Şair ve yazar. 19 Şubat 1961’de Ortaköy-Güneysu-Rize’de doğdu. Ortaköy İlkokulundan (1973), Güneysu Ortaokulundan (1976) ve Rize İmam-Hatip Lisesinden (1980) mezun oldu. Bir süre Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde okudu (1982-1984). Yüksek tahsilini Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde tamamladı (1984-1992).
Meslek
hayatına Rize Müftülüğünde imam-hatip olarak başladı (1982-1983). Yüksek
tahsili sırasında Dergâh Yayınlarının Ankara bürosunda çalıştı (1990-1992).
Ardından “musahhih” olarak Türkiye Diyanet Vakfına girdi (1993). Türkiye
Diyanet Vakfında Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü (2012) ve müşavirlik
(2015) görevlerine getirildi. Bir taraftan da Diyanet İşleri Başkanlığında
Başkan Danışmanı olarak özel kalem hizmetlerinde görevlendirildi (2003-2017).
2018 yılında ise emekliye ayrıldı.
İlk
yazısı “Güncem”, 18 Temmuz 1981 tarihli Yeni
Devir gazetesinin sanat-edebiyat sayfasında ve ilk şiiri “Serüven”, Ayane dergisinde (S. 1, Ocak 1988)
çıktı. Sonraki ürünleri başta Ayane,
Dergâh, Atlılar, Kökler ve Fayrap
olmak üzere Mavera, Aylık Dergi,
Yönelişler, Yedi İklim, Kayıtlar, Edebiyat Ortamı, Hece, Türk Edebiyatı,
İkindiyazıları, Kültür Edebiyat, İpek Dili, Kırkikindi, Yalnız Ardıç, Hakses,
Girişim, Kitap Dergisi, Kitle, İktibas, Ülke, Tezkire, Kılavuz, Yörünge, TDV
Haber Bülteni ve Diyanet
dergileri ile Yeni Devir, Millî Gazete
ve Yeni Şafak’ın yanı sıra Yeni Doğu, Gündüz ve Sağduyu gazetelerinde yayımlandı. Daha
sonra www.yorungedergi.com’da yazılar yazdı.
Yeni Doğu gazetesinde (Samsun) gençlik-edebiyat sayfası
hazırladı (Ekim 1983-Nisan 1984; 8 sayı). Ayane
dergisini çıkardı ve yayın yönetmenliğini yürüttü (Ocak 1988-Aralık 1990; 36
sayı). Mehmet N. Seymen müstear adıyla İktibas
dergisinin kültür-sanat sayfasını yönetti (Mart 1990-Ocak 1991; 11 sayı). Atlılar dergisinin kurucuları arasında
yer aldı ve yayın danışmanlığını üstlendi (Aralık 1999-Ağustos 2001; 9 sayı). Kökler dergisini yayın hayatına
kazandırdı (Nisan 2003-Haziran 2006; 12 sayı). Televizyon programlarında
danışman oldu (Ariflerin Dilinden, TRT 1, 2 Şubat-7 Eylül 2007; 32 program).
Çalıştığı kurumun yayın kurullarında görev aldı, bazı yayınevleri ile
sosyal/kültürel araştırma projelerinde editörlük ve danışmanlık yaptı.
Mehmet
Erdoğan, şiirlerini Örtüye Bürünen
Sözler, İkindi Vezninde Gelişler ve
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler; edebiyata dair yazdığı deneme-eleştiri
türündeki yazılarını Sübjektif Yazılar,
Şiirin Eşiğinde, Eleştiri Denemeleri, Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar ve Yeni Devir Yazıları / İlk
Yazılar; düşünce yazılarını da Kendine
Yolculuk / Gençlerle Söyleşi adlı kitaplarında topladı. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın eleştirisini incelediği çalışması Bir Eleştirmen Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar adıyla yayımlandı ve
Türkiye Yazarlar Birliği 2009 Yılı Edebî Tenkit Ödülüne lâyık görüldü. Sezai
Karakoç’un düşünce yazıları ve siyasî konuşmalarındaki öngörülerini inceleyip
değerlendirdiği çalışması Sezai
Karakoç’un Düşünce Ufukları adıyla çıktı. Türkiye’nin yakın döneminde
meydana gelen önemli siyasî/tarihî olaylar ve gelişmeler hakkında 1996’da
tutmaya başladığı notların birinci cildi ise Siyasî Hafıza / Eski Türkiye’den Yeni Türkiye’ye (1996-2016) adıyla
kitaplaştırıldı. Bu arada Sabahattin Ali’nin bütün eserlerini (11 kitap, 2019)
ve çevirilerini (1 kitap, 2021) yayına hazırladı.
Yazar,
modern Türk şiirinin birikimlerini değerlendiren eleştiri yazılarıyla
yazarlığını sürdürmektedir. Ayrıca kültür hayatı ve dinî düşünce konularında
makaleler yazmaya ve “siyasî hafıza” notlarını tutmaya devam etmektedir.
ESERLERİ:
Şiir: Örtüye Bürünen Sözler (1993), İkindi Vezninde Gelişler (1999), Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014,
2021).
Deneme-Eleştiri: Sübjektif
Yazılar (1997), Şiirin Eşiğinde
(2004), Eleştiri Denemeleri (2014), Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar (2020), Yeni Devir Yazıları /
İlk Yazılar (2021).
İnceleme: Bir Eleştirmen
Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar (2009), Sezai
Karakoç’un Düşünce Ufukları (2021).
Düşünce: Kendine
Yolculuk / Gençlerle Söyleşi (2003; Kırgızca baskı 2007, Kazakça baskı
2009, Bulgarca baskı 2010, Türkmence baskı 2010).
Tarih: Siyasî Hafıza / Eski Türkiye’den
Yeni Türkiye’ye (1996-2016) (2017).
ALDIĞI ÖDÜLLER:
Türkiye
Yazarlar Birliği 2009 Yılı Edebî Tenkit Ödülü (Bir Eleştirmen Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar)
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of
Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Asım Öz /
Görünenin ötesi (Dünya Bülteni 26 Eylül 2012), Mehmet Aycı / Konuşması,
Bir Ortamda Bulunması Takvimli (dunyabizim.com, 16 Şubat 2013), Ali K. Metin /
Mehmet Erdoğan’ın Şiiri (Mehmet Erdoğan / Aşk Diye Diye - Toplu Şiirler, 2014,
Ekler Bölümü), Yusuf Turan Günaydın / Mütevazı Ayane Mektebi (Mehmet Erdoğan /
Aşk Diye Diye - Toplu Şiirler, 2014, Ekler Bölümü), Turan Karataş / Eleştiriyi
Denemek (Star Kitap, 15.01.2015), Ömer Yalçınova / Mehmet Erdoğan Şiirine Dair
Birkaç Not (İtibar, S. 52, Ocak 2016), Edebiyat ve Eleştiri Yazıları’nın
Serüveni - Yörünge Haber (yorunge.com,
20 Mart 2020), Bilgi Teyidi (20 Mart 2020).
Bakışların
karşısında mendilini çıkarmış
terini
siler güneş. Bir adam çıkagelir
avucunda
kuyruğu bağlanmış bir at
şaha
kalkıyor. Melon şapkası altında şah
sarıya
yaslanmış kırmızı kırmızı düşünür
Kara
cuma kara tarihin çeşmelerini açmış
kenti
sele vermek ister. Bir baba
ödünç
aldığı öğütler paketleyip sunar oğluna
Güneş
bakışların karşısında feleğini şaşırır
Neden
hep aynı yalan tekrarlanır durur
Bir
zorunluluk mu tarihsel olması
Ey
ofset baskılı aldanışlar kulesi
ve
ey eylül yaklaşınca küllenen güncel
sayfalarda
ayakları kokan putlar
Bir
elma atın bu kente görün oyununuzu
Ne
yusuf oturmuş savunmasını yazar
ne
newton uykusundan uyanır
Sütten
yeni kesilmiş bir çocuk deniz
dolu
bir bakraç sarkıtır aldanışlar kulesinden
Bilir
saçlarını taraması gerekmez
kız
kulesi karşısında. Akdeniz ezgileriyle
donatılmış
kıblesiz dünyası
Son
kuşatma falan yok. Nasılsa hafta sonu
mesaiye
de kalmayacak
Ve
hiçbir yalan yeni değildir
ambalaj
değiştirmekle bakışların karşısında
Bir
çocuk elinde bakraç
sarkıtır
durur kuyuya
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014)
Güneşe
serilen pembenin notaları dile gelir
yalvaç
çoban eldivenli girer çocuğun uykusuna
kitap
açar yontulmuş kalem
yaşanmış
yapraklara dalıp çıkar sonra
kuş
tüyünden yastıkların iğneli fıçı çizmeleri
mumyalanmış
sözcüklerin cesaretiyle oyalanmaz
işaret
parmağı yerinden fırlayan bir adamın
selâm
durur on ikiyi gösteren bakışları
çark
eder viyana’dan virane ülkesine
Artık
mavi bile kurtaramaz bu takımı
millî
forması hangi barajın taşkınlığını önleyebilir
köylüler
kazmanın ağzına ayak bastırılan köylüler
öfkenin
nasırlı elleri pazartesi
gider
sendikadan kaydını sildirir çarıklarını giyer
efendi
olmaya hazırlanır bir ıslık sesiyle
çınarların
ruhu hesap sorar parklardan
yeni
bir sayfa açar göklere çekilen tanrılar
biraz
su vermek yeter tel örgülü şarkılara
beklenen
gelişi buydu tuzlanıp gömülen sonbaharın
işte
bütün mesele inanılmaz düş görmek
hiçbir
boğa çiçek aşısıyla dört mevsim yaşayamaz
başlasın
oyun başlasın nasılsa
bir
oyun yeri değil mi bizim için dünya
anne
doğurun ey anneler çorak ülkenin anneleri
O
zaman mızıkamı alıp çıkacağım ortaya
göreceksiniz
hangi telden çalıp oynayacağım
bir
mektup yazacağım sahici bir mektup
kendim
götürüp mezar taşıma asacağım
yıllardır
içime çektiğim ey koca deniz
gömüleceğim
sana al yut beni vur karşı kıyılarına
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014)
Biz ürkek bir aşkın üvey çocuklarıyız
Yalnızlığımız çınar olur kendi gövdemizde
Hasret ne yana dönsek damlar gözlerimizden
Yabanıl gülüşler umut verir bize
Vitrinlere bakar saçlarımızı düzeltir
El pençe divan dururuz anıların önünde
Şarkılar anlatamaz meramımızı artık
Gece bir kasvettir çöker ruhumuza
Biz sorulara terk edilmiş bedbin çocuklarız
Kara kara düşünür korkular arşınlarız
Yenik düşer gövdemiz sıradan aşklara
Bulanık suda balık avlarız
Sabır nedir bilmeyiz köprülerden geçeriz
Yalnızlığımız çınar olur kendi gövdemizde
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014)
Rindane
bir bakışla kendini bulur sükût
Meczubiyet
içre dizilir tespihe
Yanıp
sönen elvan-ı cazibe
Yelken
açar vuslaî aşka doğru
Karanlık
ve baş döndürücü cevval kelimeler
Bir
han duvarına yaslanır dervişane
Duruşu
bin yıllık çınar
Gölgesi
arz-ı mevut
Çorak
toprağı yalayan dişi rüya
Damağında
mecazî tadı büyük günahın
Meçhul
bir mezarın başında korkuyla titrer
Heyhat
nasıl da diz çökmekteyiz önünde
Kuşatmaları
yararak kuşatıldığımız dünyanın
Mahrumiyet
içinde verdiğimiz kavgalar
Göğsümüze
saplanan bir hançer şimdi
Yenile
yenile yazdığımız tarihin hükmü
Böler
bir ömrü en bölünmez yerinden
Hiçbir
hayat uğrunda ölmeye değmez
Yaşamaya
değer belki aşkların
Uğrunda
ölmek
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014)
Hiçbir
soruyu derinlemesine yaşamadığım doğrudur
Hiçbir
gülü dalında koklamadığım da
Bakımlı
ellerle boğuşur taze toprak kokulu bedenim
Korkak
ve bencil çizgilerim siyah beyaz bir cesaret
Örtük
aşklar taşra gönülleri ipe serer
Gelip
geçti diyeceğim her şey iz bırakmasa
Hatıra
fotoğrafları eğersiz görüntüler
Çocuğun
civciv öpücüğü asılı kalır duvarda
Bilmem
ki hâlâ saklı mıdır adım iki kez
Yavrusu
ölmüş bir annenin kurumuş dudaklarında
Dövüşsem
çocukluk arkadaşlarımla korur mu beni
Zamanın
ayak izleri hiç eskimiyor ki kapımdan
Nasıl
girebilirim artık sancaklı esmer kızın rüyasına
Henüz
uykusunda tedbirsiz elleriyle oynuyor gülümseyerek
Dokunsam
belki de kokacak örtecek yüzünü
Nasıl
anlatsam bilmiyorum yürek çekimi boz bulanık
Klâsik
şarkılara dönüyorum elimde tozlu bir kitap
Titriyorum
önünden geçerken göğsü daralmış bir kadının
Ey
örtüye bürünen kalk ve göster kendini korkma
Adının
kaybolduğu dudaklarda nasılsa mahrem tat kalmamış
Günah
çıkarmak boşuna savaş artığı sığınaklarda
Durulacak
ufuk dolu gözlerin yağmur sonrası dünya
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014)
Sezai Karakoç, modern Türk şiir piramidinin
zirvelerinden biri, belki de birincisidir. Sadece şiiriyle değil, fikir adamı
cephesiyle de bu böyledir.
Sezai Karakoç, modern şiirimizde birçok yönüyle bir
ilktir. Şiirinin geleneğe bağlanan damarı, süreklilik ve içerik plânında Yahya
Kemal ve Necip Fazıl’dan daha derindir. Çünkü şiirimizin evrimi, ilk defa
onunla ciddî bir metafizik açılım kazanır ve Şeyh Galip’e bağlanma imkânı
bulur. Böylece modern şiirimiz, bir ölçüde geçmişiyle arasındaki mesafeyi,
fetreti kapamış olur.
Karakoç, şiiri yaşanmış olandan (insanlık tecrübesi)
ve kendi hayatından (şahsî tecrübe) süzer. Popülizme ve ideolojik olana kapalı
durur. Şiirle kavga vermez, ama şiiri kavgasını yüklenir. Sonuçta insanlığın
ortak tecrübesine bağlanabilecek bir şiir ortaya koyar.
Şiirimizin baştan beri temel meselelerinden biri olan
insan meselesi, onun şiirinde yaşayan, tarihi olan, inançlı, ilkeli, idealist,
misyon sahibi vb. nitelikli bir insan şeklinde açılım gösterir. Bu yönüyle
günümüz şiirinin önünde durur. Bununla birlikte sadece kendinden sonrakileri
değil, kendinden önceki ve kendi kulvarının dışındaki şairleri de etkileyebilen
nadir sanatçılarımızdan biridir. Modern edebiyatımızda Karakoç boyutunda başka
bir şair hemen hemen yok gibidir.
Modern şiirimizin en büyük atılımı kabul edilen İkinci
Yeninin belirleyici ve öncü şairlerinden biri Karakoç’tur. Ece Ayhan’a göre
Turgut Uyar’la Edip Cansever ara kuşaktandır ve her ikisinin de bir yarıları
bir bakıma hep Garipte kalmıştır. Sezai Karakoç’la Cemal Süreya ise İkinci
Yeninin merkezindedir. (1) Aslında İkinci Yeni için bir merkez aranacaksa bu
tek başına Karakoç olmalıdır. Çünkü Cemal Süreya’nın da ilk çıkışında,
özellikle ironik söylem ve dili kullanma yönünden Gariple gizli bir akrabalığı
vardır.
Bütün bunlar Sezai Karakoç’un şiirini okuma
denemelerinde önümüze çıkacak ana duraklardan birkaçıdır. Şimdi ilk şiirlerine,
Monna Rosa’ya dönebiliriz.
Monna Rosa,
Diriliş Yayınlarının 52. kitabı olarak Ağustos 1998’de yayımlandı. 9 şiirden
oluşan bir ilk şiirler toplamı ve Karakoç’un kitap olarak yayımlanan 9. şiir
kitabı. Şiirlerden 7’si Hisar ve Mülkiye dergilerinde yayımlanmış
(1951-1954). 2’si yazıldıkları tarihte yarım kalmış ve tamamlanarak ilk defa bu
kitapta gün ışığına çıkıyor. Böylece Monna Rosa, bir efsane şiir olarak
yaklaşık yarım asırdır koruduğu gizlilik sırrını bozuyor ve okuyucuyla
buluşuyor.
Yıllar önceydi; Monna Rosa’nın elden ele
dolaşan bir nüshasıyla karşılaşmıştım. Zaman içinde başka nüshalarla da
karşılaştığım oldu, ama hiçbiri diğerini tutmuyordu. Ankara’da fakülteye
başladığım yıllardı. Kütüphanelerden Hisar ve Mülkiye dergilerini
buldum ve kendime ‘sahih’ bir nüsha edindim. Mutluydum ve isteyen arkadaşlarıma
bu nüshanın fotokopisini veriyordum. Şimdi Monna Rosa’yı, hâlâ elimde
mevcut olan bu nüshayla karşılaştırarak yeniden okumaya çalışıyorum.
Cemal Süreya, Edip Cansever’in “Nerde Antigone” adlı
şiirini, ilk yayımlandığından otuz yıl sonra bütün şiirlerine alırken yapmış
olduğu ekleme ve çıkarmaları onaylamayıp, bir şairin kendi şiiri üzerindeki
“tasarruf” hakkının sınırlarına değinir. “Dize atmaya, belki evet; ama çok
yerde ana gövdeye dizeler eklemeye kesinlikle hayır! Hele şiirin üzerinden
yıllar geçmişse, şiir kitaplaşmışsa ve üst üste baskılar yapmışsa... Dahası o
şiir bir kuşağın, bir akımın duyarlığını, belli bir tarih noktasındaki dil,
düşünce, özlem, imge, vb. konumunu gösteriyorsa...” (2) Bu sebeple bir şairin,
yayımlanmış şiirine sonradan yapabileceği herhangi bir değişiklik, belki sırf
şairini ilgilendireceği, kuşağının dil ve şiir özelliklerini yansıtmayacağı
durumlarda mümkün olabilir. Yayımlanan bir şiir, başarısı ve zaaflarıyla ait
olduğu dil ve kültüre mal olmuş demektir. Ancak “çok özel” durumlarda belki
kısmî bir müdahale söz konusu olabilir. Gelgelelim edebiyatımızda bu soruna
takılmayan kaç şairimiz vardır?
Sezai Karakoç, yaklaşık yarım asır sonra ilk
şiirlerini kitaplaştırırken onlar üzerinde bu anlamda ana gövdeyi sarsabilecek
çok büyük değişiklikler yapmaz. Yaptığı sadece bazı dizeleri yeniden düzenlemek
veya bir kelime eklemek ve bir ek çıkarmaktan ibaret bir değişikliktir. Bunun
da şiire yeni bir ses rahatlığı getirdiği söylenebilir. Meselâ “Ürkek ürkek
bakar tavşanlar dağa.” dizesi, “Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.” ve “Kalbimi
bin parçaya böldü bir divane sır,” dizesi ise “Bin parçaya böldü beni bir
divane sır,” şeklinde düzenlenmiş. “Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,”
dizesine “bir” kelimesi eklenmiş; “Rüyasında bir örümcek başlarsa ağlamağa,”
olmuş. “Pişmanlık ve Çileler”de 6 defa geçen “Annesi” kelimesinin eki düşmüş,
“Anne” diye genellenmiş. Yine aynı şiirden “Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.”
dizesiyle başlayan bölümün önünden “Sineklerin kanadını ısıtan” dizesi atılmış.
“Yağmur Duası”ndan da bir dize değişikliğe uğramış; “Bir kadın gömleği
giydirmiş bana.”, bu dize “Afsunlu bir gömlek giydirmiş bana.” olmuş. Bunları,
şiirlerin yayımlanmış ilk biçimlerini doğru varsayarak tespit ediyoruz. Yoksa
bunlar, yayımlanmış bir metnin tashihi olarak da düşünülebilir.
Monna Rosa’da
6 defa geçen “Geyve” yer isminin “Gülce” olarak değiştirilmesi, Monna Rosa’nın
okunuş şekliyle (Mona Roza) yazılışından vazgeçilmesi, ayrıca “Aşk ve
Çileler”deki bölümlerin yerlerinin değiştirilmesi suretiyle akrostişin
bozulması şiirin yapısını etkilemez. Kaldı ki gerçek okuyucu, işin magazin
tarafıyla ilgilenmez ve sanatçının mahremiyet anlayışına saygı duyar.
Karakoç Monna Rosa’da dikkate değer üç
değişiklik yapar. “Aşk ve Çileler” ile “Pişmanlık ve Çileler”deki birer bölümü
yeniden yazar.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığına,
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi...
Bu bölüm yeniden şu şekilde yazılır:
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Yine “Pişmanlık ve Çileler”deki;
Benim de boyum ufak, onun da ufaktı.
Kıvırcık saçlarından öpemediğim için onu,
Onun bu ocakta yanan toprağı
Her gece rüyamda avuçlarımı yaktı;
Benim de boyum ufak, onun da ufaktı.
bölümü, şu şekilde yeniden yazılır:
Gönüller yanarak kavuşacaktı;
Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
Onun bu ocakta yanan toprağı,
Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,
Gönüller yanarak kavuşacaktı,
Bir de “Aşk ve Çileler”deki bir kelime, “deli”
kelimesi önemli bir değişime uğrar: “Anla Monna Rosa, ben öteliyim...”; “ben
bir deliyim” idi. Evet, “deli” ile “öteli” kelimelerinin ses ve şiirdeki
biçimiyle anlam yakınlığı olsa da Cemal Süreya’nın işaret etmiş olduğu “şiirin
belli bir tarih noktasındaki imge konumu”na denk düştüğü söylenemez. Deli ve
meczup kelimelerinin öte olanla, metafizikle elbette bir yakınlığı vardır. Ne
var ki Monna Rosa’nın bütününe hâkim olan beşerî aşk duygusudur. Burada
“öte” imgesi bize “ilâhî” aşkı çağrıştırıyor. “Elma” imgesi için de aynı şey
söylenebilir. Monna Rosa tipi, söylencelerde adı Züleyha ya da Zeliha olarak
geçen Yusuf Peygamber kıssasındaki kadınla zaman zaman benzeşiyor. Tabi böyle
bir çağrışım şiirin atmosferini ilk şeklinden uzaklaştırıyor ve başka
atmosferlere doğru açıyor. Belki bunları gerçek bir “müdahale” sayabiliriz.
Sezai Karakoç şiire nasıl başlamış ve şiirinin
kaynakları nelerdir? Bu soruların cevabı büyük ölçüde Monna Rosa’da
gizlidir.
Karakoç, şiire Garipten, Hisarcılardan, hatta
hececilerden bir iz taşımadan girer. Onun şiire girişi, doğrudan doğruya
herhangi bir etkiye bağlanamaz. Daha ilk şiirlerinde; “Rüzgâr” ve “Yağmur
Duası”nda (1951) yakalamış olduğu duyarlık ve sembolik ifade gücüyle kuşağının
yazdığı şiirin önüne geçer. Belki Türk ve batı şiirinin ustalarını iyice
özümseyerek şiire girmiştir, denilebilir. Bu da onun şiire sağlam bir yerden
başladığını gösterir.
Bu çerçevede Monna Rosa’da Charles Baudelaire
(1821-1867)’in; özellikle “Balkon” şiirinin havası estiği, bu iki şiirin ses ve
yapı yönünden benzerlikler çağrıştırdığı söylenebilir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın
çevirisiyle “Balkon”dan bir bölüm:
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini
Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe
Bulmuştu ayakların ellerimde yerini.
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Bu da Monna Rosa’dan bir bölüm:
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lâmbalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Elbette Karakoç ile Baudelaire arasında önemli bir
izlek farkı vardır. Baudelaire’in şiirindeki melânkoli, bireysel tecrübeden
beslenir ve bireysel kalır. Karakoç ise duygularını belli bir kültür dünyasının
atmosferine bağlı kalarak dile getirir. Anadolu’nun yüzlerce yıllık aşk
geleneğini içselleştirmeye çalışarak yeni imkânlar arar. Yani yerinin ve
duruşunun bilincindedir.
Monna Rosa’da
yoğun bir semboller dünyası vardır. Bunlardan “gemi” sembolü, sanki Yahya
Kemal’le aynı denizlere yelken açar gibidir. Ölüme adım adım yaklaşıldığı bir
bölümde, şairle sevgili arasındaki o trajik diyalog, Yahya Kemal’in “Sessiz
Gemi”deki betimlemelerini yakından dolaşır:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
(Sessiz Gemi)
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları...
İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller.
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
(Ölüm ve Çerçeveler)
Ebubekir Eroğlu, “Duyarlık, Sezai Karakoç şiirinin her
zaman önemli eksenlerinden biri olmuştur.” der ve bunu, onun ilk şiirlerine, Monna
Rosa’ya bağlar. “Monna Rosa ilk
gençlik tutkuları ile örülü bir aşk şiiridir. Ama tek bir olgunun yüceltilmesi
değildir. Duyarlık ve coşku birbirine eklenerek ve düşsel unsurlarla da
beslenerek şiiri oluşturur.” (3)
Sezai Karakoç, Monna Rosa’da rahat bir söyleyiş
ve güçlü bir semboller ağıyla unutulmaz tablolar çizer:
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalıyor kanaryaları,
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.
Bunun yanında;
Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.
dizelerindeki anlam kırılmaları ile
Kediler halıları parçalıyor,
Kırmızı bir ışık düşüyor yere.
(...)
Rüyasında bir örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
(...)
Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
(...)
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
(...)
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
dizelerindeki imgelem, güçlü bir İkinci Yeni şiirinin
habercisidir.
Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.
Hatıralarımı birer birer yakacağım.
Entarimi parça parça edip
Zehirli kirpilere bırakacağım.
Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp
Göğsüme siyah bir gül takacağım.
Batan güne doğru kurşunlar sıkıp
Kendimi boşluğa bırakacağım.
Bu bölümdeki ‘intihar’ izleği finale doğru bir çeşit
aşkın intiharına dönüşür ki, bu da trajik bir sır olarak şiirin bütününe siner.
Aşk+Ölüm=Yaşamak:
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.
Sezai Karakoç’un şiir serüveninin Leylâ ile Mecnun’a
açılımı buradan başlar. Onun şiirlerindeki vect hâli ve metafizik olana
bağlanma bizzat yaşanılarak ulaşılan bir olgudur. O, hayatını şiire koymakla
bize bahşedilen bir hayatın şiirini yazar!
Monna Rosa
çağdaş bir aşk manifestosudur. Sırrını şairinin masalından alan bir efsane
şiir! Ece Ayhan, bir yazısında kendine özgü o “sıkı” üslûbuyla bu sırrı ifşa
eder: “Sezai Karakoç sürmeli gözleriyle bir başına ve yalınayak yürümeyi seçti
kızgın çöllerde, pingponglu bir aşk kırgınlığı onu Mecnun kıldı. (‘Mona Roza’;
bu şiiri hemen hemen bütün Boğaziçi Üniversitesindekiler çok severler.)
Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.” (4)
Evet, Monna Rosa, modern Türk şiirinin en uzun soluklu aşk şiirlerinden
biridir. Bir ilk şiir olarak Sezai Karakoç şiirinin sonuncu kitabı; onunla
başlayıp tekrar ona dönen bir süreç! Uzun bir yarım yüzyıl! Sonuç: “Bitmeyen
bir şarkı”!
1. Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, Yapı Kredi
Yayınları, 1993.
2. Cemal Süreya, “992. Gün”, Gösteri, S. 102,
Mayıs 1989.
3. Ebubekir Eroğlu, Sezai Karakoç’un Şiiri,
Bürde Yayınları, 1981.
4. Ece Ayhan, “Sıkı Şairlerden Turgut Uyar ya da Sivil
Şiir”, Ludingirra, S. 3, Güz 1997. Nitekim “Aşk ve Çileler”deki
akrostişte şifrelenen Muazzez Giray (Akkaya), yıllar sonra ortaya çıkar ve
kendisiyle yapılan bir söyleşide, Sezai Karakoç’un öğrencilik döneminde
kendisine duyduğu ilgiyi hissettirdiğini, ama kendisinin ondan elektrik
alamadığını söyler. “Çok şiirler verdi, ne bileyim yazılar verdi, kitaplar
verdi, ama yakınlık duyamadım.” diyerek şöyle bir açıklama yapar: “Çok fazla
üzerime düştü. Bilmiyorum, biraz tutku hâlini aldı. Onun da bu şeye
saplanmamasını arzu ederdim. Saplantı hâline gelmemesini isterdim. Kendisi bir
hayat kursaydı daha mutlu, huzurlu olurdum.”
Eğer Muazzez Giray gerçeği saptırmıyor ve doğru
söylüyorsa Sezai Karakoç karşılıksız bir sevgi/aşk yaşamış demektir. Söyleşinin
bütününden onun, Sezai Karakoç’tan çok farklı bir dünyanın insanı olduğu;
duygusal ve entelektüel hiçbir yönünün bulunmadığı; para pul, makam mevki
hesabıyla bir evlilik gerçekleştirdiği ve düz/tipik bir devlet memuru olarak
sıradan bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda Sezai Karakoç’un
ilgisinin karşılıksız kalması gayet doğaldır. Artık Sezai Karakoç için olay,
geçmişte kalmış bir parantezden ibarettir. Onun yolu ve dünyası başka ve büyük
bir mecrada seyretmektedir.
Bizim için ise esas olan şiirdir. Bu bağlamda
karşılıksız bir aşkın ürünü olan Monna Rosa,
bir efsane şiir olarak Türk edebiyatındaki seçkin yerini korumaya devam
etmektedir. Esasında Muazzez Giray’ın (Akkaya) 60 yıl sonra kendini ifşa
etmesinin Sezai Karakoç’a, şiire ve aşka saygısızlıktan başka bir anlamı
yoktur. İçerik olarak bu söyleşi, Sezai Karakoç’un büyüklüğünü ve Muazzez
Giray’ın (Akkaya) sıradanlığını gösterir. Yani o, duruşuyla ve ilgisizliğiyle
böyle bir şiirin muhatabı olmayı hak etmemektedir. (“Adına Şiirler Yazılan
Geyveli: Muazzez Akkaya”, söy. Fahri Ersavaş-Şeref Elma, www.geyve.com, 6 Aralık 2011)
Eleştiri
Denemeleri (2014)
Cahit
Zarifoğlu’nun şiire dair düşünceleri derli toplu değildir. Günlükleri, gazete
ve dergi yazıları ile Mavera
dergisinde yayımlanan “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları arasında
dağınık vaziyettedir. Dağınıklık onda hem biçim hem de içerikle ilgilidir. Onun
yazıları ve şiirini bir kalıba sokmak mümkün değildir. Geldiği gibi yazar ve
savruk görünür. İlginçtir, bütün bunlar onun düşünce ve şiirinde müspet bir
durumdur. Ondaki görünür dağınıklık, derindeki değişmez ve sabit temel kaygıya
durup durup kement atmaya benzer. Farklı zamanlarda ve çeşitli açılardan ele
alınan ve anlatılmak istenen konu hep aynıdır: İnsanın derin yalnızlığı!
Cahit
Zarifoğlu’nun günlüklerinden oluşan Yaşamak
adlı kitabı en az şiirleri kadar önemlidir. Bu kitapla sadece günlük türüne
çarpıcı yenilikler getirmekle kalmaz, nesirle şiir arası inşa ettiği kendine
özgü dille yeni bir anlatı türünün temellerini atar. Yaşamak, somutla soyutun, enfüsî ile afakînin birbiriyle kaynaştığı
geleneksel irfan ve hikmet dilinin çağdaş bir versiyonudur. Cahit Zarifoğlu’nun
dili, postmodern akımların denemeye çalıştığı, ancak geleneğe ve hayata uzak
düşen dil gibi değil, tamamen içeriden ve yerlidir. O, dil tutumunda geleneğe
ve hayata karşı ne eklektik ne de yabancıdır. İslâm tasavvufunun özlü ve
hikmetli söyleyişinden beslenerek kendine zengin çağrışımlı bir dil havzası
oluşturmayı başarmıştır. Bu yüzden Yaşamak,
onun şiiri için âdeta bir arka bahçe hükmündedir ve Yaşamak’taki üslûbu ile şiiri arasında çok özel bir yakınlık
vardır.
Cahit
Zarifoğlu müthiş bir gözlemcidir ve gözlemlerini büyük bir ustalıkla aktarır.
Nesneleri, mekânları, olayları, ilişkileri hiçbir incelik ve ayrıntıyı
atlamadan ve yeni anlamlar yükleyerek anlatır. Anlattığı kelebek, bildiğimiz
kelebekten çok başkadır. Bir ardıcı, yöresinin tarihine ve kültürüne tanıklık
eden büyük bir kahraman olarak destanlaştırır. Açlık duygusunu Knut Hamsun
dâhil, ondan daha etkili hiç kimse anlatmamıştır sanırım. (1) Yere düşen bir
çocuğa annesinin müdahalesi, onun anlatımıyla muhayyilemizde ölümsüz bir
tabloya dönüşür. Sonra askerlik anıları, Avrupa seyahatleri, babasından aldığı
mektuplar, teyzesinde gördüğü öte dünya inancı, Fethi Gemuhluoğlu ve Necip
Fazıl’la ilgili hatıralar, İsmet Özel’le ilginç bir şekilde tanışması... Daha
birçok konu Yaşamak’ta ele alınır.
Cahit
Zarifoğlu, Yaşamak’ta yer alan bir
günlüğünde “Varlığımın derinliklerinde taşıdığım ‘olmak’ hevesimi düşünüp
korkuyorum.” der. Bu, yaratılışın sırrını anlamaya çalışmaktır ve şiire buradan
başlar. Şiiri bazen inancının, dünya görüşünün terazisine koyar ve bununla bir
çeşit öz eleştiri havasına girer. Ancak bu konuda düşünceden daha çok duyguyla
hareket eder: “Şeriata uygun sanat ve şeriata uygun eleştiridir asıl olan.
Henüz hiçbir detayı üzerinde bilinçle durmadığım fevkalâde güzel ve güven dolu
bir yargı bu.” O, inanca bir güvenlik alanı olarak bakar ve varlığın anlamını
burada arar. İnanç değerlerine içtenlikle bağlıdır. Yaşantısıyla bu değerler
arasında zaman zaman çelişkiler olmuş olabilir, fakat inancıyla düşüncesi
arasına hiçbir şeyi sokmaz. Düşünce dünyasında kuşağının yaşadığı aşağılık
kompleksine kapılmaz.
“Çoğu
kez şiirin şairden bağımsız olduğunu düşündüm. Bu nedenle olacak şairliğime hiç
sahip çıktığım olmadı. (...) Şiir kendisi var. Bir rastlantıyla değil, tersine
bir özel iradeyle çıkıyor yeryüzüne. (...) Kendi şiirlerimi bir okuyucu gibi
okurum. Özellikle yayımlandıktan sonra. Başka şairlerin getirdikleri şiirleri
okuduğum gibi. Ben de şiirimin bir okuyucusuyum. Tabiî öteki okuyucularla
önemli bir farkım vardır: Onlar okuduklarıyla vehmederler. Şiirden aldıkları,
büyüttükleri kendi içlerindeki bir kabiliyettir. Gördükleri eğitimle ve
meslekleriyle de ilgili olarak çoğalmış veya eksilmiş hatta bitmiş bir
kabiliyet. (...) Bense anahtarı yalnız bende bulunan bir odaya girer gibi
okurum kendi şiirimi. Onun hatıraları bendedir.”
Buradaki
“özel irade” kavramı, Cahit Zarifoğlu’nun şiir görüşünün temelini oluşturur.
