiret devlet ilişkileri ve töre
burada da karşımıza çıkar. Her romanında olduğu gibi “Yüzsüz Hayat” romanında
da iç sesler muhteşemdir. Naré’nin iç seslerine duyarsız kalacak bir okur
düşünemiyorum.
“FAİLİ
MEÇHUL ÖFKE” ÜSTÜNE ELEŞTİREL BİR OKUMA
Zafer DEMİR
KISA
BİR GİRİŞ
Romanın,
tarihsel ve sosyolojik yönleri güçlü olaylara kattığı en önemli boyut, onları
ölümsüzleştirmesi, özelden genele, yerelden evrensele uzanan bir perspektife
taşıyabilmesidir. Gerçekte roman, çok yönlü bir entelektüel bilgi ve birikimin
estetik bir boyutta ele alınarak değerlendirilmesinin bir sonucudur. Roman,
birden fazla olayı neden-sonuç ilişkisine bağlayarak anlatan edebi bir tür
olarak, nesnel ve ruhsal gerçekliğin ayrıntılarını zengin bir dille ortaya koyar.
Böylece roman okumak, insanın varlığının yanı sıra, toplumsal gerçekliğin
etraflı ve çok katmanlı bir biçimde kavranılmasını sağlar. Toplumcu gerçekliği
kendine çıkış noktası olarak alan roman,
bir anlamda sosyal değişimin, toplumsal dönüşümlerin aynası, en önemli belgesidir. Bu yönüyle romanın
sosyoloji, sosyal antropoloji, sosyal psikoloji, tarih ve iletişim
disiplinlerinin birinci derecede ilgi alanı içine giren bir edebi tür
olduğundan söz etmek mümkündür. Lukacs Gerçekliğin
Anlamı (2000) adlı eserinde:
“(toplumcu gerçekçi romanda) üzerinde durulması gereken nokta, her
ulusun geçirdiği evrim içinde kendisini belirleyen tarihsel koşulları
yansıttığı gerçeğidir” (Lukacs: 2000, s.116) demektedir. Lukacs’ın bu
yaklaşımını konumuz bağlamında bir toplumda meydana gelen sosyal, kültürel,
siyasal değişimlerin edebiyata, özellikle de roman sanatına ister istemez
yansıdığı, böylece toplumun kolektif hafızasında geleceğe aktarılmak üzere
saklandığı biçimde yorumlamak mümkündür. Öte yandan toplumcu gerçekçi bakış
açısıyla yazılmış romanlarda, roman yazarının edebî gerçeklik ile nesnel
gerçeklik arasındaki mesafeyi diyalektik bir yaklaşım içinde sürekli kolladığından
söz edilebilir. Çünkü toplumcu gerçekçi çizgide yazılan bir romanda yazar, betimlediği
dünyanın birliğini her zaman varsaymak ve bu dünyayı insanın kendisinden
ayrılmayan canlı bir bütün olarak görmek durumundadır.
Türkiye’de
romanın Tanzimat Dönemi’nden Cumhuriyet’e uzanan bir tarihsel çizgide sosyal
gerçekliği yansıtma noktasında geçirdiği değişim dikkate alındığında şunları
söylemek mümkündür: Romanın, Tanzimat Dönemi’nde genel olarak Batı’lı
modernleşmenin toplum üzerindeki etkilerini merkezine aldığı, Cumhuriyet’in İlk
dönemlerinde ise Cumhuriyet epistemolojisinin kılavuzluğunda Batı’lı değerlerin
toplumda yerleştirilmesi yönünde hareket ettiği görülmektedir. Romanın 1940’lı
yıllardan itibaren, özellikle köy enstitülü yazarların da etkisiyle yönünü köy
ve köylüye, toprak reformu tartışmalarıyla da tarım işçilerinin yaşamları ve düzenle
ilgili sorunları üzerine çevirdiği görülmektedir. 1950’lilerden 1960’lı
yılların başlarına geçen süreci ise iç göç hareketlerinin getirdiği sorunların
yanı sıra doğulu ve batılı değerler arasında bocalayan huzursuz bireyin
doğumuna tanıklık eden bir süreç olarak işaretlemek mümkündür. 1970’lere uzanan
süreç içinde, 1961 Anayasası’nın getirdiği
“özgürlüğün” de bir sonucu olarak siyasallaşmanın, her alanda olduğu
gibi edebiyatta da karşılık bulduğundan söz edilebilir. Bu gelişmelerin bir
sonucu olarak da 12 Mart 1971 döneminden 1980’lere yaşananları merkezine alan
önemli siyasal romanlar (!) yazıldığı söylenebilir. Bu dönem öne çıkan siyasal
romanlara ise şu örnekleri vermek mümkündür: Erdal Öz: Yaralısın (1974), Çetin Altan : Bir
Avuç Gökyüzü( 1974); Füruzan, 47’liler (1974) Tarık Dursun K.: Gün Doğdu
(1974): Sevgi Soysal: Şafak (1975/ Samim Kocagöz, Tartışma (1976) : Adalet
Ağaoğlu, Bir Düğün Gecesi (1979) Bu dönemin “siyasal” romanları incelendiğinde romanın
baş kahramanı olan ve tutuklanarak cezaevine konulan devrimcinin önceki
hayatına pek yer verilmediği görülmektedir. Bunun nedenleri konusunda Berna
Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış
adlı eserinde (2012) şunları söyler:
“Söz konusu kapalı dünyayı (cezaevini, hapishaneyi
Z.D.) okura açmak isteyen yazarın, roman başkişisi olarak, egemen güçlerin
zorbalığını, karakolları, cezaevlerini tanıyan, işkenceyi bilen birine ihtiyacı
vardır. Onun için bu yapıtların hemen hepsinde başkişi emniyet kuvvetlerince
yakalanmış devrimcidir. Daha önceki devrimci yaşamı romanda anlatılmaz ya da
kısa geçiştirilir.” ( Moran: 2012, s. 14)
12 Eylül’den bugüne toplumsal-siyasî planda
yaşanan olayların, bağımsız, aydınlık bir Türkiye kurmayı amaçlayan solcuların,
devrimcilerin verdiği mücadelelerin, yaşadıkları acıların edebiyat alanında
özellikle de romanda güçlü bir karşılık bulamadığı görülmektedir. Moran (2012) 1980’lerden
sonra değişen roman anlayışını ortaya koyarken şunları söylemektedir:
“Temelde Marksist olduğunu söyleyebileceğimiz dünya
görüşünün toplumsal ve ekonomik sorunlara, sömürü düzenine çözümleri hazırdı.
Ne ki 1980’lerde durum çok daha karmaşıklaşmış ve ideolojik hazır çözümler
geçerliliğini yitirmişti. Devletin amaçladığı kapitalist modele ve serbest
piyasa ekonomisine karşı alternatif bir sistem üretecek hali yoktu solun. Bu
açıdan romancı da boşlukta buldu kendini. Yazarın hem toplumsal sorunlardan hem
de gerçekçilikten uzaklaşmasında bu durumun önemli bir etken olduğunu
sanıyorum. (…) 1980 sonrası yazarların bu konulara eğilmekten vazgeçmeleri
yaşayan bir kişi olarak depolitize oldukları anlamına gelmez. Yalnızca romancı
olarak bu konulara yönelik anlatılar yazmanın yersiz olduğuna inandıklarını
gösterebilir” ( Moran: 2012, s. 50-51)
Moran’ın bu düşüncelerine, Batı’da değişen
roman anlayışının ve romanda kullanılan tekniklerin Türk romanına da yansıyarak
(!), bazı romancıları etkilediği, romanın böylece toplumcu anlayışı bir kenara
bırakarak postmodern bir çizgiye yöneldiği gerçeği de eklenebilir. Bu noktada
postmodern yazarların roman anlayışlarıyla ilgili kısa bir bilgi vermek yararlı
olacaktır. Postmodernist yazarlara göre, romanla gerçek arasındaki ilişki
“hayal” dir, romanın yaşama benzemesi söz konusu olamaz çünkü roman bir yaratı,
insan zihninin ürünü bir kurgudur ve malzemesi de dildir. Dil çeşitli anlamları
çağrıştıran seslerden oluşur, bu anlamlar bağlama (Context) ve kişilere göre
değişebildiği için gerçeklikle ilgileri kesin ve tutarlı bir bütün ortaya
koyamaz. İyi niyetli bir yaklaşımla söylemek gerekirse Postmodern yazarların bu
görüşlerinin arkasında büyük oranda çağdaş uygarlığın değişim hızı karşısında
duyulan kaygının yattığı söylenebilir. Görüleceği üzere postmodern roman
anlayışına sahip yazarların toplumsal gerçekliği toplumcu bir bakış açısıyla
ortaya koymak gibi bir dertlerinin bulunmadığını söylemek mümkündür.
12 Eylül 1980’den sonra yazılan romanların,
istisnalar hariç, solun 12 Eylül 1980 Darbesiyle yaşadığı yenilginin
nedenleriyle, bu süreçte toplumun yaşadığı travmayla, cezaevlerinde
devrimcilere yapılan işkencelerle, insanlık dışı hukuksuzluklarla pek uğraşmadığı
görülmektedir. Murat Belge (2012)’nin de işaret ettiği gibi “12 Eylül döneminin
romandan çok sinemada”, bir devrimcinin tutuklanmasından cezaevine girerek
işkence görmesi ve cezaevinden çıkmasıyla işaretlenebilecek bir kurgu içinde
temsil edildiği söylenebilir. Bu
filmlerin merkezinde işkence sahnelerinin yer almasının bir nedeni devletin
hukuksuz uygulamalarını ifşa etmekse diğer bir nedeni işkencede çözülmeyen ana
karakter üzerinden devrimcilerin politik görüşlerinin yüceltilmesidir. Ancak 12
Eylül sürecinin temel “aktörleri” arasında dönem boyunca yaşanan karmaşık,
karanlık ilişkilerin doğası dikkate alındığında, söz konusu filmlerin de, Türkiye
solunun yaşadığı bu tarihsel süreci geniş bir perspektiften, çok yönlü ve
eleştirel bir mantıkla ortaya koymaktan uzak oldukları görülmektedir. Sözün
kısası, Türkiye tarihinde İttihat ve Terakki’nden 12 Eylül’e uzanan tarihsel
bir süreçte, toplum hayatında son derece trajik olayların meydana geldiği,
büyük acıların yaşandığı bilinmektedir. Askerî darbelerin toplumsal bünyede
yarattığı travmanın artçı sarsıntılarının 1980’lerden günümüze şiddetini kimi
zaman azaltıp kimi zaman çoğaltarak devam ettiği, bu süreç boyunca yaşanan
acıların ise edebî planda özellikle de romanda güçlü bir biçimde temsil
edilmeyi beklediği malûmun beyanı niteliğindedir.