Ona göre şiir, ilhamla irade arasında, ilhamdan çok iradeye yakın bir kaynaktan
doğar. Rastlantısal değil, bilinçli bir eylemdir. İlhamı önemser, ama oturup
onu beklemez. Âdeta çağırır onu. Bundan dolayı şiir, bir yönüyle şaire bağlı,
bir yönüyle de ondan bağımsızdır. Yine burada şiir karşısında okurun konumunu
pasif gören bir yaklaşım dikkati çekmektedir. Ancak böyle bir karşılaştırma,
şiir-şair ilişkisinin şiir-okur ilişkisinden daha güçlü olduğunu göstermek için
yapılmıştır. Şairin şiirini kendinden bağımsız görmesi ise şiirin oluşum
sürecinden ziyade zahirî yapısıyla ilgili bir durumdur. Zira sanatçı eserine
karşı ne kadar bağımsız olursa olsun eseri, bir yönüyle içinde devam
etmektedir. Şaire göre bunun adı “var olmak hevesi”dir. “Yazdığım bütün
şiirleri benden çıkmışlar gibi özlüyorum. Onların sahibi olmadığımın bundan
daha inandırıcı delili olabilir mi? Hiç olmazsa yalnız bana ait bir tek şiirim
bulunsaydı. Var olmak hevesim işte böyle başkaldırıyor.” (2)
Şiiri “özel
irade” kavramıyla açıklayan Cahit Zarifoğlu, onu aynı zamanda bir gönül işi
olarak görür: “Sanırım şiirin evi kalptir ve kalple yazılmalıdır. Zekânın
rolünü inkâr ediyor değilim. Bilâkis mutlaka gereğine inanıyorum.” (3) Neticede
onun şiir görüşünün özü şudur: Şiir özel iradeyle, bilinçle ve kalple
yazılmalıdır.
Cahit
Zarifoğlu, şiiri hayatın içinden süzer ve kurgulanmış bir şiiri onaylamaz:
“Şiirin, en zorlama imajlarının bile hayatta karşılığı olmalıdır ya da bizde
karşılığı varmış duygusunu uyandırmalıdır. Aslında bu ikincisi bile şuurumuzla
ve bütün duygusal uzanabilmelerimizle erişemediğimiz ve fakat var olan ve
hayatımız olan o gizlilerle ilgilidir. Hayat pazarımızda bir maldır. Bu
çizgilerin dışına çıkınca bir şiir, bir mısra, çok basit de olsa onu
duyamayız.” (4) Bu sebeple “Bir insan şair olmadığı hâlde nasıl şiirler
yazıyor, bunu bir türlü anlamıyorum.” diyerek şiirin sadece biçimden ibaret
olmadığını, biçim başarısının onu kurtarmaya yetmediğini; şiirde kelimelerin ve
biçimin ötesinde bir sıcaklık, bir ruh aradığını her fırsatta dile getirir. (5)
Bir Değirmendir Bu Dünya’da daha çok güncel konulara ilişkin gazete/dergi yazıları yer
alır. Bu yazılarda Müslümanların ve İslâm dünyasının içinde bulunduğu temel
sorunlara değinir. Ayrıca kitabın bir bölümü şiire/edebiyata dair yazılara
ayrılır. Cahit Zarifoğlu’nun bu bölümde toplanan yazıları, onun şiirle ilgili
düşünceleri açısından bir manifesto niteliğindedir.
“Uyan Şairim Uyan” başlıklı yazısıyla şiire
yeni anlam alanları açan Cahit Zarifoğlu, şaire büyük bir misyon yükler. Ona
göre şair; uyarıcı, uyandırıcı ve hatırlatıcı kimliğiyle hem sosyal hem de
ilâhî bir rolü üstlenmelidir. Böylece şiire bireysel veya dar çevre etkinliği
olarak bakmadığını göstermiş olur:
“Bak
bahar geldi. Tabiat doğudan batıya doğru uyanıp diriliyor. Sen de ey şair,
uykudan uyan ve şimşek gibi çakan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır. Ölen
duyguları canlandır, unutulan görevleri hatırlat. Dikkatle bak, bir tomurcuk
daha açtı, ağaçların içinde öz su boruları genişledi, balıklar suları
neşelendirdi, gök gürlemeleri duyuluyor ve kış uykusuna yatan yaratıklar bile
güneşli kayaların üzerine birikiyor. Haydi ey şair, sen de uyan ve şimşek gibi
çakan şiirlerinle insanları uyandır, ölen duyguları canlandır, unutulan
görevleri hatırlat. Bununla da kalma, uyuşup kaldığın izbeden ayrıl, insanların
arasına karış ve onların öbek öbek toplandıkları ağaç diplerini, tarlaları,
çölleri, yemek meclislerini, sohbet halkalarını şereflendir; insan
zihinlerinden, kalplerinin sokaklarından, bazen bir atlı, bazen hülyalı bir
âşık, bazen bir meczup, bazen bir dert kirpisi, bazen bir düş, bazen bir vaha,
bazen bir yıldırım, bazen bir yumruk... gibi geç. Fakat hepsinde bir uyarıcı
ol. Attığını muhakkak vur. Dalga dalga aslan yelesi gibi saçlarınla, çakmak
çakmak bakışlarınla, sesinin gür tonuyla, bir ana gibi yumuşak yalvarışlarınla
ve küçücük sevgi dolu yalanlarla, sözü bir sakız gibi çiğnemeden, doğruyu ikiye
bölmeden, namertliğin ve riyanın arkasından seyirtip yere sererek, şereflileri
tutup kollarından kaldırarak, şiir tomarları elinde olarak geç en iri kayaların
zirvesine, hayran ve bekleyen gözlere, sözlerin en kalbe işleyenini duyurmak
için açılmış kulaklara, ister fısıldayarak, ister kulak zarlarını patlatan
gürlemelerle, ister müzikli şiirlerin lirik gür pınarlarını akıtarak, şöyle ya
da böyle, uyandırarak, sadece uyandırarak, ölen duyguları canlandırarak,
unutulan görevleri hatırlatarak, sen de doğudan batıya, uyanan tabiatla, açan
çiçeklerle, eteklerin uçuşarak es. Rüzgârın eğsin dalları, şerre uzanan el
donakalsın, harama uzanan baş şaşalasın; ekmek, boğaz, istekler, hevesler rafa
kalksın, gözler seni izlesin, yollar sana çevrilsin, ilgiler gelişini kutlasın.
Onlara
ilk hamlede, bildikleri kelimeleri, şimdiye kadar aşinası olmadıkları şekilde kullanmayı
öğret.
Sen aşk
deyince, bilsinler ki artık o, şimdiye kadar bildikleri değildir.
Sen
görev deyince, ellerindeki görev demetleri buruşsun. Başlarının üzerinde ilâhî
nazarın bir tek an bile eksik olmadığını yaşamaya başlayarak, gerçek bir
sorumlulukla belleri ikiye katlansın. İçlerinde nedametin güçlü alevi yanmaya
başlasın. Ve tövbe sancakları açılsın.” (6)
1970’li
yılların ikinci yarısı ve 1980’li yılların başı gençlik için tehlikelerle dolu
bir dönemdir. Bu yıllarda okullar ve sokaklar teröre teslim olmuş, insan hayatı
değersizleşmiş, toplumun huzur ve güveni kalmamış, siyaset iflâs etmiştir.
Dolayısıyla Türkiye, içeride huzurunu ve dışarıda itibarını kaybederek tam
anlamıyla köşeye sıkıştırılmış vaziyettedir. Ardından gelen 12 Eylül 1980 askerî
darbe yönetimi ise başka bir terör estirmiş, inanç ve düşünce özgürlüğünü
yasaklamış ve Türkiye’yi dünyaya kapamıştır.
İşte
Cahit Zarifoğlu tam bu dönemde geliştirdiği özel ilişki yöntemleriyle gençliğe
yol göstermiş ve yeni bir umudun tohumlarını yeşertmiştir. Mavera’ya bir mektep hüviyeti kazandırarak genç yazar adaylarıyla
yakından ilgilenmiş, bu amaçla binlerce mektup yazmıştır. Böylece düşünce ve
edebiyatın kaybolan saygınlığını artırmaya çalışmıştır. Bir ağabey-öğretmen
olarak o, tek başına bir mektep ve tek başına bir eylem adamıdır. Bu bağlamda Mavera dergisine ve Yeni Devir gazetesine kattığı ruh bunun açık bir göstergesidir. (7)
Nisan
1978-Kasım 1981 arasında yaklaşık dört yıl süren Mavera’nın “Okuyucularla” bölümündeki değerlendirme notları, hem o
dönem gençliğinin bir sosyolojik fotoğrafı, hem de Cahit Zarifoğlu’nun şiire
dair düşüncelerinin bir pratiğidir. Ağabey-öğretmen kimliğiyle muhatabına hemen
her konuda yardımcı olmaya çalışan Cahit Zarifoğlu, hikâyeci ve şair birçok
genç yeteneğin edebiyat alanında kendisine bir yer bulmasında öncü rol
üstlenmiştir. “Şiir öğrenilmez, böyle düşünürüm. Ama şiirin araçları
öğrenilebilir. Bu dildir ya da şiir zevkidir. Bunlar eğitimle olabilir.” der ve
bu yolda elinden geleni yapar. “Okuyucu başarılmış bir mısranın yorumunu
istemez. Okuyucu şairin hatırı için değil, kendi hatırı için (neredeyse) okur.
Yani şiire okuyucu payı bırakmalısınız.” diyerek, genç şair adaylarına saf
şiirin ne olduğunu gösterir. Gençliğe bir taraftan da gönül eğitimi vermeye
çalışır. “Mutlak güzelliğe az meyleden gönlünüzü kınarken, sakın gizli bir
gururun eline düşmüş olmayın.” sözüyle gençliği gizli tehlikelere karşı uyarır
ve onların ruhsal gelişimine katkı sağlar. (8)
“Okuyucularla”
bölümü, aynı zamanda onun hayatına dair bilinmezlere de ışık tutar. Meselâ
Eskişehir’den yazan bir okuyucunun mektubunu cevaplandırırken kendine dair şu
ilginç anekdotu anlatır: “Şiiriniz, bana bir zamanlar Eskişehir yakınlarında
İnönü kasabasında planör kampına katılışımı, oraya katılmak için evden kaçışımı,
oradaki uçuşlarımı, kamp hayatımızı, sonra Türkkuşunda öğretmen pilot olmak
için aldığım teklifi jet pilotu olacağım diye reddedişimi ve sonra Eskişehir
Hava Hastanesindeki muayenelerde kulaktan kaybedince doktor Albay İzzet’in
karşısında 18 yaşın gayreti ile hüngür hüngür ağlayışımı, Maraş’a batık bir
gemi gibi dönüşümü ve o yıllarda yazdığım bütün hikâyelerde hep Sema (!) adlı
bir kızla bir jet pilotunun aşkını anlatışımı hatırlattı.” (9)
Mavera, Cahit Zarifoğlu Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a yerleştikten
sonra (1983) hem mektep hüviyetini hem de iddiasını kaybetmiştir. Demek ki Mavera, tek başına Cahit Zarifoğlu
demekti! Onun aradan çekilmesiyle dergi yöneticisiz kalmış ve belli bir süre
yayın hayatına devam ettiyse de işlevini tamamlayıp kapanmıştır. Cahit
Zarifoğlu’nun öncülüğündeki Mavera,
toparlayıcı ve birleştirici bir dergiydi. O, dergiye ayrı bir ruh ve heyecan
katıyordu. Eylem adamı kimliğiyle dergiyi omuzlamış ve ona bir misyon
yüklemişti: “Etrafa gülücükler dağıtarak akan, kenarında papatyalar açan o
sevimli derecik olmak değil işimiz. Bazıları bir kaynaktır, biz akış olmak
istiyoruz. İştiraklerle, kabararak, akarak, dekorları yıkarak.” (10)
Cahit
Zarifoğlu, edebiyatımızda ağabey-öğretmen kimliğinin son temsilcisidir. Necip
Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil gibi gençliğe ağabey-üstatlık yapanlar bile
onun kadar doğrudan veya tam bir ağabey-öğretmen olamamıştır. Cahit Zarifoğlu,
gençliği kendi eserini icra sürecinde eğitmeyi denemiştir. Böylece gençliğe,
önce kendine güven duygusunu kazandırmıştır. Ağabey-üstatlar gibi gençliğe
kitle muamelesi yapmamış, onlarla bire bir ilgilenmeye çalışmıştır. Bu
yüzdendir ki Cahit Zarifoğlu ile temasa geçen her genç kısa zamanda kimlik ve
kişilik sahibi olmayı başarmıştır. Evet bu mektep, ağabey-üstat mektebinden
sayıca daha çok ve daha kaliteli insan yetiştirmiştir. Ne yazık ki ondan sonra
ağabey-öğretmen kimliği hem ehil bir temsilci bulamamış, hem de sosyal
şartların değişmesiyle büyük ölçüde işlevini yitirmiştir.
1. Knut
Hamsun, Açlık, çev. Behçet Necatigil,
Varlık Yayınları, 1976.
2.
Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, Akabe
Yayınları, 1980.
3.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 17, Nisan 1978.
4.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 34, Eylül 1979.
5.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 42, Mayıs 1980.
6.
Cahit Zarifoğlu, Bir Değirmendir Bu
Dünya, Nehir Yayınları, 1986.
7. 3
Ekim 1981’de, daha önce defalarca mektuplaştığım Cahit ağabeyle tanışmak üzere
yanımda babam olduğu hâlde Mavera’nın
Selânik Cad. 52/27 Kızılay-Ankara adresindeki yönetim yerine gittik. Burada Mavera’nın önde gelen yazarlarının
çoğuyla tanışma fırsatı buldum. Birkaç saat hemen her konuda sohbet ettik. En
çok Cahit ağabey ve ben konuştuk. Ancak onun Cahit Zarifoğlu olduğunu kalkarken
anladım. Çünkü o, hep böyle yaparmış!
8.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 18, Mayıs 1978.
9.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 41, Nisan 1980.
10.
Cahit Zarifoğlu, “Okuyucularla”, Mavera,
S. 49, Aralık 1980.
Eleştiri Denemeleri (2014)
Çocukluk ve öğrencilik yıllarının izleri
İsmet Özel’in şiirinin köklerini bireysel, toplumsal ve entelektüel açılardan ele alabiliriz. Her bir açı sonuçta aynı kapıya çıkar. Ancak birlikte ele alınmaları daha doğrudur. Birinde muğlâk olan bir husus diğerlerinin yardımıyla vuzuha kavuşturulabilir. Böylece bütün konulara değinilmiş olur.
İsmet
Özel’in şiirinin köklerine dair bilgileri, şiirinden iz sürerek önce hayatının
çocukluk, gençlik ve olgunluk evrelerindeki aile, okul, çevre, çalışma hayatı
ile yazarlık faaliyetleri dolayısıyla göründüğü, katıldığı ve bir şekilde
ilişki kurduğu ortamları anlayıp değerlendirerek yazı, söyleşi ve
konuşmalarında bulabiliriz. Bu, onun hayatını ve düşünce dünyasını dıştan içe
doğru okumaya; merkezinde şairin kendisinin yer aldığı bir şiiri
yansımalarından kavramaya çalışmak anlamına gelmektedir. Kısacası İsmet Özel’in
şiirinin köklerini onun yaşantısında bulabiliriz. Böyle bir yol, edebiyatımızda
(belki dünya edebiyatlarında) her şair ve yazar için geçerli olmayabilir. Bazı
şairlerin şiirinin köklerini inanç ve ideallerinde (Mehmet Âkif gibi),
bazılarının geçmiş ve aidiyet tasavvurlarında (Yahya Kemal gibi), bazılarının
rüya ve hayallerinde (Ahmet Haşim gibi), bazılarının mücadele ve kavgalarında
(Necip Fazıl ve Nâzım Hikmet gibi), bazılarının da adanmışlık ve misyonlarında
(Sezai Karakoç gibi) bulurken, İsmet Özel’in şiirinin köklerini büyük ölçüde
yaşadıklarında bulabiliriz. Yani bir anlamda onun şiiri önce kendi gerçekliğini
içerip yansıtmaktadır ve İsmet Özel, gerçekliğiyle zamanının aynası bir
şairdir. Edebiyatımızda yaşadığı zamanla, buna bağlı olarak mekân ve ortamla
kayıtlı en etkili ve özgün şiirlerden biri onun şiiridir. Bu yönüyle modern ve
işlevseldir. Şiir, çağdaş okuru yaşadıklarından, tanıklıklarından, yani bizzat
kendi dünyasından yakalar. Tabiî zamanın, insanın ve hayatın değişmesi şiirle
doğrudan kurulan ünsiyetleri azaltır ve giderek koparır. Bu da böyle şiirlerin
kaçınılmaz kaderidir.
Waldo Sen Neden Burada Değilsin? ve Henry Sen Neden
Buradasın? 1, 2 adlı otobiyografik kitaplarında anlattığı kendisi, yazarın
entelektüel bir kurgusu olarak derinleştirilmiş bir şahsiyettir. Yani
anlattıklarında İsmet Özel’in hayatını/hayatından bir kesiti değil, bir hayat
tasavvuru üzerinden onun düşünce dünyasının bir cephesini buluruz. Ayrıca
anlattıkları, düşünüş biçimine dair ilginç/fantastik ögeler içerir. Bu ögeler
ise onun şiirini ve düşünce dünyasını değerlendirmek isteyen yorumcuların işini
kolaylaştırabilecek özelliktedir. Bu bağlamda hatıralarını anlatırken
kullandığı “zihnindeki resmin gerçeğinden daha parlak olması” anlamına gelen
ifadeleri, âdeta onun hayatı, şiiri ve düşünce dünyasının şifresi hükmündedir.
Gerçekliğin sınırlarını zorlayan bu olgu, onu hem dikkate değer hem de
erişilmez kılmaktadır.
İsmet
Özel’in şiirinin kendine has özelliklerini, ilkin şiirlerindeki çocuk imgesinin
çağrıştırdıklarında görürüz. Bu çağrışım ve yansımalar şaire götürür bizi.
Şairimiz, sosyal statüsü ve gelir düzeyi yönünden orta tabakanın altında bir
aileye mensuptur. Anlattığına göre babası, ailesini zor geçindiren bir polis
memuru, fakat ahlâk sahibi ve ilkeli bir kişidir. Mekteb-i Rüşdiye mezunu
olmasına rağmen polis memuru olmakla yetinmiş, zamanın şartlarını zorlayarak
fırsatçılık yapmamıştır. Şair, bu anlamda babasının kaderini tevarüs etmiş
gibidir. Ne var ki aralarında önemli bir fark vardır. Baba, ahlâkî davranır ve
kaderine razı olur. Oğul da ahlâkî davranır, ancak durumuna hemen razı olmaz;
hayatı ve yaşadıklarını sorgular ve tepki gösterir. Şairin babasıyla arasındaki
uyuşmazlık ve iletişimsizlik buradan başlar. Yani aile ortamı karakterini çoğu
zaman paralel yönde etkilemez. Mahrumiyet hissi benliğinde doyumsuz tatmin
boşlukları açar. Bu durum, zamanla kolay tatmin olmayan, kendinden başka
herkesi/her şeyi eleştiren bir hâletiruhiyeye sabitlenir. Zira eleştirel duygu
ve düşünce dönüştürücü özellikten yoksun olduğu zaman daraltıcı ve yok edici
olur. Giderek kişinin kendisini hedef alır ya da hedefe koyar. Böylece insan,
kendi elleriyle etrafındaki çemberi daraltmış olur.
Yine
İsmet Özel, öğrenciliğinin itaatsizliklerle dolu olduğunu ve öğretmenlerini
sevmediğini söyler. Yazdığı ilk şiirlerden biri, daha ilkokuldayken bir okul
gazetesinde yayımlanır. Bunu gören ve kendisine alayımsı/küçümseyici bir
tavırla yaklaşan öğretmenine karşı hissettiği duyguları ve takındığı tavrı
“kadirşinas itaatsizliğinin” başlangıcı sayar. Yıllar sonra, yani usta şair
olduktan sonra ilkokul çağlarındaki bu şiirini toplu şiirlerinin yer aldığı
kitabının (Erbain) önüne koyarak
tekrar yayımlar. Bunlar manidar detaylardır. Bu yüzden yayımlanmış bu ilk
şiirine hatıra değerinin ötesinde bir değer atfetmesini şiiriyle değil de
şairlik tasavvuruyla açıklamak yanlış olmasa gerek. Böyle yapmakla belki Necip
Fazıl gibi doğuştan bir şair olduğunu okuyucusuna göstermek istemiş olabilir.
Neticede şiirinin köklerini kavramada çocukluk dönemi temel bilgiler verir
bize: Evde babasıyla iletişim kuramayan, okulda öğretmenlerini sevmeyen
itaatsiz bir çocuk. Ve şiir, bu çocuğun kendini gösterebileceği farklı (ileride
yegâne) bir alan...
Çocukluk
ve gençlik yıllarına dair anlattıkları arasında en dikkat çekici olan
hususlardan biri de yoksulluğuna yaklaşımıdır: “Hiç kimseye, kendime bile
itiraf edemediğim (edersem utancımdan öleceğimi sandığım), hiç kimseden,
kendimden bile saklayamadığım (saklasam kolaylıkla delireceğimi bildiğim) lânet
olası yoksulluk!” (Waldo Sen Neden Burada
Değilsin?) Utandıran ve delirten yoksulluk, ailesinden sonra karşısına
çıkan ve aşılması gereken en büyük duvardır. Bu duyguyu yoğun bir şekilde
yaşayan bir çocuğun/gencin çevrenin de etkisiyle yönelebileceği, hatta
sığınabileceği en anlamlı alan o günün şartlarında sosyalizmdir. Çevresini
kuşatan duvarları aşmaya çalışırken yeni bir duvarın eşiğine geldiğinin elbette
farkında değildir. Ancak arayışlarını körükleyen itaatsiz ve muhalif tavrı bir
bilince dönüşmüştür. Artık bundan böyle kendini bir şair ve sosyalist olarak
görecek ve davranışları bu minval üzere olacaktır.
İsmet
Özel, ileriki yıllarda öğrenci arkadaşları arasında zekâsı ve şiir
kabiliyetiyle fark edilmeyecek birisi değildir. Modern Fransız şairlerini
Fransızca aslından okur. Seçtiği, okuduğu ve ilgisini çeken şiirler, âdeta
gelecekteki kendi şiirinin habercisi gibidir. Arayışı, fark edilmek isteyişinde
saklıdır onun. Sorduğu büyük sorularda, topluma tuttuğu aynada önce kendisi
vardır. Dünya görüşünün şekillenmeye başladığı öğrencilik yıllarında
arkadaşları arasında parlak zekâsıyla yetenekli bir şair olarak tanınır.
Gelgelelim en somut eylemi, gençlik bildirileri yazmak ve toplantılarda
devrimci şiirler okumaktan ibarettir. Bu dönemde sahaya ve sokağa dair
hatıralarıyla bilinmez.
Ataol
Behramoğlu ile karşılıklı yazdıkları “Yıkılma Sakın” başlıklı şiirler, dönemin
devrimci gençleri arasında birer marş gibi okunur. İşte bu şiirlerden bir
bölüm:
Köpüren,
köpürtücü bir hayatın nadasıdır kardeşim
bütün
devrimcilerin çektikleri
biliriz
dünyadaki yorgunluk habire mızraklanır
dağlarda
gürbüz bir ölümdür bizim arkadaşlarınki
pusmuş
bir şahanız şimdilik, ne kadar şahan olsak
ama
budandıkça fışkıran da bizleriz
ölüyoruz,
demek ki yaşanılacak.
(İsmet
Özel)
Kötü
şey uzakta olmak
Dostlarından,
sevdiğin kadından
Yasaklanmak
bütün yaşantılara
Seni
tamamlayan, arındıran
Ama bir
devrimciyi haklı kılan
Biraz
da acılardır unutma
(Ataol
Behramoğlu)
İsmet
Özel’in 1963-1971 yılları arasında bir sosyalist genç olarak Mehmet Ali Aybar
ve Türkiye İşçi Partisine (TİP) ilgisi teorik çerçevedeki duruşunu fazla
zorlamaz. Mehmet Ali Aybar’ın yerli sosyalizm anlayışı, o dönemde etkileyici ve
genç zekâları tatmin edici niteliktedir. İsmet Özel de sosyalizmin askerî
darbelerle değil, halkın isteğiyle gelmesi gerektiğine inanır. Ne var ki
1968’de SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgali, Aybar’ın buna tepkisi, ardından
partiden tasfiyesi; yerini bulamayan, kendini yeterince gösteremeyen İsmet Özel
gibi gençleri yeni bir arayışa sürükler.
İhtida etmiş yeni bir İslâmcı düşünür
İsmet
Özel, böyle bir süreçte Müslüman dünya görüşüyle tanışır. Artık İslâm’ı
keşfetmiş ve yeni bir çevre oluşturmaya başlamıştır. Şiirleri, bir içe kapanma
döneminin ardından Sezai Karakoç’un çıkardığı Diriliş dergisinde yayımlanır ve entelektüel İslâmcıların gazetesi Yeni Devir’de günlük yazılar yazmaya
başlar. Kitapları da İslâmcı yayınevlerinde basılır.
“Kanla
Kirlenmiş Evrak” başlıklı şiirinde yaşadığı yeni arayışın ve Kur’an’la yeniden tanışmanın duygusal
izleri ve sosyal gerekçeleri görülür:
Karanlık
sözler yazıyorum hayatım hakkında.
Aşklarım,
inançlarım işgal altındadır
tabutumun
üstünde zar atıyorlar
cebimdeki
adreslerden umut kalmamıştır
toprağa
sokulduğum zaman çapa vuran adamlar
denize
yaklaşınca kumlar ve çakıl taşları
geçmiş
günlerimi aşağılamaktadır.
Karanlık
sözler yazıyorum hayatım hakkında.
Ve
rüzgâr buruşturuyor polis raporlarını
kadınlar
fazlasıyla günaha giriyorlar
bazı
solgun gömleklerin çözük düğmelerinden
çelik
tırpan gibi silkiniyor çocuklar
denizin
satırları arasında.
Gece
arsızca kükrüyor paslı beyninde şehrin
küfre
yaklaştıkça inancım artıyor.
Karanlık
sözler yazıyorum hayatım hakkında
öyle
yoruldum ki yoruldum dünyayı tanımaktan
saçlarım
çok yoruldu gençlik uykularımda
acılar
çekebilecek yaşa geldiğim zaman
acıyla
uğraşacak yerlerimi yok ettim.
Ve
şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından
başlayabilirim.
1977-2003
yılları arasında genç bir Müslüman aydın, yeni bir İslâmcı düşünür olarak
Müslümanlar arasında başköşede kendine bir yer bulur. Bu arada dinî cemaat,
grup ve oluşumlara mesafeli durur, hatta onlara üstten bir bakışı vardır. Daha
sonraki bazı söyleşilerinde Millî Gazete’de
para için yazdığını söyler. Bunu anlamak zordur; ya paraya ihtiyacı vardır (ki
doğrudur) ya da Millî Gazete’de
yazmayı öteki çevrelere böyle izah edebileceğini düşünmektedir. Açıkçası burada
bir manipülasyonla karşı karşıyayız ve anlaşılan o ki şair bunu bilinçle
yapmaktadır. Oysa sosyalistken edinemediği öncü aydın rolünü Müslüman camia
arasında fazlasıyla elde eder. Yine de eski/sol çevrelerle olan ilişkisini
belli ölçüde koruyup gözetmeyi sürdürür. Meselâ Murat Belge ile dostluğu devam
eder, Memet Fuat’ın yönettiği Adam Yayıncılıktan şiir kitabı çıkar.
İsmet
Özel’i en iyi çözen söyleşilerden birini Nuriye Akman yapar (Zaman gazetesi, 14-17 Eylül 2003). Bu
söyleşide yıllarca yazdığı ve ekmeğini yediği İslâmcı gazete ve dergilere
bakışı onun karakter zaaflarını yansıtan bir belge hükmündedir: “Ben yıllarca
onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor.’ deme imtiyazını bağışladım.” Hem
o gazete ve dergilerde sırf para için yazdığını söyleyeceksin hem bunu bir
“imtiyaz bağışlama” olarak sunacaksın, sonra da bu kesimden anlayış
bekleyeceksin. Böyle bir şeyi Müslüman camiadan başka kime yapabilir? Bizce Yeni Devir gazetesinden sonra yazdığı
bütün gazete ve dergilerde biraz da kendisine yardım olsun diye yazdırılmıştır.
Müslüman camia, İslâm’a hizmet ediyor, maddî sıkıntı çekmesin diye ona yardım
etmek istemiştir. Bu bir çeşit “Ensar” psikolojisidir. İslâm’la müşerref olan
bir kardeşine nasıl yaklaşılması gerekiyorsa öyle yaklaşmıştır ona. Yardım
etmiş, baş tacı etmiştir. Onu memnun etmek için başka ne yapabilirdi ki?
Gelgelelim onun İslâmcı medyada “tenezzülen” yazdığını söylemesi, mümkündür ki
eski/sol çevrelere karşı bir çeşit ezikliğini tatmin arzusundan başka bir şey
değildir.
Evet,
bir taraftan yazılarından aldığı paraya ihtiyacı olduğunu, bunun için yazdığını
söylüyor, bir taraftan da yazdığı yerlere hakaret ederek yoksulluk kompleksini
manipüle ediyor. Aslında Müslümanca ve insanca olmayan bu ve benzeri tavırların
arkasındaki hâletiruhiyenin derin izleri çocukluğunda mevcuttur. “Çocuklarımın
başkalarının çocukları yanında daha az imkânlar içinde büyümelerine sebep
olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.”
diyor. Babasına karşı hissettiklerini, bu defa kendisi çocuklarına yaşatıyor
hissine kapılıyor. Gözü başkalarında ve yüksekte olduğu için her iki hâlde de
sorun kendisindedir. Hayatta bedel ödemeden neye sahip olunur? İsmet Özel’in
şöhreti karın doyurmuyor. Oysa o, karın doyuran bir şöhrete sahip olmak
istiyor.
Aynı
söyleşide “Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı.” diyor. Neden? Buna dair
söyleyecekleri var mı? Bu bağlamda şu sözlerine dikkat edilmeli: “Yazı
dünyasında iyi ki hiç kimseye destek olmamışım. Çünkü olduğum takdirde, sahte
birtakım insanları hak etmedikleri avantaja kavuşturacaktım.” (İstisna olsa da
Süleyman Çobanoğlu’nun şiiri üzerine yazdı.) Bu nasıl bir duygudur? Burada
ister istemez insanın aklına, Ayşe Şasa ile kurduğu ve geliştirdiği ilişkide
tarafların kendini karşısındakinde görmesi olayı geliyor. Kim kime ayna oluyor?
Neticede İsmet Özel, bu sözleriyle âdeta kendi gerçekliğini gizliyor ya da ele
veriyor.
Yeni bir evre: Türklük düşüncesi
Dünya
görüşü değişen ve sosyalistken Müslüman olan İsmet Özel, sıkı bir öz
eleştiriyle geçmişini sorgulamaz veya bunu yazı ve söyleşilerinde yeterince göremeyiz.
Arayışlarının kendisini İslâm’la buluşturduğunu söyler. Bu durum kopma, ayrılma
şeklinde değil de devam eden bir süreç olarak tezahür eder. Nitekim bunu
kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle ifade eder: “Beni sosyalist olmaya iten
etkenler Müslüman olmaya da itti. Ben aynı yol üstünde yürüyüp Müslüman oldum.
Daha sarih bir güvenlik noktasıdır benim Müslüman olmam. Belki hayatımdaki
bütün değişiklikleri bir ‘sécurité ontologique’ arayışı olarak tanımlamak
mümkündür.” (Söyleşi: Murat Belge, Hürriyet
Gösteri, S. 24, Kasım 1982) Yani onu önce sosyalist, sonra Müslüman olmaya
iten etkenler temelde aynıdır ve bunlar, entelektüel ve varoluşsal
arayışlardır. Bazı ilişki biçimleri, alışkanlıklar, düşünce tarzı (diyalektik
düşünce) süreklilik arz eder. Dolayısıyla eski çevresi şiirini izlemeye devam
ederken yeni çevresi onda mahalleye/cemaate karışmayan bir tavır sezer. Kendisi
de bu durumu korumayı, daha doğrusu bir biçimde yönetmeyi sürdürür. Meselâ daha
Üç Mesele’nin Düşünce Yayınlarından
çıkan birinci baskısına 8 Şubat 1978’de yazdığı ön sözün ilk cümleleri bu
anlamda ilginçtir: “Bu kitap, belli bir mücadelenin yolu üzerinde bulunan bazı
sorunları açıklığa kavuşturmaya katkıda bulunmak niyetiyle düzenlendi. Bu
yüzden de genel okuyucuya seslenmeyi değil, o mücadeleyi yürütmekle kendini
görevli sayanlara –deyim yerinde olursa öncülere– seslenmeyi amaçlıyor.” Tabiî
bu öncülerin Nurettin Topçu’yu okumadıkları, hatta Necmettin Erbakan’ın
konferanslarını dinlemedikleri düşünülüyor olmalıdır! Bu yüzden Müslüman camiaya
bu üstten bakışı, eski çevresiyle nazik ilişkileri onun temel açmazlarından
biri olarak karşımıza çıkar. Oysa bir şair ve aydın olarak herkesle aynı
mesafede olabilir, saygınlığını koruyabilirdi.
1990’lı
yılların ikinci yarısında İslâmcılar iktidara yürürken beklentileri
anlaşılmayan bir Millî Gazete
yazarıdır o. Beklentilerini izhar edemez. Siyaset ve devlet katından ciddî bir
teklifle karşılaşmaz. Kurulan bir iki köprü de onu tatmin edici nitelikte
değildir. Zaman değişir, şartlar değişir, nesiller değişir, ancak İsmet Özel bu
dönemde hayatının sıçramasını yapamaz. Kaderin ve kendisinin etrafında ördüğü
ağ giderek boğucu olmaya başlar. İşte tam böyle bir zamanda şaşırtan bir çıkış
yapar ve düşünce dünyasında tam olmasa da yeni bir evreye kapı aralar. Türklük
düşüncesi ve söylemine dayalı ve bir tür “İslâmî Türk milliyetçiliği”
denilebilecek olan bu çıkışı, milliyetçilik içerdiği için sosyalist olduğu
dönemle ve Osmanlı örneklemlerine yaslandığı için de entelektüel İslâmcı
dönemiyle çelişir. Dolayısıyla “aynı yol üstünde yürüyüp” böyle bir düşünce ve
söyleme nasıl ulaştığı yeterince anlaşılamaz. Anlaşılamaması ve belki böyle
daha dikkat çekici olabilir saikıyla bazı televizyon programlarına çıkar. Bu
vesileyle Anadolu’da konferanslar dizisine başlar. Sezai Karakoç’un Yüce
Diriliş Partisi tarzı ve misyonunda İstiklâl Marşı Derneğini kurar. Yeni
nesiller, özellikle üniversite gençliği İsmet Özel’i seyreder ve dinler. Bütün
bunlar, devam eden şiir çabasına da yansır ve “Türk milletinin şiire nazar
atfedecek tıynetine ne oldu? / Türkiye’nin bugün geldiği değil, getirildiği
noktada şiirlerimi okuyabilecek narodnik kalmadı. / Uğraşımın neticesine bigâne
kalmağı öğrendim. / Bu sayfada gördüğünüz son şiirimdir.” deyip “Sesli Gemi”
başlıklı şiirini yayımlar. (15 Temmuz 2013, www.istiklalmarsidernegi.org.tr/)
Halkın dostu olma iddiasıyla başlayan düşünsel ve sanatsal bir serüvenin
milletten umudunu kesme aşamasına kadar gelmesi, üzerinde kafa yorulması
gereken bir husustur.
Esasında
İsmet Özel ne olduysa ya da olmadıysa bu tamamen kendi istek ve iradesinin bir
sonucudur. Hazıra konmadığı ve kimseden yardım almadığı doğrudur. Dolayısıyla
kimseye de minnet etmesi gerekmez. Her zaman kendine güvendiği ve bulunduğu yerin
önemini herkesten çok kavradığı malûmdur. Lâkin hayatın akışı içinde değişen ve
gelişen olaylar karşısında bulunduğunuz yer bütün zamanlar boyunca önemini
korumayabilir. Gün gelir yeni arayışlara, sıçrayışlara ihtiyaç duyarsınız. İşte
İsmet Özel burada zorlandı. Zira kendi çabalarıyla elde ettiği ve önemini
herkesten çok kavradığı bu yerde direnmekle kendini sınırladı. Yeni ilişkilere,
yeni imkânlara açılmayı denemedi. Neticede başlangıca, yani ilk yalnızlığına
dönmüş oldu.