FAİLİ MEÇHUL ÖFKE
Toplumların
kolektif hafızasında yer eden, derin ve trajik izler bırakan her türlü
sosyal-siyasal olayı, toplumcu gerçekçi bir anlayışla ele alan her başarılı
romanın, anlatmak istediği gerçekliği evrensel ve yüksek bir ahlaki önerme
üzerine inşa ettiği söylenebilir. Adnan Gerger’in Faili Meçhul Öfke’ adlı romanında bu yüksek ve ahlakî gerçek, daha
özgür, daha eşit, daha aydınlık bir toplumsal düzenin kurulabilmesi için
verilmesi gerekli mücadele olarak belirmektedir. Gerger’in Faili Meçhul Öfke’si, polis teşkilatı başta olmak üzere, devletin kurumları
içinde kök salmış hukuk dışı örgütlenmeleri, işkence gibi insanlık dışı
uygulamaları, güç arzusuna dayanan çatışmaları “ Faili meçhul bir hayatı
öfkeyle yoğuranları tanımak, tanıtmak” üzere kaleme alınmış görünmektedir. Roman
aynı zamanda, 12 Eylül’den bugüne Türkiye toplumunda devam eden artçı
sarsıntıların toplumdaki etkilerini, siyasî bir suikast odağında, Mazlum’la
Leyla arasında yaşanan dramatik bir aşkla sarmal bir biçimde, kimi zaman
sinematografik, kimi zamansa şiirsel özelliklerin ağır bastığı bir üslûpla dile
getirmektedir. Gerger, 2010 Yunus Nadi
Ödülü’ne değer görülen bu ilk romanıyla, bir aydın sorumluluğu içinde,
romana konu olayların ilk elden tanığı olduğu izlenimini uyandıran anlatımıyla,
Türkiye toplumunun yakın siyasi tarihinin karanlıkta kalan bir dönemine ışık
tutmaktadır.
Yazar, kendisiyle yapılan bir söyleşi’de
(Selda Güneysu’yla) romanı “Faili Meçhul Öfke’nin kategorik olarak nasıl
tanımlanması gerektiğiyle ilgili olarak sorulan bir soruya” karşılık şunları söylemektedir.
“Bir üniversite öğrencisinin gözaltında kayboluşu ve işkencede öldürülmesini,
devletin içerisindeki derin iktidar kavgalarını, telefon dinlemelerini,
ajanların, yasa dışı örgütlerin devletin içinde provoke cirit atmalarını ve
hele hele günümüzde artık pek görülmeyen aşkları anlatmak size nasıl çağrışım
yaptırıyorsa, “Faili Meçhul Öfke” romanımın kategorisini istediğiniz gibi
belirleyebilirsiniz. Siz tanıklık romanı diyorsanız, diyebilirsiniz ya da bir
başkası bu tarihsel roman, aşk romanı diyorsa diyebilir. Ben romanımı ille
böyle sınıflandırmaların içerisine sokarak boğulmak istemiyorum. Tüm bu
sınıflandırmaları aynı roman içerisinde barındırmanın güçlüğünü bilerek bu işe
giriştim çünkü. Hayattaki duruşunuz gibi cesaretle yola çıkmaktır bu roman,
yani cesur bir şekilde hayata meydan okumanın diğer bir adıdır. Romanımla
ilgili olarak insanların ille kategorik çağrışımlarına da saygı duyuyorum.”
Berna Moran Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında “Yazarın roman
kişilerinden birini bırakıp birine odaklanması, bir episoddan çabucak öbürüne
geçmesi ve böylece bu küçük öykücüklerin başka başka kişilere dağılması
olayların bir başkişi çevresinde dönmesini önler” (Moran : 2012, s.91) der. Gerger’in
Faili Meçhul Öfke’sinin de ilk
bakışta, değişik kişi ve “episod”’lardan oluşan okuruna biraz karışık
gelebilecek farklı bir kurguya sahip olduğu görülmektedir. Ancak romanın, romana
konu farklı olay ve kişilikleri temel dinamiği olan siyasi bir suikast odağında
başarıyla bir araya getirdiği, farklı okuma ve anlaşılmalara açık olayların aydınlatılarak
ana olayın gövdesine başarıyla eklemlendiği görülmektedir. Yazarın, romanı,
toplumcu gerçekçi bakış açısının bir sonucu olarak, karakterden çok eylem
odaklı geliştirdiğinden, roman karakterlerinin fizik özelliklerine ve psikolojilerine,
romanda derinliğine yer vermediği söylenebilir. Roman başkişileri olan Mazlum
ve Leyla’nın romanın temel olay örgüsünde daha az (!) rol aldıklarından söz
edilebilir. Sözgelimi Mazlum’un sevgilisi gazeteci Leyla karakteri romanın ilk
yüz sayfasından sonra belirgin ve eylemli bir hale gelmektedir. Ancak bu
noktada Faili Meçhul Öfke’nin bir Nehir Roman olarak tasarlanan üçlemenin
ilk epizodu olduğu ve üçlemenin ikinci romanı olan Bir Adı Cehennem’ in neredeyse bütünüyle gazeteci Leyla karakteri
üzerine kurulduğunu da unutmamak gerekir. Aslında romanın bir siyasî suikast
odağında gelişen çok yönlü ve karmaşık olayların aydınlatılması sürecinde
çeşitli olay ve kimlikler üzerinden devletin karanlık yüzünü sergilemeyi
amaçladığı söylenebilir. Ayrıca romanda, roman kahramanları olan Mazlum ve
Leyla’nın aşklarının, düşlerinin, inançlarının da romanın olay örgüsü içinde önemli
bir ağırlığı olduğu hissedilmektedir. Öte yandan, alegorik bir bakış açısıyla romanın
başkarakterinin, emniyet teşkilatından başlayarak devletin bütün kurumsal
yapılarına kanserli bir hücre gibi yayılmış “ devlet aklı” olduğundan da söz etmek
mümkündür. Romanda bu “aklın” devrimcilere uygulanan ağır işkencelerle ve polis
teşkilatı içindeki karanlık, gizli örgütlerle cisimleştiği, gövde kazandığı
görülmektedir. Bu “aklın” geçmişte gerçek yüzünü sadece paradigmasına karşı
çıkan devrimcilere gösterdiği, özellikle sol mücadelelerin içinde yer alan insanlar
tarafından çok iyi bilinmektedir. Zaten Gerger’in kendisiyle yapılan bir
söyleşide söyledikleri de bu düşünceleri doğrular niteliktedir: “Ben Mazlum’la
birlikte çok yakın bir dönemi anlatıyorum, tahlilini yapıyorum ve yarına taşıma
kaygısı taşıyorum. (…) Nasıl bu ülkenin
günahı ve vebali son otuz yılda yaşananlara karşı kayıtsız kalarak ve unutarak
yaşayanların boynunda borçsa: Mazlumun işkencelerden nasıl geçtiğini, aslında
sadece işkenceye değil bu ülkede durmadan göveren” Faili Meçhul Öfke”ye nasıl
direndiğini en gerçekçi biçimde anlatmak da bizim boynumuzun borcudur.” (…) Bu ilk romanım ( Üç romandan oluşan nehir
romanların ilki ikinci kitap Cehennem )
dikkatlice okunduğunda son otuz yılın miladi başlangıcı yani 12
Eylül’den bugüne sarkan izdüşümü günlere gelgitler yapıyorum” (Yasemin Arpa’yla
Yunus Nadi Ödülü’nü izleyen günlerde yapılan bir söyleşi’den)
Hiçbir roman sıfır noktasından başlamaz.
Okurda merak duygusu uyandıran bir olaydan, bir entrikadan yola çıkar. Kısaca
roman hayat denilen akışın içindeki bir andan uç verir, onun bir kesitinden başlar.
Faili Meçhul Öfke ‘de perde, neredeyse bütün 12 Mart romanlarında
görülebileceği üzere, polisin
devrimcilere yönelik bir ev baskınıyla açılmakta, bir suikastın mahiyeti ve
aktörlerinin kimler olduğu, polis merkezli bir soruşturma kapsamında, özellikle
“ardından yaşama” ve “geriye dönüş” teknikleri kullanılarak anlaşılmaya çalışılmaktadır.
Roman ayrıca, polisin olayın faili olarak yakalayarak işkenceli sorgulamalardan
geçirdiği devrimci gençlerden Mazlum’un durumunu ve onun başına gelenleri cesur
bir tavırla araştıran sevgilisi Leyla’nın mücadelesini merkezine almaktadır.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı kitabında, “çözülmesi
olanaksız görünen bir cinayet, aleyhine gözüken kanıtlar yüzünden haksız yere
suçlanan bir şüphelinin varlığı, polisin araştırmayı yanlış ve beceriksizce
yönetmesi, parlak zekâlı ve yetenekli bir dedektif, inandırıcılığı sağlam
görülmeyen kanıtların dikkate alınmaması gerektiği aksiyomu“ (Moran:2012) gibi kimi
unsurları Batı’lı polisiye romanın temel öğeleri olarak göstermektedir. Aynı
şekilde benzer öğelerin, Faili Meçhul
Öfke’nin merkezinde yer alan suikasta bağlı gelişen olaylara başarılı bir
şekilde dağıtıldığından söz edilebilir. Faili
Meçhul Öfke’de Gerger, sözü geçen 12 Mart romanlarından farklı olarak
romanın olay örgüsü içinde, ima ve gölgeleme, entrika, gerilim ve çatışma
benzeri unsurların yanında, moral ve duygusal özellikleri başarılı bir sentezle
bir araya getirmektedir. Bu başarılı sentezle, hem olayların akışında bir süreklilik yaratıldığını,
hem de okurun merak duygusunun canlı tutulduğunu söylemek mümkündür. Romanda,
çatışma unsuru gruplar, kişiler, olaylar ve düşünceler arasında söz konusu
süreklilik duygusunun yanı sıra gerilimin de canlı kılınmasına önem verildiği
görülmektedir. Sağlam bir olay örgüsüne dayanan her romanda, güçlü bir merak
duygusuna, entrikanın da eklenerek romanın sürükleyiciliğin artırıldığı
bilinmektedir. Başarılı bir romanda yazar, romanın nasıl biteceğini önce ima eder,
daha sonra ise gölgeler, olaylar, romanın belirli bölümlerinde
(başında-ortalarında- sonunda) düşünsel ve duygusal özellikler, gerilim,
çatışma ve entrika unsurları bakımından bir doruk noktasına (climax) ulaşır. Faili Meçhul Öfke’nin söz konusu
özellikleri romanın kurgulanmasında dikkate aldığı görülmektedir.
Lukacs Gerçekliğin Anlamı (2000) adlı eserinde şöyle der:
Bir yazar “dış yöntemle bireyin kişisel
çelişkilerine dayanan bir tipoloji elde eder; bu temele dayanarak da bunlara
daha geniş bir toplumsal anlam vermeye çalışır. “ iç” yöntem ise toplumsal
çelişkiler ortasında bir Arşimend noktası bulmaya çalışır ve bundan sonra
tipolojisini bu çelişkilerin çözümlenmesi üzerine kurar” ( s. 106)
Gerger ‘in, romanında her iki yöntemi de
kullandığı görülmektedir. Söz gelimi yazarın “iç” yöntemi sınıfsal olarak
kendine yakın bulduğu Leyla ve Mazlum arasındaki ilişki/aşk üzerinde
uyguladığı, “dış” yöntemi ise emniyet teşkilatı merkezinde soruşturulan siyasi
bir suikast ve bu teşkilatı içindeki iç çatışmaya ilişkin eylemler üzerinden
geliştirdiği görülmektedir. Polis teşkilatın içindeki roman tiplerinin, ruhsal
gerçekliklerine fazla nüfuz edilmeden, dışarıdan, betimleyici/ eleştirel bir
yaklaşımla tasvir edildikleri görülmektedir. Ancak romanın olay örgüsüne katkı
sağlamayan yan bir karakter olarak polis Sabahattin’in önce ailesini, sonra da
kendisini öldürmesi yol açan ruhsal yapısının bu durumun istisnasını oluşturduğunu
da belirtmek gerekir. Yazar, Leyla’nın ve Mazlum’un dünyasına ise “dış”ardan ve eleştirel bir yaklaşımla değil
“iç”erden, yorumlayıcı bir anlayışla yaklaşmaktadır. Moran Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (2015) “Anlatıcı roman kişilerine
dili, ahlâk anlayışı, kültür düzeyi ya da ideolojisi bakımından yakın da
olabilir uzak da” diyor. Faili Meçhul
Öfke’de anlatıcının üslûbundan, yazarın ideolojik olarak roman kişilerinin
bazılarına daha yakın olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü toplumcu gerçekçi bir
perspektiften yazılmış bir roman, aynı zamanda yazarın sosyal, kültürel ve
ekonomik gerçeklerini yansıtır. Bu gerçekliklere bağlı olarak roman yazarının
toplumsal gerçekliği kendi dünya görüşü ekseninde yorumlaması kaçınılmazdır.
Roman Kuramı adlı eserinde Lukacs, roman
kahramanının ruhsal dünyasını çözümlerken, bu yazının daha önceki bölümünde
değinilen “başarılı bir romanın, söylemini evrensel bir düşünce ya da moral bir
değer üzerine kurması gerektiği düşüncesi ”nden hareket eder. Lukacs, roman
kahramanının işlevi konusunda şunları söyler:
“(Romanda) dışsal olan
her şey, trajedi kahramanı için önceden belirlenmiş yeterli bir yazgının
ifadesidir yalnızca. Bu nedenle dram kahramanı, kendini kanıtlamaya yeltenmez. İç güveni a
priori verilmiş olduğu için, herhangi bir sınav veya kanıtlamanın ötesinde
bir kahramandır; yazgıyı biçimlendiren olay onun için yalnızca engin ve onurlu
bir seremoni, simgesel bir nesneleşmedir” (Lukacs: 2014, s.90)
Benzer
bir biçimde, Faili Meçhul Öfke’de
romanın iki temel karakteri olan Mazlum ve Leyla’nın hayatlarını, roman
yazarının niyetine bağlı olarak daha yüksek bir ahlakî gerçeğe adadıkları görülmektedir.
Bunun bir sonucu olarak da çektikleri acı oranında belirli bir kimliğe
kavuşarak romanda görünür kılındıkları söylenebilir. Daha yüksek bir ahlakî
gerçeklikten, Türkiye toplumunun geçmişindeki siyasi-toplumsal gelişmelerin
(özellikle askeri darbelerin) bir sonucu
olarak yaşadığı acıları bir daha yaşanmaması için roman kahramanlarının daha
adil, daha özgür ve aydınlık bir gelecek (sosyalizm) yolunda verdikleri mücadeleye kendilerini
adamalarının kastedildiği açıktır.
Romanın kurgusunda olaylar ve kişiler arası
ilişkilerin senkronize edilmesinde zaman ve mekân kavramlarının son derece
önemli öğeler olduğu bir gerçektir. Bilindiği üzere romanda zaman, metin dışı
zaman ve metin içi zaman olarak kategorize edilmektedir. Metin dışı zamanı da
kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki yazarın romanı okurun
bakış açısına sununcaya kadar geçirdiği zamanı ifade eden “ yazma zamanı”,
diğeri ise okuru ilgilendiren “okuma zamanı” dır. Metin içi zaman ise kendi
içinde “öykü zamanı ve “ söylem zamanı” olarak ayrılır. Şerif Aktaş metin içi
zamanı şöyle ifade etmektedir:
“Vaka, bir müddet zarfında cereyan
eder. Anlatıcı bu vakayı vaziyete göre, yine bir müddet zarfında öğrenir ve
nakleder. Umberto Ecu’nun “ öykü zamanı”
dediği vakanın cereyan ettiği süreyi anlatıcı bir şekilde öğrenir. Anlatıcı
öğrendiği (duyduğu, gördüğü) bu olayı roman boyunca anlatır. Zaten bütün roman,
anlatıcının ağzından çıkan cümlelerin tamamından ibarettir. Anlatıcının belli
bir süreyi kapsayan bu anlatma süresine de Umberto Eco “ söylem zamanı” adını
verir. Dolayısıyla “ öykü zamanı” ile “söylem zamanı” bir romanda “ metin içi
zamanı” gösterir” ( Sağlık: 2003, s. 56)
Bu iki zaman romancı tarafından romanın
belirli bir sürede (yazma süresi) yazılmasıyla somutlaşır bir başka ifadeyle
roman ortaya çıkar. Elbette romanda zaman denince anlaşılması gereken metin içi
zamandır. Romanda zaman anlatma esasına dayanan bütün eserlerde görüleceği gibi
fiil kipleriyle kendini ortaya koymaktadır. Faili
Meçhul Öfke’ de Gerger, her ne kadar kitabın başında şiirsel bir üslupla ve
yaşanan acı olayların dünden bugüne, bugünden geleceğe devam etme yönünde güçlü
bir dinamik barındırdığını ifade etmek için“ Bu kitapta; mekân kayıptı… Zaman
kimsesizdi” dese de, romanında Türkiye
siyasi tarihinin belirli bir dönemini anlattığını şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer dikkatli bir okur değilseniz kafanız biraz karışacak, girift zaman
aralığında insanların acı çekme ayinine dönüşen ve günlere sığmayan olaylara
tarih koymakta zorlanacaksınız. Bu kitabın yazılma tarihi 12 Eylül’ün bitiş
tarihiyse (aynı zamanda Z.D.) bugün yani okuduğunuz gün ya da bu ülkenin böyle
gidebileceği kadar gittiği yer. 80’li yılları bugün yaşananlardan ayrı
düşünürsek, iğdiş edilmek istenilen bir ülkenin yakın tarihinin yine Faili
Meçhul Öfke tarafından yazılmasına karşı çıkan bu kitaba haksızlık etmiş
oluruz” (12. 4. 2010 tarihinde, A.Galip’le yapılan Söyleşi’den)
Öte yandan elbette roman yaşanan
gerçekliğin bire bir kendisi değil bir kurmacadır. Ancak özellikle toplumcu bir
öze sahip Faili Meçhul Öfke benzeri
romanlarda, romancının nesnel gerçekliği edebî bir planda yeniden inşa ederken,
nesnel gerçeklikle arasındaki mesafenin açılmasından pek haz duymadığını da
söylemek gerekir. Romanın bazı bölümlerinde gerçekliğin “belgesel” bir
yaklaşımla, aslına en uygun bir biçimde ortaya konulmak istenilmesi yönündeki
güçlü arzunun kaynağında, romana konu olayların insanî açıdan taşıdığı trajik
boyutların bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu durumun romanın kimi
bölümlerinde anlatı tekniklerinin, biçim sorunlarının ikinci plana atılmasına
yol açtığı da söylenebilir.
Romanın
olay örgüsü içinde zaman kronolojik bir yol izlemeyebilir. Roman yazarları zamanı
genellikle “zaman kırılmaları” olarak adlandıran tekniklerle vermektedirler. Bu
zaman kırılmaları ya da başka bir ifadeyle “zaman sapmaları” romanda “geriye
doğru” (flashback) olabileceği gibi “ileriye doğru” (flashforward) da olabilmektedir.
Gerger’in romanında her iki tekniği de kullandığı görülmektedir. Yazarın zaman
açısından daha ilerde olan olayların başlangıcına ya da bu olaylarla bağlantılı
hatıralara dönerken geriye doğru tekniğini, roman karakterlerinin gelecek
beklentilerini, hayallerini anlatırken ise ileriye doğru tekniğini kullanmayı
tercih ettiği görülmektedir. Kullanılan bu tekniklere bağlı olarak yazarın
romanın merkezinde bulunan suikastla daha dolaylı ilişkisi olduğu düşünülecek
olayları anlatırken zamanı hızlandırdığı, olayın araştırılmasından elde edilen
verileri yorumlar, merkezde yer alan olayla yakın bağlantılı olayları kimi
olayları verirken kısalttığı söylenebilir. Romanın temel iki karakteri Leyla ve
Mazlum’un aşk ilişkilerinde ise söz konusu tekniklerin yanında “ eşzamanlılık” olarak bilinen bir teknikten
de yararlandığı görülmektedir. Çünkü her iki karakter romanda ortak bir
serüvenin aktörleri olarak yer alsalar bile yazar onlardan her birinin mekânsal
ve ruhsal durumlarını çoğu zaman romanın akışı içinde “önce biri” sonra “öbürü”
biçiminde kavramlaştırılabilecek bir sıralamayla vermektedir.
Romanın
diğer önemli unsuru mekânın ise anlatımında kendine nasıl bir yer bulduğu roman
kahramanlarıyla ilgili olarak sorulabilecek, “roman kişileri, acaba nerelerde,
nasıl yaşarlar, nerelerde yer-içer, nerelerde eğlenirler, hangi eylemlerde
bulunurlar?” ( Sağlık: 2003, s. 57) benzeri sorulara verilecek cevaplarda
gizlidir. Bu sorular okuru romanda doğrudan mekâna yönlendiren temel
sorulardır. Roman kişilerin yaşadıkları yerler, mutlu ya da mutsuz oldukları
ortamlar, kısaca bir insan olarak roman boyunca hareketlerini
gerçekleştirdikleri yerler, romanda “ mekân” olarak adlandırılır. Mekân aynı
zamanda bir romanda yaşanan olayların sahnesi durumundadır. Dolayısıyla romanda
yer alan mekânların toplamının bize romandaki olayların çevresini verdiğini
söylemek mümkündür. Romanda çevre,
insandan dışarıya, yakından uzağa doğru gelişir. İnsanın dışa dönük
reaksiyonlarının da kaynağını oluşturur. Faili
Meçhul Öfke’de polis teşkilatı başta olmak üzere, üniversite, gazete ofisi,
cezaevi, hastane, işkence sorgu odaları, bazı şehirlerdeki “söylem örgütüne”
ait evler, eylemlerin yoğunlaştığı bazı şehirler vb. mekânların öne çıktığı ve
bu mekânların olay örgüsünün biçimlendirilmesinde önemli olduğu görülmektedir.