İsmet
Özel’in bazı dönemlerde veda yazıları vardır, bunlarda bir daha gazete ve
dergilerde yazmayacağını söyler. Bir süre sonra durum değişir. Fakat sözünü
ettiğimiz şiire veda yazısı farklıdır. Kadrini ve haddini bilen bir şair ve
yazarın trajik yalnızlığının ifadesidir bu. Edebiyat tarihimizde bunun
örnekleri mevcuttur. Meselâ Mehmet Âkif, hayatının Mısır döneminde yeterince
hatırlanmaz ve bugünkü ilgiyi görmez. Vefatından yarım asır sonra yeniden
keşfedilir ve bayraklaştırılır. Ahmet Hamdi Tanpınar, ömrü boyunca ne aradığı
yeri ne aradığı ilgiyi ne de hayatını rahatlatacak parayı bulabilir. Para için
umulmadık işlere koyulur ve umulmadık kapılar çalar. Herkes Yahya Kemal ve
Necip Fazıl olamaz elbette, çünkü onların tuzu kurudur! İsmet Özel de bu
anlamda bir değer olarak hak ettiği karşılığı bulmuş değildir. Zamanında ona
yaklaşmaya çalışanların bugün geldiği yere ve elde ettiklerine bakınca ne
olursa olsun İsmet Özel’in bir haksızlığa maruz kaldığı söylenebilir. Bunu önce
devletin bir sorunu olarak düşünüyorum. Mızrak çuvala sığmıyor denilebilir, ama
mızrak denilen zaten böyle bir şey değil midir? Ne olursa olsun Attilâ İlhan’a
ömrünün sonuna kadar açılan kapılar ve sunulan imkânların İsmet Özel’den
esirgenmesini bir haksızlık olarak telâkki ediyorum. Zira İsmet Özel, bu
millete, bu kültüre aldığından fazlasını vermiş bir insandır.
Savrulmalar ve sabiteler
İsmet
Özel velut bir yazardır. Şiir, deneme, eleştiri, fıkra, otobiyografi ve çeviri
türlerinde çok sayıda eser vermiştir. Söyleşi ve sohbetleri de kitaplaşan
yazarın hacimli bir külliyatı vardır. Eserlerine şiirlerinden başlayarak birer
cümleyle değinelim. Bizce İsmet Özel’in şiirlerini üç evrede ele almak
mümkündür: Başlangıçtan “Amentü”ye kadar olanlar birinci evre, “Amentü”den Bir Yusuf Masalı’na kadar olanlar ikinci
evre ve Bir Yusuf Masalı ile başlayıp
özellikle Of Not Being A Jew ile
devam eden sonrakiler üçüncü evre. Birinci evrede İkinci Yeninin imkânları ile
toplumcu şiir duyarlığını harmanlar ve kendine özgü bir imge ve ses yapısı
oluşturur. İkinci evrede kendi şahsında Türkiye’nin yakın dönem sosyal değişme
ve çatışmalarını, modern hayat ve çıkmazlarını, çağdaş bireyin ontolojik
arayışlarını işler. Güçlü, etkileyici ve iz bırakan bir söylemle dönemine ayna
tutar. Üçüncü evrede kültürel unsurlara yaslanan, yer yer daha sert, ideolojik,
deneysel denilen ve şekilci unsurlar içeren bir şiir yazar. Bilgi ve tecrübeye
yaslanan bu evrede şiirini giderek yayar, yoğunluğu ve etkisi düşük bir söyleme
yaslanır.
Şiir Okuma Kılavuzu başta olmak üzere poetik yazıları, şiir ve edebiyat üzerine
yazdığı yazılar çok önemlidir. Bu yazılarında hem teorisyen hem de iyi bir
tahlilcidir. Önemli bir hacme ulaşan siyasî yazıları nitelikli eleştirel
metinlerdir. Bunlarda Türkiye’nin yakın dönem siyasî olaylarını ciddî
analizlere tâbi tutar. Düşünce yazılarında dil ve mantık yeteneği güçlüdür.
Kelime ve kavrama yüklenir, aforizmalar üretir, felsefî çıkarımlar yapar,
neticede başka bir açıdan bakan ve imgesel değeri yüksek metinler ortaya koyar.
Polemik yazılarında mütekebbir ve saldırgandır. (Meselâ Binnaz Toprak’ın
kendisiyle ilgili yazısına cevabı bunlardan biridir.) Veda yazıları
karakterinin tipik özelliklerini yansıtır.
Bizce
İsmet Özel’den yarınlara kalacak olan birinci ve ikinci evre şiirleri ile
poetik yazıları (Şiir Okuma Kılavuzu),
ilk dönem denemeleri (Üç Mesele, Zor
Zamanda Konuşmak) ve çağına ışık tutan otobiyografik kitaplarıdır.
Söyleşilerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi de yarınlara kalmaktan ziyade
yaşadığı zamanı önemseyen biridir.
İsmet
Özel’in, sıra dışı ve bazı kişiler üzerine yazdığı az sayıda ilginç yazısı
vardır. Meselâ ölüm yıl dönümünde Cahit Zarifoğlu üzerine yazdığı yazı
bunlardan biridir ve çok önemlidir. (Yeni
Şafak gazetesi, 7 Haziran 1995) Bu yazısında Cahit Zarifoğlu’nun bütün
özelliklerine değinir ve onu önemsediğini belirtir. Onunla kendisi arasındaki
ortak yön ve benzerlikleri ima eder. Yazısını “Onu gülerken de, ağlarken de
gördüm. Ne çok şair, ne çok insandı!” diyerek zihinlere ve gönüllere kazınan
bir ifadeyle bitirir. İsmet Özel, hiç kimseyi böyle doğrudan, samimî ve
eleştirmeden yazmamıştır. Cahit Zarifoğlu’nun sağlığında böyle bir yazı yazar
mıydı? Bilinen İsmet Özel herhâlde böyle bir şey yapmaz, yani buna önce egosu
müsaade etmezdi. Doğrudan, samimî ve eleştirel bakıştan uzak bir şey söylemek
nedense ağır gelir ona. Kendisi her şeyi ve herkesi eleştirebilir, lâkin kimse
onu eleştiremez. Eleştiriye hiçbir şekilde tahammülü yoktur. Ne olursa olsun
önemli ve örnek bir yazıdır bu.
İsmet
Özel, okuduğu kaynakları yazılarında göstermeyen, etkilendiği yazarları söylemeyen,
dinî okumaları yüzeysel, ama dil ve mantık yeteneği çok güçlü bir yazar ve
entelektüeldir. Malûm olduğu üzere batı düşüncesi ve edebiyatına dair okumaları
sağlamdır. İyi derecede Fransızca, İngilizce ve Almanca bilir. Türk düşüncesi
ve edebiyatına dair okumalarında seçmecidir ve okuduğu yazarlara bütünüyle
hâkimdir. Dinî bilgi kaynaklarına gelince bunlar, Arapça olmayan ikinci ve
üçüncü el kitaplardır. Dinî konuları ele alırken kullandığı kelime ve
kavramlar, onun bütün konuya hâkim olduğu izlenimini verir. Ancak erbabı bilir
ki işin gerçeği böyle değildir.
Müslüman
entelektüelin genellikle kadın konusunda bir kompleksi vardır. İsmet Özel’in
kadın konusuna yaklaşımı ise onlara benzemez, ama sağlıklı değildir. Sevdiği
kızla evlenememiş diye bütün kadınlara hınçla yaklaşan, onları köle gibi gören
bir anlayışa sahiptir. İşleri yolunda gittiğinde sağlıklı düşünen, bozulduğunda
veya ters gittiğinde sadist ve mazoşist duygulara kapılan bir insan görüntüsü
verir. Bunun şiirindeki karşılığını “Esenlik Bildirisi”nden bir bölümde bütün
açıklığıyla görebiliriz:
Vandal
yürek! Görün ki alkışlanasın
ez
bütün çiçekleri kendine canavar dedir
haksızlık
et, haksız olduğun anlaşılsın
yaşamak
bir sanrı değilse öcalınmak gerektir.
Moda ve
temelsiz söylemlerden uzak olsa da Alevîlik hakkında söylemeye çalıştığı şeyler
gereksiz yorumlardır. Nitekim kısa zamanda çark etmiş, bu konuda bir daha
konuşmamıştır. Niyazi Berkes’in Türkiye’de
Çağdaşlaşma adlı kitabında batılı yazarlardan naklettiği ve tartıştığı
tezleri kendine mesnet kabul ederek Alevîlikle ilgili yorum yapmayı denemiş ve
doğal olarak tepki görmüştür.
İsmet
Özel’e dair üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biri de devlet
anlayışıdır. Bu konuda ne düşündüğünü açıkça beyan etmez. Ancak siyasî
yazılarının satır aralarında bunları görmek mümkündür. Demokrasi ve lâiklik
konularında eleştireldir ve düşünceleri bellidir (İrtica Elden Gidiyor), fakat devlet konusunda böyle değildir.
Meselâ uzun yıllar yurt dışına çıkmak için pasaport alamayan İsmet Özel, yabancıların
yardımıyla pasaport almayı da reddeder. Bunu vatana ihanet olarak görür.
Askerliğini 24 ay ve er olarak yapar. Üniversiteyi ise askerden sonra bitirir.
Bunlar onun hayatını etkileyen önemli olaylardır. Lâkin bütün bu zorlu
süreçlerden geçerken devlet anlayışı değişmez. Devletle barışık, hükûmetlerle
kavgalı bir yazardır o. Sosyalist, İslâmcı ve Türklük söylemi dönemlerinde
devlet anlayışının değişmeyen birtakım özellikleri vardır. Bu bağlamda Türklük
söyleminin derinlerinde sosyalist düşüncedeki devlet anlayışıyla örtüşen bir
yaklaşım söz konusudur. Onda her zaman yerlilik ve millîlik tezlerinin bir
karşılığı vardır. Yerli bir sosyalizmi savunur ve İslâmcılığı millîdir. İslâmcı
döneminde ümmetçi görüşleri savunmamıştır. Türklük söylemi ise yerli bir sentezdir.
Antikapitalizm ve anti Amerikancılığı değişmez yegâne özelliğidir. Siyonizme
karşı Necmettin Erbakan’la paralel görüştedir. Tıpkı şiiri gibi devlet anlayışı
da saygın, otoriter ve şiddet özelliklidir. Şüphesiz bunda yetiştiği aile
ortamının, sosyalizm ve Türklük düşüncelerinin, müzmin antikapitalizm ve anti
Amerikancılığının küçümsenemeyecek bir rolü vardır. İslâmcılığı ise devlet
anlayışını değiştirmemiş ve sadece ona manevî bir boyut katmıştır.
Üstatların yolunda
İsmet
Özel, yanına kimseyi yaklaştırmaz. Ya da etrafında görülenlerden onu anlaması
beklenmez. Kendi ifadelerinden de anlaşıldığı gibi öğretici değildir, kimseyi
yetiştirmez. Herkese bir mesafesi vardır. Herkes ona uzaktan bakar. Bu
yönleriyle eski/sol çevresine değil, daha çok İslâmcı üstatlara benzer.
Bu
durumu neyle açıklamak gerekir? Nedir bu? Şişkin bir ego mu? Üstat olma hâli
mi? Bilgiyi veya itibarı başkalarından kıskanmak mı? XX. yüzyılda İslâmcı aydın
ve sanatçının gerçekliği mi? Belki hepsi, belki hiçbiri, ama bizce “gelişmekte
olan” nitelemesini hak eden bir durumdur. Büyük Doğu Yayınları sadece Necip
Fazıl’ın kitaplarını, Diriliş Yayınları sadece Sezai Karakoç’un kitaplarını ve
Edebiyat Dergisi Yayınları (ilk yıllardaki başarısız birlikteliklerin ardından)
sadece Nuri Pakdil’in kitaplarını basar. İsmet Özel de dönüp dolaşıp aynı
çizgiye gelir (Çıdam Yayınları, şimdi Tiyo Yayıncılık). Bu hâlin tek istisna
deneyimi Mavera dergisi çevresi ve
Akabe Yayınlarıdır. Merhum Cahit Zarifoğlu’nun öncülük ettiği bu girişim de
onun genç yaşta vefatıyla akamete uğrar ve grubun diğer mensupları tarafından
sürdürülemez. Dolayısıyla İslâmcı aydın ve sanatçıların birlikte iş yapma
kabiliyetleri ve süreklilik fikri daha ortaya çıkmadan yok olur gider.
Müslüman
camiada aydın ve sanatçıların gerçekleştiremediği birlikte iş yapma becerisini
dinî grup ve oluşumlar dener, bunlarda da aynı tavır söz konusudur. Dinî grup
ve oluşumlar, toplumun bütününü kucaklayamaz; ya belli bir süre sonra dağılır,
meşruiyetini kaybeder ya da ticarî, siyasî ve uluslararası bir bloka dönüşür.
Böylece siyaset, bütün alanları uhdesinde toplar, ama onların içini boşaltarak,
onları işlevsizleştirerek ve kurutarak bunu yapar. Artık Müslüman camia için
âdeta tek kutsal alan siyaset olur. Düşüncede, sanatta, bilimde, eğitim ve kültürde
yegâne belirleyici olan siyasettir. Para kazanmanın, makam ve mevki sahibi
olmanın, şan ve şöhrete ulaşmanın yolu siyasetten geçmektedir. Siyasetle
güçlenen Türkiye, bu defa siyasetle başka bir yozlaşmayı yaşamaktadır. Bilgi,
sanat, ahlâk, din, kültür ve meslek alanlarının ürettiği değerler toplumun
damarlarından çekilmekte, insanlar; bencil, salt kendi çıkarını düşünen,
merhamet duygusunu yitirmiş sürüler hâline gelmektedir. Türkiye, böyle yaparak
geleceğini heba ediyor. Acilen bu darboğazdan çıkması lâzım. Bilime, sanata,
eğitime ve kültüre çok ciddî kafa yorulması ve bu alanlarda uzun vadeli ve
kalıcı yatırımlar yapılması hayatî önem arz ediyor.
Kültürel
yozlaşmaya karşı muhafazakâr ve İslâmcı çevrelerin yeterince bilgili, duyarlı
ve ilkeli olduğu söylenemez. Kültürel etkinlik adı altında yapılan işlerin
büyük bir kısmı kültürel yozlaşmanın devamını sağlıyor. Emek mahsulü, estetik
değeri ve düşünce arka plânı olan işler yerine günü kurtaran, yüzeysel,
göstermelik ve para kazandıran işler tercih ediliyor. Siyasetten beslenen ve
aslında siyaseti de kirleten bu anlayış terk edilmedikçe muhafazakâr ve İslâmcı
çevrelerin kültürel yozlaşmaya karşı yapacağı bir şey yoktur.
Hâsılıkelâm ya da hatime
İsmet
Özel: İmkânları sınırlı otoriter bir ailede meraklı ve zeki bir çocuk... Vasat
bir öğrencilik... Şartları elverişli bir şairlik ve sosyalistlik... Sonradan
Müslüman... Mahalle değiştiren, ama sınıfı değişmeyen bir aydın... Bize
benzemeyen bizden biri... Madden ve manen sürekli sıçrama arayışı... Şiirden
başka sermayesi olmayan bir narodnik... Peşini bırakmayan tevarüs edilmiş bir
kader... Ve sonuç: İflâh olmaz muhalif bir karakter, tatmin olmayan bir
hâletiruhiye, pes etmeyen bir zekâ ve ne yazık ki zamana karşı yalpalayan ve
savrulan bir irade...
Haşiye:
Büyük şair ve mütefekkir. Yazdıkları her zaman takip edildi. Genç şairleri
etkiledi. Herkes onu, o ise sadece kendini sevdi.
İşte
İsmet Özel ve işte Türk aydınının yüzyıllık serencamı...
Aklımızın
erdiğince bizim İsmet Özel’den anladığımız budur.
Eleştiri Denemeleri (2014)
Nuri
Pakdil, ‘denemek’ten ‘deneme’yi bulan bir yazardır! Bütün yazdıkları denemenin
sınırları içinde kalır. Denemeciliğinin, biri düşünce ağırlıklı ve eleştirel
nitelikli yazılara, diğeri de aforizmalardan oluşan metinlere dayanan iki
boyutu vardır.
Nuri
Pakdil, Biat adıyla üç ciltte toplanan yazılarında, ustası Nurullah
Ataç’ın öznel/izlenimci yolunu sürdürerek eleştirel nitelikli denemeler yazar.
Ataç, öznel bir düşünce ve beğeniden yana tavır koyarak yola çıkar ve herhangi
bir konuya veya esere buradan bakar. Zamanla düşünce ve beğenisi değişirse
ölçütleri de değişir. Pakdil’in ise bu anlamda belli bir ölçütü yoktur. Ataç’ın
yolunu daraltarak izler. Bu yüzden çelişkisiz görünür. Yaptığı iş, genellikle
bir düşünceye veya yanlış anlaşılan bir kavrama açıklık getirmektir. Ceyhun
Atuf, Melih Cevdet, Behçet Necatigil, Cemal Süreya gibi şairlerin edebiyatla
ilgili görüşlerini tartışır ve eleştirir. Edebiyat dergisine yönelik her
eleştiriye özenle cevap verir. Önemli bir yanı, çevresinde bulunduğu veya kendi
çevresinde yer alan yazarlar hakkında yazmış olmasıdır. Necip Fazıl, Sezai
Karakoç, Âkif İnan, Rasim Özdenören ve Alâeddin Özdenören üzerine yazar ve bu
yazdıkları, kısmen metin tahlili niteliğinde yazılardır.
Bir
Yazarın Notları gibi
çoğunluğu teşkil eden ikinci tür denemelerinde, bir düşünceyi veya konuyu
çerçeveleyip anlatmaya çalışmaz, uç noktalara göndermelerde bulunmakla yetinir.
Konuyu gerer; gerilmiş kısmın en ucuna değinir ve geçer. Gereksiz gerilimler
içindedir. Açık seçik bir anlatımı olmasına rağmen dili âdeta boşlukta yüzer.
Bağlantısız geçişler yapar. Bazen bir kelimenin sesine bazen bir tek harfine
basar; buradan aforizmalar çıkararak kendince zihinsel sıçramalarda bulunur. Bu
tür denemelerinde ‘kelime’ye aşırı derecede yüklendiğinden, cümlesini kuramamış
bir kelime yazarı gibi kalır! Bu yüzden yazdıkları çoğu defa okuyucuda nesnel
bir karşılık bulmaz.
Nuri
Pakdil’de anlamın belki a’sından söz edilebilir! Gerisi aysberg gibi suyun
altındadır. Okur onda, herhangi bir tedai kaygısı taşımadan sadece cümlenin
gidişini izler. Denemelerinin temel tezi bilinç uyandırmaya dayanır. Bu bilinç
kendini yaralı ve parçalanmış hissetmez, ama alıngan ve bulanıktır. Haklı
değil, sanki haksızlığa uğramıştır. Peki, hak nedir; sadece bir sanı mı?
Sanılarla örülü bir zihin, herhangi bir düşünceyi veya konuyu kuşatmak yerine
onun üstüne abanır. Hangi ucundan tutarsa orayla boğuşur. Okur, bu boğuşmayı
sadece izler. Soru sormaz ve hiçbir sorusuna da karşılık beklemez. Kendini
primitif bir dansa kaptırır gider! Çünkü sanı ve tedailer bir disipline
bağlanmak istemez. Bunların metne dönüşürken aldığı görece bütünlüklü şekil,
kelimelerin birbiriyle yüzeysel ilintisinden ibarettir. Bu sebeple ondaki
bütünlük yapay ve görecedir.
Nuri
Pakdil ve ardılları, İslâm inancına bağlı olmakla birlikte, din hakkındaki
bilgileri cami cemaatinin seviyesinden öteye geçmez. Kimya-yı Saadet ve Mektubat-ı
Rabbanî gibi kötü tercüme edilmiş avamî kitapların dışında, belki bir de
Millî Eğitim Bakanlığının “Şark Klâsikleri” dizisini okumuşlardır. İslâm’ı
ideolojik bir doktrin gibi algılamalarının ardında eksik bilgi edinmelerinin
payı olduğu kadar, resmî ideolojiye karşı gelişen dinî muhalefete yakınlık
duymalarının payı da söz konusudur.
Cumhuriyet
hükûmetlerinin dine karşı politikaları, Anadolu halkı ve taşra kökenli aydınlar
üzerinde her zaman olumsuz etki yaratmıştır. 1950’li yıllardan sonra hızla
artan büyük şehirlere göç olgusu, taşra kökenli insanları yerli kimlik
arayışına sürüklemiştir. Büyük şehirde yabancılaşma veya kendini ifade edememe
duygusu, yerli kimliğin en dinamik ve kaynaştırıcı unsuru olan dine, bu defa
sığınma psikolojisiyle yönelimi artırmıştır. Yerli kimlikte din dili, dayanışma
ve bir yere tutunabilme arzusunun en güvenilir araçlarından biridir. Çünkü
gelenekselleşmiş din dilinde, her zaman dost ve düşmanlar veya biz ve onlar
vardır. İnsan kendini, böyle bir grup içinde daha güvende hissetmektedir.
Pakdil
ve kuşağı yazarlar, taşra-şehir ikilemi içinde yerlilikle çağdaşlığı birbirine
karşıt iki olgu olarak görmelerine rağmen, yine de ikisinden birini hiçbir
zaman açıkça tercih edemezler. Onlara göre şehir, yaşama biçimi ve yapısal
özellikleriyle yabancılaşma ve köksüzlüğü; taşra ise ezilmişliği ve sömürüyü
anıştırır. Din, folklorik bir değer hâline getirilmemeli ve hele hele hiçbir
şekilde köylüleştirilmemelidir. Çünkü İslâm şehirli bir dindir! Böyle
düşüncelere sahip olsalar da yine şehrin imkânları içinde en iyi şekilde
yaşamaya çalışmışlar, ama hep taşralı gibi duyup hissetmişlerdir. İşte onlarda
din, bu hissedişin ortak dil zeminini oluşturan bir olgudur. Meselâ böyle bir
ikilem Necip Fazıl’da görülmez. Çünkü Necip Fazıl’ın kimlik arayışı sosyal bir
sebebe değil, felsefî bir temele dayanır.
Nuri
Pakdil’in düşünce aforizmaları, batılılaşma ve resmî ideoloji olmak üzere iki
konuda yoğunluk kazanır ve bunları da birbiriyle bağlantılı görür. Bütün
yazılarında bu iki konu etrafında yoğunlaşır. Hatta Edebiyat dergisini,
“Ülkü olarak batıcılığı seçmediğimizi, yalnızca yerli düşünceye ve bunun tüm
değer yargılarına bağlı olduğumuzu söylemek.” (Biat, 1973) için
çıkardık, derler. Bu sebeple Edebiyat’ta, edebiyat çoğu defa arka plânda
kalır.
Pakdil’in
batı medeniyetine karşıtlığı salt bir tepkidir. Batının dayandığı dinî, tarihî
ve felsefî temellere ilişkin derinlemesine bir bilgiye sahip değildir. Onun
gözünde batı demek, emperyalizm ve sömürü demektir. Batı medeniyetinin bir
ürünü olan teknoloji ve mülkiyet birer sömürü aracıdır. Ne var ki batının
emperyalist yüzünü sosyalist aydın ve yazarlardan öğrenir. Farklı gerekçelerle
de olsa zaman zaman onlarla aynı dili kullanır. İslâm coğrafyasına ilgisi ise
batı karşıtlığından gelir. Yoksa İslâm ülkelerinin tarihî, sosyal ve kültürel
yapıları hakkında herhangi bir bilgi donanımına sahip değildir. Tıpkı
taşra-şehir ikileminde olduğu gibi bir doğu-batı ikilemi yaşar. Doğu-batı
karşıtlığı tezi medeniyet, tarih ve din farklılığı vurgulanarak ifade edilmiş
olsa da sonuçta, bir bilgi ve düşünce sistemi tecrübesinden geçmediğinden duygu
düzeyinde kalır. Çünkü o, düşünce ve eylemde diyalektikten yoksun salt bir
tepki adamıdır.
Nuri
Pakdil gençlik yıllarında, sonradan karşısında yer aldığı resmî ideolojinin
saflarında genç bir devrimciydi. Hamle dergisinde (S. 10, 19 Mayıs 1954)
yayımlanan “Kurtuluş Destanı” isimli şiiri, o yıllardaki duygu ve düşünce
dünyasının izlerini açıkça belli eder.
“Bir
ses
Hepimize
tercüman olur gibi
Yükseliyordu
alabildiğine Samsun’dan”
“Neydi
o günler Mavi Gözlü Paşa
Doğrusu
güldürdün yüzümüzü
Gözümüze
dizimize durur inkâr edersek
Sana
borçluyuz bu günümüzü”
Mustafa
Kemal için yazılan benzeri nitelikteki şiirlere kalite yönünden açık fark atan
bu şiir, elbette Ataç’ın dikkatinden kaçmayacaktır. Nitekim Ataç, dergilerde
Pakdil’i ve dergisini öven, ama bununla birlikte yönlendirmeye çalışan
değiniler yazar. Pakdil için bunlar, bir meşruiyet ve kendini ispat beratı
olur. Sonradan Orhan Veli ve Ataç’ı, Cumhuriyet edebiyatının en iyi iki
temsilcisi; değişimin ve bozulmanın şiir ve yazıdaki iki prototipi olarak görüp
eleştirse de Ataç’ın etkisini her zaman üzerinde taşır.
Pakdil,
gençlik yıllarının ardından kendi dünya görüşünü oluşturur ve bundan sonra
resmî ideolojiye karşı sert bir muhalefet tavrı içine girer. Yazılarında,
Cumhuriyetin dünya görüşü ve devrimlerinden “1923 devrimi” şeklinde imalı söz
eder ve hemen her fırsatta bunları eleştirir. Ona göre Cumhuriyet devrimleriyle
uygarlığımıza yabancılaştık ve aynı uygarlık çemberindeki uluslardan
koparıldık. Çünkü bu devrimler ile Anadolu insanının değer yargıları,
inançları, tarihsel dayanakları çelişmektedir. Halkçılık iddia edilmiş, ama
sürekli olarak kent soylu sınıfı büyütülmüş; bununla birlikte yoksulluk ve
yoksul sınıf da artmıştır.
Yine
ona göre bağımsızlık kavramı soyut bir kavram olarak algılanmamalıdır.
“Bağımsızlık, önce bir ulusun kendi uygarlık değerlerini yitirmemesiyle, kendi
uygarlık değerleri birikimiyle davranışlarda bulunmasıyla belirebilen bir
olgudur. Bir ulus, kendi uygarlık değerlerinden kopuk bir düzeyde bulunuyorsa,
o ulus için ne ekonomik, ne de siyasal bir bağımsızlık söz konusu olabilir.” (Biat
II, 1977)
“Türk
ulusu yalnızca dinini, yurdunu, özgürlüğünü, namusunu savunmak için, bunlara
yönelik ‘tehlike’yi ortadan kaldırmak için girmiştir savaşa bugüne değin.”
Cumhuriyet devrimleriyle “Ulusumuz, İslâm öğretisinden kaynaklanan devletini
savunmak için girdiği savaştan sonra bu ereğine ters düşen bir sonuçla
karşılaşmadı mı?”, diye sorar. (Biat III, 1981)
Pakdil,
yönetim şekli olarak Cumhuriyeti doğrudan hedef almaz. Daha çok Cumhuriyeti
kuran kadroları eleştirir. Ne var ki bu kadroların Osmanlının okullarından
yetiştiğini, Cumhuriyet devrimlerinin tarihsel bir sürecin ürünü olduğunu
görmez. Bu yüzden eleştirileri tarihsel dayanaktan yoksun ve yüzeysel kalır.
Nuri
Pakdil’in adı etrafında oluşturulan efsane bir düşünce ve eylem bilincine
değil, daha çok bir tavır ve ilişki biçimine dayanır. Efsane kahramanının
marazî tavırları, karşısındakini aşağılama ve horlama şeklinde tezahür etse
bile, bunların bir mesaj içerdiği düşünülür ve tatmin yoluna gidilir! Böylece
doğrudan yansıtılamayan tepkiler, bu tür tavırlara sığınarak kendini ifade
etmiş olur. İlginçtir; Nuri Pakdil’in çevresinden uzaklaşan herkes bu durumdan
şikâyet eder, ama bir zaman sonra kendisi benzeri tavırlar içine girer. Edebiyat
dergisi ve ondan kopan dergiler ile kendini bu ortama bağlı sayan bütün
çevrelerde bu marazî tavır ve ilişkilerin izleri görülür.
Eleştiri Denemeleri (2014)
Ayane, Ocak 1988-Aralık
1990 tarihleri arasında yayımlanmış aylık bir kültür-edebiyat dergisidir. Dört
sayfa, birinci hamur kâğıda, yarım gazete sayfası boyunda basılır ve düzenli
bir şekilde 36 sayı çıkar. Derginin kurucuları Mehmet Erdoğan, İsmail Hocaoğlu,
Ömer Erdoğan ve Ali Mahmudoğlu adlı Rizeli dört arkadaştır. Dergi, Mehmet
Erdoğan ve İsmail Hocaoğlu’nun Ankara’da üniversite öğrencisi olması
dolayısıyla bu şehirde çıkar. Resmiyette ise idare yeri Rize-Güneysu’da metruk
bir adrestir! Derginin künyesinde sahibi ve yazı işleri müdürü olarak Ömer
Erdoğan, yayın yönetmeni olarak Mehmet Erdoğan yazar. İsmail Hocaoğlu ve Ali
Mahmudoğlu da bütün imkânlarıyla dergiyi destekler ve çıkmasını sağlar. Ayane’de bunların dışında İbrahim
Eryiğit, Arif Dülger, Hicabi Kırlangıç, Recep Seyhan, Kâmil Yeşil, İsmail
Kasap, Ali İhsan Kolcu, Mahmut Kaplan, Alâattin Karaca, Nazir Akalın, Nazlı
Nihal Özer, Mehmet Önal, Ömer Ceylân, Süleyman Çelik, Mehmet Ay ve Muhammet
Sait (Mehmet Sait Reçber) öne çıkan isimlerdir. Arif Ay’ın dergiye maddî ve
manevî çok büyük katkısı olur.
Derginin 1. sayısında (Ocak 1988) “Çıkarken” başlıklı
yazıda, “Ayane” adının ne anlama geldiği ve dergiye niçin bu adın verildiği
Mehmet Erdoğan tarafından şöyle açıklanır:
“‘Ayane’, bölgemizde bir dağın ismidir. Arapça ‘ayan’
sözcüğünden dilimize geçmiş; belli, açık yer anlamlarında bir isimdir. Jeolojik
olarak Ayane Dağı; etrafındaki dağlardan bağımsız, yüksek bir dağ konumundadır.
Bölgemizde Ayane’den yüksek dağlar olmasına karşın sıradağlar içinde değil de
bağımsız bir konuma sahip olması, ona bir belirginlik katmaktadır. Sözcük
anlamına uygun olarak açık seçik görülebilen bir dağdır. Ayrıca doruğuna
çıkıldığında, başka dağların ardını da görmek mümkündür.
Ayane’nin doruğunda bir cami vardır. Şu andaki cami,
altmışlı yıllarda, daha önce tarihi bilinmeyen ahşap bir caminin yerine inşa
edilmiştir. İbadete, inzivaya uygun bir yer olması bakımından mitolojik bir
değeri de vardır.
Yükseliyorsunuz, en yükseğe çıkıyorsunuz: Doğayı bütün
canlılığıyla gözleyebilirsiniz. Tanrı dostlarının uğrak yerinde metafiziksel
bir hava sarıveriyor sizi. İnsana mistik bir duygu kazandırıyor bu. Dağ, halkın
dilinde birtakım efsanelerle dolaşıyor, ister istemez büyüleniyorsunuz. Açık
bir havada Karadeniz’i seyredebiliyor, enginlere doğru sonsuzluk duygusuyla
uçabiliyorsunuz. Doğayı içinize çekerek yeşile doyuyor, Tanrı’yı ve insanı
düşünebiliyorsunuz.
Gerek geleneksel edebiyatımızda gerekse modern
edebiyatımızda dağ, zengin bir motif olarak vardır. Sonsuz anlamlar çağrıştıran
bir imge olarak şiirimize girmiştir. Dilimiz, dağlarla ilgili zengin
özdeyişlerle doludur. Âşıkların, hakkını arayanların, zorbalara
başkaldıranların sığınağıdır dağlar. Dağlar üzerine birçok türküler
söylenmiştir. Acının, ayrılığın, coşkunun, kahramanlığın, ululuğun simgesidir
dağlar. ‘Emanet’ dağlara yüklendi de dağlar yükü kaldıramadı. Ama insan,
dağların kaldıramadığı bu yüke talip oldu. İnsanın varoluşsal misyonu ve gizemi
bu espridedir!
Dergimiz ismini bir dağdan aldı. Dağların bizde
oluşturduğu nesnel karşılıktan doğdu. Ülkemizin zengin coğrafya ve kültürünün
göz ardı edilemezliğine bir imlemedir bu. Dağ bilinciyle yüklüyüz. Başı dumanlı
dağlar, geçit vermeyen dağlar diyoruz. Ama gerekirse çıkıp dağlara yaslanmasını
da biliriz!”
Ayane, yayın hayatı boyunca bu özelliklere sahip çıkan bir
dergi olmaya çaba göstermiştir.
Mehmet Erdoğan, Arif Ay ile Dosyalar kitabı üzerine bir söyleşi yapar. Bilindiği gibi Arif
Ay’ın Dosyalar’ında “Rize” adlı bir
şiir vardır ve bu şiirde Güneysu’dan, Kıbledağı’ndan söz edilmektedir. Ayane
Dağı’nın halk arasında yaygın adı da Kıbledağı’dır:
“ay sarı, sanki mısır ekmeği
akşamları kıbledağından
şavkı soframıza vuran” (Arif Ay)
Bu sebeple 1. sayıya böyle bir söyleşiyle başlanır.
Söyleşiyi, Mehmet Erdoğan’ın “Dağların Dili” başlıklı Arif Ay’ın Dosyalar kitabı üzerine yazılmış bir
yazısı ile Ali Mahmudoğlu’nun “Türk Şiirinde Dağ” başlıklı bir yazısı tamamlar.
Yine 1. sayıda İbrahim Eryiğit ve Mehmet Erdoğan’ın şiirleri ile İsmail
Hocaoğlu’nun bir hikâyesi yer alır.
Derginin 1. sayısı, Nuri Pakdil’in çıkardığı Edebiyat’ın basıldığı Afşaroğlu
Matbaasında basılır. O günün şartlarında Afşaroğlu Matbaasının baskı kalitesi
gerçekten yüksektir, ama Afşaroğlu Matbaası, Ayane için pahalı bir yerdir. Bundan dolayı dergi, 2. sayısından
itibaren kapanana kadar çok ekonomik bir fiyatla Elif Matbaacılıkta basılır.
Ayane, reklâm almadan ve sadece satışla yayın hayatını
sürdürmüş bir dergidir. Bazen taşradan paraların gelmesi geciktiği zaman
burslarımızı derginin bütçesine katar ya da Ömer Erdoğan ve Ali Mahmudoğlu’ndan
takviye alırdık. Fakat genellikle Ayane,
kendi geliriyle ayakta duran bir dergi olmuştur. Derginin baskı miktarı ise
sayısına göre 500-1000 arası değişmektedir.
Derginin dağıtımı elden yapılır. Ankara ve İstanbul’da
belli başlı birkaç kitabevine bırakılan dergi, daha çok abone usulüyle
okuyucuya ulaştırılır. Bunun için postanede saatlerce pul yapıştırmanız ve
pullar mühürlendikten sonra poşetlerin ağzını bantla kapatmanız gerekmektedir.
Ayrıca her sayıdan ücretsiz gönderilen 15-20 kadar protokol abonesi vardır.
Bunlar ünlü şair, hikâyeci, gazeteci ve bazı sanat-edebiyat dergilerinin yayın
yönetmenidir.
İsmail Kasap ve Mahmut Kaplan, şiirleriyle 2. sayıda
(Şubat 1988) Ayane’ye katılır. Bu
sayıda, Mehmet Erdoğan’ın “Ataol Behramoğlu’nun Şiir Dünyası” başlıklı bir
yazısı ve Ebubekir Eroğlu ile şiir üzerine yaptığı bir söyleşi yer alır. 3.
sayıda (Mart 1988) Arif Dülger ve Alâaddin Soykan şiirleriyle katılır dergiye.
Mehmet Erdoğan, “Ahmet Kutsi Tecer’in Şiiri”ni yazar. Süleyman Bayraktar,
Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın hikâyecisi seçilen A. Haydar
Haksal’la hikâyeciliği üzerine bir söyleşi yapar.
4. sayının (Nisan 1988) en önemli şairi Arif Ay’dır.
İbrahim Eryiğit ve Mehmet Erdoğan’ın Ahmet Telli ile şiir üzerine yaptığı
söyleşi edebiyat çevrelerinin dikkatini çeker. Çeşitli gazete ve dergiler Ayane’den söz etmeye başlar. Artık edebî
görüşlerimiz ve tutumumuz izlenmekte ve eleştirilmektedir. Bu sayının dikkatten
kaçan, ama bizce çok önemli olan yazısını Süleyman Bayraktar kaleme alır: “Hareket Dergisi / Nurettin Topçu”. Ayane’nin sayfaları arasında duygu,
düşünce ve inanç dünyamızın şekillenmesinde âdeta birer işaret fişeği
niteliğinde olan yazılar vardır. Bunları, ancak bugün geriye dönüp baktığımızda
anlayabiliyoruz. Zamanında ilginç birer tesadüf idiler. İşte Süleyman
Bayraktar’ın yazısı da bunlardan biridir. Nurettin Topçu’yu, Ezel Erverdi’yi ve
Dergâh Yayınlarını tanımada ilk işareti bu yazıdan aldığımı söyleyebilirim.