Özellikle “iç mekân olarak nitelendirilebilecek “polis teşkilatına ilişkin
mekânların romanda daha fazla öne çıktığından söz edilebilir. Romanda ayrıca,
daha dar olan mekânlarda yaşanan olaylarda kişi sayısının ve eylemliliğin
azalmasına karşın psikolojik unsurların arttığı, daha geniş mekânlarda ise tam
tersi durumun yaşandığı söylenebilir.
Romanda
bu dar mekânların en önemlisinin ise tutuklanan devrimci gençlere özellikle de
romanın başkahramanlarından Mazlum’a işkenceli sorgulamaların yapıldığı
hücreler olduğu görülmektedir. Yazarın üslubundan, Mazlum’a yapılan bu
işkencelerin onun şahsında bütün ilerici, devrimci insanlara yapıldığına
ilişkin bir inanca sahip olduğunu çıkarmak mümkündür. Bu inancın bir sonucu
olarak yazarın romanda işkence sahnelerin geçtiği bölümlerde, işkencecileri
sadece fiziksel özellikleriyle ele aldığı, ruhsal özelliklerine hemen hiç
değinmeyerek onlara bir kişilik atfetmekten kaçındığı gözlenmektedir. Yazarın
böyle yaparak hem okurun işkenceye maruz kalanlarla özdeşleşmesini sağlamayı amaçladığı
hem de okurun kendi “hayalî işkencecisi”yle yüz yüze gelmesini arzu ettiği söylenebilir.
Söz konusu işkence sahneleri ve işkenceciler romanın kimi bölümlerinde son
derece canlı ve etkili bir anlatımla sergilenmektedir:
“
Kamil’le Vahit’in tam karşısında çok çirkin bir adam duruyordu. Orta
yaşlı, patlak gözleri ve kalın, mor dudakları vardı. Oldukça büyük ve eğri
burnu hemen göze çarpıyordu. Hilal gibi kalın, siyah kaşları alnında iğreti
duruyordu. Esmerdi. Sadist biri olduğu yüzüne bakılınca kolayca anlaşılıyordu.
Elinde cop vardı.
Çirkin adamın arkasında üç-dört kişi
vardı. Bu kişiler kafesin dışında mıydı, içinde miydi anlayamadılar.
Karanlıktaydılar.
Birden etrafına adamlar üşüştü.
Çırılçıplak kaldılar. Adamlar yine karanlığa çekildi. Sonra küstah bir böğürtü
ses duyuldu. Çirkin adam önce kafasını sallayarak konuştu:
“Sizinle tanışalım. Bana Pörtlek
derler”
Sonra Kamil’e döndü, “ Senin adın
ne?” diye sordu. Kamil daha yanıtını vermeden sol kalçasına acımasızca ve bütün
gücüyle copla vurdu. Kamil içgüdüsel şekilde yana kaçtı ama cop kalçasında patlamıştı,
inledi. Kamil daha ne olduğunu anlayamadan ikinci cop darbesini sağ dizinde
hissetti. Dizlerinin bağı çözüldü, yere yığıldı. Pörtlek’in dayak atmada çok
profesyonel olduğu belliydi. Sorusunu tekrarladı: “ Adın ne?” (…) ( s.244)
Bu İşkenceli sorgulamalara dayanabilmek
için, özellikle romanın başkahramanlarından Mazlum’un çoğu zaman Leyla’ya olan
aşkına, düşlerine sığındığı, geçmişte
“dava” yolunda işkenceye uğrayan devrimcileri,
yokluk ve mutsuzluk içindeki emekçi halkı yâd ettiği görülmektedir. Bu
sorgular sırasında İşkenceye dayanmanın, sızlanmamanın, gelecek güzel günlerin
özlemi içinde olan, özgürlükten, eşitlikten yana insanlara karşı ödenmesi
gerekli bir borç olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Mazlum’un işkencenin ve işkencecilerin
karşısına aşkını ve gelecek güzel günlere olan inancını koyarak, bir insanlık
suçu olan işkenceyi ve işkencecileri okur gözünde itibarsızlaştırdığını
söylemek mümkündür. İşkencenin Türkiye siyasi tarihinde askerî darbelerle
anıldığı, ilk kez sistemli bir biçimde 12 Mart 1971 Muhtırasını izleyen dönemde
özellikle solculara bir yıldırma, sindirme operasyonunun parçası olarak ağır
bir biçimde uygulandığı bilinmektedir. Edebiyat Üstüne Eleştiriler adlı
kitabında Murat Belge bu konuda şunları söylemektedir:
“ 12 Mart’ta işkence, Türkiye’de daha önce benzeri
görülmedik boyutlara ulaştı. Uygulandıkça azıttı, kendi kendini besleyerek
büyüydü. İşkenceye uğrayan yığınla insanların bazısından- ki aralarında tamamen
suçsuz olanları da vardı- önceden tasarlanmış ifadeler alınmaya çalışıldı.
Örneğin Sabotaj Davası” gibi bir olay kamuoyunda solu yıpratacak bir uyduruk
senaryoyu sahneye koymak için, gelişi güzel adam toplanarak, akıl almaz
baskılarla “ itirafnameler imzalatıldı” ( Belge:2012, s. 128)
Yazının daha önceki bölümlerinde de
değinildiği gibi askerî darbe dönemlerinde cezaevlerinde yapılan insanlık dışı
uygulamaların sanatsal ve edebî planda hesabı tam olarak ödenmemiştir. Toplumun
kolektif hafızasında canlı bir biçimde yaşayan bu sancılı sürecin acısını bugün
Türkiye’de binlerce insan, binlerce aile hâlâ yaşamaktadır. Günümüzde “Cumartesi
Anneleri” beş yüz haftadır askerî darbeler ve onun artçı sarsıntılarına bağlı
yaşanan toplumsal-siyasal olaylarda karanlık güçlerce “kaybedilen” evlatlarını
aramaktadırlar. Gerger romanı Faili
Meçhul Öfke bağlamında kendisiyle yapılan bir söyleşi’de bu süreçle ilgili
olarak şunları söylemektedir: (…) “uzun tutuklanmalar, cezaevleri… 12 Eylül’ün
bu yönü işlendi, hep. İşlenmeli de… Anlatılmalı da… Yaşanan acılar o kadar
büyüktü ki, insanlar o dönem yaşadıkları acıları hissetmediler bile… İşkenceye
çekilenin bir insan bedeni gibi algılanmasına da karşı geliyorum. İşkence
altına alınan o ülkenin ve o ülkede yaşayan insanların tümünün benlikleriydi,
kimlikleriydi, duyguların, sevdaların, düşlerin, beklentilerin, düşüncelerin ve
yarınlarının cezalandırılmasıydı. Yoksa şimdiye kadar çektiğimiz bu travma bu
acı nereden? (12.4.2010 A. Galip’le yaptığı söyleşi’den)
Sonuç
olarak Adnan Gerger’in Faili Meçhul Öfke
adlı romanında, Türkiye’de daha aydınlık bir gelecek yaratmak amacıyla, siyasi
iktidarı ve toplumsal bilinci geçmişten bugüne, emekten, eşitlikten, halkın
çıkarlarından yana değiştirmeye yönelmiş devrimci mücadeleyi, günümüzün
yozlaşmış tüketim toplumunda pek karşılığı olmayan güçlü bir aşk hikâyesiyle
kaynaştırarak anlattığı söylenebilir. Roman aynı zamanda devlet içinde örgütlenmiş,
amaçları devrimci, ilerici her türlü mücadeleyi izlemek ve zayıflatmak için
gerekli “tedbir”leri almak olan, bu yolda işledikleri suçları birçok entrikayla
devrimci insanlara yıkmağa çalışan içlerinde polis müdürlerinin, sivil halktan
insanların bazen yatakçı, bazen de ajan olarak yer aldıkları karanlık güçleri
ifşa etmektedir. Romanın ayrıca, bu gerçekleri ortaya dökmek yoluyla özellikle
bu dönemleri birebir yaşamayan genç okurlarına, içinde yaşadıkları toplumu,
devleti, insanı daha yakından tanımada bir bilinç kazandırmak arzusu içinde
olduğunu, devlet içinde devlet konumunda bulunan bu “Faili Meçhul Öfke”ye artık bir son verilmesini istediğini söylemek
mümkündür. Sözlerime romanın başkahramanlarından Mazlum’un İşkenceyle
öldürüldüğünü öğrendiğinde Hemşire Nihan’ın Foto muhabiri Halim’e verdiği
cevapla son vermek istiyorum: “ Bizi böyle bir ülkede yaşatmaya kimsenin hakkı
yok” (s.358)
KAYNAKÇA
Gerger,
Adnan, “Faili meçhul Öfke” , İmge
Kitabevi Yayınları, 2010
Moran
, Berna, “ Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, İletişim Yayınları, 2012
Belge,
Murat, “ Edebiyat Üstüne Yazılar”, İletişim Yayınları, 2012
Lukacs
George, “ Gerçekliğin Anlamı” Payel Yayınları, 2000
Lukacs
George, “ Roman Kuramı,” Metis Yayınları, 2014
Sağlık,
Şaban, “Popüler Roman Estetik Roman” Akçağ yayınları, 2010
ÖZGEÇMİŞ
1967 yılında Tokat’ta Doğdu. Orta öğretimini
Tokat’ta tamamladı. A.Ü. İşletme Fakültesini ve Gazi Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. A.Ü. DTCF Sosyoloji Anabilim
Dalında Tezli Yüksek Lisans öğrenimine devam etmektedir. Şiirleri ve edebiyat
üzerine yazıları Mühür, Şiirden, Hayal, Sincan İstasyonu, Papirüs, Kurgu,
Kurgan, Deliler Teknesi, Kurşun Kalem vb. edebiyat dergilerinde yayımlandı.
ADNAN GERGER SÖYLEŞİSİ
HABERTÜRK
Travmatik yaşam biçimimiz birbirimize
anlatacak önsöz bile bırakmıyor
Ruhunu soyarak habere dönüştürdüğü insana dair
öyküleri yazmak için edebiyata sığındığını söyleyen Adnan Gerger, “Bu romanım
aşkın kadınlar tarafından nasıl emeğe dönüştürüldüğünün destanıdır” diyor.
-
Yunus Nadi Roman Ödülü’nü
kazandığınız Faili
Meçhul Öfke adlı romanınızda da Bir
Adı Cehennem adlı romanınızda da yakın
tarihi anlatıyorsunuz. Sizce insanda ve hayatta haberin etkisi mi, edebiyatın
rolü mü kalıcı?
-
Biz gazeteciler arasında ‘haber suya
yazılır’ dil pelesengine yürekten katılırım. Bir dakikada okunan ya da bir
dakika da izlenen haberler için harcanan emeği pek çok kimse bilmez. Haber, bir
olay, bir olgu üzerine verdiğiniz bilgidir. Son derece hızla gündemin değiştiği
bir hız çağında da yaşadığımız da bir gerçek. Hatta olgular değil, algılarla
hareket ediyor ve yaşıyoruz. Travmatik ve entelektüellikten uzak bir yaşam
biçimimizi de buna eklersek birbirimize anlatacak önsözlerin bile olmadığını
farkına varabilirsiniz. Bu nedenle
haberin insanda ve hayatta etkisi çok azdır. İşte bu noktada, gündüzleri sıkı
sıkıya sarıldığım gazetecilik kimliğimi geceleri uçarı bir hoyratlıkla
edebiyatçı kimliğime teslim ederim. Her sabah güneş doğduğunda yeniden
yaratıldığına inandığım dünyanın reddedilen gerçek yansımalarından beslenmeye
başlarım, bu kez. Bunun için edebiyata sığınırım. Bir yanda insanların binbir
kırılma noktalarıyla buluştuğu öyküleri, diğer yanda bir aydın insanda olması
gereken eleştirel tavırların geleceğe bir şey bırakma kaygısı çatışır.
Edebiyatın kalıcı rolü de işte tam bu noktada başlar. Yani demem o ki, siz
ruhunu soyarak bilgiye yani habere dönüştürdüğünüz bir öykünün unutulmasını
istemiyorsanız, o öykünün gelecekte de yaşamasını istiyorsanız ister istemez
edebiyata başvurmaktan başka çareniz yoktur.
-
Edebiyatın kalıcı olmasını nedeni,
sadece insanı ve öyküsünü mü anlatmaktır?
-
Böyle dersek bu coğrafyayı sırtına
yükleyip götüren anlam kargaşasına büyük anlamlar yüklemiş oluruz. Edebiyatın
kendi içsel dinamiği, kurgusallığı ve disiplinini özümlemişseniz eğer kelamınız
kaleminizle daha bir özgür cilveleşir, daha bir cesur olur. Soru sormayı
kışkırtan edebiyat, olguları öyle ince işler ki, beyin kıvrımlarınızda nakış
olarak kalır ve algının anlık egemenliğini yıkar.
-
Öykü, deneme, belgesel, şiir
yazdınız. Ancak, yazdığınız ilk romanla, Faili
Meçhul Öfke ile bu ülkenin en önemli
edebiyat ödülünü aldınız. Bunun sorumluluğunu nasıl hissediyorsunuz?
-
Abarttığım sanılır ama Yunus Nadi Roman
Ödülü’nü aldığım geceden itibaren gazetecilik kimliğimin üzerine sözlerden,
hayatlardan ve ateşten bir hırkayı başımdan geçirildiğini biliyorum. Bu hırkayı
giymek gönüllülüktür, elbette. Her gece bunu düşünüyorum. Bu romanlar benim son
yirmi yılda yazdığım ama bitiremediğim kitaplardı. Ben bu yapıtlarıma
gençliğimi verdim. Bu ödül bunun karşılığıydı, bunu çok iyi biliyorum.
Karşılığı buydu ama bu ödüle layık olabilmenin kaygısıyla yeni yapıtlar için
uykusuz gecelere verilmiş bir sözdü de aynı zamanda.
-
Bir söyleşinizde Bir Adı Cehennemi, tam üç kere yeniden yazdığınızı
söylüyorsunuz, doğru mu?
-
Doğru. Bu biraz da az önce söylediğim
sorumluluktan kaynaklandı. Şimdi siz çok iddialı ve çok önemsediğiniz bir ödül
alıyorsunuz. İster istemez herkesin beklentileri, böyle bir kimlikten bir
yapıt. Lüksünüz yok bunu inkâr etmeye. Tüm kimlikleri reddeden kişiliğinizin
olduğu ve sadece hayata duyduğunuz sorumlulukla yazdığınız konusunda kimseyi de
ikna edemezsiniz. Peki, ne yapacaksanız? Kendinizi aşmak zorundasınız. Daha
titiz çalışmak zorundasınız. Bir Adı Cehennemi
bitirip ilk yayına hazır dediğim an ile yayınlandığı zaman arasında bir yılı
aşkın bir süreç var. Tam basılacak, aklıma bir şey takılıyordu, kitabı geri
çektim. Üç kere son anda kitabı geri aldım, oturup baştan yazdım. Sözcükleri
bile değiştirdim.
-
Leyla
başkarakteri bu kitapta da var? Neden?
-
Bir Adı Cehennem adlı romanım, bir anlamda Yunus Nadi Roman Ödülü alan Faili
Meçhul Öfke’nin devamı sayılabilinir. Ama ben burada dikkatinizi çekmek
istiyorum. İster diğer romanımda olsun, ister bu romanımda. Başkarakterim Leyla
dâhil tüm hayata karşı direnen, iyi karakterler kadındır. Çünkü ben her zaman
kadının yaratıcı ve dayanma gücüne inanmış, hayran kalmışımdır. Kadın, gerçekte
hep dürüst davranır ve çok da güçlüdür. Örneğin, Leyla bir gazetecidir çok zor
gelişmelerin üstesinden gelir. Öylesine doğal davranıyor ki bunca acıyla baş
ederken. Bir de aşkı var… Aşkın nasıl emek olduğunu, beklentisiz sevgi olduğunu
en iyi o bize anlatıyor. Erkek olsa zinhar böyle davranamaz. Bu nedenle
Leyla’ya devam…
-
Bu kitapta aşkın emek olduğunu bir
kadın kanıtlar mı diyorsunuz?
-
Evet. Bu kitap her ne kadar bir ülkenin
trajik geçmişinden söz ediyorsa da aşkın o müthiş ve destansı varlığını da
anlatıyor. Aşkın nasıl bir emek olduğunu ve beklentisiz sevgilerden oluştuğunu
bize kanıtlayan da Leyla ve diğer kadınlar. Gerçek hayatta da böyle değil
midir? Kadınlar olmazsa aşkın ‘aşk yüzünü’ görmemize olanak var mıdır? Bu
nedenle kitabım ‘aşkla düşerenlere’ adandı.
-
Romanınızın İçeriğinden söz eder
misin?
-
Romanın ana teması 1937 ve 1938
döneminde Dersim’de yaşananlar birebir
romana alındı. Canlı tanıkların ifadeleri ve o dönemde neler yaşandığı tüm
çıplaklığıyla gerçek belgeler ışığında kurgulandı. Ayrıca 1990’lı yıllarda
neler yaşandı, arasındaki bağlantılar nelerdi? Tüm bu soruların yanıtları da
romanımda yer aldı.
"BİR ADI CEHENNEM"DE DERİN DEVLETİ ANLATAN GAZETECİ
ADNAN GERGER:
BU KİTABI 1990’LARDA YAZSAYDIM ÖLDÜRÜLÜRDÜM
"Bir gazeteciye, öldürülen sevgilisi
tarafından bırakılan zarftan çıkanlar ülkeyi kuşatan entrikaları ortaya
çıkarırsa ne olur? Ankaralı gazetecilere 32 yıldır abilik yapan polis-adliye
uzmanı Gazeteci Adnan Gerger, 12. kitabı "Bir Adı Cehennem"de aslında
yanıtını bildiği bu sorunun peşine düşüyor. Türkiye’nin 1990-2000 yıllarındaki
karanlık günlerinin, devlet içindeki derin hesaplaşmaların kodlarını çözmeye
çalışıyor. Gazeteci olarak yaşadığı olayları roman kurgusuyla anlatan Yunus
Nadi Ödüllü Gerger, örgüt ve kişi isimlerinin şifresini çözmeyi de okuyucuya
bırakıyor.
Şehriban
OĞHAN
Klasik bir soruyla başlayalım, neden "Bir
Adı Cehennem"?
- ‘Bir Adı Cehennem, bu ülkedeki yaşanmışlığın
bir diğer adıdır. Hayattan damıtılan yaşanmışlıkların bileşkesinin bir
dayatmasıdır. İnsanın hayatında sıradan ve basit kaygılar ağır basınca, akıl
tutulmalarının haddi hesabı olmuyor. Dünü unutuyoruz. Aşklarımız, düşlerimiz
öğütülüyor, boynumuza takılan yem torbasındaki korkuyla yetinmeye başlıyoruz ve
yarınımızı sorgulamıyoruz. Belleksiz sıradan suretlere dönüştük. Bu yaşam
biçimine itirazım olduğu için yazdım.
Bu kitapla hangi yaşanmışlıklara, ülkenin hangi
dönemine ışık tutuyorsunuz?
- Dersim’de 1937-1938 yıllarında yaşanan
olaylara ve 1990’lı yılların karanlık izdüşümlerine. Bundan önce yazdığım ve
Yunus Nadi Ödülü alan Faili Meçhul Öfke kitabım 12 Eylül döneminin perde
arkasını anlatıyordu. Bu kitap ise 1990-2000 dönemini anlatıyor. Devlet
içindeki iki derin devletin kuruluşu, organize oluşu ve sonra birbirine düşüşü,
sağ, sol ve dinci örgütler adına işledikleri suikastler, yaptıkları eylemler,
Türkiye’de kurulan CIA üssü ve faaliyetleri...Dersim’de yaşananlar da tüm
çıplaklığıyla, gerçek belgeler ve canlı tanıkların ifadeleriyle kurgulandı.
Olaylardan sağ kurtulan bir ablanın, bir subay tarafından evlatlık alınan
kundaktaki kız kardeşini arayış öyküsü ilginç bir sonla bitiyor. Birebir gerçek
öyküler... Bunun için etnograf, Dersim tarihi uzmanı, yazar Mesut Özcan’ın arşivinden,
tanıkların anlatımından yararlandım. Benim de gazeteci olarak izlediğim ünlü
Zonguldak işçi yürüyüşü, Kızılay’da birçok insanın silahla yaralandığı işçi
eylemi gibi olaylar var. Romanı yazarken de edebiyat ustası Remzi İnanç’tan
resmen ders aldım. Bütün derdim bir önceki romanı aşmaktı. Bu nedenle çok titiz
çalıştım. 1990’da ilk kitabım "Firar Öyküleri"ni yayınladığım günden
itibaren bu kitapları yazmaya kafama koymuştum. Habere gittiğim olayları daha
iyi gözlemlemeye, daha iyi not almaya özen gösterdim. Bu kitabı o yıllarda
yazsaydım kesin öldürülürdüm. Susurluk döneminde yazdığım haberlerden dolayı
ölümden kıl payı kurtuldum. Ancak bu kitabın o dönemin tarihini taşımamasının
gerçek nedeni bugünkü bilgiye, donanıma, deneyime ve bilince sahip olmamamdır.