Cemal Süreya Ayane’yi
izlerdi. Günlüklerinin birinde, Ahmet Telli ile yaptığımız söyleşide geçen
Ahmet Muhip Dıranas’ta Baudelaire etkisi üzerine düşüncelerini yazdı. Ahmet
Telli, “Dıranas baştan başa bir Baudelaire’dir.” diyordu. Cemal Süreya ise bu
görüşe katılmıyordu ve “Baudelaire yok Dıranas’ta.” düşüncesindeydi. Biz, bu
tartışmadan çok onun Ayane hakkındaki
düşünceleriyle ilgiliydik. Cemal Süreya, sözü edilen günlüğünde Ayane için şunları yazmıştı: “Ayane dergisinin 4. sayısı geldi.
Yönetim yeri Rize’de, yazışma adresi Ankara’da olan bu küçük yayın organını
seviyorum. Özellikle şiirde savsız bir kıpırtı içinde. Yazılmakta olan şiiri
temel almıyor, ondan kaçmıyor da. Nuri Pakdil’in Edebiyat’ını anımsatıyor biraz. Taşra dergisi değil, ama yerel
yetenekleri değerlendirmeye çalışıyor. Bu tür küçük dergilerin çoğalması
edebiyatımızın altından nicedir kaymakta olan altyapıyı yerine getirir
umudundayım.” (Cemal Süreya, “899. Gün”, Gösteri,
S. 90, Mayıs 1988) Günlüğünün sonunda Mülkiyeliler Birliğinde bir söyleşi
yapmak üzere “Ayın 20’sinde Ankara’da olmam gerek.” notunun bir tanışma daveti
olduğunu maalesef geç anladık. Üstadın ölümünde en çok bu tanışma fırsatını
kaçırdığımıza üzülmüştük.
5. sayıda (Mayıs 1988) Kemal Sayar’dan bir hikâye ve
Gökhan Özcan’dan bir deneme yayımlanır. Ömer Ceylân ve Hayrettin Orhanoğlu
şiirleriyle katılır dergiye. Arif Ay’ın Eyüp Önder müstearıyla bir hikâyesine
yer verilir. Yusuf Öz, İranlı hikâyeci Sadık Hidayet’ten Ayane için bir hikâye çevirir. 6. sayıda (Haziran 1988) Ömer
Erdoğan, Taner Özlem imzasıyla “Ziya Osman Saba’nın Şiiri”ni değerlendirir.
Mehmet Önal ve Hayrettin Orhanoğlu, şiirleriyle ölüm yıl dönümünde Cahit
Zarifoğlu’nu anar. Recep Seyhan 7. sayıda (Temmuz 1988) bir hikâyeyle Ayane’ye katılır. Bu sayıda Ali
Mahmudoğlu, “Ahmet Haşim’in Şiirinde Zaman”ı yazar. Rahmi Kaya’dan bir şiir
yayımlanır. Osman Selvi, Yahya Tezel’le kültür üzerine bir söyleşi yapar. 8.
sayıda (Ağustos 1988) Kemal Sayar’ın çağdaş Arap-Filistin edebiyatının önde
gelen hikâyecilerinden Gassan Kenefanî’den çevirdiği bir hikâye yayımlanır.
Recep Karip ve Nazir Akalın şiirleriyle katılır dergiye. Ali Mahmudoğlu, “Cahit
Sıtkı Tarancı ve Ölüm Temi”ni yazar.
Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar
Genel Müdürlüğü, il ve ilçe halk kütüphaneleri için Ayane’ye 100 dergilik abone olur. Bu sayıyla gerçekleşen abonelik
işlemleri 1. sayıdan itibaren başlatılır ve dergi kapanana kadar da devam eder.
Bu 100 dergilik abonelik Ayane’nin
kâğıt sorununu tamamen çözer. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve
Yayımlar Genel Müdürlüğünün Ayane’ye
aboneliği Ömer Erdoğan’ın çabasıyla ve dönemin Rize Valisinin şiirsever eşinin
himmetiyle olmuştur.
9. sayıda (Eylül 1988) Kemal Sayar ve Hicabi Kırlangıç
şiirleriyle, Kâmil Yeşil hikâyesiyle katılır dergiye. Mehmet Erdoğan, “Faruk
Nafiz Çamlıbel ve Hece Şiiri”ni yazar. 10. sayıda (Ekim 1988) yayımlanan iki
önemli yazı derginin değişik çevrelerden olumlu tepki almasını sağlar.
Bunlardan biri Mehmet Erdoğan’ın Turgut Uyar’ın şiirini incelediği yazısı,
diğeri Muhammet Sait’in “Sartre, Varoluş ve İnsan / Eleştirel Bir Yaklaşım”
başlıklı denemesidir. Değişik gazete ve dergilerde bu iki yazıdan olumlu bir
şekilde söz edilir. 11. sayıda (Kasım 1988), Recep Seyhan’ın “Sessiz Kağnılar”
adlı derginin 4/3’ünü kaplayan bir hikâyesi yayımlanır. Senaryo hikâyesi olarak
kaleme alınmış olan “Sessiz Kağnılar”, yazarın en özgün çalışmalarından
biridir. 12. sayıyla (Aralık 1988) bir yılını dolduran dergiye Nazlı Nihal Özer
bir şiiriyle katılır. Ahmet Demirhan, Konstantinos Kavafis’ten bir şiir ve
Muhammet Sait, Malezyalı hikâyeci Zaid Ahmed’den bir hikâye çevirir. Yine
Muhammet Sait’in “Yaşam ve Sorumluluk” başlıklı önemli bir denemesi yer alır.
13. sayının (Ocak 1989) en etkili yazısını Muhammet
Sait kaleme alır: “Modern Bilim ve İnsan”. Mehmet Erdoğan, “Namık Kemal ve
Tanzimat Edebiyatı”nı yazar ve İbrahim Eryiğit, Cemal Süreya’nın yeni çıkan Sıcak Nal ve Güz Bitiği kitaplarını tanıtır. Mehmet Âkif Kireççi bir şiirle
katılır dergiye. Şamil Öcal, İranlı yazar Ali Deştî’den bir hikâye çevirir. Ali
İhsan Kolcu, Ayane’ye 14. sayıda
(Şubat 1989) bir şiirle katılır. Yusuf Öz, İranlı hikâyeci Cafer Müderris
Sadıkî’den bir hikâye çevirir. Mehmet Erdoğan, Ferit Edgü ile Yeni Düşün dergisinde (S. 59, Şubat
1989) yapılmış bir söyleşi üzerine düşüncelerini yazar. Ferit Edgü’yü
insanımıza ve kültürel değerlerimize karşı yabancılaşmakla eleştirir.
15. sayıda (Mart 1989) Rahmi Er’in Gassan Kenefanî’den
çevirdiği uzun bir hikâye yer alır ve derginin neredeyse 4/3’ünü kaplar. O
yılların en önemli gündem maddesi üniversitelerde başörtüsü sorunudur. Başörtülü
öğrenciler üniversitelerde derslere alınmamaktadır. Bunun üzerine çeşitli
üniversitelerde, bu arada bizim fakültede de (Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi) öğrenciler dersleri boykot etmektedir. Ayane, bu sorunu demokrasi bağlamında tartışarak okuyucularıyla
paylaşmak ister. Derginin mutfağındaki arkadaşlar buna pek sıcak bakmaz. Fakat
Mehmet Erdoğan, Muhammet Sait’ten de yardım alarak “Demokrasiyi Yaşarken”
başlıklı bir yazı kaleme alır ve birinci sayfaya koyar. Böylece dergi, sosyal
meselelere karşı duyarlı olduğunu gösterir. Yine bu sayıda İbrahim Eryiğit,
Nilgün Marmara’nın Daktiloya Çekilmiş
Şiirler kitabını tanıtan bir yazı yazar. 16. sayıda (Nisan 1989) M. Sait
Çekmegil’in bir şiiri girer dergiye. M. Sait Çekmegil’le Elif Matbaacılıkta
karşılaşırız. Eşini kaybetmiş, oldukça üzgündür. Ayane’yi görür ve beğenir. Eşinin ölümü üzerine yazdığı bir şiiri
bize uzatır ve yayımlamamızı ister. Ayane’nin
şiir çizgisine uygun olmasa da insanî bir durumla karşı karşıya olduğumuz için
bu şiiri yayımlarız. Yine bu sayıda Mehmet Erdoğan, İlhan Berk’i eleştiren bir
yazı kaleme alır.
Mehmet Ay, Ayane’ye
17. sayıda (Mayıs 1989) bir hikâyeyle katılır. Bu sayının asıl yazısı “Yitik
Şairler”dir. Uzunca bir yazı olan “Yitik Şairler”, derginin edebî tutumunda da
önemli bir role sahiptir. Derginin daha yakından izlenmesini sağlar. Aynı
zamanda bazı çevrelerin dergiye ve şahsımıza karşı sessiz boykotuna da sebep
olur. Yazı, çeşitli gazete ve dergilerde geniş yankı uyandırır. Belleklerde
kalır ve uzun yıllar etkisini sürdürür.
Ayane’yi düzenli izleyen ve tanıtan gazeteci-yazarlardan
biri de Fehmi Koru’dur. Zaman
gazetesinde Taha Kıvanç müstearıyla yazdığı “Kulis” köşesinde Ayane’den söz eden pek çok yazısı
vardır. Bunlardan biri de “Yitik Şairler” üzerine yazdığı yazıdır:
“‘Yitik Şairler’, bir yazı için iddialı bir başlık.
Ancak edebiyat dünyamızın nabzının attığı, dikkatli çabaların ürünü bir aylık
dergide bu başlıkla yayımlanan yazıyı görünce dikkatle okumadan ve
değerlendirmeleri üzerinde düşünmeden edemedim.
Yazı, aylık sanat-edebiyat dergisi Ayane’nin Mayıs sayısında yayımlandı. Ayane, iki yıldır çıkan, elimizdekiyle
17. sayısına ulaşmış bir dergi. Dört sayfalık, birinci hamur kâğıda, yarım
gazete sayfası boyunda basılıyor. Mehmet Erdoğan yönetiyor. (Yazışma Adresi: P.
K.: 1074 Ulus-Ankara)
‘Yitik Şairler’ değerlendirmesinin yazarı dergi
yönetmeni Mehmet Erdoğan. Sayın Erdoğan’ın, bu yazıyı yazmadan önce çok
düşündüğü yazısının üslûbundan anlaşılıyor. Yittiklerini söylediği şairleri
gücendirmemek, onları iştahlandırıp belki yeniden şiire döndürmek için özel bir
çaba harcadığı belli oluyor. Yaptığı iş hiç de kolay değil.
Kolay olmayan Âkif İnan, Erdem Bayazıt, Alâeddin
Özdenören, Osman Sarı, Turan Koç, Osman Konuk gibi şairlerin yitip
kaybolduklarını ilân etmek... Hiç kolay değil.
Erdoğan, ele aldığı şairlerin hiçbirine adaletsizlik
etmemek için özel bir çaba sarf ediyor. Onların kitap olarak veya dergilerde
yayımlanmış bütün şiirlerini elinin altında bulundurarak, gerektiğinde her
birinden alıntılar yaparak aslında bu insanların çoğunun iyi şair olduğunu
belirtmeye çalışıyor. Bayazıt’ı, Özdenören’i, Sarı’yı, Koç’u, Konuk’u bayağı
iyi şair olarak görüyor. Âkif İnan konusunda biraz aykırı düşünüyor; onun ‘iyi
şair’ olmak bir tarafa şair olduğundan bile kuşku duyuyor. Bir de Erdem
Bayazıt’ın ‘kara siyasaya bulaştıktan sonra şiire, şiirde bağlı olduğu devrimci
duyarlığa, seslendiği kitleye sırtını dönmesini’ affetmediği anlaşılıyor.
Uzun yazıda, her bir şair ele alınırken hep aynı iç
çekiş tekrarlanmakta: ‘Belleklerde iz bırakan, coşku ve dinamizm dolu şiirler
yazan Osman Sarı neden bunca yıldır şiire uzak duruyor?’ diye soruyor.
‘İşte Turan Koç, Edebiyat’ın
(Nuri Pakdil’in çıkardığı dergi) bu kompleks döneminde yetişen bir şairdir. Edebiyat’ın yetiştirdiği ve Edebiyat’la birlikte kaybolan şair. Oysa
o, şiirde ulaşmış olduğu özgün sesi geliştirebilirdi. Edebiyat’la birlikte batması gerekmezdi.’ diye hayıflanıyor.
‘Osman Konuk’un şiirlerini şiirseverler kolay kolay
unutamayacaklardır. Çünkü 80’li yıllarda şiirde iz bırakan bir kuşağın
şairlerindendir o. Bu mükemmel duyarlığın şairi şiiri sürdürmeli.’ hükmünü
veriyor.
Yazıda ‘Ve Diğerleri’ başlığı altında toptan
değerlendirilen birkaç şair daha var: Mustafa Miyasoğlu, M. Atillâ Maraş, Metin
Önal Mengüşoğlu, Cumali Ünaldı Hasannebioğlu... Yazar, bu isimleri de ‘şiire
yenik düşüp yitenler’ sınıfına sokuyor.
Ayane’nin yaptığı çok radikal bir çıkış. Ancak şiirseven bir
kalbin hassasiyetiyle yazıldığı için bence değerli. Hükümleri tartışmalı. Çünkü
bazen aceleyle yanlış hükümler verilmesi de mümkün. Aynı yazıda, ‘Ancak
Müslümanlardan ve sosyalistlerden şair çıkar’ anlamı taşıyan ve siyaset dışı
şiiri dışlayan bazı tespitler de var ki bence yanlış. O bakımdan yazarın tek
tek şairlerle ilgili görüşleri de hatalı olabilir. Ama mutlaka tartışılmalı.
Zaman’ın Kültür Servisindeki arkadaşlar, yazıda adı geçen
şairlere ve şiirden anlayanlara Ayane’deki
görüşlere katılıp katılmadıklarını sorsalar güzel, yararlı bir tartışmaya
katkıda bulunmuş olurlar.” (Taha Kıvanç, “Şairlerimizi Yitirdik mi?”, Zaman, 7 Haziran 1989)
Fehmi Koru’nun bu önerisi gerçekleşmedi. Bilmiyorum ya
Zaman gazetesindekiler ilgilenmedi ya
da söz konusu şairler ve şiirden anlayanlar buna yanaşmadı. Ancak bu yazı
yüzünden çok tepki aldığımı biliyorum.
18. sayıda (Haziran 1989) Osman Selvi, ölümünün
altıncı yılı dolayısıyla İlhami Çiçek’in şiirini değerlendiren “Tarihsel
Kıyımın Trajik Bir Tanığı: İlhami Çiçek” başlıklı bir makale yazar. Dergide,
İlhami Çiçek’in kitabında yer almayan ilk şiirlerinden biri de yayımlanır.
İbrahim Eryiğit de ölümünün ikinci yılı dolayısıyla Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları üzerine yazar. Muhsin
Macit, Ayane’ye 19. sayıda (Temmuz
1989) Sezai Karakoç’un Ateş Dansı’nda
yer alan “İstanbul’un Hazan Gazeli” adlı şiirinden hareketle Sezai Karakoç’un
şiiri üzerine yazdığı bir denemeyle ve Mustafa Muharrem de bir şiiriyle
katılır. Ali İhsan Kolcu’nun “Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Cengiz Aytmatov’da
Milliyet Unsurları” adlı incelemesinin birinci bölümü de bu sayıda yayımlanır.
20. sayıya (Ağustos 1989) Kâmil Yeşil’in “Bu
Böyledir ve Mustafa Kutlu’nun Hikâyesi Üzerine” yazısıyla giriş yapılır.
İbrahim Eryiğit, Hüsrev Hatemi’nin Grili
Çocuk kitabını tanıtır. Mehmet Erdoğan, 21. sayıda (Eylül 1989) dergiler
üzerinden edebiyat ve değişim konusunda bir makale ile Mehmet Ocaktan’ın Kırık Bir Rüya Denizi adlı şiir kitabını
değerlendiren bir yazı yazar. Ayane,
bu sayıyla “Sanatçılarımızla Konuşmalar” başlığı altında derginin yazarlarını
ve onların edebiyat görüşlerini tanıtmayı amaçlayan bir söyleşi dizisi
başlatır. 12 sayı süren (21-32) bu dizide sırasıyla Arif Dülger, Hicabi
Kırlangıç, Mehmet Erdoğan, İbrahim Eryiğit, İsmail Hocaoğlu, Recep Seyhan,
Kâmil Yeşil, Ali İhsan Kolcu, Nazlı Nihal Özer, Süleyman Çelik, Mehmet Ay ve
Ömer Erdoğan’la birer söyleşi yapılır.
22. sayıda (Ekim 1989), İsmail Hocaoğlu’nun çevirisini
yaptığı çağdaş Arap hikâyecilerinden Lübnan doğumlu Mihail Nuaymah’tan bir
hikâye yer alır. Ali İhsan Kolcu’nun “Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Cengiz
Aytmatov’da Milliyet Unsurları” adlı incelemesinin ikinci ve son bölümü de bu
sayıda yayımlanır. 23. sayıda (Kasım 1989) Şaban Abak bir şiirle ve Alâattin
Karaca, Sezai Karakoç’un hikâyelerini inceleyen bir makaleyle Ayane’ye katılır. Mehmet Erdoğan,
edebiyatımızda Atatürk şiirlerini değerlendiren bir eleştiri kaleme alır. 24.
sayıda (Aralık 1989), Lübnan asıllı ABD vatandaşı şair ve yazar Halil
Cibran’dan Mesut Yazıcı’nın çevirdiği ve derginin yarısını kaplayan bir hikâye
yayımlanır.
25. sayı (Ocak 1990) matbaadayken Cemal Süreya’nın
ölüm haberi gelir (9 Ocak 1990). Bunun üzerine Mehmet Erdoğan küçük bir anma
denemesi yazar ve dergiye koyar. Süleyman Çelik bir şiirle Ayane’ye katılır. Ali İhsan Kolcu, “Ateş Dansı ve Endülüs’te Raks’a
Dair” yazısında Yahya Kemal’in şiiri ile Sezai Karakoç’un şiirini
karşılaştırır. 26. sayıda (Şubat 1990) İlhami Atmaca’nın bir şiiri yayımlanır.
Mehmet Erdoğan, Sezai Karakoç’un şiirini inceleyen bir makale kaleme alır. Ömer
Erdoğan da Adnan Özer’in bir şiirinden hareketle “Şehrin Yorgun Şairi / ‘Şairin
Emekleri’” başlıklı bir deneme yazar. 27. sayıda (Mart 1990), Mehmet Âkif
Kireççi’nin çağdaş Arap hikâyecilerinden Mısırlı Mahmut Teymur’dan çevirdiği
bir hikâye yer alır. Mehmet Erdoğan, ressam İlhami Atalay ve sanat anlayışını
tanıtan bir yazı yazar. 28. sayıda (Nisan 1990), sorularını Mehmet Erdoğan’ın
hazırladığı ve Arif Dülger’in gerçekleştirdiği “İsmet Özel’le Dünden Bugüne
Şiirimiz Üzerine Bir Konuşma” yayımlanır. Hicabi Kırlangıç, çağdaş İran
şairlerinden Nima Yuşic’den bir şiir çevirir. 29. sayıda (Mayıs 1990) Yusuf
Turan Günaydın, “Yunus Emre İlahilerinde Aşk Temi”ni yazar. 30. sayıda (Haziran
1990) Mehmet Erdoğan, Ümit Meriç Yazan’la ölümünün üçüncü yılı dolayısıyla
Cemil Meriç üzerine bir söyleşi gerçekleştirir. Osman Özbahçe bir şiirle
katılır dergiye. 31. sayıda (Temmuz 1990), Ömer Çaha’nın “Ayna Önünde Kaybolan”
başlıklı bir denemesi ile Ali İhsan Kolcu’nun “Eski Şiirin Kâinatı ve Bremen
Mızıkacıları” başlıklı makalesi yayımlanır. Yine Ali İhsan Kolcu, 32. sayıda
(Ağustos 1990) Tuğrul Tanyol’un Ağustos
Dehlizleri üzerine yazar. Nurullah Çetin, “Roman Çözümlemesi Üzerine”
başlıklı bir makale kaleme alır. Mustafa Aydoğan’dan bir şiir yer alır dergide.
33. sayıda (Eylül 1990) İsmail Hocaoğlu, çağdaş Arap edebiyatının önde gelen
yazarlarından Tevfik el-Hâkim’den derginin 4/3’ünü kaplayan bir oyun çevirir.
Nurullah Çetin, “Romanın İçerik Ögelerinden Olay ve Konu”yu yazar. Gıyasettin
Aytaç’ın makalesinin başlığı “Varka ve Gülşah Mesnevisi Hakkında Bazı
Tespitler”dir. Alâattin Karaca, 34. sayıda (Ekim 1990) kadının kimlik arayışı
bağlamında Halime Toros’un hikâye kitabı Tanımsız’ı
inceler. Muhsin Macit, “Tasavvuf ve Ebubekir Eroğlu’nun Şiiri”ni yazar. Ali
İhsan Kolcu, İbrahim Eryiğit’in Kayıtsız
Sevdalar’ını tanıtır. 35. sayıda (Kasım 1990), sorularını Mehmet Erdoğan’ın
hazırladığı ve Rıdvan Canım’ın gerçekleştirdiği “M. Orhan Okay ile Orhan Veli
ve Garip Şiiri Üzerine” bir söyleşi yer alır. Söyleşiye, Orhan Veli’nin
şiiriyle ilgili Cemal Süreya’dan bir yorum aktararak başlanır, ancak hocanın
Cemal Süreya’yı okumadığı görülür. Bu sayıda Alâattin Karaca, Cemal Şakar’ın Gidenler Gidenler adlı hikâye kitabını;
İbrahim Eryiğit, Şaban Abak’ın Bağdat’tan
Dönen Şiirler adlı şiir kitabını; Osman Özbahçe, Nurettin Durman’ın Şehrin Üzerindeki Bulutlar adlı şiir
kitabını; Mehmet Erdoğan, Arif Dülger’in Şiir
Nöbetleri adlı şiir kitabını ve Muhsin Macit, Nurullah Genç’in Nuyageva adlı şiir kitabını tanıtan
birer değini yazar. Ayane’nin son
sayısında (S. 36, Aralık 1990) Ömer Erdoğan, Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum”
adlı şiirinden hareketle bir deneme kaleme alır. Nurullah Çetin, “Roman
Çözümlemesinde Figüratif Kadro” konusunda yazar. Derginin sonuna da 36 sayıyı
kapsayan üç sayfalık bir dizin eklenir.
Ayane’de değerlendirilen yazı ve ürünler elbette bunlardan
ibaret değildir. Sinema yazıları, çeşitli kültürel konularda denemeler,
söyleşiler, teşvik amacıyla yayımlanan şiir ve hikâyeler, kitap ve dergi
tanıtım yazıları vs. Ayane’nin
sayfaları arasında kendine yer bulur.
Son sayıda, “Kapanırken” başlıklı yazıda derginin üç
yıllık serüveni şöyle değerlendirilir:
“Ayane’nin
yayını elinizdeki sayıyla son buluyor. Bütün olumsuz koşullara rağmen tam üç
yıl Ocak 1988-Aralık 1990; 36 sayı sizlerle birlikte olduk. Bizden ilgilerini
esirgemeyen vefakâr okuyucularımıza, dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz.
Ayane, aslında yayınına devam edebilirdi. Bugün bulunmuş
olduğumuz aşama, maddî ve manevî olarak başladığımız yerin çok çok
ilerisindedir. Görünürde yayınımıza son vermemize neden olacak hiçbir somut
olay yoktur. Aksine sürdürmemizi sağlayacak pek çok olanak vardır; ekonomik
açıdan, içerik ve okuyucu açısından... Ama programımız, hedefimiz üç yıl olduğu
için dergiyi kapatıyoruz. Bir şeye başlamasını bilen, nerede durulması
gerektiğini de bilmeli. Biz, Ayane’yi
hedefine ulaştırdığımız kanısındayız. İşi sulandırmadan, tam tadında bırakmak
istiyoruz.
Burada, bu üç yılın değerlendirmesini yapabilecek
durumda olmadığımızı belirtmek isteriz. Böyle bir değerlendirmeyi
okuyucularımız, eleştirmenler yahut edebiyat tarihçileri yapmalılar ki objektif
bir değerlendirme olsun.
Biz, gönül rahatlığıyla şunların altını çizebiliriz:
Başta belirlemiş olduğumuz ilkelere sonuna kadar bağlı kaldık. Hiçbir grup
anlayışının temsilcisi olmadık. Kimsenin devamı olmadık. Her türlü işbirlikçi
tavrın karşısında yer aldık. Sanatın doğasındaki özgürlüğe ters bir
davranışımızın olmadığı düşüncesindeyiz. Ürüne önem verdik; pratiği olmayan
teorilere prim vermedik. Yayımladığımız çalışmalarda düşünsel ve ideolojik
herhangi bir ayrım gözetmedik. Eğer bir misyon üstlenebildikse bu,
kararlılığımız ve sanata olan bağlılığımız sayesinde gerçekleşti. Sınırları
aşan bir başarı gösteremediysek bu da gücümüz ve olanaklarımızın oldukça
sınırlı oluşundan kaynaklandı. Ayane’yle
nerede olduğumuzu, ancak neleri yapabileceğimizi açıkça gördük. Bütün
çabalarımız kendimizi yetiştirmeye ve geliştirmeye dönük oldu. Ayane’li yılların deneyimlerinin, bundan
sonraki sanat yaşamımıza şimdiden hesaplanamaz zenginlikler katacağı
kanısındayız. Ayane’yle bir sınav
verdik. Görüp yaşadıklarımızı unutmamız olanaksız. Bunun bilincindeyiz.
Ayane’ye geceli gündüzlü üç yılımızı verdik. Gönlümüz
rahattır. Türkiye’de her şeye rağmen ısrarla sürdürülebilecek çalışmaların,
sonunda mutlaka hedefe ulaşacağı inancındayız. Elbette her şeyin bir bedeli
olacaktır. Sorumluluk üstlenmeden talip olmaya kalkmak haksızlıktır. Hak ise
ancak haklılık sınırları içinde aranabilir.
Burada son olarak bizi anlayan, duygularımızı
paylaşan, teşvik eden; çeşitli gazete, dergi ve sohbet meclislerinde Ayane’den söz eden; Cemal Süreya, Hüsrev
Hatemi, Fehmi Koru, Ümit Meriç Yazan, Arif Ay, Ahmet Telli, Ezel Erverdi, M.
Orhan Okay, Mustafa Kutlu, Ebubekir Eroğlu, Metin Celâl, Adnan Özer, Hasan
Bülent Kahraman... başta olmak üzere adını sayamadığımız sanatçı, yazar ve bu
yolun emektar insanlarına gösterdikleri açık ilgilerinden ötürü minnettarız.
Kendilerine en içten duygularımızla teşekkür ediyoruz.
Bir de Ayane’nin
matbaa emekçilerini unutmamız olanaksız. Elif Matbaacılık ve çalışanları olmasaydı
yayınımızı düzenli olarak kolay kolay sürdüremezdik.
Evet, Ayane’nin
yayınına son veriyoruz. Eğer Türk edebiyatına bir nebzecik de olsa katkımız
olduysa bunun başarısı ve mutluluğu emekçisiyle, yazarıyla, okuyucusuyla
hepimizindir.
Ayane kapanıyor. ‘Tarifsiz kederler’ içindeyiz! Belki bir
daha Ayane olmayacak. Ama nasıl bir
çalışma olursa olsun, eğer tekrar bir şeyler yapmaya soyunursak bu, Ayane’den izler taşıyacak.
Yarın sabah güneş Ayane’siz
doğacak! Buna inanmak istemiyoruz.
Şimdilik aynı isim altında kitap yayımlamayı
sürdürmeye devam edeceğiz. Başka bir çalışmada buluşmak umuduyla...
Saygılarımızla. Ayane ailesi adına
Mehmet Erdoğan”
Dergiden sonra kitap yayımlamayı plânlıyorduk, ancak
bunda başarılı olamadık. Çünkü o yıllarda Körfez Savaşının etkisiyle Türk
ekonomisi kötü günler yaşıyordu. Dergi yayımlanırken üç kitap çıkarabildik:
İbrahim Eryiğit, Kayıtsız Sevdalar
(1989); Arif Dülger, Şiir Nöbetleri
(1990) ve Recep Seyhan, Çiçekler Kesmişti
Selâmı (1991). Recep Seyhan’ın kitabından Kültür ve Turizm Bakanlığı
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne il ve ilçe halk kütüphaneleri için
bir miktar satmayı başardık. Ancak aldığımız parayla yeni bir yayın
çıkaramadık.
Bu arada Ömer Erdoğan’ın dergi kapandıktan yıllar
sonra birikmiş prim borcu olarak Bağ-Kur’a ödediği yüklü parayı bir anekdot
olarak kaydetmek gerekir. Ömer Erdoğan derginin “sahibi”dir, ama Bağ-Kur’a
kayıtlı olmanın ne demek olduğunu ancak dergi kapandıktan yıllar sonra, yani bu
parayı ödeyince anlamış olur!
Son olarak Kültür
Edebiyat dergisinden söz etmek istiyorum. Kültür Edebiyat, Yeni Taşova gazetesinin aylık sanat eki olarak
Yusuf Turan Günaydın’ın yönetiminde Amasya-Taşova’da çıkar. 1. sayısı Şubat
1989 ve son sayısı 21-22. sayı Ekim-Kasım 1990 tarihini taşır. 1-12. sayıları 2
sayfa, 13-16. sayıları 4 sayfa, 17-18. sayısı 8 sayfa, 19-20 ve 21-22. sayıları
da 4 sayfa olan Kültür Edebiyat,
üçüncü hamur kâğıda, yarım gazete sayfası boyunda basılır. 600 civarında
basılan dergi parayla satılmaz; okuyucusunu kendi belirler ve ona ücretsiz
ulaştırılır.
Kültür
Edebiyat, Ayane’nin küçük kardeşi
sayılır! Dergiyi, Amasyalı iki arkadaş Yusuf Turan Günaydın ve Osman Selvi
çıkarır. Yayımlanacak ürün ve yazılara ise Mehmet Erdoğan ve Yusuf Turan
Günaydın birlikte karar verir. (Bu üç arkadaş o yıllarda aynı fakültede
öğrencidir.) Kültür Edebiyat’ın asıl
amacı taşradaki genç yetenekleri yazmaya teşvik etmek, yönlendirmek ve onlara,
çalışmalarını yayımlayabilecekleri özgür bir ortam sağlamaktır. Ayane’ye göre yeni imzalara karşı daha
toleranslı olan dergiye, Ayane’den
Mehmet Erdoğan, İbrahim Eryiğit, Ali İhsan Kolcu, Nazir Akalın ve Ömer Ceylân
da şiir ve yazılarıyla destek verir. Böylece Kültür Edebiyat, taşra dergiciliğinin en özgün örneklerinden biri
olarak yayın ve edebiyat tarihindeki yerini alır.
Ayane (ve küçük kardeşi Kültür
Edebiyat) dergisinde yayımlanan ürün ve çalışmaların edebiyat tarihçisi ve
eleştirmenler tarafından başta edebî değeri olmak üzere basın tarihi, edebiyat
sosyolojisi; edebiyat ve değişim, edebiyat ve iletişim, edebiyat ve sosyal
gruplaşma, edebiyatta altyapı sorunları ve Anadolu’daki genç yeteneklerin
ortaya çıkarılması, edebiyatta merkez-taşra ilişkisi gibi açılardan ciddî bir
değerlendirmeye tâbi tutulmayı hak edecek derecede önemli olduğunu ve
ilgililerini beklediğini belirterek yazımıza son verelim.
Rize Defteri, S. 2, Kasım 2013
Kopernik
Kitap’tan Mart 2020’de çıkan ve 1983’ten 2019’a 36 yıl boyunca deneme-eleştiri
türünde kaleme aldığım yazıları içeren Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar adlı kitabımın varoluş serüveniyle ilgili duygu ve düşüncelerimi kısaca
okuyucuyla paylaşmak istiyorum. Amacım içerik değerlendirmesi yapmak değil
(kuşkusuz bunu okuyucu ve eleştirmenler yapacak), kendi hikâyemle kitabın
hikâyesi arasında bir çeşit köprü kurmaya çalışmaktır. Yapacağım şey, biraz
hatıra, biraz iç muhasebe, biraz arka plân tahlili, biraz da geleceğe dair
tasarıların karışımı bir şey olacak.
Önce
şunu söylemek istiyorum: Edebiyatı, onunla ilgilenmeye başladığım lise
yıllarından itibaren çok ciddîye aldım. Merak ettiğim konularla ilgili etraflı
ve dikkatli bir okuyucu olmaya gayret ettim. Sorularım cevap bulana kadar
konunun peşini bırakmadım. Yazarken de sadece bütün dikkatimi konu üzerinde
topladım. Nasıl anlaşılır, ne derler, başım belâya girer mi gibi hiçbir kaygım
olmadı. İnandığımı özgürce yazmanın keyfini yaşadım. Yayımlatmadan önce de
mutlaka bir iki dostuma/arkadaşıma yazılarımı okuttum, varsa gerekli
düzeltmeleri yaptıktan sonra dergi veya gazetelere gönderdim.
Yazılarımı
kitaba girene kadar birkaç kez elden geçirdim. Onları her okuduğumda mutlaka
tashih edecek bir şey buldum. Cümlelere dokundum; çok az da olsa aslını
bozmamak kaydıyla ilâve ve çıkarmalar yaptım ya da dipnotlar ekledim. Yazılarım
güzel olsun, muhkem olsun istedim. Bir yazının hazırlık safhası benim için en
zor olanıdır. Günlerce, haftalarca, bazen aylarca hatta yıllarca kafamda
taşıdığım, yoğurduğum konular olmuştur. Bunun tersi de olmuştur tabiî. Fakat
bir konuyu yazarken hızlı yazarım; başlarım ve araya hiçbir şey sokmadan
bitiririm. Sonra metnin üzerinde yoğunlaşır ve çalışırım; zamanla onu
olgunlaştırır ve elimden geldiğince güzelleştiririm.
Kütüphanem;
ansiklopedi, kitap, dergi, gazete ekleri ve özel arşivim her zaman düzenli
olmuştur. İlgilendiğim konulara dair dosyalarım veya zarflarım vardır.
Önemsediğim yazarların bütün eserlerini satın alırım. Okurken de peş peşe bütün
eserlerini okurum. Yüksek tahsilimi İlâhiyat Fakültesinde yapmış olmama rağmen
kütüphanemde dinî içerikli kitaplar çok azdır. Hele temel kaynak sayılabilecek
hiçbir kitabım yoktur. Bence tefsir, hadis, fıkıh ve İslâm tarihi alanında cilt
cilt kitaplarla kütüphane doldurmak manasızdır. Zaten bu tür eserler baştan
sona okunmaz. Herhangi bir konuyla ilgili bu tür eserlere bakma ihtiyacı
duyarsam kütüphanelere gitmeyi tercih ederim. Bu alanlarla ilgili benim
kütüphanemde olanlar ya ilmî araştırma veya özgün fikrî kitaplardır.
Kütüphanemde daha çok edebiyat, tarih, felsefe, sosyoloji ve hatırat türünde
seçme kitaplar ile küçük çaplı birkaç dergi koleksiyonu vardır. Hayatımda edebiyat
her zaman öncelikli ve ağırlıklı bir yere sahiptir. Edebiyattan sonra en çok
siyasî tarih ve düşünceyle ilgilendim. Siyasete ilgim ise edebî düşünüşle
ilgilidir. Bu bağlamda baştan beri din, siyaset ve edebiyatı birbiriyle yakın
ilişkili alanlar olarak gördüm. Eleştirel/diyalektik düşüncem buralardan
besledi. İlâhiyat tahsili yapmam edebiyata olan ilgimi zenginleştirip
derinleştirdi.
Dünya
görüşümün şekillenmesinde kurmaya çalıştığım din-siyaset-şiir ilişkisinin
önemli bir rolü vardır. Daha Yeni Devir gazetesinde 18 Temmuz 1981-20 Eylül
1984 tarihleri arasında yayımlanan edebiyatla ilgili ilk yazılarımda bile
“siyasal bilinci” önemseyen bir tavrım vardı. Tabiî bunu İmam-Hatip Lisesindeki
öğretmenlerime (merhum Mehmet Akkaya, Mehmet Besim Özsüer, Fahri Şirin, Mithat
Yaylı, Fikri Günay, Ali Türkmen vb.) borçlu olduğumu söylemeliyim. İdealist ve
fedakâr bu güzel insanları her zaman minnetle ve şükranla yâd ediyorum.
Ardından Samsun’da çıkan Yeni Doğu gazetesinde Ekim 1983-Nisan 1984 tarihleri
arasında hazırladığım gençlik-edebiyat sayfalarında edebiyat, düşünce ve
siyaset iç içeydi. Ayane dönemine gelince dünya görüşüm büyük ölçüde
şekillenmişti. Artık din, siyaset ve edebiyat ilişkisine daha derin anlamlar
yüklüyor, bir davanın mensubu ve taraftarı olarak yazıp çiziyordum. O yıllarda
Ayane’deki bir söyleşide dile getirdiğim düşüncelere bugüne kadar bağlı
kaldığım için şükrediyorum: “Şair, kendini ve çağını yakalayabilen insandır.
Benim için bu, din-siyaset-şiir üçlüsüyle mümkündür. Yaşama bilincini ve duyarlığını
ancak böyle kuşanabiliyorum. Bu üçlüyü hiçbir zaman birbirinden bağımsız
düşünmedim. Varoluşumu ve yaşamı ancak böyle kavrayabildim çünkü. Tabiî dini
‘din’, siyaseti ‘siyaset’ ve şiiri de ‘şiir’ bilmek koşuluyla. Bence bu, insanı
‘insan’ bilmek demektir.” (Ayane, S. 23, Kasım 1989) Dinin gösterdiği
istikamet, siyasetin sağladığı şuur ve edebiyatın/sanatın kazandırdığı duyarlık
kendimi, dünyayı ve hayatı tanımama kapı açtı.
Düşünce
ve tavır olarak Yeni Devir gazetesi, Mavera dergisi ve Dergâh Yayınları
çevresine yakın oldum. Diriliş ve Edebiyat dergilerini uzaktan takip ettim.
Hiçbir grup, oluşum, çevre ya da anlayışın gözü kapalı mensubu olmadım ama
yakın olduğum çevrelere karşı da her zaman samimî davrandım. Ayane ile kendi
arkadaş çevremizi oluşturmaya çalışırken Dergâh, Atlılar ve Kökler’de içeriden
biri olarak yazdım. Bugünden geriye dönüp baktığımda kendimi “bağımsız”, “arada
kalmış” veya “bireysel” olarak görüyorum.
Eleştiri,
ta ilk yazılarımdan itibaren temel eğilimim olmuştur. 1981’de Rize’de daha 20
yaşında tıfıl bir gençken Yeni Devir’de yayımlanan ilk yazım edebiyatla ilgili
bir denemeydi. O yıllarda Yeni Devir’de yazan İsmet Özel’e mektup yazarak onu
eleştirmiştim. O da köşesinde “Bir Molla Kasım’a Cevap” başlığıyla
eleştirilerimi cevaplamış ve beni eleştirmişti. Yine Yeni Devir’de Attilâ
İlhan’ı gençlik heyecanıyla ve büyük bir cesaretle eleştirirken son derece
haklıydım. İlk dinî düşünce yazılarım da eleştireldi. Müslümanların
samimiyetini sorguluyor ve yetersizliklerini eleştiriyordum. Sonra Ayane’yi
çıkarırken eleştiriye ağırlık vermek istiyorduk. Çünkü edebî tavrımızı ortaya
koymada eleştiri çok önemliydi. Bu yüzden Ayane’deki eleştiri yazılarım ses
getirdi. Meselâ “Yitik Şairler” bunlardan biriydi. Turgut Uyar ve Sezai Karakoç
üzerine yazdığım yazılar iyi bir okumaya dayanıyordu. Şiir ve eleştirilerimizle
Cemal Süreya’nın dikkatini çekmiştik. Sonraki yıllarda eleştiri, temel uğraş
alanım oldu. Yazı ve şiirlerim ekseriyetle Ayane, Dergâh, Ülke, Hece, Atlılar,
Kökler ve Fayrap ile Yeni Devir ve Yeni Şafak’ta yayımlandı. Kitaplarım ise
Dergâh Yayınlarından çıktı. Bu arada “Üzüm Yemek ya da Bağcıyı Dövmek” başlıklı
yazımın Hece’de, “Hüseyin Cöntürk’ün Divan Şiiri Üstüne Denemeler’i” başlıklı
yazımın Fayrap’ta, “İsmet Özel ve Martın Buber” ile “Türk Hikâye ve Romanının
Namusu Bir Yazar: Sabahattin Ali” ve “Eleştiride Üslûp Meselesi ve Bir Üslûp
Üstadı Olarak Abdülhak Şinasi Hisar” başlıklı yazılarımın Dergâh’ta
yayımlanmadığını, “Bir Yazar Olarak Nuri Pakdil” başlıklı yazımın ise Dünya
Bizim Kültür Portalinde yayımlandıktan bir gün sonra yayından kaldırıldığını
üzülerek söylemeliyim.
Bugün
40 yıldır yazı yazdığım camiada yazılarımı yayımlayacak bir mevkute bulamamam
çok hazin ve manidardır. (Bu yazıyı bile kimse yayımlamak istemedi.) Kimsenin
en küçük bir eleştiriye tahammülü yok. Bu, eskiden de böyleydi. Fakat
günümüzdeki eleştiriye tahammülsüzlük başka bir şey; insanlar, gerçek
yüzlerinin ve gizli niyetlerinin açığa çıkacağı korkusuyla paniğe kapılıyorlar.
İnançlar ve idealler hikâye, asıl dert vaziyeti korumak. Yazık! Yaşarsak
göreceğiz; bu trajik hâlin bedelini çok ağır ödeyeceğiz, bugünleri çok
arayacağız ve çok keşke diyeceğiz!
Evet,
36 yılın birikimi olan Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu Yazılar’a böyle
bir sürecin sonunda gelindi. Kitabın Birinci Bölümü şiir üzerine yazılmış
kuramsal nitelikli yazılardan oluşuyor. Ancak yazıların hareket noktası yine
eleştiridir. Ya bir kitap tanıtılıyor ya bir konu tartışılıyor ya da bir tavır
eleştiriliyor. Bu bölümde Ali Göçer, Ali Günvar ve “Hayranlık Zaafı” başlıklı
yazıda isim vermeden Hakan Arslanbenzer (ki kendisi bunu yayımlanmadan önce
okumuştu) eleştirilmiştir.
Kitabın
gövdesini oluşturan İkinci Bölümde şairler, Üçüncü Bölümde hikâye ve
hikâyeciler ve Dördüncü Bölümde eleştiri ve eleştirmenler üzerine yazdığım
yazılar yer almaktadır. Ana hatlarıyla modern Türk şiir tarihi ve edebî
akımları/anlayışları ile büyük şairlerimizden Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım
Hikmet ve Necip Fazıl üzerine yazdığım yazılar da iyi bir okumaya dayanıyordu.
Bu vesileyle Beşir Ayvazoğlu’nu sıkı bir şekilde eleştirdim. Hece şairlerinden
Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba ve Cahit Sıtkı
Tarancı’yı ciddî bir okumaya tâbi tutarak yazdım. Atatürk şiiri yazanlar ile
Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Cahit Külebi ve Ataol Behramoğlu’nu
değerlendirip eleştirdim. Orhan Veli ve Garip şiiri ile Attilâ İlhan’ın şiir
anlayışı üzerine yazdıklarımın iddialı olduğunu düşünüyorum. Turgut Uyar
üzerine derli toplu bir yazı yazdım. Sezai Karakoç’un şiirini ve Monna
Rosa’sını; Cahit Zarifoğlu’nun şiirini ve şiire dair düşüncelerini özenle ve
emek vererek yazdım. Zarifoğlu’nu yazarken Ramazan Kaplan’ı eleştirdim. İsmet
Özel’in şiirinin köklerini ve Özel-Martın Buber ilişkisini yazdığım yazılar çok
geniş çevrelerin ilgisine mazhar olmasına rağmen hiç kimsenin bunlar hakkında
olumlu-olumsuz ne düşündüğünü açıkça ortaya koymaması ya da koyamaması
tarafımızdan bir kenara not olarak kaydedilmiştir. (Bu konuda ileride yazmayı
düşünüyorum.) Edebiyat çevrelerinin edebî tutum ve insan ilişkilerine dair bazı
yazılarımdaki gözlem ve tespitlerin edebiyat sosyolojisi açısından
değerlendirilmesi gereken veriler olduğunu düşünüyorum.
Hikâye
üzerine yazarken Rasim Özdenören ve Mustafa Kutlu’yu karşılaştırarak
değerlendirdim. Özdenören’i ve Özdenören yorumu sebebiyle Necip Tosun’u
eleştirdim. Sabahattin Ali’nin bütün eserlerini Kopernik Kitap için yayına
hazırlarken yeniden okudum ve farklı bir bakış açısıyla yorumlayıp yazdım.
Recep Seyhan’ın hikâyeleri ile romanını uzun soluklu bir yazıyla inceledim. Bu
yazının sonunda Necip Tosun ve Alâattin Karaca’yı edebî tutumları dolayısıyla
eleştirdim. “Bir Öykü Kitabı: Kamçı” başlıklı deneme ise ilk eleştiri yazım
sayılır ve 1983’te Yeni Devir gazetesinde yayımlanmıştır. Taşra imkân ve
şartlarında 22 yaşında yazılmış bir ilk yazı olmasına rağmen eleştiriye olan
ilgi ve istidadımı göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.
Eleştiri
ve eleştirmenler üzerine yazarken uzun bir yazıyla modern eleştiri yöntemlerini
ele alıp edebiyatımızda eleştiri ve şiir eleştirisinin tarihsel seyrini yazdım.
Eleştirmenler olarak Hüseyin Cöntürk, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Abdülhak Şinasi
Hisar hakkında emek mahsulü ciddî ve iddialı yazılar yazdım. Cöntürk’ün divan
edebiyatı kitabını ilk ve en oylumlu bir şekilde ben eleştirdim. Divan
edebiyatı üzerinden ekmek yiyen akademik camianın bu kitaba ve edebiyat
çevrelerinin bu yazıma ilgisiz kalması son derece düşündürücüdür. Tanpınar’ın
eleştirmenliğini inceledim ve bağımsız bir kitap olarak yazdım (Bir Eleştirmen
Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar, 2009). M. Orhan Okay’ın Tanpınar monografisini
eleştirel bir okumayla değerlendirdim. Hisar’ı yazarken eserlerini derleyip
yayına hazırlayan Necmettin Turinay’ı özensizliği dolaysıyla eleştirdim. Nuri
Pakdil’i ilk defa adam gibi ben yazdım ve eleştirdim. Yazdıklarını
değerlendirdim, bilinmeyen/gizlenen yönlerini kaynaklarıyla ortaya koydum. Adı
etrafında oluşan efsaneyi sorguladım. Tıpkı İsmet Özel hakkındaki yazılarım
gibi bu da derin bir sessizlikle karşılandı.
Beşinci
Bölümde muhtelif yazarlar ve konular üzerine kaleme aldığım yazıları bir araya
topladım. Bazı kitapları değerlendirerek tanıttım. Düşünce hayatımızdaki
ağırlığı dolayısıyla Niyazi Berkes, İdris Küçükömer ve Aliya İzzetbegoviç’i
yazdım. İdris Küçükömer’i yazarken Nuray Mert’in ona yaklaşım mantığını
eleştirdim. Edebî tutumları dolayısıyla Ferit Edgü, Hilmi Yavuz ve Yücel
Kayıran eleştirdiğim yazarlardan bazılarıdır. Bu bölümde edebiyat ve hayat
ilişkisi üzerine yazdığım bir dizi denemeye yer verdim. Edebiyat penceresinden
hayat ve hayatın gerçeklerini yorumlayan duygusal yazılardır bunlar.
Son
bölümde de söyleşileri bir araya getirdim. Tarih sırasına göre bakarsak ilk iki
söyleşi şiir ve şiir tutumumla ilgilidir. Sonraki iki söyleşi eleştiri ve
Tanpınar merkezlidir. Son iki söyleşide ise yazar kimliğim ve dergiciliğim
üzerine durulmuştur. Şiir, eleştiri ve dergicilik; heyecan, fikir ve eylem!…
İlginç bir çıkarsama oldu. Hayat ve edebiyat ilişkisini üzerine inşa ettiğim
kavramlardır bunlar. Yazarlık hayatım boyunca benimle yapılmış söyleşiler aşağı
yukarı buradakilerden ibarettir. Söyleşi vermeyi, konferans ve programlara
katılmayı, gazete ve televizyonlarda boy göstermeyi, imza günü düzenlemeyi
sevmem. Herhangi bir sosyal medya hesabım da yoktur ve hiç kimseyi de
buralardan takip etmem. SMS ayarları kapalı olduğundan telefonuma kısa mesaj
gelmez ve ben de kısa mesaj göndermem. (Eskiden mektup yazar ve mektup
alırdım.) Bana sözü olanlar selâm verip sesimi duymalı, birine bir şey
söyleyeceksem onunla konuşmalı veya görüşmeliyim. Tarihe karışsa da böyle bir
ilişki biçimini sürdürmekte kararlıyım. Bir de haber salmak veya haber
göndermek yöntemini korumaya, fırsat buldukça işletmeye çalışıyorum. Yadırgansa
da tekeffülü icbar ettiği için önemsiyorum bunu. Kendimi bildim bileli kitap ve
dergiler dışında bir dünyam olmamıştır. Kendi küçük dünyamda mutluyum yani…
Sohbetlerimizle
birbirimizi beslediğimiz küçük bir dost/arkadaş çevrem vardır, onlardan da söz
etmeliyim. Onlar benim hayatımın kahramanlarıdır. Onlarla zaman zaman buluşur;
dinî, siyasî ve edebî konularda son derece samimî, seviyeli ve hararetli bir
şekilde tartışırız, beyin fırtınası yaparız. Gündemdeki konuları değerlendirir
ve geleceğe dair tahminlerde bulunuruz. Birbirimizin düşüncelerini eleştirirken
de gayet rahatız çünkü birbirimizi yanlış anlamaktan korkmayız; birbirimize
nazımız geçer. Stratejik yazılarımın ilk okuyucuları bu arkadaşlarımdır.
Onların eleştiri, uyarı, katkı, düşünce ve yönlendirmelerini her zaman dikkate
almışımdır.
Neticede
“Yitik Şairler”, Nuri Pakdil ve İsmet Özel üzerine yazdıklarım eleştiri
yazılarıma bütünsel bakışı gölgelese de Hüseyin Cöntürk, Ahmet Hamdi Tanpınar
ve Abdülhak Şinasi Hisar hakkında yazdıklarımın uzun yıllar önemini koruyacağı
kanaatindeyim. Eleştiriye bakışım ve edebî tutumum, samimiyetim, açık
sözlülüğüm ve yazarken verdiğim emek beni tanıyanların malûmudur. Bunun bir
bedeli/mükâfatı olacaktır elbette. Ne olursa olsun yazı bittikten sonra
yaşadığım iç huzuru ve öz güveni hiçbir şeye değişmem. Benim için en büyük
mükâfat budur. Zira bana göre eleştiri, sorumluluk şuuruyla kaleme alınan ve
sorumluluk duygusu uyandırmayı amaçlayan bir yazı türüdür. İnsanın görevini
yapmış olmasından daha güzel ne olabilir ki…
Bundan
sonra Sezai Karakoç’un hatıraları ve siyasî düşünceleri; İsmet Özel’in Necmettin
Erbakan, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan eleştirisi; Rasim Özdenören’in
ANAP, RP ve AK Parti bağlamında siyasî yazıları ve ilişkileri; 1980 sonrası
edebiyat, siyaset ve çıkar ilişkileri; üstatlar ve fikirlerinin iflâsı,
edebiyatta ahlâk ve şahsiyet sorunu, öz güven sorunu ve eleştiri korkusu, dergi
ve yayınevi çevrelerinin fikir ve edebiyat hayatına kattıkları ve götürdükleri,
edebiyat mahfilleri ve ahbap çavuş ilişkisi, yazar-yayınevi ilişkileri,
edebiyat ödülleri, gazete yazarlığı ve edebiyat, akademi ve edebiyat, sosyal
medya ve edebiyat, popüler yazarlar ve edebiyat tüccarları ile FETÖ’den
beslenen yazarlar ve yayınevleri gibi edebiyat tarihi ve sosyolojisinin
incelemesi gereken mayınlı konular üzerine yaşadıklarımı ve gördüklerimi,
bildiklerimi ve duyduklarımı, duygularımı ve düşüncelerimi yazmak isterim,
belki yazarım da. Birilerinin bu adımı atması ve yolu açması gerekiyor çünkü.
Kim bilir belki tarih bu görevi bize verir!…
Bir
de 15 sene görevlendirmeyle Diyanet İşleri Başkanlığında Başkan Danışmanı
olarak özel kalem hizmetlerinde çalıştım (2003-2017). Tayyar Altıkulaç ve
sonrası bütün başkanlara dair yaşadıklarımı ve gördüklerimi, bildiklerimi ve
duyduklarımı, duygularımı ve düşüncelerimi de yazmam gerekir. Özellikle son
çalıştığım başkanla ilgili yazacaklarımın ezber bozacak nitelikte olduğunu
düşünüyorum. Aklıselimle hareket etmek için hissiyatımın biraz daha durulmasını
bekliyorum. Diyanetle ilgili tecrübe ve hatıralarımı yazarken İsmail Kara’nın
da bütün kitaplarını eleştirel bir gözle değerlendirmek istiyorum. Zira
din-diyanet-devlet-siyaset ilişkileri ve tarikat/cemaat konularında İsmail
Kara’nın hüküm cümleleri ve bunların yaslandığı gerekçeler ilginç bir şekilde
hedef büyüten veya küçülten bir özelliğe sahiptir. Kimsenin yazmadığı veya az
yazdığı konularda yazmanın avantajını kullanarak “derin siyaset” yapıyor! İma
ederek konuşuyor, bu yolla bir tavır ortaya koymaya ve bir algı oluşturmaya ya
da bazı algı odaklarına destek olmaya çalışıyor. Oysa düşünce ve tavrını açıkça
ortaya koyabilirdi. Tabiî bu bir karakter ve cesaret işidir. Suyu bulandırarak
iş yapmak daha risksiz görünüyor! Bu sebeple İsmail Kara’nın da eleştirel bir
bakışla yazılması gerekiyor.
KAYNAK:
Edebiyat ve Eleştiri Yazıları’nın Serüveni - Yörünge Haber (yorunge.com, 20 Mart 2020).
Giriş
Edebî
eleştiride, eleştirmenin bir fikir ve yöntem sahibi olması kadar bir üslûp
sahibi olması da önemli esaslardan biridir. Edebî bir anlayışa ve yönteme sahip
olmadan edebî bir metnin/eserin gerçek değerini ortaya çıkarmak nasıl mümkün
değilse, aynı şekilde edebî bir üslûba sahip olmadan da herhangi bir
metne/esere dair elde edilen düşünce ve kanaatleri sağlıklı bir biçimde ortaya
koymak mümkün değildir. Demek ki edebî eleştirinin fikir ve yöntem gibi temel
unsurlarından biri de üslûptur. Eleştiride üslûp, belli bir yöntemle elde
edilen düşünce ve kanaatlerin eserin özüne en uygun biçimde ortaya konulma
çabasıdır. Kusurlu veya çarpık bir üslûpla doğru ve anlaşılabilir hükümler
ortaya koymak zordur. Böyle bir üslûpla belki polemik yapılabilir, polemik ise
eleştirinin gizli düşmanıdır. Polemiğe kapı açan bir eleştiriyle sağlıklı
değerlendirmelere ulaşmak imkânsızdır. Çünkü polemik, eleştiriyi kemiren ve
içten içe çürüten bir virüstür! Elbette polemik de doğru alanda kullanıldığında
işe yarayabilir ama eleştiri alanında zararlı ve gerçeği gölgeleyen bir
husustur.
Türk
edebiyatında modern anlamda eleştirinin kendisini göstermeye başladığı Tanzimat
ve Meşrutiyet Dönemlerinde eleştiri adına en önemli sorun, kuşkusuz yazarların
edebî bir anlayışa, ardından da edebî bir yönteme sahip olmayışlarıdır. Namık
Kemal ve Beşir Fuad’ı kısmen istisna kabul ederek söylersek; başlangıçta
genellikle iyi-kötü, güzel-çirkin ve faydalı-zararlı gibi değer yargıları
çerçevesinde öznel değerlendirmelerle eleştiri yapılıyordu. Edebî bir kritere
ve yönteme sahip olmayan yazarlar elbette çelişkili değerlendirmeler yapmaktan
kurtulamıyordu. Bu da eleştirinin ciddîye alınmasını, dolayısıyla edebî bir tür
olarak ortaya çıkmasını engelliyordu. Ne zaman ki Ahmet Haşim ve Yahya Kemal
edebiyat sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladı, işte o zaman estetik
meselesi önem kazandı. Edebî bir eserin dili, muhtevası ve biçiminin nasıl
olması gerektiğine dair yapılan tartışmalar edebî görüşlerin şekillenmesine,
kuram ve yöntemlerin oluşmasına yol açtı. Ayrıca Millî Mücadele yıllarının
ardından Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in fikirleri ve yazdıkları, taraftarı ve
muhalifiyle bir edebiyat atmosferinin oluşmasını sağladı. Bu atmosferin en
önemli verimi dergiler ve sohbet meclisleriydi. Böylece eleştiri ve eleştirel
düşünce kendine bir zemin buldu. Ne var ki sacayağı tamamlayacak olan üslûbun
önemi henüz tam olarak fark edilmemişti. Bu sebeple modern edebiyatımızda ilk edebî
tartışmalar ve poetik metinler çoğu zaman polemikle ve hakaretamiz ifadelerle
malûldür. Üslûbun önemi fark edildiğinde ise eleştiri edebî bir tür olarak
edebiyatta yerini yavaş yavaş almaya başlar. Bunu fark eden ve Türk
edebiyatında eleştiriye üslûp kazandırmaya çalışan ilk yazarlardan biri
Abdülhak Şinasi Hisar’dır (14 Mart 1887-3 Mayıs 1963).
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştirmenliği ve üslûp hassasiyetini edebî bir tür adına
şuurdan ziyade kendi edebî tarzına ve zevkine uygunlukla açıklamak gerekir. Onun
edebiyat yazıları, anlama ve anladığını ifade etme gayretinden doğan bir hayat
tarzının ürünüdür. Yazılarında doğru anladığını doğru ve güzel ifade edebilme
çabasına girer. Bu sebeple düşüncelerini ifade biçimine büyük bir özen
gösterir. Üslûp hassasiyeti de buradan kaynaklanır. Yoksa edebiyat yazılarını
bir eleştiri anlayışı ve yöntemiyle kaleme almaz. Eleştiriye giderek/yazarak
ulaşır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazarlığı aslında diğer türler için de böyle
ve biraz rastlantısaldır. Romanlarını, döneminin roman anlayışıyla veya
herhangi bir roman tarzının ilke ve kalıplarını dikkate alarak yazmaz. O,
kendini; yaşadığı ve aradığı dünyayı/geçmişi yazmaya çalışarak korkularının
etrafına edebî bir güvenlik halkası oluşturmak ister. Yazıyla yalnızlığını
gidermeye/aşmaya çalışır. Bu düşünceler şiir denemeleri için de geçerlidir.
Onun için duygularını ifade eden güzel bir mısra ister kendi kaleminden çıksın
isterse herhangi bir zaman diliminde yaşamış bir şaire ait olsun fark etmez.
Hazırladığı şiir seçkisini (Aşk İmiş Her
Ne Var Âlemde) böyle değerlendirmek mümkündür. Zira şiir denemeleri ile
seçkisine dâhil ettiği mısra ve beyitler onun duyarlığını bire bir
yansıtmaktadır.
Ne
adına olursa olsun Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiri yazıları ve bu yazılarının
üslûbu modern edebiyatımızda eleştirinin ciddîye alınmaya başladığının ve bir
seviye tutturma gayreti içinde olduğunun ilk işaretleri olarak
değerlendirilmeyi hak edecek nitelik ve niceliktedir.
Hakkında Yazılmış İki Kitap
Abdülhak
Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan biri Sermet Sami Uysal’ın Abdülhak Şinasi Hisar adlı eseridir.
Yazar, kitabında konumuz bağlamında önce Abdülhak Şinasi Hisar’ın üslûp
titizliğini tespit eder: “Çalışırken çok titizdir... O uzun, dolgun ve olgun
cümlelerinin zaman zaman kendisi de sihrine kapılırsa da sık sık, yazdığı
birkaç satır üzerinde günlerce düşündüğü olur... Bu üslûp titizliği ona,
Fransız ve Lâtin sanatçılarının en güzel fakat en çileli armağanıdır.”
Yine
Sermet Sami Uysal, Mustafa Şekip Tunç’un Abdülhak Şinasi Hisar’ı “İlk zamanlar
şiirin çilesi ile haşrolduktan sonra tenkide geçen ve buradaki temiz ve güzel
örnekleriyle temayüz eden bu şahsiyet...” şeklinde nitelediğini nakleder.
Bu
arada Sermet Sami Uysal’dan onun, “Hiç namaz kılmadım ve camiye de gitmedim.
Yazık ki ben mutekit değilim. Namaz ile öteki dünya dedikleri yere gidileceğini
ummuyorum. Fakat bu mâni değildir ki hemen bütün insanlar gibi ben de her gün
ve her gece Allah’tan niyaz, rica ve duadan geri kalayım...” dediğini
öğreniriz. Ayrıca hayatıyla ilgili çok ilginç bir detay ya da itirafı; “Hayatta
bir evlenme hatasını yapmadım. Ara sıra ya evlenseydim de iki çocuğum olsaydı;
oğlum komünist, kızım aktris olsaydı hâlim nice olurdu, diye düşünürüm de
şimdiki hâlime şükrederim.” dediğini paylaşır. Benzer şekilde bir itiraf da Boğaziçi Mehtapları’nda yer
alır: “Tehlikeli bir hürriyet içinde ailemin bana yalnız din için bir hürmet
telkin etmek istediğini görür fakat dine de inanamazdım.”
Abdülhak
Şinasi Hisar, anne tarafından dedesinin Rumelihisarı’ndaki yalısında dünyaya
gelir. Anne ve baba tarafı köklü bir soydandır. Ataları arasında paşalar,
beyler, servet sahibi ve kalem erbabı kişiler vardır. Zamanına göre varlıklı,
kültürlü ve seçkin bir muhitte doğar; aşçılar, hizmetçiler ve mürebbiyelerle
büyür; özel hocalardan Fransızca ve Türkçe dersleri alır, Tanzimat ve
Meşrutiyet Dönemlerinin Batı kültürüyle yetişir.
Cumhuriyet
döneminde sanat ve fikir çevrelerinin merkezî yerlerinde bulunur ancak yeni
anlayış ve hayat tarzından uzak durur; geçmiş günlerin ve güzelliklerin
hayaliyle yaşamaya devam eder. Bir çeşit mazi cennetindedir! Ahmet Haşim ve
Yahya Kemal’le mazi üzerinden dosttur. Değişen İstanbul’da eskiye ait izlerin
peşinde ve özlemi içindedir. 1922’de doğup büyüdüğü yalıları yanar, bu yangında
kitapları ve eşyaları kül olur. Eserlerinde bu küllerin arasındaki eski
dünyayı, çocukluğunun dünyasını hayatının sonuna kadar hisseder, yaşar ve dile
getirir. Kalıcı olana inanmaz; gelip geçenin bıraktığı tatla ve hayal âleminde
yaşamayı tercih eder. Dili ve üslûbu özenlidir. Kelimeleri sanki bir mimar
gibi, bir kuyumcu ustası gibi ele alır ve bir musiki ahengiyle cümledeki
yerlerine yerleştirir. Çok zengin tasvirleri vardır ve sıfatları bolca
kullanır. Yazılarında duyguyu ve güzelliği yaşar ve yaşatmaya çalışır. “Fânilerin
Hüznü” başlıklı yazısı hayat felsefesinin özetidir. Ruhun ebedîliğine ve öbür
dünyaya inanmayan, bu yüzden her geçen günle insan ömründen bir şeyin
eksildiğine, koptuğuna üzülen bir hayat felsefesine sahiptir.
Sermet
Sami Uysal, Adile Ayda’nın Abdülhak Şinasi Hisar ile ilgili “Abdülhak Şinasi
Hisar’ın sanatındaki en kıymetli hususiyet şüphe yok ki Şarkla Garbın ahenkli
bir terkibini bize sunmaktaki muvaffakiyettir. Abdülhak Şinasi, gerek ruh ve
mana gerek şekil ve usul bakımından aynı zamanda hem Şarklı hem Garplıdır.”
dediğini aktarır.
Sermet
Sami Uysal’a göre Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından
etkilendiği yine Fransız yazar ve siyaset adamı Maurice Barrès’in
siyasî/milliyetçi fikirlerinden beslendiği daha sağlığında yazılıp söylenmiştir.
Gerçekten o, birçok yönüyle; hayatı, hayata bakışı, edebî tarzı ve nihayet
eseriyle Marcel Proust’a benzer.
Bütün
bunlar bizim, Abdülhak Şinasi Hisar’ın kişiliği ve yazı hayatı hakkında
sağlıklı ve sağlam kanaatlere ulaşmamıza yardımcı olur. Onun hayata bakışı,
inanç ve düşünceleri, kişiliği, yetişme tarzı ve çevresiyle ilgili birinci
elden bilgiler ediniriz. Yalnızlığı ve geçmişe özlem hassasiyeti onun için bir
yönüyle bir çıkmaz, bir saplantı hatta bir hastalık hâlini alırken diğer
yönüyle de yazarlığını besleyen, onu hayata bağlayan ve üslûp sahibi kılan bir
husustur. Geliştirdiği estetik dil ve üslûpla kendine bir hayat alanı
oluşturur. Bir şeyi güzelce ifade etme, geçmişe olan özlemini dindirir ve onun
haz dünyasının devam etmesini sağlar. Söze ve onun ifade güzelliğine sığınan,
buradan seçkin bir hayat tarzı edinen yazar, yazıyla fildişi kulesinin
duvarlarını örer ve kimsenin içeri girmesine müsaade etmez! Varlığı yoklukta
arar ve yokluğa teslim olur ancak buradan dinî, mistik ve felsefî bir düşünce
elde edemez; toplumdan ve çevresinden uzak, katı bir bireysellik yaşar. Elbette
bizi ilgilendiren inanç ve düşünceleri değil, bir şeyi ifade etme kabiliyeti ve
ifade biçiminin (üslûp) özellikleridir.
Abdülhak
Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan bir diğeri yine Abdülhak Şinasi Hisar adlı Necmettin
Turinay’a ait bir doktora çalışmasıdır (ki tez danışmanı Prof. Dr. M. Orhan Okay’dır) ve o da bu çalışmasında onun bir “üslûpçu” olduğunu
tespit eder ve ayrıca Dergâh, İleri ve Yarın mecmualarında neşredilen
“tenkitlerinde mevzu ettiği eserden ziyade bunlar vesilesiyle geliştirdiği ve
merkezden bir hayli uzaklaşan mülâhazaları”nın dikkat çekici olduğunu söyler.
Bu da onun eseri bir mesele üzerine ele aldığına delâlet eder. Bir meseleden
yola çıkarak eserle ilgili değerlendirmelerde bulunması, aslında eseri
derinlemesine kavramış olmasını gerektirir. İkinci yazma evresinde
(1928-1930’dan sonra) önce Türk Yurdu
ve Milliyet, ardından Varlık, Ulus, Muhit ve Ağaç’ta, sonra da tekrar Türk Yurdu ve Yeni İstanbul’da yazdığını belirtir.
Necmettin
Turinay, çalışmasında biraz abartılı bir biçimde “Abdülhak Şinasi Hisar’ın
nazarında Cumhuriyet Türkiye’sindeki değişmelerin tasviple karşılanmadığını”
ifade eder. “Aldığı kültür, edindiği telâkkiler ve hayat tarzıyla yeni
Türkiye’deki yapı değişikliklerini tasviple karşılaması zaten beklenemezdi.
Gerçekten yazılarının kronolojisi gözden geçirildiğinde Mustafa Kemal hakkında
menfi değilse bile müspet bir kanaat izharından özellikle kaçındığı görülür.”
der. Bundan da onun yeniye ve yeniliğe karşı teslimiyetçi değil,
sorgulayıcı/eleştirel bir kişiliğe sahip olduğunu anlarız. Gelgelelim o, sadece
Cumhuriyetten sonraki dönemin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına değil,
Meşrutiyet Döneminin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına da tepkiyle
yaklaşmıştır. Zira onu asıl rahatsız eden yenilik adına geçmişin küçümsenmesi
ya da inkârıdır. Bunun dönemlerle ve dönemlerin siyasî aktörleriyle doğrudan
bir ilişkisi yoktur.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştiri vasıflı yazılarının dışında roman, hatıra ve
fıkralarında hatta şiir denemelerinde bile açıktan veya alttan alta bir
eleştirel duyarlık, yaklaşım ve üslûp görülür. Eserleri bu bakış açısıyla
incelendiğinde ne söyleyeceğine verdiği önem kadar, nasıl söylemesi gerektiğine
de özen gösterdiği açıkça kendini belli eder. Üslûp hassasiyeti, düşüncesini
şekillendirir; inceltir ve zarif bir hâle getirir. Ona göre eserin ruhu
üslûbudur. Onda klişe ifadeler bulunmaz. Yalın bir hükmü, karmaşık bir meseleyi
veya zor bir konuyu kendine özgü üslûbuyla işler; bir hissiyata, bir fikir
zenginliğine dönüştürür. Kırmaz ve dökmez; dokunur ve kendi etki alanına çeker.
Neticede
bilgisi, hayata bakışı, meseleleri kavrayış derinliği, üslûp hassasiyeti,
yüksek edebî zevki ve bir bütün olarak kişiliği eleştiri kabiliyetinin
gelişmesini sağlar. Yazılarından başlayarak (ki bunları da Necmettin Turinay
derlemiştir) eserlerindeki eleştiriye ve eleştirel üslûba dair örnekleri
inceleyelim.
[Yeri
gelmişken Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerini derleyip yayına hazırlayan ve her
birine ayrı ayrı ön söz yazan Necmettin Turinay’ın, bu işi yaparken gerekli
titizliği göstermediğini söylememiz gerekiyor. Dönemi; dönemin roman, hikâye ve
şiirini anlamaktan son derece uzak; konuyla doğrudan ilgisi olmayan,
birbirinden kopuk, savruk ve tekrara boğulan bu uzun ön sözler, derleme
süreciyle ilgili bilgilerin dışında önüne konulduğu kitaba dair hiçbir fikir
vermiyor. Anlaşılan Necmettin Turinay, doktoradan sonra konuyla hiç
ilgilenmemiş. Faydasız, sıkıcı ve en önemlisi “üslûp hassasiyeti” bakımından
Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarının önüne yakışmayan bu metinlerin yeni
baskılarda çıkarılmasını öneriyoruz. Varsa derlemeyle ilgili okuyucunun bilmesi
gereken bilgiler, bunlar yayıncının notu olarak kitabın künyesinde verilebilir.
Ayrıca derleyenin hayat hikâyesinin yazarın hayat hikâyesinin yanında kitabın
başına konulmasını yadırgadığımızı ve bunun da yazara bir saygısızlık olduğunu
belirtmeliyiz. Kitapların kapağına ve künyesine bakılırsa anlaşılan yayınevi
editörünün kafası da onların türü konusunda oldukça karışık! Bir de kitaplar
baştan sona iyice tashih edilmeli; inanılmaz yazım hataları var, bu asla kabul
edilemez. Öte yandan korkarız ki derleme işi de bu özensiz ön sözler gibidir.
Bu sebeple edebiyat araştırmacılarının Abdülhak Şinasi Hisar’ın sağlığında
kitaplaşmamış yazılarını yeniden derlemesinde fayda mülâhaza ediyoruz.]
Makaleleri
Abdülhak
Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler
adı altında bir araya getirilen makalelerinin birinci cildinde (Mütareke Dönemi
Edebiyatı) yer alan yazılarında okuduğu/tanıttığı kitapları bir eleştirmen
tavrı ve dikkatiyle ele alır. Konuyu, kurguyu, ifade ve imlâ yanlışlarını,
bunların doğrusu ve olması gerekeni yapıcı bir üslûpla dile getirir. Âdeta
konuyu tasarlayarak yeniden yazar ve mevcudu bununla karşılaştırır. Böylece
yazara/okuyucuya bir çeşit yol göstermiş olur.