BU KİTAP YA OKUNACAK YA YAKILACAK
Kitapta "mental sorgulama" denilen bir
işkence yönteminden de bahsediliyor. Bu da Türkiye’nin bir yaşanmışlığı mı?
- Bu yöntemin dünyada hala uygulama alanı var.
Guantanamo’da. CIA’nın sıkça başvurduğu bir yöntem olarak biliniyor. Ancak
mental sorgulama yapılarak sorgu yapılması uluslar arası mahkemelerce
yasaklandı ve bu sorgudan elde edilen ifadelerin geçerliliği yok. 12 Eylül
döneminde de Türkiye’de kullanıldığına dair iddialar o dönemdeki gazetelerde
çıktı ama kamuoyunda çok tartışılmadı, konuşulmadı.
Okuyucu bu kitabı neden okumalı? Derin devlet
yapılanmasını işleyen diğer kitaplardan farkı ne?
- İlk romanım Faili Meçhul Öfke’de Ankara
Emniyet Müdürlüğü’nde o zamanlar ‘DAL- Derin Araştırma Laboratuvarı’ adı verilen
Siyasi Şube’deki işkenceyi anlatmıştım. "Slogan atılmadan işkence ancak bu
kadar etkili anlatılır" denildi. Bu kitap yayınlanana da 12 Eylül
darbesini anlatan birçok kitap yayınlanmıştı ama hiçbiri Yunus Nadi Roman
Ödülü’nü alamadı. Demek istediğim bu kitap da ya okunacak ya yakılacak. Çünkü
bu ülkede neler olup bittiğini merak edenler için, hayatı ve kendisini
sorgulayabilenler için, kendi cehennemine kendi ateşini taşımaya cesaret
edenler için yazıldı bu kitap. Egemenliklerini sürdürmek için karanlıkta
yaşamaya alışanların ise, yaşananlar gün ışığına çıkmasın diye, bu kitabı
yakmaktan başka çaresi yok.
Kitapta devlet tarafından kurulan Zağarcılar ve
Fedailer örgütü arasında derin bir hesaplaşma var. Talebeler ve Vehmullah
örgütünden de bahsediliyor. Belli ki şifrelemişsiniz...
- Sağ olsun devlet, her dönem binbir çeşit adla
kendi örgütlerini yaratıyor ve sonra bunlarla savaşmak için başka örgüt
oluşturuyor. Uluslararası ilişkileri de işin içine katarsanız örgüt ve isim
çeşitliliğinin içinden çıkamazsınız. Goethe, Faust’unda şeytanla pazarlığa
giren insanı anlatarak evrensel bir trajediyi gözler önüne serer. Thomas More,
Ütopya’sında, Platon, Devlet’inde hep aynı kaygıyı taşır, devlet olgusunun
mantalitesini nasıl olduğunu araştırır. Her devletin fideliği bu işler için her
zaman böyle bir tarıma müsaittir. Romanımda seçtiğim isimleri her dönemin
genelgeçer isimleri olarak bilinçli seçtiğim doğrudur. Bu sözcüklerin anlam
karşılığı bile bu soruyu yanıtlamaya yeter. Şifreyi de bırakalım okuyucu
çözsün.
İŞLEVSEL POLİTİK ROMAN
SEMİH GÜMÜŞ
Belki toplumsal
sorumluluk duygusu yüksek bir edebiyatımız var ve ülkenin ateşli siyasal
dönemlerinde baskı altında koruduğu bu özelliğini siyasal hayatın yeni zamanların kültürü içinde girdiği durgunluk
dönemlerinde de her zaman içinde sakladı. Ne ki, yüzeğen bir olgu olan
toplumsallığın yanında görece derinlik kaygısı da gerektiren politik edebiyat,
edebiyatımızın her zaman iç içe olduğu bir gerçeklik olmadı. Günlük hayatin
doğallığı içinde herkesçe paylaşılan toplumsallık edebiyattaki karşılıklarını
hemen yaratırken, bireysel yetişkinlik ve deneyim gerektiren politik düzeyin
nitelikli edebiyata dönüşmesi kolay olmuyor.
Yazılanlara bakınca, gerek 12 Mart, gerek 12 Eylül, yazarların elbette ilgi
alanında oldu, ama bazen cezaevi, işkence, örgüt gibi sıcak konuların gerçekçi
biçimde anlatılmasında güçlük çekildi, bazen de dönemin ruhunu ve
kimliğini tanımayanların yazdıkları karton kişiler ve gerçeklikten büsbütün
uzak yaşantılarla karşılıklarını bulamamış oldu. Bu arada ister istemez bir
yazarlık okulu gibi değerlendirilen cezaevlerinden çıkan, gerçekçi olmasına
gerçekçi olduklarından kuşku duyulmayacak romanlar da oldu, ama pek çoğunun
yazınsal nitelikleri ikincil, daha çok işlevsel denebilecek biçimler içinde
kaldı.
İşlevsel roman konusu edebiyatta her zaman önemli oldu. Sovyetler Birliği'nde
ve sosyalist ülkelerde sosyalizme bağlılık ideolojisinin edebiyattaki
karşılığını arayan bir dizi işlevsel roman yazıldı ki, bu romanlar öteki
ülkelerde de kendilerini enternasyonal bir ağ içinde gören politik kişiliklerce
elden düşürülmemiş, özellikle 1970'lerden hemen sonra bizde de çokça okunmuştur.
İşlevsel romanlar, aslında popüler edebiyatın politikleştirilmiş biçimi sayılır ve hikâyeleri, mesajları, coşkusal içerikleri
yanında, yazınsal nitelikleri bazen bilinçli olarak
atlanmış, bazen de ister istemez geride kalmıştır.
Adnan Gerger'in Faili Meçhul Öfke romanı, 12 Eylül
döneminde cezaevlerindeki koşulların görece iyileştiği ve içerdekilerin dışarı
çıkmaya başladığı yıllarda yazılmaya başlanan, yakın geçmişe dönük ilginin
çoğalttığı romanların yeni bir örneği. 12 Eylül'ün 12 Mart ile aynı düzeyde
alınamayacağı biliniyor. Sonunda o günden bugüne geçen kırk yıl içinde 12
Mart'ı konu eden kırk roman yazılmadıysa, bunun asıl nedeni yaşananları içeriden tanıyanların yazarlar,
yazacak olanların da yaşayanlar olmamasıdır. Bir de elbette, yakın tarihteki
yerleri derin iz bırakmış olsa da, 12 Mart'ın acımasız gadrine uğrayanlar
yığınsal bir çokluk oluşturmuyordu. Oysa 12 Eylül, Adnan Gerger'in
'Faili Meçhul Öfke' romanı, pek çok benzerini bildiğimiz sorgu,
işkence hikâyelerinden birini anlatırken, yalandan ve içerden bilinmeyen bir
başka dünyanın da içine giriyor nitelik olarak pek çok bakımdan 12 Mart'tan
farklıdır. 12 Eylül'ün karanlık terörüne şu ya da bu biçimde maruz kalanlar
neredeyse bir milyon kişiye ulaştığı için, yazılanlar da kendiliğinden çoğaldı.
Öte yandan, aradan geçen otuz yıl sonra bile 12 Eylül'ü yaşayan herkesin
unutulmaz bir hikâyesi oluşu, yazılacakların ne denli çok olabileceğini
gösteriyor.
YAKINDAN BİLİNMEYEN BİR DÜNYANIN GERÇEKLERİ
Adnan
Gerger'in Faili Meçhul Öfke romanı, pek çok benzerini
bildiğimiz sorgu, işkence hikâyelerinden birini anlatırken, yakından ve içerden
bilinmeyen bir başka dünyanın da içine giriyor. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde
Terörle Mücadele Ekipleri'nin önde gelen sorumlularından, polis memuru
Yadigârın 12 Eylül'ün oldukça sıcak günlerindeki hikâyesi ve onun çevresinde
Emniyet örgütünde yaşanan iç çatışmalar, grupların birbirlerinin arkasından çevirdikleri dolaplar, doğrusu az yazılmış bir
dünyayı önümüze getiriyor. Polis örgütünün başından geçenler, bu arada polisiye
kurgunun da olanaklarından yararlanarak, kendini merakla okutuyor.
İşini yalnızca polis olmanın gerekleri içinde yapmaya çalışan;
çevresindekilerden ve amirlerinden farklı davranan, dolayısıyla temiz kalınması
zor bir kurum içinde her türlü hesaptan uzak, çıkar odaklarına bulaşmadan
çalışan, sorguda işkenceye karşı çıkan; bu arada çevresindeki güçlü odaklara
karşı kendisini korumaya çalışan Yadigâr, bunların ötesinde bir kimliği ya da
ahlakı temsil etmez, ama bütün yaptıklarıyla polis örgütünün açık ve örtük
çalışma biçimini yansıtır ki, bu özelliğiyle, gerçekliği sağlam, inandırıcı,
yaşayan bir roman kahramanıdır.
Yadigâr'm romandaki hikâyesi bir sona ulaşmaz; terörle mücadele ekiplerinin
başındaki bir polisin yaşadıkları neler olabilirse, romanda anlatılanlar
aynılarını yineleyerek sürecek gibidir. Bunu bir eksiklik olarak belirtmiyorum,
ama bu arada Yadigâr romanın başında neyse, sonunda da odur.
Bunu Yadigâr'ın kişiliğindeki tutarlılık biçiminde de
okuyabilirsiniz, kahramanın roman içinde yaşaması gereken değişimin eksik
kaldığı biçiminde de.
Bu arada gazeteci Leyla ile sevgilisi, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde uzun süre
yaşadığı işkencenin sonunda ölen Mazlum arasındaki aşk, romanın bir başka
hikâyesini kurguluyor. Aynı dünya görüşüne sahip iki genç insan arasındaki
ilişki, Leyla'nın, Mazlum'un o sırada işkence altinda olduğunu bilmemesi
yüzünden, bir kavuşamama hikâyesi biçiminde yaşanıyor. Ölümüne yol açacak
işkence altinda ağzından tek söz alınamayan Mazlum, dönemin onurlu yüzünü
temsil etmesi için yazılmış, ama Adnan Gerger'in onu yüceltmeden anlatması
romanın olumlu yanlarından. Mazlum'un iç konuşmaları ile Mazlum ve Leyla'nın
birbirlerine yazdıkları mektuplardaki söylev dilininse, romanı zayıflatan bölümler olduğu
belirtilebilir.