Diğer
taraftan bu yazılarında eleştirmen kimliğini münevver ve mütefekkir tarafıyla
mezceder. Önce ilgi alanına giren nitelikli kitabı seçer. Öyle gelişigüzel ve
önüne çıkan her kitapla ilgilenmez. Ele alacağı kitabın konusu ve yazarı ona
göre önemli olmalıdır. Kendi sözünü onun üzerinden söylemeye değmelidir. Yani
ele aldığı kitabı ve yazarı kendi sözünü daha güçlü ve etkili söyleyebilmek
için bir aracı, bir zemin ve bir fırsat olarak görür. Başta kitabın işlediği
konuya dair kendi düşüncelerini serdeder, ardından kitabı ve yazarı tanıtır,
iktibaslar yapar, eksikliklerini görür, önemine vurgu yapar, varsa benzeri
kitaplarla kıyaslar, okuyucuya mesaj verir ve yazarı teşvik eder. Bütün bunları
yaparken kitaba ve konuya genellikle müspet cepheden yaklaşır. Satır aralarında
okuma metodu ve üslûbuna dair ilginç ve önemli ipuçları verir. Meselâ “Zaten
her eser daha canlı bir eserin müsveddesi değil midir? Her eser, müstakbel bir
eserin istihzarî notları mahiyetinde değil midir?” Bu sorularla yazarı daha
iyiye doğru teşvik ederken yönelttiği eleştirilere karşı soğukkanlı olmasını
sağlar, bir anlamda devamlılık ve mükemmellik fikrinin sonsuzluğunu göstermiş
olur.
Tevfik
Fikret üzerine yazdığı yazılarda şiiri ve şairi ruh dünyasına girerek
yakalamaya çalışır. Etkilerini, lehinde ve aleyhinde yazılanları değerlendirir;
şiirinin yerini ve ağırlığını ortaya koyar. Şairin hayallerinden ve hayal
kırıklıklarından bahseder. Sonunda edebî anlamda asıl rolünü tespit eder:
“Fikret,
Garbın irfanından edebileceği istifadeyi ederek kendi kıblesinin yerini yavaş
yavaş bulduran bir hamle, bir ilham ile Rübâb-ı
Şîkeste’sine yeni bir tel ilâve etti. Ve küçük, ahenktar rübab üstünde
lâ-dinî bir insaniyet, beşerî bir fazilet ve mesut bir medeniyet mefkûrelerinin
dolgun mefhumunu, hüsn ü füsununu, aşk ve alâkasını teganni ve lisanımıza bu
kelimelerin, bu fikirlerin güzelliklerini nefhetti. Fikret’in rübabında yeni
bir meftuniyet ve incizap hislerini teganni ettiği bu tel, sonraki eserlerinde
bütün rübâb-ı şiirini kaplamış, gitgide yegâne çaldığı tel olmuştu. Bu itibarla
da lisanımızda yeni bir merhaledir.”
Başka
bir yazısında “Eski şiiri, yaptığı hamle ile yıkan ise Tevfik Fikret olmuştur.
O, edebiyatımızda bir merhale, onun mısraı, şiir telâkkimizde bir dönüm
noktasıdır. Bu şair, rebabını öyle bir tarzda çalmıştır ki kendisinden sonra
gelen hemen her şairin sazı bir Fikret perdesiyle duyulur olmuştu.” der. (“Rübâb-ı Şîkeste’deki Gizli Manalar”, Kitaplar ve Muharrirler III)
Bu
yorumlarda Tevfik Fikret hakkında söylenebilecek her şey mevcuttur. İçeriden ve
kuşatan bir bakış açısı, incelmiş bir zevk, incitmeyen nazik bir üslûp ve
sağlam bir hüküm. İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştirmen karakterinin
belirgin özellikleri bunlardır.
Kitaplar ve Muharrirler’in birinci cildinde yer alan bir yazısında çok sevdiği
ve beğendiği Yahya Kemal’i vezin ve kafiye uğruna yaptığı zorlamalardan dolayı
şiirinden örnekler vererek eleştirir ve bozuk ifadelerini düzeltmeye çalışır.
Bunu o dönemde ondan başka kolay kolay kimse yapamaz.
Ahmet
Haşim’in Göl Saatleri üzerine yazdığı
bir yazısının satır aralarında ise eleştiri anlayışının ipuçlarını bulmak
mümkündür: “Bir sanatın harimine girmek için onun ruhunu bilmek veya sezebilmek
lâzımdır. Sanat bir haremdir. Selâmlıktaki ağaları, efendileri savdığımız
zamanlar, geceler içerisine yine mutaassıp bir kalp ile avdet ettiğimiz bir
harem!...”
Pierre
Loti üzerine yazarken kullandığı şu cümlenin edebî ve estetik gücü insanı âdeta
büyüler: “Ve şafak sökünce yukarı taraftaki caminin minaresinden üstlerine ezan
sesleri dökülüyor!...” Pierre Loti için kullandığı “ahenkli ve ipek gibi bir
üslûp” tabiri de en çok kendisine yakışır. Yani el elin aynasıdır, atasözü
tecelli eder ve kendisi nasılsa sevdiklerini öyle görür.
Abdülhak
Şinasi Hisar, eleştirinin öneminin farkındadır. Ancak eleştiriye dair eskilerin
tabiriyle efradını cami, ağyarını mâni bir anlayışı yoktur. Bunu Kitaplar ve Muharrirler’in birinci
cildindeki “Edebiyatta Tenkit” başlıklı yazısında açıkça görmek mümkündür.
Eleştiriye genellikle “hoşuma gidiyor”, “bana hoş gelmiyor” ve biraz da “fayda”
anlayışıyla yaklaşır. Gelgelelim derli toplu bir eleştiri görüşü olmasa da
incelmiş bir fikir ve zevk sahibi olduğu için ele aldığı eseri veya yazarı
büyük bir hassasiyetle değerlendirir. Görülmesi gerekeni büyük ölçüde görür,
onu naif bir şekilde ifade etmeye çalışır ve sözünü de esirgemez. Ustalığı
ifade etme tarzı ve üslûbundadır; eleştirmen kimliği buradan neşet eder. Eseri,
geleneğiyle veya çağındaki benzerleriyle karşılaştırır. Yazarın yerini ve
ağırlığını ortaya koyar. Düşünce ve kanaatlerini sert yargı cümleleriyle değil,
ihtimalleri de içeren kuşatıcı ve yumuşak ifadelerle dile getirmeye çalışır. Bu
sebeple hoşa giden veya gitmeyen ya da faydalı bulduğu şeyler, eleştirel bir
süzgece tâbi tutulduğundan şahsî yorumdan fazla bir kıymeti harbiyeye sahiptir.
Bu yönüne de en çok üslûp dehasıyla kaleme aldığı metinlerinde rastlarız.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın asıl eleştiri yazıları, Kitaplar
ve Muharrirler adı altında bir araya getirilen makalelerinin ikinci
cildinde (Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936)) yer alır. Bu yazılar, öncesi
ve sonrasıyla birlikte ele alındığında onların eleştiri bağlamında merkezî bir
role sahip olduğu görülecektir. Öncesindeki eleştirel izler bu dönemde
belirginleşmiş, sonrasında ise daha uzun soluklu metinlere dönüşmüştür.
Cumhuriyet
Dönemi Türk Edebiyatının temellerinin atılmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda
yazılarında eleştirel izler taşıyan Suut Kemal Yetkin, Nurullah Ataç ve Peyami
Safa gibi yazarların önünde eleştiri adına yazılarıyla örnek alınabilecek
yegâne isim Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Farklı görüşlerin ürünü olan Dergâh ve Varlık mecmualarını aynı hassasiyet ve gayretle sahiplenmesi dikkat
çekicidir. Edebiyatı siyasallaştırmadan onu bir kültür hâdisesi, bir eğitim
aracı ve hayat tarzı olarak algılayan yaklaşımı sebebiyle değişik çevrelerin
ilgisine mazhar olmuştur. Bu yüzden onun eleştiride üslûbu yeni, deneme ve
roman tarzında girişimi kendine özgü ve yenidir.
Abdülhak
Şinasi Hisar, eleştiriye dair benimsediği usul ve esasları çoğu zaman yazdığı
metinlerin satır aralarında tahlil ve yorumlarını tekit babından dile getirir.
Meselâ Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi
romanı üzerine yazdığı bir yazısında, “Tenkidin vazifesi, kendi nokta-i
nazarına sadık kalmakla beraber muharririnkini anlamaya çalışmak olmalıdır.”
cümlesine rastlarız. Burada çok önemli ve temel bir ilkeye işaret eder ve buna
yazarak ulaşır. Yani yöntem ve tarzını kendi pratiğinde keşfeder ve gösterir.
Kendi bakış açısına bağlı kalarak yazarın bakış açısını anlamaya çalışan bir
eleştiri anlayışı çok ileri ve değerli bir anlayıştır. Gelgelelim
edebiyatımızın eleştiri tecrübesi uygulamada bu anlayıştan uzak gelişmiştir.
Eleştiriyi doğrudan konu edindiği üç beş makalesinde ise eleştirinin usul ve
esaslarına değil, daha çok ne olduğuna, ne işe yaradığına veya tarihçesi
tarzında konulara değinir. Şüphesiz eleştirinin ne olduğunu, nasıl olması
gerektiğini gayet iyi biliyordu. Bu sebeple açıkça bizde eleştiri ve eleştirmen
yoktur diyordu. Kendisini ise bu işe tam olarak vermemişti. Kitaplar ve
yazarlar üzerine yazdığı yazılar, değini ve tanıtımın çok ötesinde gerçekten
eleştiriye örnek olabilecek metinlerdi. Ne var ki bunlar süreklilik arz etmeyen
dağınık yazılar olduğundan eleştiri de bunların arasında dağınık hâldeydi.
Öte
yandan yazılarında üslûp hassasiyeti gözettiği, aradığı bir husustur. Üslûbu
bir zevk meselesi olarak değerlendirir. Bu durum, döneminin sanat anlayışında
Ahmet Haşim ve Yahya Kemal gibi bir grubun belli başlı hassasiyetidir. Bunun
karşısında olanlar ise mana ve mesajı öne çıkarmaya çalışırlar. Bu bağlamda
Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi’ni bir
de üslûp ve dil açısından ele alır. Yazarın dilindeki ahenk ve ritmi önemser,
dil yanlışlarını görmezden gelir. Bunları örnekleriyle anlatır. Ancak Arapça,
Farsça ve Fransızca kelime ve deyimler kullanmasını sıkı bir şekilde eleştirir.
Demek ki Abdülhak Şinasi Hisar’ın dil ve üslûp şuuru, yazılarında bu konuya
gösterdiği hassasiyet döneminin diğer yazarlarının çok ilerisindedir. Bu da
bizim onun yazar/edebiyatçı kimliğini ciddîye almamızı zorunlu kılmaktadır.
Çağında
edebiyat ve fikir çevrelerinde tartışılan konulara getirdiği bakış açısı ve
yorum son derece güçlüdür. Hamdullah Suphi üzerine yazdığı bir yazı bunun en
güzel örneğini teşkil eder. Bu yazıda klâsik ve romantiğin ne demek olduğunu,
ikisi arasında birbirine geçişleri ve bu konudaki yanlış anlayışları tartışır. Ruşen
Eşref’in bir kitabı üzerine yazdığı birkaç yazıdan birinde ise çağının
getirdikleri ve götürdüklerine, insanoğlunun bitmeyen arayışının derinliğine,
fâni olanla ebedî olana, yalnızlık ve hüzne, ölüme ve hayatın manasına dair
kuşatıcı bir üslûpla anlattıkları ve sonra bunları şiirin, edebiyatın anlam ve
misyonuna bağlamaya çalışması; sözü, herkesin söylediğinden farklı ve etkili
söyleme kabiliyeti eleştirisindeki üslûp gücünü göstermesi bakımından çok güzel
bir örnektir.
Burada
Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiride üslûbunun besleyen ve doyuran tarafının
kendinden sonra takip edilmesinin önünü bir biçimde kestiğini de söylemek
gerekiyor. (Belki Asaf Hâlet Çelebi’nin yazıları onun devamı sayılabilir.)
Çünkü okuyucuyu kendi yorumuna esir eden ve açık kapı bırakmayan böyle bir
üslûbu senteze sokabilecek karşı bir üslûp bulmak çok güçtür. Bu sebeple onun
üslûbuyla diyalektik zemin oluşturmak neredeyse imkânsız gibidir. Siz ancak
başka bir şeyi güzel ifade edebilirsiniz, onunla aynı konuda benzer üslûbu
yakalayıp tartışmanız, dolayısıyla üçüncü bir yoruma kapı aralamanız biraz
beyhudedir. Zaten onun yazıları tartışılmamış; beğenilmiş ya da görmezden
gelinmiştir.
Batı
klâsiklerinin tercümesi meselesi üzerine yazdığı iki makale, tercümenin usul ve
yöntemine dair çok kıymetli yazılardır. Bilgi, hassasiyet, bakış açısı ve üslûp
bu makalelerde birbirini tamamlar. Düşüncelerini bir iddia olarak anlatmaz,
onları hissettirerek benimsetir.
Kendisine
“Arap” denilmesinden çok rahatsız olan aziz dostu Ahmet Haşim’in bu tepkisini,
“Ahmet Haşim’e ‘Arap’ demek, onu bütün varlığını temin eden bir âlemden
ayırarak bir hiçe döneceği bir âleme atmak, fâni ömründe değil, ömrünün
tesellisi olan atisinde, bu atide yaşatacak olduğuna inandığı eserinde öldürmek
istemekti.” şeklinde açıklayan Abdülhak Şinasi Hisar, onun için “Ahmet Haşim
hiçbir zaman Bağdat’a dönmek ve doğduğu bu yerlerdeki hatıralarına kavuşmak
ihtiyacını duymadı. Hatta oradan kendisine küçük bir irat getiren yerlerini
satıp, orasıyla rabıtasını büsbütün kesmeyi bile tercih etmişti. Babası Türk
hükûmetinin memuru ve kendisi Türk harsının mükemmel bir mahsulüdür. Irken
bilmesem de milliyet itibarıyla o kadar mükemmel Türk’tü ki Türklüğün en ince
hislerinden birkaçının ifadesi onun eserindedir.” değerlendirmesini yaptı. Bu değerlendirmedeki
bakış açısı, hassasiyet ve üslûbu, milliyetçiliğin/ırkçılığın zirve yaptığı bir
dönemde kuşağı içinde ancak onun gibi olgun ve erdem sahibi biri ortaya
koyabilirdi. Esası kaçırmayan, sorunu gören ve onu sağduyuyla yorumlayabilen
bir kalem erbabıydı. Esasa dair söylediği şeyler ise eleştirinin görmesi ve
ortaya çıkarması gereken şeylerdi. Yazarın eserini/işini ciddîye alması
meselesi ve ona yüklediği anlam... Yine yazarın, eserini yazdığı dilin
inceliklerine ve o dili besleyen kültüre hâkimiyeti meselesi... Ahmet Haşim’e
işte buradan bir mana atfeder. Abdülhak Şinasi Hisar, bir yazar olarak ele
aldığı bütün kitapları mutlaka bu yönlerden değerlendirmeye çalışmıştır. Bu da
tam bir eleştirmen tavrıdır.
Süleyman
Nazif üzerine yazdığı ve onun hayatının son yıllarında eski bir gazeteci olarak
matbuat âlemiyle kuramadığı münasebet, bundan kaynaklanan yalnızlık ve
trajedisine dair makalesi (“Gazetelerde Süleyman Nazif”); anlayan, tartışan ve
hisseden üslûbuyla oldukça etkileyicidir. Süleyman Nazif üzerinden toplumun
değişen ve kaybolan değer yargılarını, nesiller arası uçurumları ve bunların
meydana getirdiği trajik hâlleri ustalıkla anlatır.
Paris’te kaldığı yıllarda
öznel/izlenimci eleştirinin öncülerinden Anatole France ile tanıştığı bilinen Abdülhak Şinasi Hisar’ın, olgusal eleştirinin öncülerinden Sainte-Beuve ve
Hippolyte Taine’den, onların eleştiride yazarın hayatını esas alan yönteminden de haberdar olduğu anlaşılıyor. “Paul Bourget’ye Dair Hatıralar” yazısında onun kitaplarından söz ederken, adını zikrettiği iki kitabının “bizde hâlâ numunesini
görememiş olduğumuz vicdanlı ve canlı tenkit numunelerini ihtiva ettiğini” söylüyor. Sainte-Beuve ve Hippolyte Taine’den sonra Paul Bourget’nin “edebî tenkide getirdiği zenginlikten” bahsediyor ve eleştiri yönteminden ötürü Paul Bourget’ye yöneltilen eleştirilerin onun fikirlerinde büyük
değişikliğe yol açtığını, bu bağlamda “tenkidin münhasıran ‘teknik’ olmasını istediğini” hatırlatıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, Paul
Bourget’nin fikirlerinden
ve yazarlık prensiplerinden belli ölçüde etkilense de onun eserlerini
eleştirmekten geri durmuyor ve “Paul Bourget’nin şiirsiz, halâvetsiz, ziyasız, helecansız bir üslûbu,
bir nesri vardır ki onu en büyük Fransız şairleri olan büyük Fransız naşirleri
yanında saymamıza mâni oluyor. Bourget’nin hiçbir cümlesi gülmüyor, inlemiyor, haykırmıyor,
ağlamıyor, vecde düşmüyor, raks etmiyordu. Hiçbir cümlesi bize derin bir musiki
duyurmuyordu. Bu, onun cümlelerini sevmemize ve bir tanesini olsun
hatırlamamıza mâni oluyor. / Edebiyat, bilhassa bir üslûp işi, bir üslûp
meselesidir.” diyor. Böylece kendi eleştiri anlayışını ve bunda üslûbun rolünü
ortaya koymuş olur. Ayrıca onun, burada olduğu gibi yazılarında sık sık
kullandığı “canlı tenkit” tabiri son derece
dikkat çekici ve önemlidir. Bunu eleştirinin misyonu ve üslûbu bağlamında ele
aldığımızda nasıl bir eleştiri sorusuna tam bir cevap vermiş oluruz.
Abdülhak
Şinasi Hisar, bu kitaptaki makalelerinden de anlaşılacağı gibi üzerinde yoğunlaşarak
en çok Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit,
Pierre Loti ve Victor Hugo hakkında yazı yazar. Eleştiride ustalığını da en çok
bu yazılarında gösterir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın, Kitaplar ve Muharrirler
adı altında bir araya getirilen makalelerinin üçüncü cildinde (Romana Dair Bazı
Hakikatler (1943-1963)) romana dair yazdığı yazılar ve söyleşileri yer alır.
Roman anlayışı, devrindeki roman tartışmaları üzerine düşünce ve
değerlendirmeleri bu kitaptaki yazıların eksenini oluşturur. Teori ağırlıklı bu
yazılarda onun romana vukufiyeti, Batı romanına ve Türk edebiyatında roman
tecrübesine dair sağlam bilgisi açıkça kendini belli eder. Hem roman teorisi
hem de romanları orijinaldir ve o, yaptığı işi çok iyi bilen birisidir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın romanı, başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere dönemin bütün
edebiyatçılarını âdeta sarsar. Hiç kimse onun romanıyla ilgili içeriden ve
derinlemesine yorum yapamaz. Türünden, denemelerinden, üslûbundan,
hatıralarından vs. söz ederler sadece. Oysa Abdülhak Şinasi Hisar, romana dair
serdettiği düşüncelerinden anlaşılacağı gibi yeni bir tarzın çıkışını yapmaya
çalışmaktadır. Bunu yüksek edebî zevkine bağlasa da aslında varoluşla ilgili
bir çıkıştır bu. Varoluşunu kendi yaşamışlığında ve zamanında arayan, çocukluğu
varoluşun saf hâli gören bir çıkış... Yazarak var olma ve yazarak gerçeği,
varoluşu yakalama gayreti... Yöntemi ise tecrübî ve ben merkezlidir. Doğrudan
anlatmayı tercih eder ve dolaylı anlatıma itibar etmez. Bu yüzden edebiyatımızda
romanının, o güne kadarki romanlar arasında bir benzeri yoktur. Belki
kendisinin de önemsediği Aşk-ı Memnu
(Halit Ziya Uşaklıgil), onun romanı için bir arka plân oluşturabilir. Fakat o,
asıl Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından etkilenir ve ondan
aldığı ilhamla kendi görüşünü şekillendirir. Rüzgârından bir şekilde etkilenen
Refik Halit Karay, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denediği roman tarzı
ise yine onun yükselttiği çıtanın altındadır. Dolayısıyla edebiyatımızda
Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanı; kurgusu, anlatımı ve üslûbuyla postmodern romana kadar etkisiz ve takipsiz kalır.
“Romancının Şahısları I ve
II” ile “Romana Dair Bazı Hakikatler I ve
II” yazıları, roman görüşünü yansıtması bakımından önemlidir. Ona göre roman,
her şeyden önce bir sanat ve edebiyat eseridir. Sanat da “sanatkârların
eserlerini yaratmak için duydukları fıtrî bir ihtiyacın mahsulüdür.” Bu yüzden
“Hakikî romancı, romanını kendi kendinin bile idare edemediği, içinden gelen
kuvvetlere uyarak yazmaya mahkûm olduğunu duyar ve böyle yazar.” Elbette “Her
yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her romancının da bir roman yazışı
vardır.” Ayrıca bir sanat eseri için “zaman” ve “üslûp” kavramları birinci
derecede önemlidir. Sanatta zaman, “ebediyete kavuşmak isteyen ve cidden biraz
karışan bir zamandır.” Üslûp ise “hariçten takılan bir süs değil, süsler değil,
vücudun kendi güzelliğidir.”
“Romancı,
sanatın kutsî vasıtasıyla âdeta kendi kendine söylenir gibi kırk yıllık dostu
telâkki ettiği okuyucusuna hitap etmeye başlayınca dünyayı ve hayatı,
olduklarını bildiği gibi tarif ve tasvir etmek ihtiyacını duyar. Eseri âdeta
hakikati bulup ele geçirmek vazifesiyle yazdığı bir rapor gibidir. Esasında
samimî, beşerî bir hakikat araştırması olan sanat, gördüklerini söyleye söyleye
büyüdüğünü, duyduklarını anlata anlata derinleştiğini anlar. Ve bunun için de
bildiklerinden ve düşündüklerinden kolay kolay çok şey saklayamaz ve kendine
uzak diyarlardan gelen fuzulî tenkitlerin yabancılığını duyarak kolay kolay
onlara kulak asamaz!” (“Romancının Şahısları II”) Öyleyse “Bir hakikati söyleyebilmek, onu ele
geçirmek demektir.”
Romanı
ise ana hatlarıyla ikiye ayırır. Birinci grup romanı macera, cinaî, vaka,
tesadüf ve tefrika romanı olarak adlandırırken ikinci grup romana fikir,
inkişaf ve tahlil romanı der. Üslûp meselesini ikinci grup roman bağlamında
değerlendirir. Birinci grupta bir üslûp meselesi olmadığı kanaatindedir.
“Üslûp, adî bir süs merakı değil, fikirlerle sözün, duygu ile ifadenin
aralarındaki mahrem münasebetlerin uygunluğudur ve bütün edebiyatın vasıtası
lisan olduğuna göre dilin doğruluğu, güzelliği, topluluğu ve ahengi demektir.”
İşte
Abdülhak Şinasi Hisar’ın roman görüşünün özeti budur. Kendinden önceki yazarlar
ve çağdaşlarının hiçbiri romana bu zaviyeden bakamaz. Onlar, romanın gayesini
dışında/tesirinde ararken o, romanın kendi iç dinamiklerinde yani onu meydana
getiren ve sanat eseri yapan unsurlarda arar. Böylece sanat, sanatkârın
eserini meydana getirmek için duyduğu fıtrî
ihtiyacı karşılamış olur.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın bu kitaptaki yazıları da son derece güçlü ve estetik bir
üslûpla kaleme alınmıştır.
Biyografileri
Abdülhak
Şinasi Hisar, hatıralara dayanan biyografik eserlerinden İstanbul ve Pierre Loti’de Fransız deniz subayı, seyyah ve romancı Pierre Loti’nin Osmanlı ve
İslâm kültürüne hayranlığı, İstanbul sevgisi, İstanbul’a dair hatıraları ve
bıraktığı etki ile kara günlerimizde dostluğunu anlatır.
Asıl adı Louis Marie Julien
Viaud olan Pierre Loti (1850-1923), bir subay ve ataşe olarak birçok kez
Selânik ve İstanbul’a gelmiş, bu gelişlerinde uzun süre İstanbul’da yaşamış,
Osmanlı hayat tarzı ve İstanbul’dan büyülenmişçesine etkilenmiş, Anadolu’nun
işgali sırasında Avrupa’ya karşı Türkiye’yi savunmuş, Türkiye’yi ikinci vatanı
olarak görmüş Türk dostu bir yazardır. Romanlarında aşk, yalnızlık ve ölüm
temalarını, görevi dolayısıyla gezip gördüğü çok sayıdaki Asya ve Afrika
ülkelerinden edindiği bilgi ve tecrübelerin ışığında izlenimci bir anlayışla
ele alır. Gezip gördüğü ülkelerden en çok Türkiye’yi ve şehirlerden en çok
İstanbul’u sever. İlk romanı Aziyade
(1879), Selânik’te tanıyıp âşık olduğu Hatice adlı Çerkez güzeli bir cariyenin
hikâyesidir ve olay İstanbul’da geçer.
Pierre Loti Türkiye’yi
sevdiği kadar Türkler de onu sever ve sahiplenir. Ancak dönemin bazı aydın ve
yazarları onun hakkında olumlu düşüncelere sahip değildir. Abdülhak Şinasi Hisar ise onu gerçek bir Türk dostu
kabul ettiği için sever ve eleştirenlere karşı savunur.
Abdülhak
Şinasi Hisar, Pierre Loti’nin, Avrupa devletleri tarafından İtalya’nın
Eylül 1911’de Trablusgarp’ı istilâsıyla başlayıp Balkan Harbi, Birinci Dünya
Savaşı, Çanakkale Savaşı, Anadolu’nun işgali, Sevr Antlaşması ve derken Millî
Mücadele yıllarıyla son haddine ulaşan vatanımızı parçalama plânlarının
yürürlüğe konulduğu o zor zamanlarda inkâr edilmek istenen haklarımızı nasıl
müdafaa ettiğini, bu esnada hangi zorluklar ve tehditlerle karşılaştığını,
bunları hangi düşünceyle yaptığını eserlerini bir bir zikrederek anlatırken,
bütün bu olaylar karşısında Türk aydın ve yazarlarının içinde bulunduğu trajik
hâli şu hazin cümlelerle ifade eder:
“Düşünüyorum ki Edebiyat-ı
Cedide zamanlarımızda üstat addettiğimiz muharrirlerden hiçbirinin eseri nihayet
bir yabancının bu kitapları kadar sırf millî bakımdan bu kemiyet ve keyfiyette,
bu kıratta, onunkilerle boy ölçüşecek bir eser teşkil etmiyor. Milliyetimiz ve
memleketimizin hukuku, kendi müdafaamız ve kültürümüzün mahiyeti bakımından bu
nispette bu kadar kıymetli eserlerimiz mevcut muydu? Denilebilir ki bunların
hepsi birden daha hiçbir muharririmize nasip olmuş değildir. Loti’nin ruhunun
bir kısmı açıktan açığa bir Şarklı olduğu görülüyor. Eserlerinin bir kısmıyla,
âdeta kendisinin ikinci bir vatanını teşkil eden Türkiye’ye ait eserleriyle
Şarklı ve hatta kısmen Müslüman ruhuyla bu ikinci vatanını söylemiş, yazmış ve
duyurmuş oluyor.”
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın, Pierre Loti’ye başta Türk dostu olduğu için derin
bir sevgi ve saygı beslediği açıktır. Nasıl beslemesin ki? Kendimizi anlatacak
ve haklarımızı savunacak kimsenin olmadığı zamanlarda bu işi Pierre Loti
yükleniyor. Abdülhak Şinasi Hisar, olaya
önce buradan bakıyor. Sonra da hatıralarına değer veren
bir yazar olduğu için onu önemsiyor, üslûbunu ve tarzını kendine yakın buluyor.
Elbette onun, Pierre Loti’ye karşı nesnel olması ve ona eleştirel yaklaşması
beklenmemelidir. Buna rağmen o, yazılarında onun bazı bilgi yanlışlarını
düzeltmekten geri kalmamıştır. Fakat Pierre Loti’ye, mutaassıp addedilen ve bu
yüzden Türk inkılâbına uymayan fikirlerinden dolayı tepki gösterilmesini; bazı
yazarların, onun geçmiş zamanlardaki hayatımızı sevmekle bizimle eğlendiğini
sanmalarını; yine bazı yazarların, halkın Pierre Loti’yi sevmesini bir
“hastalık” olarak görmesini ve bizim için yaptıklarına ve hatırasına karşı
vefasızlığı anlamsız bulur ve buna üzülür.
Hatıralara
dayanan biyografik eserlerinden Yahya Kemal’e Veda’da şairin Paris’te geçen gençlik zamanlarını,
Türk Ocağı’ndaki yerini, şiir ve tarih görüşünü, şiir ve nesirlerini
değerlendirir. Uzun ve muhkem cümleleri, güçlü ifade ve üslûbu sayesinde
sayfalarla anlatılabilecek konuları özlü ve etkileyici bir şekilde bir iki
paragrafta özetler. Meselâ Yahya Kemal’in durduğu yeri bir paragrafta
anlatırken, “Yahya Kemal tam da budur.” dedirtir:
“Yahya Kemal, bizim
neslimizin her genci gibi muasır Fransız şiirini bir öncü olarak okuyordu.
Ancak Fransız şiirinde bir manzume, bir kıta, bir beyit yahut bir mısraın
cazibesine kapıldığı zaman, kendi içindeki o hiç göz yummayan sabit bakışlı
sanatkâr hiç şüphesiz bu şivenin, bu nüktenin Türkçede nasıl eda
edilebileceğini düşünüyordu. Ve Yahya Kemal’in muasırları olan gençlerden belki
ayrıldığı ve onlara muhakkak üstün kaldığı esaslı nokta bu idi. Denilebilir ki
Yahya Kemal, İstanbul’a döndükten sonra bizim millî havamız içinde Avrupa’yı
bir an unutmamış olduğu gibi Paris’te bu dokuz senelik ihtiraslı hayatı içinde
de Türkiye’yi, Türkçeyi ve Türklüğü bir an unutmuş değildir. İşte bunun için
bize hem en millî hem en Avrupakârî şiirleri o vermiştir.”
Yahya Kemal’i yazarken
edebiyatımızda eleştirmenin yokluğunu hisseder: “Edebiyatımızın büyük bir
noksanı nesillerden beridir büyük bir edebiyat münekkidimizin yetişmemiş
olmasıdır.” der. Hemen hemen aynı yıllarda aynı düşünceyi benzer ifadelerle Ahmet Hamdi Tanpınar da dile getirir. Bu iki
yazar, yokluğunu hissettikleri şeyi kendileri yapmaya çalışır. Edebiyatımızda
edebî tür olarak eleştiri böyle gelişir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın eleştiriye örnek teşkil eden en özgün ve önemli eseri Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eseridir. Eleştiri tarzını ve üslûbunu en doğal hâliyle bu eseri
yansıtır. Burada önce yazarın eserinin doğru anlaşılması için önem arz eden
hayatından kesitleri kendi hatıralarıyla mezcederek bir kişilik tahlili yapar.
Sonra eseriyle hayatı arasındaki ince ve mahrem ilişkiyi keşfeder ve onu
misalleriyle gösterir. Ardından eserin dilini ve temasını zamanın geçerli ve
moda olan dili ve fikirleriyle karşılaştırır. Hükmünü ve tercihini yazardan
yana ortaya koyarken eleştiri kabiliyetini ve üslûp hünerini sergiler. Böylece
okuyucu, konu edilen/değerlendirilen yazarı ve eserini hissederek, yaşayarak ve
biraz da benimseyerek okur. Neticede maksat hâsıl olur; edebî zevkle yazılan
kitap edebî zevkle okunur.
Geçmiş zamanların Bağdat’ı,
Dicle Nehri kıyılarında geçen çocukluk yılları, akşam ve gecenin sessizliğinde
bülbül sesleri, gökyüzünde ve nehrin sularında parıldayan ay, hayalinde
çocukluk hatıraları ve annesi, derin ve iz bırakan hislerle geçmiş zaman
hülyaları; şarap misali yıllandıkça kıymeti artan, uzaklaştıkça yakın
hissedilen, şiirleştikçe ete kemiğe bürünen duygular ve duygulanmalar... İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın gözüyle Ahmet Haşim’in
“Şi’r-i Kamer”i; bir şiirin ve bir şairin hikâyesi; bizim hikâyemiz...
Ahmet
Haşim, bir gün Galatasaray Mektebindeyken edebiyat hocası Ahmet Hikmet’in
(Müftüoğlu) şiire ilişkin “Bir şiir yazılmak için bir fikir düşünülüp mantıkî
bir kanaat ifade edilirse bu yazı bir şiir olmazdı. Şiir ancak kullanılan güzel
kelimelerin yardımıyla ve ahenkli kafiyelerin sayesinde tatlılaşarak mantığın
haricinde bir eda ile hakikî bir şiir olabilirdi.” tarzında bir düşüncesinden
son derece etkilenir. Şiir görüşünün ve tutumunun temelini bu düşünce
oluşturur. “Şiirde Mana” başlığıyla önce Dergâh’ta
neşrettiği (Numara: 8, 5 Ağustos 1337/1921) ve daha sonra küçük değişikliklerle
şiir kitabı Piyale’nin (1926) önüne
koyduğu “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” başlıklı manifesto gibi makalesindeki
görüşlerinin ilham kaynağı burasıdır.
Yahya
Kemal gibi Ahmet Haşim’i de şiirlerinden örnekler vererek eleştirmekten geri
durmaz. Ahmet Haşim’in ise bu eleştirilere hak verdiğini söyler.
“Dalların
zirvesindeyiz ancak,
Yarı
yoldan ziyade yerden uzak,
Yarı
yoldan ziyade maha yakın.
(Zaten
sanıyorum ki bu şiir daha iyi duyulmak için:
Yarı
yoldan ziyade maha yakın
Yarı
yoldan ziyade yerden uzak!
tarzında
olmalı idi.)”
Aynı
şekilde:
“‘Bir
taraf bahçe, bir tarafta dere’ mısraının aslı, belki ‘Bir taraf bahçe, bir
taraf da dere’ olmalıydı.”
Ahmet
Haşim’in nesri için düşüncesi şudur:
“Ahmet
Haşim’in ince, zarif, nükteli, sanatlı, işlenmiş, kadife gibi yumuşak ve
açılmış çiçekler gibi olgun nesrini medih için ne söylense belki az gelir.
Ekseriyetle pek zeki ve bazen de için için müstehzi olan bu nesir, hakikaten ne
güzeldir!”
Ahmet
Haşim, devrinin ünlü zevatı gibi ülkesini terk edip yurt dışına gitmez. Diğer
taraftan sözde milliyetçi ve vatansever değildir; “1914’te askere alınıyor,
ihtiyat zabiti oluyor ve Çanakkale Muharebesine iştirak ediyor.”
Kitapta
Ahmet Haşim’in hayatından kesitler anlattığı bölümlerde onun yaşadığı
zorlukları ve şikâyetlerini aktarırken şöyle bir paragraf oldukça dikkat
çekicidir:
“Esasen
Ahmet Haşim’in gizli gururu, başkalarının kendisine acımalarına hiçbir zaman
razı olmazdı. Bunun için bütün bu hisler kendisine pratik bir yardım
yapılmasından ziyade hüzünlü bir düşünüş şeklinde tecelli ediyordu. Bunun için
gizlice beklediği şey, belki de kendisinin şiir payesinin daha ziyade takdir
olunması ve daha iyi anlaşılmış bulunması idi. Haşim, bilhassa şiirlerinin
güzel mısralarının anlaşılmazlıkları karşısında isyan ediyordu.”
Burada
şairin karakterini esastan ve ustaca tahlil eder. Yine şu paragrafta onun bir
başka yönünü özünden yakalayıp aktarır:
“Ahmet
Haşim’in öyle bir kafası vardı ki kendisine yapılmış bir iyiliği hazmedemez,
zihninde büyütür, bunu yapmış olan adamın bundan birtakım ahkâm çıkaracağına
hükmeder, kendi üzerinde bir velâyet hakkı duyacağını farz eder ve zihni
böylece yavaş yavaş o adamın aleyhine harekete gelerek ve işleyerek eğer ona
karşı istiklâlini ispat etmezse bir nevi himayenin hacaleti altında kalacağını
sanır, nihayet günün birinde artık duramaz, yapılacak en müstacel iş olmak
üzere gider, bu kendisine iyiliği dokunmuş olan adama çatardı. Ahmet Haşim
hayatında böylece kendisine bir yardım etmek fırsatını bulmuş olan bütün
insanlara, bu iyiliklerinin hatırası kendisinde daha silinmeden evvel hücum
etmek mecburiyetini duymuş ve hücum etmiştir.”
Ahmet
Haşim’in hastalığı ve son günlerini anlatırken ölüm gerçeğine farklı bir ayna
tutar:
“Mektep
arkadaşlığı, fikir ve his yakınlığı, insanlar arasında bir nevi akrabalık tesis
ediyor. İnsan tanıdıklarını değil, yalnız yabancıların ölümünü işitse, ölümü
belki bir türlü tahayyül edip anlayamayacaktı. Çünkü tabiat, ölümü sanki bize
göstermiyor, saklıyor gibidir. Onu ancak yakınımızdan, kendi neslimizden, kendi
muhitimizden, hulâsa içimizden birini sarmaya başladığı vakit, ancak o zaman
anlıyoruz ve görüyoruz ki her giden hayat, karışmış olduğu bütün hayatlardan
birer parçasını da beraber sürükleyip götürüyor.”
Ahmet
Haşim’den “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” ve “Bize bir zevk-i tahattur
kaldı / Bu sönen, gölgelenen dünyada!” gibi unutulmaz mısralar naklederken
aslında onunla olan ruh akrabalığını anlatmış olur.
Dikkat
çeken başka bir husus da Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eserinde Yahya Kemal’in ve Yahya
Kemal’e Veda adlı eserinde Ahmet Haşim’in olmamasıdır. Oysa bu iki şair ve
onların şiiri döneminde birlikte ve kıyaslanarak okunur ve değerlendirilirdi.
Onun böyle bir hassasiyete sahip olması, birbirini kıskanan ve birbiriyle
geçinemeyen iki şairin ikisinden de vazgeçmemesi ve ikisini hem ayrı hem de
birlikte çok sevmesindendi. Yani birini diğerine feda etmeden anlatmaya
çalışmıştır.
Konumuz
bağlamında son olarak şunu da söylemek gerekir: Yahya Kemal’in şiirde Ahmet
Haşim’den üstte olduğu fikri nasıl ezbere dayalı bir yanılsamaysa yine onun
nesirde çağının öncüsü olduğu fikri de aynen öyle ezbere dayalı bir
yanılsamadır. Modern Türk şiirinin XX. yüzyıldaki gerçek öncüsü önce Ahmet Haşim
ve ardından onu takip etmeye çalışan Yahya Kemal’dir. Bunu, her iki şairi
karşılaştırarak okuyanlar rahatlıkla görecektir. Modern Türk nesrinin XX.
yüzyıldaki ilk öncüleri ise Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Haşim’dir. Yahya
Kemal’in nesri Abdülhak Şinasi Hisar’ın nesrinin yanında kuru bir tekrar ve yer
yer bir klişeden ibarettir. Nesirde Abdülhak Şinasi Hisar’ı asıl Ahmet Haşim’le
kıyaslamak gerekir. O zaman Ahmet Haşim’de fikir ve ruhun, Abdülhak Şinasi
Hisar’da ruh ve üslûbun öne çıktığı görülecektir. Bu da biri diğerini
tamamlayan, biri diğerinden rol çalmayan bir husustur. Şiirde ve nesirde Yahya
Kemal ezberi, onun aristokratlığından kaynaklanmaktadır. Yani eserine verilen
değer ve gösterilen ilgi daha çok şahsıyla alâkalıdır.
Geçmiş Zaman Edipleri, Abdülhak Şinasi Hisar’ın yakından tanıdığı bazı
yazarlar hakkında hatıralarından hareketle kaleme aldığı deneme, hatıra ve
portre türü yazılarından oluşmaktadır. Bu kitapta toplanan yazılarında
anlattığı kişilerin hayatlarını ve psikolojik hâllerini trajik ve etkileyici
bir üslûpla hikâye eder. Hatıralarını yâd ederken onların hayatlarından ve
eserlerinden geriye kalanlara bakar ve acı gerçeği usulünce dile getirir. Bu
metinlerde eleştirel değil, betimleyici bir üslûp ağırlık kazanır.
Geçmiş Zaman Edipleri’nde çok ilginç yazılar
vardır. Meselâ “Halit Raşit” bunlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar, bir gün Paris’teyken tanıdığı
Halit Raşit adlı biraz şair ve sosyalist bir Türk gencinin Rus
sevgilisiyle/metresiyle birlikte yaşadığı fakir talebe odasına gider. Orada
gördüğü ve sonradan 1917 Ekim Devriminin önderi olan SSCB’nin kurucusu Vladimir
İlyiç Lenin’le karşılaşmasını anlatır. Anlaşılan sürgündeki Rus muhalifler,
Halit Raşit’in odasında toplanmışlardır.
“Esvapları siyah ve yüzleri
sarı birçok genç sakallı Ruslar, burada matemli edalarla oturmuşlar, belki
başlıca gıdalarını teşkil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim
ruhumu sıkıyordu. İhtimal ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda,
mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan ve birbirine benzeyen (zira
bir hayat ve mukadderatın adamları hep birbirini andırırlar) ve âdeta birer
tarik-i dünyaya dönmüş olarak çay içenlerden biri, sonraları bir kısım
beşeriyetin talihini ve bir kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan
biri idi: Lenin!... Ve belki böylece ben, haberim olmadan o gün kendisiyle bir
müddet beraber bulunmuşumdur. Zira Lenin’in, o senelerde Paris’te gayet
mütevazı bir hayat geçirdiğini ve Closerie des Lilas kahvesine bir iki kere bu
çiftle birlikte gitmiş olduğunu sonradan işittim. Belki bu tarih, daha sonraki
bir zamana tesadüf eder. Fakat böyle olmasa da şimdi milyonlarca zihni dolduran
bu isim, vakitsizken yani daha hiçbir mana ifade etmediği zamanlar kulaklara
değse de hafızaya bir şey söylemediği için hatırda kalamazdı.”
Müthiş bir tasvir ve
anlatım; sözünü ettiği kişiyi hem görüyor hem görmezden geliyor, hem gücünü ve
büyüklüğünü takdir ediyor hem geçmişini ve zayıflığını gösteriyor. Neticede
hayata, hayatın garip cilvelerine ve mukadderata teslim oluyor, hatıralarını
anlatarak/yazarak o günleri tekrar tekrar yaşıyor ve yaşadıklarını bize de
hissettiriyor.
Geçmiş Zaman Edipleri’nde insan ve aile
ilişkileri, söylentiler, malûmat, çevre, durumlar, karakter tahlilleri,
hatıralar ve yazarlık hikâyeleri büyük bir itinayla, geçmiş zaman diliyle ve
bir üstat üslûbuyla anlatılır. Geniş açılı eleştirel bir ruh fotoğrafı çekilir.
Bu fotoğraf içinde isteyen herkes kendine bir yer bulabilir.
Genç kuşaktan çok sevdiği
ve kendi tarzına yakın bulduğu/gördüğü Ziya Osman Saba’nın ölümü üzerine
yazdığı yazının son paragrafı, şairin ve eserinin veciz bir tahlilidir.
Anlatımıyla şairi hissettiren ve eserinin hükmünü ortaya koyan bir
değerlendirme örneğidir:
“Ziya Osman Saba, yavaş
yavaş, zaman ile tesis etmiş bulunduğu ve muhit ve iklim içinde samimî
sanatının hudutlarını taşmayarak, şiirleriyle hep ruhunun duygularını yazmak,
hep çocukluk hislerini duyurmak, hep bir aile evinin hatıralarını söylemiş ve
hep ölüleri yâd etmiş oluyor. Bazen de Tanrı’sına, manevî duygularını aşan hitaplara
eriyor. Hep aynı gündelik kelimelerin yardımıyla, hiç adileştirmediği diliyle
şiirlerinde ne kahramanlık menkıbeleri söylenilmekte ne de aşk ilâhesinin
çektirdiği buhranların uzun ilâhileri duyulmaktadır. Kendisi o kadar mazbut ve
mütevazı görünür ki ömrünün sıyanet melekleri olan samimiyet ve ciddiyet
sayesinde şiirin duymadığı ve ruhunun inanmadığı mübalâğalara hiçbir zaman
sapmamıştır.”
Deneme, Roman ve Diğer Eserleri
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın üslûpçuluğu, hiç şüphe yok ki Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı deneme kitaplarıyla zirve yapar.
Şiirsel anlatımın hâkim olduğu bu kitaplardaki yazılarında mekân ve eşyalar ile
insan ve varlıkları geçmiş zaman üzerinden anlatırken gerçekle hayalin, madde
ile aşkın olanın iç içe girdiği bir hayat tasavvur eder. Bu tasavvur,
nostaljiden çok bir tekliftir. Gündelik olanı yeterli görmeyen, asalet ve
sürekliliği arayan ve tercih eden bir teklif. Bu yazılarında ahenk ve
güzelliğin hâkim olduğu bir anlatımı vardır. Üslûpçuluğu esas olarak kendini
bunlarda gösterir. Bu tür yazılarını yaşayarak ve hissederek okursunuz.
Anlatımında hatırladıklarıyla hayal ettikleri birbirini tamamlar. Bazen
geçmişte olanı görmek istediği gibi, bazen de hayalî olanı yaşanmış gibi
anlatır. Böylece zaman kavramını geçmiş zaman üzerinden sürekli hâle getirir:
“Zaman
dediğimiz ve kendine mahsus bir cismi olmayan o evveli ve ucu bulunmaz mesafe
içinde bütün günlerimizin bir dünü ve sonuncusundan maadasının da bir yarını
vardır. Fakat zaman dünü bugünden, bugünü yarından ayıramaz. Çünkü o hep devam
eden bir şeydir. Geçen ancak biziz ve her şeydir. Zaman birdir ve ebediyettir.
Biz yaşadığımız zamanı ancak kendimize göre mazi, hâl ve ati diye üç kısma
ayırıyoruz. Fakat zamanın böyle bölünmesi keyfîdir. Zamanı maziden ayıran
hiçbir fasıla yoktur. Mademki geçen bir zaman yoktur; her ‘zaman’ bir mazi
olmuştur ve yine maziye dönecektir. Mademki her hâl ve her istikbal de atide
bir mazi olacaktır. Mademki her neslin de bir mazisi vardır. Fakat bu, bir ve
aynı değildir. Zaman içinde mazi diye muayyen bir devre verilecek bir isim, bir
zaman parçası yoktur. Evvelki gün geçmiş neslin ati dediğine biz bugün mazi
diyoruz. O neslin mazisi, hâli ve atisi bizim için hep birden mazi olmuştur.
Kendi içimizde hâlâ yaşadığını duyduğumuz bir zaman parçası da bizim için hâlâ
yaşadığımız bir hâl demektir.” (Boğaziçi
Mehtapları)
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın “mazi seyahatnamesi” dediği, kendisinin de eserleri arasında
en çok beğendiği ve âdeta “mısra-ı berceste”si kabul ettiği Boğaziçi Mehtapları’nda çocukluğunun
Boğaziçi’ndeki mehtap sefalarını ve buradaki musiki fasıllarını bütün
ayrıntılarıyla tasvir ederek anlatır. Kitabın son bölümü olan “Hatırlayış”taki
zaman tasavvuru ve bu tasavvurun içinden hatıralara bakışı gerçekten çok
özeldir. Bu bölümdeki yazılarında kendince bir zaman ve hayat felsefesi vardır.
Zaman içinde hatıraya dönüşmüş hayatların ebedîliği ve mazi cenneti...
“Hemen
hiç kimse zamanın kendine mahsus çerçevesi içinde kalmaya razı olmaz. Hâl
içinde yaşayanların bir kısmı istikbale vurgun, bir kısmı da maziye âşıktır.
Gençlerin çoğu tahayyül ettikleri bir atide ve yaşlıların çoğu daha emin olarak
hatırladıkları bir geçmişte yaşarlar. En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi
kurduğumuz ya hafızamızda maziye konduğumuz zamandır. Hemen herkes, uzun müddet
umduğuna göre geleceğini sandığı bir zamanı kolladıktan sonra yavaş yavaş kendi
gençliğinde geçmiş olan zamanları aramağa koyulur.”
Elbette
geçmiş zamanın geri gelmeyeceğinin farkındadır. Ancak bu geçmişin inkârı
anlamına gelmemelidir. Zira geçmişin inkârı başka ve çok tehlikeli bir
durumdur. Bu sebeple geçmişe yüklediği anlama bir de buradan bakmak gerekir:
“Geçmiş
bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen
imkânsızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar
dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en
evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en
şeytanî hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok
etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur.
Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz,
o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.”
Boğaziçi Yalıları’nda Boğaziçi’ndeki yalıları çocukluk hatıralarının
ışığında ele alır ve onları dolduran eşya ve insanları anlatır. Geçmiş Zaman Köşkleri’nde İstanbul’un
eski köşklerindeki insanları, hayatları ve güzellikleri anlatarak kaybolmuş
çocukluk günlerini yâd eder. İnsanlar, mekânlar, tabiat, eşyalar, hayatlar,
ilişkiler, değerler, incelikler ve zevklerin birbiriyle uyumunu zengin anlatım
ve üslûbuyla ebedîleştirirken bir “Boğaziçi Medeniyeti” anlayışı tasavvur eder.
Maddî, manevî ve kültürel unsurlarıyla, incelik ve güzellikleriyle uyum içinde
birlikte yaşama zevk ve kültürü demek olan bu medeniyet anlayışı, aynı zamanda
Batıyı taklit eden yeni hayat tarzına ve telâkkilerine alttan alta ince bir
eleştiridir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın romanları da deneme, hikâye ve roman karışımı kendine özgü
özellikleri olan anlatılardır. O güne kadar alışılmış roman tekniklerinin
dışında yeni ve orijinal bir teknik kullandığı romanlarında, erken dönem
postmodern romanın izleri görülür. Fahim
Bey ve Biz, 1942’de CHP Hikâye ve Roman Mükâfatında üçüncülük kazanır. Bu
romanında Fahim Beyin şahsında hayatı boyunca başta kendinden olmak üzere
insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan, daha çok hayal âleminde yaşayan
bir insanın hayatı çevresindekilerle birlikte hikâye edilir. Çamlıca’daki Eniştemiz’de bazen akıllı
geçinen birçok insandan daha akıllı, bazen de dengesiz bir tip olan “deli
enişte” üzerinden çocukluk hatıralarındaki toplum hayatını ele alır. Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği’nde
aileden kalan mirası alafrangalık yolunda zevk ve sefa içinde tüketen, sonra da
Çamlıca’da harap bir evde açtığı tekkede fakir bir Bektaşî şeyhi rolü yaparken
çıldırarak ölen Ali Nizamî Beyin iki dünyaya (alafranga-alaturka) ait çelişkili
hayatını konu edinir.
Abdülhak
Şinasi Hisar’ın roman üçlemesinde (triloji) geçmiş zaman kipiyle anlatmaya
çalıştığı kendinden, insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan ve hayal
âleminde yaşayan insan tipi, güzellikleriyle eski toplum hayatı ve eski ile
yeni hayat tarzının çelişki ve çıkmazları; esasında yeni insan tipi, yeni
toplum anlayışı ve yeni hayat tarzına karşı içinde sakladığı eleştirel
tavrıdır. Tabiî bunu kendi üslûbuyla ve dolaylı olarak yapar. Biz, onun
romanlarından Batıyı taklit eden yeni hayat tarzından hazzetmediğini, ona karşı köklü eleştirilerinin
olduğunu anlarız.
Yazarlığı; makale, biyografi, deneme ve romanlarının
dışındaki diğer eserlerinde de aynı minval üzere devam eder. Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, “yalnız aşka
ve onun akrabası hislere dair” aruz vezniyle yazılmış çeşitli şairlerin mısra
ve beyitlerden oluşan bir güldestedir. Onun ince zevkini yansıtan bu seçki,
aynı zamanda yeni şiire karşı bir tavır, dolaylı bir eleştiri sayılabilir. Çünkü her tercih bir tavırdır.
Geçmiş
Zaman Fıkraları da XIX. yüzyılda yaşamış ve tarihe mal olmuş bazı
şahsiyetlere ait hatıra, fıkra ve anekdotlardan oluşan bir güldestedir. İçerdiği konular ve taşıdığı ortak özellikler,
seçkinin büyük bir dikkatle derlendiğini göstermektedir. Güldüren, düşündüren,
eleştiren, yol gösteren, en önemlisi de insana ve topluma çok yönlü ayna tutan
bu hikâyecikler, yazarın bir çeşit dolaylı eleştiri araçları gibidir. Yani bu
eseri, onun mizahî üslûbundaki eleştiri damarını yansıtmaktadır. Yazar, sanki
söylemek istediği bazı şeyleri bunlar vasıtasıyla söylemeye çalışmaktadır.
Türk
Müzeciliği adıyla derlenen yazıları ise Abdülhak
Şinasi Hisar’ın pek bilinmeyen bir yönünü ortaya koyar. Kültür varlıklarının
korunup yaşatılması, yeni nesillerin geçmişle sağlam ve sağlıklı bağlar
kurmasında bunların rolü, bu konuda kurumsallaşmanın önemi; müze kültürü,
müzelerimiz ve zamanındaki müze projelerinin hayata geçirilmesi için duyduğu
heyecan onun ne büyük bir millî kültür davası sahibi olduğunu gösterir. Bu defa geçmişte değil, gelecekte
yaşamaktadır. Konumuz açısından bu yazılarındaki yapıcı rolü ve kuşatıcı üslûbu
dikkat çekicidir.
Sonuç
Türk
edebiyatında modern anlamda eleştirinin öncülerinden biri Abdülhak Şinasi
Hisar’dır. O, kitaplar ve yazarlar üzerine yazdığı makaleleri, hatıralara
dayanan biyografik eserleri, deneme ve hatta romanlarıyla eleştiride üslûbun
önemini hissettiren ilk yazarlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın
eleştiriye kazandırdığı üslûp hassasiyeti, bunun yanında Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın ona kattığı fikrî derinlik ve nihayet Hüseyin Cöntürk’ün getirdiği
yöntem ciddiyeti sağlıklı bir eleştiri için birbirini tamamlayan üç temel
unsurdur. Günümüzde edebiyatın bu üç temel unsuru birleştiren güçlü
eleştirmenlere ihtiyacı vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Hüseyin Cöntürk’ün eleştiri adına ortaya koyduğu birikim ve tecrübe, günümüz eleştirmenlerine
yol göstermeye devam etmektedir.
Son
olarak bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor: Modern Türk edebiyatında
eleştirinin kurucusu bu üç şahsiyetin; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi
Tanpınar ve Hüseyin Cöntürk’ün birbirine benzeyen şaşırtıcı ve ilginç bir kader
çizgisi vardır: (1) Her üçü de bekârdır. Bir evlilik hayatları olmamıştır. Bir
yuva kuramamışlar, çoluk çocuk sahibi olamamışlardır. (2) Her üçü de dine ve
dinî hayata karşı oldukça mesafelidir. Herhangi bir dinî inançlarının olup olmadığı
meçhuldür. Bu konuda hayatlarının sonuna doğru büründükleri yalnızlık kaynaklı
ve ölüm korkusunun sebep olduğu öte dünyanın varlığına inanır gibi görünen ve
kısmen dinî sayılabilecek tavırları yanıltıcı olmamalıdır. Bunlar, yolun sonunu
iyice hisseden ama bir adım atma cesareti de olmayan insanların çelişkili,
ikircikli ve çaresiz hâlleridir. (3) Her üçü de öncü nitelikte bir iş yapmış
olmalarına rağmen yapılan işi omuzlamada öncü olmayı başaramamış ve bir hareket
oluşturamamışlardır. Anlaşılmaz bir cesaretsizlikleri, anlamsız bir
ürkeklikleri ve tarifsiz bir yalnızlıkları vardır. Bu yüzden her üçünün
yaptıklarının önemi yaşarken pek anlaşılmamış, ölümlerinden sonra ise âdeta
yeniden keşfedilmişlerdir. Sanki eleştirimiz de böyle bir kaderi tevarüs etmiş
gibidir! Filizlenmeye başladığı tarihten günümüze dek bir buçuk asra yakın bir
zaman geçmiş olmasına rağmen yetkin ve cesur bir temsilci bulamamış, güçlü ve
etkin bir hareket oluşturamamıştır. Kim bilir belki de bunun doğum sancısını
çekmektedir.
KAYNAKÇA
Sermet
Sami Uysal, Abdülhak Şinasi Hisar,
Sermet Matbaası, 1961.
Necmettin
Turinay, Abdülhak Şinasi Hisar, Millî
Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1993.
Abdülhak
Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler I /
Mütareke Dönemi Edebiyatı, Yapı Kredi Yayınları, 2008; Kitaplar ve
Muharrirler II / Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936), Yapı Kredi Yayınları, 2009; Kitaplar ve Muharrirler III / Romana Dair
Bazı Hakikatler (1943-1963), Yapı Kredi Yayınları, 2009;
İstanbul ve Pierre Loti, Yapı Kredi
Yayınları, 2005; Yahya Kemal’e Veda,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Ahmet Haşim:
Şiiri ve Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Edipleri, Yapı Kredi Yayınları, 2013; Boğaziçi Mehtapları, Sebil Yayınevi,
1995; Boğaziçi Yalıları, Yapı Kredi
Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Köşkleri,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Fahim Bey ve
Biz, Varlık Yayınları, 1966; Çamlıca’daki
Eniştemiz, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Ali
Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, Yapı Kredi
Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Fıkraları,
Yapı Kredi Yayınları, 2006; Türk
Müzeciliği, Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar (2020)
Hayatı ve Ölümü
Sabahattin
Ali, 25 Şubat 1907’de Yunanistan’ın Trakya kesiminde eski bir Osmanlı şehri
olan Gümülcine sancağına bağlı Eğridere kazasında doğdu. Baba tarafından ailesi
aslen Trabzon Ofludur. Piyade yüzbaşısı olan babasının görevi ve kendi işi
dolayısıyla hayatı Ege ve Orta Anadolu’nun çeşitli şehir ve kasabaları ile
İstanbul ve Ankara’da geçti. Askerî okula gitmek istiyordu fakat o yıl askerî
okullar öğrenci almadığı için Balıkesir Dârülmuallimînine girdi ama okulunu
İstanbul’da tamamlayabildi. Millî Eğitim Bakanlığının imtihanını kazanarak
Almanya’ya gitti ancak öğrenimini bitiremeden yurda döndü. Çeşitli okullarda
Almanca öğretmenliği yaptı. Atatürk’ü hicvettiği gerekçesiyle ve diğer bazı
yazılarından dolayı hüküm giyip ceza evine girdi. Almanya’dayken Batı
edebiyatının bazı önemli yazarlarını okuma imkânı buldu. Nâzım Hikmet’le
tanıştı. Gazeteciliğe başladı, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la birlikte siyasî
mizah gazetesi çıkardı. Bir ara Millî Eğitim Bakanlığında memurluk ve Musiki
Muallim Mektebinde Türkçe öğretmenliği yaptı. Almancadan çevirileri bulunan
Sabahattin Ali, siyasî yazıları sebebiyle sürekli kovuşturmaya uğradı. Sırça Köşk adlı kitabı, Tek Parti
Döneminde Bakanlar Kurulu Kararıyla toplatıldı. Kısa bir süre de olsa kamyon
satın alarak nakliyeciliğe başladı. 2 Nisan 1948’de Kırklareli’nde Bulgaristan
sınırından yurt dışına çıkmak isterken kendisine kılavuzluk eden kimse
tarafından veya yakalandıktan sonra karakoldaki işkence esnasında öldürüldü ve
ölümü hâlâ faili meçhul bir cinayet olarak aydınlatılmayı beklemektedir.
Şiirleri
Sabahattin
Ali, her şeyden önce bir hikâye yazarıdır. Şiir, oyun, masal ve roman
denemeleri bu gerçeği değiştirmez. Esasında hikâye dışındaki türler, bir çeşit
onun hikâyeyi arama çabası sayılır.
Sabahattin
Ali, edebiyata şiirle giriş yapar. İlk önce şiir kitabı yayımlanır. Şiiri,
biçim, üslûp ve mısra tekniğine bakıldığında çağında yazılan şiirin etrafında
dolandığı ama hiçbir anlayışta karar kılamadığını gösterir. Şiirleri, halk
şiirinin ses ve söyleyiş özelliklerinden, divan şiirinin bazı biçimsel
tecrübelerinden, hece şiirinin yeni arayışlarından, Nâzım Hikmet tarzı serbest
şiirin mısra tekniklerinden; fabldan, lirikten ve epikten çok hızlı ama
kararsız, istikrarsız ve yüzeysel izler taşır. Bütün bunlar onun bir arayış
içinde olduğunu, hikâye yazmaya başladığında ise aradığının hikâye olduğunu
ortaya koyar. O, her şeyden önce sözü olan ve anlatmak isteyen bir yazardır.
Ona göre buna en uygun tür de kuşkusuz hikâyedir.
Şiirleri
arasında bestelenmiş ve unutulmaz olanları vardır. İsyankâr ve gür sesli bir
şairdir o. Bir ayağı halk şiirinde, bir ayağı Nâzım Hikmet ile Ahmed Arif
arasında bir yerdedir. Ne var ki şiiri kısa solukludur. Çünkü anlatıma daha
yatkın olan dili, şiiri sürdürmeye elverişli değildir.
Göklerde
kartal gibiydim,
Kanatlarımdan
vuruldum;
Mor
çiçekli dal gibiydim,
Bahar
vaktinde kırıldım.
Yâr
olmadı bana devir,
Her
günüm bir başka zehir;
Hapishanelerde
demir
Parmaklıklara
sarıldım.
Coşkundum
pınarlar gibi,
Sarhoştum
rüzgârlar gibi;
İhtiyar
çınarlar gibi
Bir
gün içinde devrildim.
Ekmeğim
bahtımdan katı,
Bahtım
düşmanımdan kötü;
Böyle
kepaze hayatı
Sürüklemekten
yoruldum.
Kimseye
soramadığım,
Doyunca
saramadığım,
Görmesem
duramadığım
Nazlı
yârimden ayrıldım.
(Hapishane
Şarkısı I)
Sabahattin
Ali’nin şiirleri bütün eserleri içinde elbette anlamlı ve değerlidir. Çünkü bir
hikâye yazarı olarak başarısının izleri şiirinde görülür. Şiirleri; yazarlık
hayatında bir ilk durak, bir arka bahçe hükmündedir. Dolayısıyla şiirini,
hikâyesini besleyen bir damar olarak değerlendirmek gerekir. Hikâyelerindeki
derin ve etkili anlatım, büyük ölçüde şiir tecrübesinden kaynaklanır. Şiiri
edebî bir tür olarak sürdürmese de o, hikâyelerinde bir duyarlık olarak
varlığını alttan alta her zaman hissettirir. Neticede bu duyarlık,
hikâyelerinin anlatımını zenginleştirir ve edebî tadını artırır.
Hikâyeleri
Sabahattin
Ali, toplumcu gerçekçi yeni Anadoluculuk anlayışının hikâyede ilk örneklerini
veren bir yazardır. Giderek köy edebiyatına ve ardından toplumcu gerçekçi
sosyalist edebiyata evrilen bu anlayış, Sabahattin Ali’nin örnekliğini kolay
kolay eskitemez. O, halk duyarlığını, toplumun ihmal edilen veya görmezden
gelinen kesimlerini geleneksel halk edebiyatından yararlanarak onların diliyle
anlatır. Salt ideolojik kaygıyla hareket etmez. Toplumcu gerçekçi sosyalist
edebiyat, Sabahattin Ali’yi izleyerek yola çıkar ancak ideolojik kaygıyı
gözettiğinden halk duyarlığından uzaklaşarak militan/ideolojik duyarlığa teslim
olur. Bu defa halk edebiyatı yerine dünya sosyalist edebiyatının örneklerinden
yararlanarak daha “yabancı” bir dil oluşturur. Bu da ayrı bir şey olur ve
Sabahattin Ali; önemini, örnekliğini ve yeni nesillerin ilgisini çekmeyi
sürdürür.
Sabahattin
Ali, hikâyelerinde yoksul, kimsesiz, gariban, hasta, suçlu, mahkûm vb. küçük
insanların yani toplumun “öteki” ve çevrede kalan insanlarının hayatlarını
anlatır. Hayata, hayatın gerçeklerine onların gözünden bakmaya çalışır.
Olayların geçtiği yeri; köy, kasaba veya Anadolu’nun bir şehri, mekânı, eşya ve
nesneleri olanca yalınlığıyla tasvir eder. Bu konuda bir ayrıntı ustası
olduğunu peşinen söylemek gerekir. İyi ve sağlam bir gözlemcidir. Kendi yaşayıp
gördüklerini anlattıklarına aktardığı da kesindir. Ceza evinde yatmayan bir
kimse, mahkûmları onun gibi anlatamaz. Dili sadedir; hiçbir fikrin ön
kabulleriyle hareket etmez. Anlattığı olayları zamanın ve kahramanlarının doğal
diliyle anlatır. Esasında o, anlattıklarıyla çağının sosyal hayatına tam bir
ayna tutmuş olur. İnsanların ruh dünyasını; acımasızlık ve merhametini,
hayalleri ve korkularını, yalnızlık ve çaresizliğini en ince ayrıntısına kadar
dile getirir. Böylece onun gerçekçiliği eleştirel bir duyarlık oluşturur.
Bundan devlet, yöneticiler, aydınlar, toplumun burjuva kesimleri, ağalar vs.
nasibini alır. Onun sosyal gerçekçiliği, çektiği insan ve toplum fotoğrafı
kurulu düzene ve statükoya karşı derin bir tepkidir. Neticede değişimi,
anlattıklarıyla kamçılayan bir yazardır o.
Sabahattin
Ali’nin hikâyeleri ilginç ve tahmin edilemez bir sonla biter. Hikâyelerinin
finaliyle okuyucuyu şaşırtır. Bu şekilde okuyucunun konuyu kendine göre
sürdürmesini veya yeni bir kurgu üretmesini ve içinde bir fikrin uyanmasını
amaçlar gibidir. Bu yönüyle de çağının hikâyecilerinden ayrılır. Hikâyelerinin
mutlu veya mutsuz sonu yoktur. Hayatın içinden bir kesit sunar, ayna tuttuğu
açı kapandığı yerde hikâye biter; böyle yapmakla yeni bir açıya, yeni bir
devama kapı aralamış ve imkân sağlamış olur. Okuyucuyu bir noktaya odaklar;
okuyucu, hikâye bitip hedeften ayrılınca ya başka bir açı ya da daha geniş bir
açıya ihtiyaç hisseder. Böylece yazar okuyucusuna hayatın yalın ve
soğuk/acımasız gerçeklerinden büyük ve bütün bir bakışı önermiş olur:
Gerçekleri gör ve bakış açını büyüt, hayata duyarsız kalma!
Sabahattin
Ali’nin hikâyeciliğine yöneltilebilecek en önemli ve temel eleştiri onun
toplumun belli kesimlerini, çevrede kalan küçük parçasını veya sadece ana
bünyenin dışındaki unsurlarını görmesi; fotoğrafın büyük kısmını; muhafazakâr,
geleneklerine bağlı ve dindar kesimlerini es geçmesidir. Esasında bu,
Cumhuriyet ideolojisinin köy ideali olan bir çeşit memleketçiliktir.
Memleketçilik; Anadolu’yu görmek, gerçekliğini kavrayıp yansıtmak ve köylerden
başlatılacak bir kalkınma hamlesini bütün yurda yaymaktır. Yeni kurulan devleti
ve onun devrimlerini halka benimsetmek, lâik bir hayat tarzını egemen
kılmaktır. Hâlbuki ana bünyeye mercek tutmuş olsaydı çok daha farklı, toplumun
değişim ve dönüşümüne katkı sağlayan ve sosyolojik değeri daha işlevsel ürünler
ortaya koymuş olurdu. Meselâ Anadolu insanına en azından Refik Halit Karay’ın
baktığı yerden bakabilmeli ve bakış açısını daha geniş tutabilmeliydi. Elbette
ele aldığı kitle ve kesimler de toplumun bir parçasıdır ve ana bünyeyle ortak
özelliklere sahiptir ama yine de bütünün ağırlıklı kesimleri değildir. Yeri
gelmişken söyleyelim: Sabahattin Ali sonrası Türk hikâyesi, toplumun ihmal
edilmiş bu büyük kesimlerini Mustafa Kutlu ile görmeye başlamıştır. Bu bağlamda
Mustafa Kutlu hikâyesinin Sabahattin Ali hikâyesiyle yakın bir akrabalığı
olduğunu ve onun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Sabahattin
Ali’nin kitaplarında yer almayan ve sandığında bulunup sonradan yayımlanan,
kendi el yazısıyla yazılmış ve 17 Haziran 1931 tarihini taşıyan “Bir Hakikatin
Hikâyesi” adlı hikâyesi ile Konya’da çıkan Yeni
Anadolu gazetesinde “Bir Kadın Dalaveresi” adıyla yayımlanan (8 Mayıs-21
Haziran 1932) ve Kağnı’da “Bir
Skandal” adıyla yer alan hikâyesi, aynı konunun hemen hemen benzer bir olayla
iki farklı anlatımıdır. Bu benzerlik bize onun beğenmediği bir hikâyeyi, konuyu
heba etmeden yeniden yazdığını ancak hikâye ve romanlarına bir bütün olarak
bakıldığında kelime hazinesinin sınırı, betimleme üslûbunun tekdüzeliği ve
kurgu mantığının statikliği yirmi yıllık yazarlık hayatında kendini fazla yenileyemediğini,
bir anlamda çoğalttığını ama sağlam yerden başladığı ve sağlam yere bastığı
için bunların bir kusur olarak görülmediğini gösteriyor.
Bu
arada hikâye ve romanlarındaki ufak tefek kelime ve ifade kusurlarını, kurgu
zaaflarını da görmezden gelebiliriz. Meselâ Ses’te
yer alan “Köpek” gibi zayıf kurgulu hikâyelerinde bile anlatım sıcaklığı sarar
bizi. Kurgunun zayıflığına bakmayız; anlattığı hikâye alıp götürmüştür bizi.
Hatta hikâye bittikten sonra biz konuyu sürdürmeye devam ederiz. Anlatımın
havasından çıktığımızda ise bir şuur uyanışı yaşarız. İşte Sabahattin Ali’nin
sanatı budur; estetik, duygusal ve düşünsel olanın harmanlanarak bilince
dönüşmesi. Hiçbir unsuru diğerine feda etmez; her birini yerine ve ağırlığına
göre ustaca kullanır.
Yine
kitaplarında yer almayan ve sandığında bulunup sonradan yayımlanan, kendi el
yazısıyla yazılmış “Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı hikâyesinde Sultan II.
Abdülhamid’e yönelik tarihsel gerçeklikten uzak haksız eleştiriler, biraz da
dönemin resmî anlayışını yansıtmaktadır. Ayrımcılık içeren ve ideolojik bir
kurgu ve söylemle yazılan bu hikâyeye kitaplarında yer vermemesi ise ilginç ve
düşündürücüdür.
Öte
yandan Sabahattin Ali, hikâye ve kitaplarına isim koymada başarılı bir yazar
değildir. Kitaplarının isimlerini genellikle onların konu ve kahramanlarından
seçer. Ancak bunlar, çoğu zaman anlattığı konuyu tam olarak yansıtmaz. Çarpıcı
ve kuşatıcı olmayan, çağrışımsız, ilgisiz, gelişigüzel ve bazen tek kelimelik
bu isimler, hikâye okunduktan sonra anlamsız hâle gelir. Bazen hikâye ismi olarak
öne çıkardığı kahraman da başkahraman değildir. Dolayısıyla hikâye ve
kitaplarına isim vermede özensiz bir yazardır.
Sabahattin
Ali’nin hikâye kitapları içinde yer alan dört masalı vardır. İlginç birer
denemedir bunlar. Yazar, geleneksel masal formunu sadeleştirerek toplumcu
gerçekçi sanat anlayışına uygun çağdaş masallar yazar. Sosyal tema ve sorunları
masal formu içinde hikâye üslûbuyla anlatır. Masallarının sayısının az olması
ya da hikâyelerinin arasında kaynaması sebebiyle yeterince fark edilmemiş
olabilirler. Oysa Sabahattin Ali’nin bu az sayıdaki masalları, modern Türk
masalına öncülük edebilecek niteliklere sahiptir.