Bu arada Ankara Emniyet Müdürü Emin Koyuncu, vekili Mustafa Keskin, işkenceci
polis memuru Bekir, Mazlum'un da içinde bulunduğu örgüte sızdırılmış Emniyet
Amiri -takma adıyla- Bilge ÇelikkolFaili MeçhulÖfke'nin, üstünde
durulabilecek öteki kişilikleri.
Romanın kişileri sıralanmaya başlayınca, hikâyenin ekseninde polis örgütünün
bulunduğu hemen anlaşılıyor. Adnan Gerger, pek çoklarımız için karanlıkta duran
bu dünyayı belli ki hem yalandan gözlemiş, hem de titiz bir ön çalışma yapmış.
Çünkü hem 12 Eylül döneminin fenomenlerinden olan polis örgütünün çalışma ve
uygulama biçimini, hem işkenceli sorgulan,
hem de içerde hiçbir zaman bitmeyecek çekişme ve çatışmaları gerçekçi ve
inandırıcı biçimde anlatıyor.
Belli konular çevresinde yazılan romanların
ve öykülerin birbirini yineleyen hikâyeler çevresinde oluştuğundan sık sık söz
ediyoruz, Faili Meçhul Öfke'de anlatılanlar bunun için de
ilgi çekici. Demek 12 Eylül, edebiyatımızın özellikle hikâye anlatmaya yatkın
yazarlarının ellerinin altında epeyce zengin bir malzeme olarak, işlenmeye
hazır duruyor. Bundan sonra yazılacakların çoğunluğu da pek çok okurun aradığı,
işlevsel romanlar olacaktır elbette, ama bu arada en uçtaki örneğini Hüseyin
Kıran'ın Resulromanında gördüğümüz, metaforik, yazınsal nitelikleri
yüksek romanlar yazılacağı da kuşkusuzdur.
BİR ADI CEHENNEM ve
FİRAR ÖYKÜLERİ…
SİBEL ORAL
Şu anda üzerinde
çalıştığım daha doğrusu bitirdiğim iki kitap var. Biri roman, diğeri öykü...
Romanımın Adı, Bir Adı Cehennem… Uzun yıllardan bu yana
üzerinde çalıştığım ama son iki senedir nakış gibi işlediğim bir roman bu.
Demini de aldı, yayına hazır.
Bir Adı Cehennem, benim için çok önemli bir roman. Çok önemliydi
çünkü ilk romanım Faili Meçhul Öfke’yle
Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almam bana çok büyük bir sorumluluk yükledi. Hem profesyonel
bir yaşam biçimi olarak benimsediğim edebiyata bakışım hem de o kazandığım
müthiş disiplini yitirmemem gerekiyordu. Her şeyden önce kendimi aşmalıydım ve
çok titiz çalışmalıydım. Bunun için kılı kırk yardım. Aslında bu romanım çoktan
bitmişti. Son iki yılda iki kere yeniden yazıldı, desem yalan olmaz. Bu
romanımın da otuz yıllık. Geçmişte uzun yıllar boyu yazdığım üç romanım vardı.
Biri Faili Meçhul Öfke’ydi. Şimdi de bu. Diğeri de bekliyor. Bu romanım
yayınlandıktan sonra hemen üçüncüsünü elime alacağım. Onu da yeniden yoğurmam herhalde
en az iki-üç yıl sürer.
Bir Adı Cehennem de
Faili Meçhul Öfke de olduğu gibi yakın tarihe izdüşüren geçmişte unutulan,
unutturulmak istenen olayları ve acılarını önünüze getirecek. Bu romanı
okuyanlar o dönemlerin, belki de hiçbir zaman bulunamayacak karanlık yüzleriyle
de hesaplaşacak. Romanımın dilinin özgün olmasına son derece dikkat ederken
kurgumun da unutulmaz olsun istedim. Şimdi gündeme geldi ama ben ta o yıllardan
bu yana üzerinde çalıştığım bir konuydu bu. Özce; Dersim katliamında yitik bir
kız çocuğunun acıklı öyküsünün Türkiye’nin en karanlık dönemi olan ve faili
meçhul cinayetlerin işlendiği 1993 yılına kadar uzanan bir zaman dilimini ele
aldım. Bir yanda Dersim'de yaşananlarla yüreği hâlâ kanayanlarla diğer yanda
esrarengiz suikastların; bir yanda büyük bir aşkı, diğer yanda bitip tükenmeyen
bir vahşetin yani bu ülkeyi yazmaya çalıştım.
Firar Öyküleri’yse 1990 yılında yazdığım ve hâlâ merak edilen bir öykü kitabımdı. Bu
kitapta cezaevlerinden kaçış öykülerini anlattım. Güncelleştirdim ve Şubat
Ayı’nda Dipnot Yayınlarından çıkması planlanıyor. Bu kitabım yayınevince
redaksiyondan geçti. Baskı aşamasına geldi. Bu kitapta da firarları, o dönemde
yaşanan karanlık oyunları kara mizahi bir dille ama gerçek öyküleri
anlatıyorum.
“Yazarken ben değilim…”
Yazarken gazeteciliğimin verdiği
birikimden besleniyorum. Ana kaynağım o. O kadar çok şeye tanık oluyorum ki.
Belki de bir başka yazar arkadaşın romanında esinlediği haberleri ben yazmış
olabilirim. Düşünün… Beni de öykü, roman yazmaya iten neden de bu. Bir haberde
yeterince o insanların öyküsünü anlatmıyorsunuz. O insanın öyküsünü anlatırken
bu ülkede neler yaşandığını, yaşanmış olduğunu da merak ediyorsunuz ve bu
tanıklıktan başka yazarlık dürtüsüyle başlıyorsunuz araştırmaya, okumaya. Bu
nedenle yazmayı çok seviyorum. Yazarken çok şey öğreniyorum. Yeni bilgilerle
donanırken diğer yandan da yazma disiplinlerini kavrıyorum. Bu çok güzel bir
şey… Yazarken kendimi kaybettiğim anlar çok oluyor, vaktimin nasıl geçtiğini
anlayamıyorum. Abarttığım sanılır ama değil. Çalışma odamın pencerelerinden
günün ilk ışıklarını gördüğüm ve şaşırdığım çok oldu. Yazdığım şey neyse ben de
onun bir parçası olurum. Kızarım, isyan ederim, ağlarım, gülerim, sevişirim.
Yazdığım şeyi birebir yaşarım. Bir nevi şizofrenik haldir bu. Elimde değildir,
ama bu halimdir… Kendimi kaybederim. Yazmam sanki yaşarım. Çoğu kez okurlarım
bana, yaşamış gibi yazdığımı söylerler ki serencamım budur, vesselam. O
yazdığım şeyi sonra normal bir zamanda okuduğumda ben de hayret ederim, bunu
ben mi yazdım diye… Bir başka yanım da vardır ki, o da hep eleştirilir. Yazmayı
kafaya koyduğumda asosyal kişiliğe bürünürüm, elimde olmadan. Genelde gece
yarısı yazarım ama üç-dört saat öncesinde adaptasyon süreci yaşarım. Arkadaş
ilişkilerimi askıya alırım, bir yere gitmem, kimseyle telefonla konuşmam. Odam
da kitaplarla oyalanırım, bilgisayarımı açar, kapatırım ama belli bir süre
sonra durmadan yazmaya başlarım. Bu yazma halim günlerce, aylarca devam
edebiliyor. Tamamen kendimi kilitlerim. Bazen bu durumum kitabım yayınlanana
kadar sürer. Son söylemek istediğim şu: Yazmak bir serüven değildir, asla. Yazmak
bir disiplin ve bir emek işidir, edebiyatsa bir insanın ömrünü aşkla yazıya adamasıdır.
Bunu kendimden bilirim.
ADNAN GERGER:
“KİTAPLARIM 50-60 YIL SONRA ANLAŞILACAK”
1.
Adnan
Gerger kimdir? Önce gazeteci midir, yoksa yazar mı?
1. Adnan Gerger, hayatı sorgulayan ve
hayata soru soran birisidir, her şeyden önce… Çevresinde olup bitenleri
duyarlılıkla takip eden, neyin gerçek, neyin yalan, neyin kurgu olduğunu
anlamaya çalışan bir insan. O bilir ki, sorgulamak tanıklıktan daha zordur. Olup
bitenleri gözlemlerken soru sormalarının kilit noktası gazeteciliktir. Ama ne
zaman sıra yaşananların bu tanıklığı kalıcı bir noktaya taşımak istese
yazarlığına sığınır. Gazetecilik, yazarlığı için beslendiği kaynaktır.
2. Gazetecilik mesleğinde “Yılın
gazetecisi” ödülünün, Faili Meçhul Öfke adlı romanınızla Yunus Nadi ödülünün,
Irak’taki O Gece adlı öykünüzle Aykırı Edebiyat Dergisi Yılın Öyküsü ödülünün
sahibi oldunuz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yaptığınız her işte başarılı
olmak, nasıl bir sorumluluk duygusu yüklüyor? Başarısız olmaktan korktuğunuz
oluyor mu?
2. Kesinlikle çok korkuyorum. Bu korku,
başarısız olmaktan öte; hafızası balık hafızası olan bir toplumda, birçoğunun
günün egemen ve iktidar gücüne boyun eğerek günü kurtarma politikalarına göre
düşünsel anlamda yapıtlarını üretmesinin ve bu kişilerin pohpohlanması,
kitlelere empoze ettirilmesi karşısında “ne yapmalı?”nın kaygısı, endişesidir.
Ne yapmalı da bu kısır döngünün dışına çıkarak yalın, doğru ve gerçekleri
anlatmanın sıkıntısıdır. Ki bu tavır, ister gazetecilikte olsun ister
edebiyatta olsun tek başına kalmayı göze almayı ve dışlanmayı getirse de, hatta
birçok bedel ödettirse de sonuna kadar başarmanın korkusudur. Bu korkuyu
yaşadığım müddetçe başarının gelmesi açıkça beni daha da yüreklendiriyor ve
sorumluluğumu arttırıyor. Zor ama inandığım bir tercih olması beni kamçılıyor.
Biliyorum, bu korku beni diğer insanların harcadığı emekten daha çok emek
harcamama ve alın teri dökmeme neden oluyor. Ki bu korku, bir insan ne yaparsa
yapsın, tırnaklarıyla tutunmaya çalışıyorsa her zaman yaşayacağı bir korkudur.
3.
Edebiyat
alanında verilen bu ödüllere bakış açınız nedir?
3. Bu sorunuz, bir dosya konusudur ve
her zaman tartışılır. Ben sayısız ödüller aldığım için demiyorum ama ödüllere
karşı değilim. Karşı değilim de ama hangi ödüllere ve nasıl ödüllere? Hayatım
boyunca gazetecilik meslek kurumların dışında hiçbir ödül kazanmadım, daha
doğrusu verilen ödülleri tümden reddettim, kabul etmedim. Biraz daha açmak
gerekirse; Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği vs… Bu kurumların
verdiği, jürileri uzman, deneyimli gazetecilerin olduğu kurumlardan gazetecilik
ödüllerini aldım. Reddettiğim ödüller ise bilmem ne kurumu, işte Kanarya
Sevenler Derneği gibi gazetecilikle hiç ilgisi olmayan salt popüler ve medyatik
kişilere ödül vererek kendilerine de pay çıkartan kurumların – ki buna devlet
kurumları dâhildir – dağıttığı ödüllerdir.
Hatta gazetecilikle ilgisi ya da kurumların isimleri gazetecilikle ilgisi olan
ama gerçekte bir çıkar ya da rant uğruna bir araya gelmiş kurum ve kuruluşların
hiçbir ödülü almadım. Daha önce bana, “Size ödül vereceğiz” dediklerinde böyle
bir şeyi alamayacağım söyledim. Edebiyat alanında dağıtılan ödüllere gelince…
Aynı şey orada da geçerli. Edebiyatta bu ödül verme işi, gazetecilik alanında
dağıtılan ödüllerden bir adım daha ileri. Ne yazık ki, edebiyatta belli bir
topluluğun içinde değilseniz ağzınızla kuş tutsanız ödül alamıyorsunuz. Günün
gidişatına uygun davranmıyorsanız da ödül almanız, çok zor. Yapıtlar, el ense
tokat ilişkileriyle ödüllere layık görülüyor. Bir şey daha var, bir tehlike…
Son yıllarda insanlar artık parasını bastırıyor, kitabını bastırıyor. Adı
duyulmuş birçok yayınevi var. Şimdi bu yayınevleri, ödüller de dağıtmaya
başladı. Yani bir anlamda parasıyla kitap bastırdığınız yetmiyormuş gibi ayrıca
bir de parasıyla ödül alıyorsunuz. Dedim ya, bu ödül meselesi uzun bir hikâye…
Bir de tekel oluşturmuş büyük yayınevlerinin durumu var. Düşünsenize, bir
kitabı bir baskıda yüz binlerce basan büyük yayınevleri var. Şimdi bu
yayınevlerinin piyasaya verdiği, hatta kimilerinin süpermarketlerde bile
deterjan, çikolata vs gibi indirimli tüketim maddelerinin dizildiği raflarda
satıldığı bir kitabın ödül alması ne kadar önemlidir, değil mi? Ödül, daha önce
reklamı yapılmış bir kitabın ikinci reklamı gibi oluyor. İnsanlara empoze
ettiriliyor, beyinleri yıkanıyor. Çok okunması sağlanıyor, – kitabı almayan
okurlar kendini eksik hissediyor, bir moda akımı gibi düşünün bunu – daha doğrusu çok satılması sağlanıyor. Ben
o kadar insan tanıdım ki, gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda boy boy
reklamı yapılmış, ödül almış kitabı koşarak gidip aldığını, ancak aradan yıllar
geçmesine karşın okumadığını.
4.
“Bir
Adı Cehennem” adlı romanınız okuyucuyu 1930’lu yıllara sürükleyerek o dönemi
anlatıyor. Bu anlamda romanın hem roman hem de bilgi veren bir yanı var
diyebiliriz. Bunda gazeteci kimliğinizin rolü olsa gerek. Yazarken
gazeteciliğinizin başka ne gibi etkilerini görüyorsunuz?
4. Gazetecilikte salt olayı
anlatırsınız. Haberi verirsiniz. Haberde ayrıntılara gerek yoktur. Durmadan
tüketilen bir nesnedir. Bu tüketme çift taraflıdır. Haberi takip eden yani halk
bir haberi fazla yaşatmaz günlük hayatında. Haber kelebek ömürlüdür, günlüktür.
Gazeteciler, aynı haberi günlerce işleyemez. Olay yaratan, gündem oluşturan
haberlerin bile ömrü bir-iki aydır, bilemediniz üç ay. Sonra unutulur gider.
Her gün o haberi yazmanıza olanak yoktur. Oysa roman ve öykü yazmak öyle midir?
Hayır. Yarına kalan bir yapıt üretmektir.
Durum böyle olunca, ister istemez gazeteciliğinizin size kazandığı
deneyim, akıl yürütmelerini, beyin fırtınalarını, kuşkuculuğu devreye
sokuyorsunuz ve tabii ki ayrıntıları da… Bir haberde yazılmayan ayrıntılar,
yazarken en çok kullandığım ve faydasını gördüğüm kaynaktır. İnsanlar, bir
olayı izlerken olgudan daha çok algılamasından etkilenir. İçindeki ayrıntılara
bakmaz. İşte bu noktada, o yaşanmışlığın ayrıntılarını koklayıp da işlemek,
yapıtlarımda gazeteciliğimin en büyük etkisidir.
5.
“Bir
Adı Cehennem” adlı romanınızı 3 kez yazmışsınız. Yazdığınız bir kitabın tamamen
bittiğine nasıl karar veriyorsunuz?
5. Yapıtlar, diğer yazarlar tarafından
da aslında defalarca yazılır, okunur, yazılır. Ben o anlamda söylemedim. Bir
Adı Cehennem adlı romanımı üç kez baştan yazdım. Kurguyu değiştirdim. Çok titiz
bir çalışma yaptım. Belgeselliğe dayalı bir kitap olduğu için böyle davranmam
gerekiyordu. Her bir cümle üzerinde tartışma yaşandı. Bazen bir cümle ya da bir
sayfa üzerinde günlerce kafa yordum, dokümanları taradım. Romanlar yazılmadan
kafada kurgulanır, zaten. Daha yazmadan başlangıcını, gelişimini ve bitişini
önceden hazırlarsınız. Ben kitabı burada bitireceğim, diye önceden
tasarlarsınız. Bazen romanı yazarken sizin iradeniz dışında yeni karakterler
girer, hatta konular farkında olmadan ve daha önce düşünmeden dallanır,
budakların ama sonunda yine istediğiniz gibi bitirirsiniz.
6.
Bir
Adı Cehennem, diyorsunuz. Peki ya diğer adı?
6. Bir Adı Cehennem, demeden önce ben
Faili Meçhul Öfke, demiştim, zaten. Diğer yanı acı yani bir adı da Küf’tür.
Sırası gelmişken söyleyeyim. Bu romanlarım bir üçleme. Bu ülkenin son otuz
yılını anlatıyorum. Bunu anlatırken Cumhuriyet’in başlangıcından bu yana da bu
ülkede neler olup bittiğine göndermeler yapıyorum. Çünkü bugün yaşadığımız tüm
sorunlar ya da her ne varsa geçmişten bir iz düşüm. Ben buna inanıyorum.
7.
Kitaplarınızın
hazırlık sürecinde neler yapıyorsunuz?
7. Çok zorlanıyorum ve çok çalışıyorum.
Romanlarım da olsun diğer kitaplarım da olsun, müthiş bir emek harcıyorum.
Gerçekten özveriyle çalışıyorum. Her şeyden önce dost arkadaş ilişkilerim
sıfıra iniyor, uykusuz kalıyorum. Bol bol doküman topluyorum. Gün ışığına
çıkmamış belgelere ulaşmaya çalışıyorum. Sonra neyi yazacaksam o konunun
uzmanları arkadaşlarıyla görüşmeye, konuşmaya çalışıyorum. En son, kitabımı
mutlaka bilirkişi sayılacak kişilere okutuyorum. Olmamış diyorsa, baştan
yazıyorum. Gocunmadan, böbürlenmeden bir öğrenci gibi baştan çalışıyorum.
8.
Her
kitabınızda gazeteci kimliğinizle ayrı bir hikâye anlatıyorsunuz. Kitaplarınıza
gelen tepkiler ne yönde?
8. Okurlardan gelen tepkiler çok olumlu.
Eleştiriler alıyorum. Zaten beni yazmaya bu kadar çok iten neden de bu.
Okurların bilinçli tavırları iştahımı kabartıyor. Kim demiş, Türkiye’de okur
sayısı az ya da okur okur değil… Hadi hadi… Bunları söyleyenler okurları
eleştirenler, popülist ve medyatik yazarlardan başkaları değil. Diğer bir
ifadeyle bazı kesimler tarafından şımartılmış yazarlar, hep okurları
eleştiriyor. Çok gördüm, panellerde, seminerlerde okurları azarlıyorlar, bile.
Böyle bir şey olabilir mi? Okur istediği gibi eleştirir. Bu onun en doğal
hakkı. Sonra yazara böyle davranmaya kim yetki veriyor ki?
9.
Her
bir kitabınız, Türkiye’nin bir yarasını anlatıyor. Düşüncenin suç olabildiği,
basın özgürlüğünün tartışıldığı bir ülkede bu konuları yazmaktan korkmuyor
musunuz?
9. Az önceki sorunuza yanıt verirken yazacaktım
ama uzun olmasın dedim. Kitaplarımı okuyan birçok okur aynı tespitte bulunmuş.
Bu tespiti; geçen yıl, İstanbul’da Kitap Fuarı’nda katıldığım panelde
okuyucular yanıma gelerek, bana mail atarak söyleyen de oldu. Siz 50-60 yıl
sonra okunacak ve bu kitaplar o zaman gerçek değerini bulacak. İnanır mısınız,
yazarken bu düşünce hep aklımdaydı. Benim kitaplarım, 50-60 yıl sonra okunacak
ve içeriğinin önemi anlaşılacak. Çünkü bizden önceki dönemlerde de böyle oldu.
Örnek vermek gerekirse, aklıma hemen Nazım Hikmet geliyor… Bir Orhan Kemal, bir
Sebahattin Ali, bir Ahmet Arif… Daha nice ünlü yazarlarımız, şairlerimiz, ses
sanatçılarımız yıllar sonra yapıtlarının ne kadar önemli olduğu anlaşılmıyor
mu? Ne yapalım, bu ülkemizin geleneksel bir tavır. Galiba, biraz ölü seviciyiz
de , belki de ondan… İlle öleceksin. İşte bu yüzden çok korkuyorum. Dediğiniz
gibi düşünce ve ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün bu boyutta olduğu ve
tartışıldığı bir ülkede yazmaktan hep korktum. Vasiyetim gibi olacak ama
biliyorum ki, başıma bir şey gelirse kitaplarım okunsun. Mutlaka orada bir
ipucu bulacaklardır.
10. Bundan sonrası için projeleriniz
nelerdir?
10. Yukarıda da demiştim. Faili Meçhul
Öfke, Bir Adı Cehennem ve Küf… Hepsi birbirinden bağımsız gibi görünse de
aslında bir üçleme… İşte üçüncü kitabı Küf’ü de bir an önce bitirmeye
çalışıyorum. 2014 ya da 2015 yılında yayınlamaya çalışacağım. Ama arkasından
kafamda bir öykü ve bir roman daha var…. Bir an önce ben Küf’ü bitirmeliyim,
bir an önce… Çünkü yazacak o kadar çok şey var ki…