Romanları
Sabahattin
Ali’nin romanları uzun birer hikâye gibidir. Hikâyeleri ile romanlarında aynı
kurgu, aynı anlatım ve aynı üslûp egemendir. Aralarındaki fark; birinin kısa,
diğerinin daha uzun ve detaylı oluşudur. Olayların geçtiği yerler, kahraman
tipleri, yazarın bunlara yaklaşımı, doğrudan veya dolaylı içerdiği mesajlar hep
aynıdır. Romanlarında anlattığı küçük insanların küçük ama gerçekçi dünyaları,
hayal ve umutları, tutkuları, aşkları, yalnızlıkları, çaresizlikleri, kendine
özgü gururları, karşılaştığı zorluklar, yaşadığı çelişkiler, uğradığı
haksızlıklar ve bunlara tepkileri vs. onun anlatımıyla bir toplum fotoğrafına dönüşür.
Tabiî bu fotoğraf, olumsuzlukları gösteren gerçekçi bir fotoğraftır.
Sabahattin
Ali’nin toplumcu gerçekçiliği eleştirel bakışla nesnelleşir. Anlatırken sözünü
esirgemez, taşı gediğine koyar ve kurulu düzeni açık açık eleştirir.
Dolayısıyla bu yönü, yönetici kesimlerin pek hoşuna gitmez. Tek Parti Dönemi
Türkiye’sini eleştiriye tâbi tuttuğu için dönemin sol iktidarları tarafından
pek sevilmez. Hatta acımasız bir şekilde öldürülmesi, ölümünün aylar sonra
basına yansıması ve hâlâ faili meçhul bir cinayet olarak kalması sıradan bir
olay değildir. Bunu yıllar sonra neşredilen bazı hatıra kitaplarındaki
çelişkili ifadelerden anlayabiliyoruz. Kuşkusuz Sabahattin Ali’nin katilleri
Tek Parti Döneminin yöneticileri ve suç ortakları da gerçeği yıllarca ısrarla/inatla
gizleyen bu yönetimin yandaşı yazar ve gazeteciler ile onun yakın
arkadaşlarıdır. Sol çevreler, Sabahattin Ali konusunda anlaşılmaz bir şekilde
ikiyüzlüdür. Hem mirasından sonuna kadar istifade etmeye ve onu sömürmeye
çalışmışlar hem de ölüm sebebinin araştırılmasını hiçbir zaman kendilerine dert
edinmemişlerdir. Öldürülmesi olayının o günkü gazetelere yansıma biçimleri ve
arkadaş çevresinin yıllar sonra yayımlanan hatıralarındaki çelişkili
anlatımları bu çevrelerin basitliğini göstermektedir. Evet, Sabahattin Ali’nin
öldürülmesi olayında gerçek suçlular, katillerden ziyade zamanında bildiğini
söylemeyenler ve sonraki yıllarda bilmiyormuş gibi davrananlardır. Bu hâdise
sol çevreler için bir namus belgesi olarak tarihe geçmiştir.
Asım
Bezirci, Fethi Naci, Berna Moran ve Ahmet Oktay gibi sol/sosyalist yazarlar,
Sabahattin Ali’yi hikâye ve romanlarında “sınıf sorunu”na değinmediği
gerekçesiyle eleştirir. Bu, onların kendi ideolojik şablonlarını Sabahattin
Ali’ye giydirme isteğinden/çabasından başka bir şey değildir. Bu yazarlar, asıl
görülmesi gerekeni yani onun Tek Parti Dönemi iktidarlarına yönelttiği
eleştirileri, bunun onun hayatına maliyetini görmezler. Bizce asıl görülmesi
gereken Sabahattin Ali’nin samimiyeti, cesareti ve bağımsız yazar kimliğidir. Kaldı
ki “sınıf sorunu” denilen olgu, Batı toplumlarındaki gibi Türk toplumunun
sosyal gerçekliğine bire bir uymaz. Batı toplumlarının sosyal gerçeklerini
bizim toplumumuzda varmış gibi görmek ya da olmayan bir şeyi uydurmaya ve onun
üzerinden konuşmaya çalışmak Türk aydın ve yazarının yüz yüz elli yıllık müzmin
hastalığıdır. Sabahattin Ali, hikâye ve romanlarında toplumun belli
kesimlerinin fotoğrafını oldukça gerçekçi bir şekilde çekmeyi başardığından
eskimeyen ve hâlâ zevkle okunan bir yazar olma özelliğine sahiptir.
Sabahattin
Ali, hikâye ve romanlarında sıradan veya bilinen aşk hikâyeleri üzerinden
toplum kesimlerinin yaşantısını, hayata ve olaylara bakışını yalın bir üslûpla
anlatırken edebî anlayış olarak toplumcu gerçekçi edebiyatın temellerini atar.
Yapmak istediği şeyin farkındadır. Toplumcu gerçekçiliği ideolojiden çok bir
hayat tarzı olarak benimser. Yazdıklarının gelecek kuşaklar tarafından ilgiyle
ve sevilerek okunması, her kesimden insana bir şekilde dokunması da hayatın
gerçeklerine karşı samimî olmasındandır. Gerçeklerin acımasızlığı,
korkutuculuğu ve soğukluğu yıldırmaz onu. Onları olanca yalınlığıyla anlatır.
Böylece okuyucuya, eserle hayatı karşılaştırma ve yeniden yorumlama yani bir
çeşit diyalektik imkânı sunar. Onun başarısı ya da günahı (!) işte budur.
Bir
de Kuyucaklı Yusuf’un Yusuf ve
Muazzez’i, İçimizdeki Şeytan’ın Ömer
ve Macide’si ile Kürk Mantolu Madonna’nın
Raif ve Maria Puder’i ve bunların birbiriyle ilişkileri, arayış/kaçış metaforu
üzerinden okunduğunda bu kahramanlarla yazar arasında karakter yönünden ilginç
paralellikler dikkat çekecektir: Sarsılan umutlar, meçhule savrulan duygular,
giderek yalnızlaşma ve belki en önemlisi öz güven sarsılması... Ardından yeni
bir arayış veya kaçışın eksik ve yarım bıraktığı hayatlar... Yazar, öne
çıkardığı her kahramanda sanki biraz kendini anlatmış. Sanatçı böyle bir şey
işte; eserini kendi küllerinden meydana getirir!
Oyunları
“Esirler”
adlı oyununda fantastik bir kurguyla eski Türk-Çin çatışması ve Çin sarayından
adam kaçırmak isteyen ve imparatorun kızına âşık olan bir Türk’ün kahramanlık
hikâyesini anlatır. Tam bir Turancı kurgudur bu. Ancak kahramanlık, aşk ve
ölüm, böyle fantastik bir kurguda ilginç bir gerçeklik kazanır. Hikâye ve
romanlarındaki toplumcu gerçekçi kimliği bu defa kurguda değil, konuda kendini
gösterir. Ne var ki o, bir yazar olarak bu tarzı sürdürmez. Bir deneme olarak
kalır bu; elbette ilginç bir denemedir.
Bu
bağlamda “Kağnı” hikâyesine yazdığı opera denemesi de ilginçtir. Evet, bunlar
birer denemedir ve Sabahattin Ali için esas olan hikâyedir.
Gazete ve Dergi Yazıları
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergi yazıları; şiir, hikâye ve romanlarının alt yapısı
hükmündedir. Memleket meselelerine dair düşünce, eleştiri ve önerilerini içeren
bu yazılar, üslûbu itibarıyla zamanına göre sert yazılar olarak
değerlendirilebilir. Olaya bir de yazarın sanatçı olarak kişiliği açısından
bakmak gerekir. O, açık sözlü olan ve doğru bildiğini eğip bükmeden olduğu gibi
söyleyebilen zamanının en cesur ve namuslu aydınlarından biridir. Nakliyecilik
yapar ama namerde boyun eğmez! Cesareti hayatına mal olsa da bundan
vazgeçebilecek bir karakterde değildir. Mücadeleci ruhu bir taraftan bu
yazılarına yansırken diğer taraftan da doğal olarak sanatçı duyarlığını
beslemiştir.
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergi yazıları çoğunlukla edebî, siyasî ve siyasî mizah
türünde yazılardır. Bunlar arasından öne çıkanları ise siyasî olanlardır.
Siyasî yazıları, hikâye ve romanlarına yöneltilen eleştirilerin kaynağını da
oluşturmaktadır. Zamanında eseri, siyasî düşünceleri sebebiyle hem sağ hem de
sol çevreler tarafından ağır ve hak etmediği eleştirilere tâbi tutulmuştur. Ne
var ki aradan geçen zaman onu haklı çıkarmış ve muhaliflerini tarihe gömmüştür.
Siyasî
yazılarında temel memleket meselelerini ele almış, Türkiye’nin Batıyla olan
edilgen ilişki biçimini ve hükûmetlerin halka yönelik politikalarını açıkça
eleştirmiştir. İnönü dönemi ve hükûmetlerini “halk düşmanı” olarak nitelemiş ve
“faşist”likle suçlamıştır. Elbette bu yazılar zülfüyâre dokunacaktı. Nitekim öyle
oldu ve kısa zaman içinde Sabahattin Ali’nin kalemi kırıldı.
Türk
sosyalist hareketinin önde gelen liderlerinden Mehmet Ali Aybar’ın İzmir’de
çıkardığı dört sayfadan oluşan haftalık Zincirli
Hürriyet gazetesinde yayımlanan ve 5 Şubat 1948 tarihini taşıyan “Asıl
Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır” başlıklı son yazısı ile
ölüm tarihi olan 2 Nisan 1948 arasındaki yakınlık, Sabahattin Ali hakkında
verilmiş olan hükmün hemen uygulamaya geçtiğini gösteriyor. Hükmün gerekçesine
dair ipuçlarını, aslında dönemin hükûmetini herkesin anlayacağı açıklıkta ve
oldukça sert bir üslûpla eleştiren bu yazıda bulmak mümkündür.
Sabahattin
Ali’nin gazete ve dergilerde yayımlanan az sayıdaki edebî yazılarına gelince
bunlar, ciddî eleştirel özelliklere sahip metinlerdir. Meselâ Knut Hamsun,
William Shakespeare ve Oscar Wilde ile tiyatro ve tercüme meselesi hakkındaki
yazıları gerçek birer eleştiridir ve zamanındaki eleştiri denemelerinin çok çok
ilerisindedir. Ele aldığı yazar, eser veya konuya bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşır; onları benzerleriyle
kıyaslar ve temel özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışır. Bize göre Sabahattin
Ali, eleştiriye yönelmiş olsaydı özgün ürünler ortaya koyabilecek güçteydi.
Modern Türk Hikâyesindeki Yeri
Sabahattin
Ali, eserlerinde Anadolu’nun köy, kasaba ve küçük şehir hayatından aldığı
acıklı/trajik konuları zengin çevre ve tabiat tasvirleriyle birlikte gerçekçi
bir yöntemle işler. Romantik özellikleri ağır basan bir yazar olarak gerçeği
dinamik yanıyla ele alır. Ayrıca yaşayıp gördüklerini, aile çevresini, kendi
çelişki ve çaresizliklerini de yazdıklarına aksettirir. Çelişkiler ve
karşıtlıklar üzerinden toplumsal düzeni, özellikle Tek Parti Dönemi
yöneticilerini ciddî biçimde eleştirir. Kuşağını ve kendinden sonraki kuşakları
etkiler. Modern Türk hikâyesine yeni bir kapı açar. Takipçileri ve taklitçileri
onu aşamaz. Yazarlığını samimiyeti, cesareti ve yaşadıklarıyla taçlandırır.
Meselesi ve mücadelesi olan bir yazardır o. Bu yüzden toplumun bütün kesimleri
tarafından her zaman sevilerek okunur.
Sabahattin
Ali, haksızlıklar, adaletsizlikler ve yanlışlıklar karşısında yüksek sesle
konuşan bir yazardır. Sözünü esirgemez, eğip bükmez; açık ve dobra dobra
konuşur. Bu sebeple sıkça başı belâya girer. Yargılanır, mahkûm olur ama yine
de sözünü esirgemez. Özgürlüğün bedelini hayatıyla öder.
Sabahattin
Ali, gerçekliği trajik olan üzerinden göstermeye çalışır. Bu yolla hesap sorma
ve hesaplaşma bilinci uyandırır. Sorumluluklarımızı hatırlatır. Hakikatin nasıl
olsa bir gün galip geleceğini ortaya koymaya çalışır. Hikâye ve romanlarının
kahramanları bizden biridir, yabancılamayız onları. Toplum olarak bütün
gelgitlerimizi temsil ederler. Bizden farklı olan tarafları kendi
karakterleridir. Buna da saygı gösteririz.
Hikâye
ve romanlarında yer yer kendi hayatından, yaşadıklarından ya da etrafındaki
gerçek kişilerden izler görülür. Zaman zaman bazı bildik isimleri (meselâ
Peyami Safa ve Hüseyin Nihal Atsız) ve onların düşüncelerini, hayata
bakışlarını, sanat anlayışı ve eserlerini hatta karakterlerini eleştirdiği
olur. Bu yönüyle de eleştirilmiştir. Ancak bu özelliğine sosyal gerçekliği
yansıtma kaygısı olarak bakmak gerekir. O, yaşadığı ve tanığı olduğu hayatın
gerçeklerini doğrudan anlatmayı bir yazar tavrı olarak benimsemiştir. Elbette
hayata dair bütün düşünce ve eleştirilerini, yaşayıp gördüklerini bir şekilde
eserine de yansıtacaktır.
Bir
de yazarın “tesadüf”e ve tesadüflere yaptığı vurgu ve yüklediği felsefî ve
derin anlam ile “tabiat”a yüklediği misyona takılmamak gerekir. Çünkü
Türkiye’de 1930-1940’lı yılların aydın ve yazarları, sosyalizmi ve Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) bir umut kapısı olarak görmekte belli
ölçüde haklıydılar. Yaşadıkları çağın dayatmalarına itirazları vardı. Kurulu
düzeni, statükoyu ancak böyle sarsabileceklerini/değiştirebileceklerini
düşünüyorlardı. Dinî duyguları son derece zayıf hatta yok gibiydi. Çünkü dini,
bir çeşit halkı uyutma aracı olarak görüyorlardı. Bu sebeple onları,
yaşadıkları zamanın imkân ve şartlarından bağımsız, bugünün imkân ve tecrübeleriyle
değerlendirmek haksızlık olur.
Aynı
şekilde “Bir küfür yolla Allah’a...” (Hapishane Şarkısı V) dizesi de
abartılmamalıdır. Yalın anlamıyla maksadını aşan bu ifade, şiir söylemiyle
çaresizlikten kaynaklanan bir isyandır. Umudunu zorla korumaya çalışan bir
kimsenin çaresizlik içinde kıvranırken yaşadığı duygu patlaması serseri kurşun
gibi kontrolsüz olur ve bazen kutsalları da hedef alabilir. Yine “Korkutmaz
beni ölüm, / Bir şeytan kadar hürüm. / Süremez bende hüküm / Ne Allah ne de
Nahit...” (Bütün İnsanlara) dörtlüğündeki söyleyiş, sürekli arayış
psikolojisinin doğurduğu tatminsizlik, kararsızlık ve gayesizlik hâlinin bir
çeşit isyana dönüşmesinden başka bir şey değildir. Kaldı ki böylesi bir üslûba
geleneksel Alevî-Bektaşî edebiyatında da sıkça rastlarız.
Öte
yandan Nâzım Hikmet’in dinî temalı şiirleri gibi Sabahattin Ali’nin de dinî
temalı ilginç şiirleri vardır. Abdülkadir Geylânî’ye ithaf ettiği “Nefes” adlı
şiiri ile gazel biçiminde yazdığı “Mey” adlı şiiri böyle bir şiirdir. Tek Parti
Dönemi hükûmetlerinin baskıcı yönü Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali gibi
özgürlükçü şair ve yazarların nefes almasına fırsat vermemiş, onlara soluğu
dışarıda almaktan başka çare bırakmamıştır. Bu yüzden Tek Parti Dönemi
hükûmetlerine gösterdikleri tepki giderek onları yabancı düşünce ve
ideolojilerin kucağına itmiştir. Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin de böyle
tepkilere kurban gittiğini, iç dünyalarındaki dinî duyguyu her şeye rağmen
koruduklarını, Nâzım Hikmet’le ilgili son dönem hatıralarda bunun açıkça belli
olduğunu ama Sabahattin Ali’nin ise buna fırsatı olmadığını, her ikisinin de
özünde ve temelde dine ilgisiz olmadıklarını düşünüyoruz. Meselâ Aziz Nesin
gibi dinle ilişiğini kesmemişlerdir.
Unutulmamalıdır
ki bir yazar için esas olan inançları değil, eseri ve mücadelesidir. İnançları
kendisini bağlar, bizi ilgilendiren eseri ve mücadelesidir. Elbette bir yazarı
inanç ve düşüncelerinden tamamen soyutlayamayız, inanç ve düşünceler eserin
damarlarında dolaşan kandır ancak biz, bir eserdeki inanç, felsefe, bilgi, düşünce,
tarihsellik ve yerelliği paranteze alarak okuruz. Bir eserin bizi ilgilendiren
tarafı içerdiği düşünce ve bilgi kırıntıları değil; üslûbu, kurgusu, anlatımı
ve ortaya koyduğu atmosferdir. Yazarın da mücadelesine bakar, samimiyetini
anlamaya çalışırız. Çünkü okuyucuya göre yazarın hayatı da eserine dâhildir.
Sabahattin
Ali, sosyalizmi bir dünya görüşü olarak benimsese de gerçekte o, bir
hümanisttir. Hümanizmin değerler dünyasına bağlı bir düşünce ve hayat tarzı
vardır. Bu bağlamda İçimizdeki Şeytan’da
yer alan bir diyalog cümlesi onun hayat felsefeni tam anlamıyla yansıtır:
“Hayata, realiteye, menfaatlerine döndüğün zaman içinde ne şeytan kalacak, ne
peygamber... Vücudunun ve ruhunun ne kadar basit bir makine olduğunu öğren,
istediklerini tayin et ve bunlara doğru azimle ilerlemeye başla... Göreceksin!”
Sabahattin
Ali, içindeki coşkunluğu dindirememiş, dizginleyememiş bir insandır.
Arayış-kaçış ikileminde derin gelgitler yaşar. Bu anlamda yaptıklarıyla yapmak
istedikleri zaman zaman birbiriyle çelişir. Çoğu zaman çevresiyle de barışık
değildir. Çünkü çevresindeki birçok insan gibi ince hesaplar yapmaz. Herkesin
yanlışını her yerde söyler ve eleştirir. Bu tavrının başına açtığı işleri
önemsemez. Tıkandığı yerde ise isyan eder. Bu yüzden duygu ve düşüncelerini,
hayatını yönetmede başarısız olur. Sanatçı kişiliğinin onu savurduğu yerde
tutunmaya, soluklanmaya çalışır. Bu da hayatını kurtarmaya yetmez. Hayatına
kastedenler eserleri karşısında çaresiz kalır. O ise eserleriyle aramızda
yaşamaya devam etmektedir.
Sabahattin
Ali, Türk hikâye ve romanının namusudur...
Edebiyat ve Eleştiri Yazıları / Toplu
Yazılar (2020)
Diyanet
İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te kurulmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu temel
kurumunun kuruluşunun üzerinden tam 96 yıl geçti; 100. yıla yaklaşılıyor. Bugün
geldiğimiz bu süreçte Diyanet İşleri Başkanlığını yeniden masaya yatırmak,
konuşup tartışmak gerekiyor. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra
Türkiye’de değişen yönetim zihniyeti, devlet kurumları ve uluslararası
ilişkiler dikkate alındığında bu kaçınılmazdır. Kurumun geçmişi ve misyonu,
yeni dönemde değişimin yansımaları ve gelecek vizyonu bakımından Diyanet İşleri
Başkanlığının ciddî bir eleştiriye/değerlendirmeye tâbi tutulması elzemdir. Biz
bu yazıda kısaca Diyanetin geçmişine ve geçmişteki misyonuna değinmekle
yetineceğiz. Bugüne yönelik düşünce ve değerlendirmelerimizi zaman içinde bu
perspektifle yapmaya çalışacağız.
Türkiye’de
modernleşmenin tarihsel mutfağı, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın
ilk çeyreğinde şekillenir. Üç çeyrek yüzyıllık bu dönem, Türk tarihi ve
modernleşmesi açısından bir milât kabul edilir. Tarihçilerin ifadesiyle XIX.
yüzyıl, Osmanlı Devletinin en uzun yüzyılıdır! Bir taraftan yıkılışa karşı
direniş, diğer taraftan da yeni arayış ideolojilerinin neşvünema bulduğu bu
dönemde; bilim, düşünce, sanat, eğitim, hukuk, bürokrasi, uluslararası ilişkiler,
askerlik, sağlık, ulaşım, haberleşme, şehirleşme vs. bütün alanlarda yeniden
yapılanma hareketlerinin ciddî temelleri atılır. Bu dönemin bilim adamı, aydın
ve bürokrat olan öncüleri, sadece kendi zamanlarının iyi birer temsilcisi
olmakla kalmaz, geçmişi ve kendi çağlarını geleceğe taşıyan birer köprü görevi
de görür. Cumhuriyet, bu dönemin birikimlerinin yeni bir forma
dönüştürülmesidir. Bu çetin dönüşümün gerçekleştirildiği XX. yüzyılın ilk
çeyreği ise geçen yüzyılın en uzun dönemi sayılmalıdır.
Günümüz
meseleleri karşısında doğru bir istikamet sahibi olmak ve yeni atılım
girişimlerini sağlam temellere oturtabilmek için modernleşme mutfağının
şekillendiği bu üç çeyrek yüzyılı; bu dönemin arayış, refleks ve birikimlerini
doğru okumak lâzım. Aslında bu dönem, sadece Türk tarihi açısından değil, dünya
tarihi açısından da bir milât kabul edilmelidir. Çünkü bugünkü modern dünyanın
temelleri, üç aşağı beş yukarı aynı dönemde atılır.
Burada
iki tarihî hususa daha işaret etmek gerekir. Bunlardan biri, Diyanet İşleri
Başkanlığının, Şeyhülislâmlığın misyonunu tahsis edilmiş bir alanda, din işleri
alanında sürdürmek üzere kurulmasıdır. Diyanet, teşkilât olarak Cumhuriyetin
yeni bir kurumu olmasına rağmen tarihsel yönden Şeyhülislâmlığın devamı
sayılır. Bilindiği gibi Osmanlı Devletinde, başında şeyhülislâmın bulunduğu
meşihat makamı, din işleriyle birlikte kendisine bağlı ve ilmiye teşkilâtı
tarafından yürütülen yargı ve eğitim görevlerini de deruhte ediyordu. Bugünkü
anlamıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü, Adalet Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) görev ve hizmetleri, başında şeyhülislâmın
bulunduğu meşihat makamı tarafından yürütülmekteydi.
Tanzimatla
başlayan ve Cumhuriyetle son bulan bu misyonun yaşadığı daralma, kırılma ve
dönüşüm evreleri, Türkiye’de modernleşmenin oluşum, eğilim ve yapılanma
biçiminin tanınması açısından son derece önemli bir süreçtir. Bu sürecin etki
alanı ve yankıları günümüzde de kendini belli ölçüde hissettirmektedir. Öyleyse
Şeyhülislâmlıktan Diyanete geçiş sürecini, bu süreçte birbiriyle çatışan
paradigmaları kendi bağlamlarında çok iyi değerlendirmek icap eder.
İkincisi,
Cumhuriyetin pozitivist kimliğinin, dönemin aydınları tarafından ideolojik bir
proje olarak tasarlanmış olmasıdır. Kurumsal anlamda ise Cumhuriyet
modernleşmesinin diyanet, adalet ve eğitim olmak üzere üç temel ayağı vardır.
Bunlar, Şer’iyye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye Vekâletlerinin
İlgasına Dair Kanun, Türk Kanun-ı Medenîsi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla tarih
sahnesine çıkar ve kurumsallaşır. Dikkat edilirse bu üç alan, Osmanlı
Devletinde meşihat makamına bağlı alanlardır. Buradan hareketle Türk
modernleşmesini dinî anlayışların ve geleneksel kurumların bir dönüşümü olarak
görmek de mümkündür. Böylece Cumhuriyet modernleşmesi, bir Batılılaşma projesi
olmaktan çok Tanzimat ve Meşrutiyet süreçlerinden geçen ve kendi içinde
yenilenen bir hareket olarak gün ışığına çıkar. Demek ki Türkiye’de modernleşme
denilen hâdise; tarihsel kökeni yerli olan, dış dünyadan etkilenen ama kendi içinde
evrilen ve temel özelliklerini günün ihtiyaç ve şartlarına göre şekillendiren
sosyal bir harekettir. Esasında din ve diyanet, Türkiye’de modernleşme ve
Cumhuriyetin kendini inşa ettiği ana zemindir. Tarihsel süreç, ön yargılardan
uzak ve doğru okunursa bunu görmek mümkündür.
Bu
bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşuyla ilgili 3 Mart 1924 tarih ve
429 sayılı kanunun 1. maddesi oldukça ilginçtir. Bu kanun, hem tarihsel irtibat
hem de modernleşme hamlesi açısından birçok detayın şifresini içermektedir.
Bunlardan
birinci şifre, “muamelât-ı nassa dair olan ahkâmın teşri ve infazı”nın TBMM ve
onun kabul ettiği hükûmete ait olmasıdır. Kanun koyma yetkisi meclise,
dolayısıyla seçilmişlere verilmektedir; yürütme ve sorumluluk ise meclisin
oluşturduğu hükûmete aittir. Esasında demokrasinin temelini burada aramak
lâzım.
İkinci
şifre, eğer din, sosyal hayatın vazgeçilmez bir unsuru ise din işlerinin
yürütülmesi kurumsal bir hüviyete kavuşturulmalıdır. Burada Şeyhülislâmlıkla
tarihsel bir irtibat söz konusudur.
Üçüncü
şifre, bu kurumsal hüviyetin iki temel niteliği vardır: İslâm dininin “itikadat
ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesalihinin tedviri” yani “yürütme” ve
“müessesat-ı diniyyenin idaresi” yani “yönetme”. Lâikliğin temeli de buradan
başlatılabilir.
Ayrıca
22 Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanunun 1. maddesi bu nitelikleri yeniden düzenler: “İslâm
dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din
konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek.” Buradaki yeni
şifre kavram “aydınlatma”dır.
1982
Anayasasının 136. maddesi ise Diyanete hem tarihsel hem de yeni bir misyon
yükler. Buna göre “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı,
lâiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak
ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen
görevleri yerine getirir.” Burada da “dayanışma” ve “bütünleşme” kavramları
birer yeni şifre olarak ortaya çıkar.
Böylece
kanunların Diyaneti, hem tarihsel kökenine bağlı kalarak hem de lâiklik ve
demokrasiyi kendine katarak dinle ilgili işleri yürüten, ibadet yerlerini
yöneten, toplumu aydınlatan, dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinen bir
kurumdur.
Bu
genel nitelikler bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığının kurumsal tarihi
incelendiğinde dört ana dönem öne çıkar: 1924-1965 yılları arası birinci dönem,
1965-1982 yılları arası ikinci dönem, 1982-2010 yılları arası üçüncü dönem ve
2010’dan sonrası dördüncü dönem. Dördüncü ve son dönem, 1 Temmuz 2010 tarih ve
6002 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun ile
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda köklü değişikliklerin
yapıldığı tarihten başlar. Birinci dönem inşa, ikinci dönem kurumsal kimliğin
oluşumu ve üçüncü dönem toplumsal meşruiyet dönemidir. Dördüncü dönemin hizmet
dönemi olması beklenirdi. Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki’nin
birinci dönemi, Tayyar Altıkulaç’ın ikinci dönemi ve Mehmet Nuri Yılmaz’ın da üçüncü
dönemi temsil ettiğini söyleyebiliriz. Dördüncü dönem henüz gerçek temsilcisini
bulmuş sayılmaz. Bu arada birinci dönemin süresi, ikinci ve üçüncü dönemin
toplamına yakındır. Nitelikler sıralamasına göre birinci dönem yürütme ve
yönetmeye, ikinci dönem aydınlatmaya, üçüncü dönem ise dayanışma ve
bütünleşmeye tekabül eder. Tarihsel perspektiften bakılırsa niteliklerin
işlerliği kendi dönemiyle paralellik göstermez. Birinci dönemde aydınlatma öne
çıkar, ikinci dönemde yürütme ve yönetme ağırlık kazanır, üçüncü dönemde ise
bazı istisnaî girişimlerin dışında hiçbir nitelik birinci derecede temsil
edilemez.
Diğer
taraftan üçüncü dönem, din-devlet-siyaset ilişkilerinin düzeyli/düzeysiz sıkça
tartışıldığı bir zaman dilimine denk düşer. Bu tartışmalardan her üç olgu da
derin yaralar alır. Oysa bu olguların kendi aralarında doğal bir ilişkiler
zemini bulunmaktadır. Diyanetle ilgili kanunlarda bu durumu açıkça görmek
mümkündür. Kanunlarda sınırlar ve ilişkiler biçimi, tarihsel tecrübelerin bir
yansıması olarak yer alır. Sorunlar biraz da kanunların sağladığı imkânların
yeterince kullanılamamasından kaynaklanır. Eğer Diyanet, sözü edilen birinci
tarihsel döneminde ortaya koymuş olduğu aydınlatma görevini üçüncü döneminde
yeterince yerine getirebilmiş olsaydı, din eksenli birçok tartışma gündemi boş
yere meşgul etmeyebilirdi.
Diyanette
yeni bir dönem, niteliklerle tarihsel dönemlerin kesiştiği ve Türkiye’de
modernleşmenin kendini inşa ettiği ana zemine yani dinin sosyal niteliğine,
seçime bağlı iradeye, kurumsal hüviyete ve bu hüviyetin yürütme, yönetme,
aydınlatma, dayanışma ve bütünleşme niteliklerine dönmekle, buradan geniş
soluklu bir bireşime dayalı yeni bir açılım sağlamakla başlayacaktır. Yeni
dönem, geçmiş üç dönemin anayasal metinlerinin verdiği görevleri ve ihsas
ettiği nitelikleri yeniden tanımlama ve bunların birleştirilmesi dönemi
olacaktır. (Gelgelelim 2010 sonrası döneme zaman, kaynaklar/imkânlar ve
talepler/beklentiler israf edilerek girilmiştir. Bunda FETÖ’nün rolünü göz ardı
etmemek gerekir. Eğer Cumhuriyetin 100. yılına doğru Diyanet İşleri Başkanlığı
konuşulacaksa bu, FETÖ’den ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bağımsız
olamaz. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in ikinci beş yıllık dönemini
tamamlamadan emekliye ayrılma süreci öncesi ve sonrasıyla konuşulmadan Diyanet
gerçeği anlaşılamaz!)
Bu
bağlamda yürütme ve yönetme nitelikleri, modern dünyadaki gelişmeler dikkate
alındığında daha özerk bir hâle getirilmelidir. Çünkü modern yönetim bilimi
özerklik anlayışı üzerine inşa edilmiştir. Özerk olmayan yönetimler, modern
toplumların ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmaktadır. Ayrıca modern yönetim,
hiyerarşi yerine içe dönük ahlâkî boyutu öncelemeli ve insanı merkeze
koymalıdır. Bilimden sanata, iktisattan siyasete hemen her alanda insanın
merkeze konulduğu bir dünyada, onu geri plâna iten anlayışların başarılı olma
şansı çok zordur.
Aydınlatma
niteliğine gelince, sadece bilgi vermek ve bu amaçla yayın yapmak toplumları
aydınlatmak için yeterli değildir. Doğru bilgi üretmenin yanında, bu bilginin
sunumunun da yeni bir biçime kavuşturulması icap eder. Bir toplumu din
konusunda yeterince aydınlatabilmek için başta onun durumunu, gidişini,
eğilimlerini, dolayısıyla sosyal psikolojisini iyi bilmek lâzımdır. Sonra
yapılacak aydınlatmayı bu çerçeveye uyarlamanın yöntemi belirlenmelidir.
Aydınlatma faaliyetlerinin toplumda nesnel bir karşılık bulabilmesi, yapılacak
sunumun öz ve biçim yönünden toplumun ilgi ve beklentilerini karşılayabilecek
ve ona yeni ufuklar sunabilecek bir özelliğe sahip olmasına bağlıdır.
Dayanışma
ve bütünleşme nitelikleri ise bir toprağı vatan kılan bütün değerlerle birlikte
ele alınmalıdır. Parçalanmış veya bütün içinde birbiriyle ilişkisi zayıflamış
değerlerle toplumsal dönüşüm sağlanamaz. Değerler manzumesi içinde toplumsal
hayatın vazgeçilmez temel harcı din ve dinî değerler olduğuna göre, toplum
hayatında dinin rolünü daha işlevsel hâle getirmek gerekir. Çünkü toplumsal
dayanışma ve bütünleşme din üzerinden slogan üretmekle sağlanamaz. Bunun için
herkesin şikâyet ettiği yabancılaşma ve kültürel değerlerle çatışma olgusu
dikkate alınarak, ülkemizde topluma ve toplumun değerlerine yaklaşım
biçimlerinin yeniden gözden geçirilmesi, bu çerçevede din anlayışlarının
sağlıklı bir zemine oturtulması aydından bilim adamına, bürokrattan iş adamına
herkesin görevi olmalıdır. Kendi değerlerini harcayan değil, yeniden üreten bir
toplum hâline gelebilmemiz için buna acilen ihtiyaç vardır.
İşte
bugün Diyanet, bütün nitelikleri birleştirmeyi ve kendi önünü açarak toplumsal
gelişmeye katkı sağlamayı ana hedefi kabul etmelidir. Böyle bir açılım sosyal,
kültürel ve tarihsel açıdan kaçınılmazdır. Türkiye kendi içinde, bölgesinde,
Avrupa Birliği ve modern dünyayla ilişkilerinde kendini yenileme eğilimine
girmiş bir ülkedir. Elbette din ve diyanet alanının bundan uzak kalması
düşünülemez. Diğer taraftan geride kalan yılların muhasebesini yapmak, din
alanıyla ilgili gerek akademik gerek kültürel gerekse de yönetsel faaliyette
bulunan herkesin görevidir.
Son
olarak yeni dönemde Diyanet, din hizmeti adı altında yapılanan ve toplumun
maneviyatını kirleten her türlü tarikat, cemaat, grup, oluşum ve örgütlere
karşı önce bağımsızlığını, sonra da ağırlığını ortaya koymalıdır. Bunu
yapamadığı sürece tarihsel ve toplumsal misyonunu icra edemeyecektir.
Tarih
kendi mecrasında akmaya devam ediyor. İlerleyişe ayak uyduran veya
uyduramayanlar, dün olduğu gibi bugün de olacaktır. Önemli olan tarihin akışına
ayak uydurmak değil, ona katkıda bulunmak ve onu hızlandırmaktır.
KAYNAK:
Mehmet Erdoğan / Kuruluşunun 96. Yılında Diyanet İşleri Başkanlığı
(yorungedergi.com, 28 Mart 2020).
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk elbette eleştirilmez
değildir. Ancak onu eleştirirken samimî, insaflı ve gerçekçi olmak gerekir.
Türkiye’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’e yaklaşırken hâlâ Atatürk üzerinde
soğukkanlılıkla yazılıp çizilememesi ciddî bir sorun olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’nin
her alanda normalleşmesi için bu sorunun da çözülmesi lâzım. Bizce bu sorunun
çözülmesi önce taraflara bir bütün olarak yaklaşılmasına, sonra tarafların
ileri sürdüğü tezlerin soğukkanlılıkla ve açık yüreklilikle tartışılıp
değerlendirilmesine bağlıdır. Tıpkı Ermeni meselesinin çözümü için devletin
önerdiği ortak tarih komisyonu gibi zamanlı zamansız gündeme getirilen ve kafa
karışıklığına sebep olan bu sorunun çözümü için de bir komisyon kurulmasını
öneriyoruz.
1915-1917
yıllarında Osmanlı Devletinin topraklarında herkes gibi Ermenilerin de yaşadığı
olayların sonradan siyasî bir sorun olarak ısıtıp ısıtılıp dünyanın gündeminde
tutulmasına karşı Türkiye’nin, içinde Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin
yer alacağı bir ortak tarih komisyonu kurulması çağrısı gibi bu sorunun çözümü
için de bütün tarafların temsil edileceği akademisyen, araştırmacı ve
yazarlardan oluşacak bir komisyon kurulmasını öneriyoruz. Elbette Türkiye’yi rahatlatacak
böyle bir komisyonun bağımsız ve rahat çalışabilmesi için önce yasal desteğin
sağlanması zorunludur. Şüphesiz bu komisyon ortaya tek görüş koymayacak. Zaten
sosyal olaylar tek görüş ve perspektifle yorumlanamaz. Görüş farklılıklarının
bir zenginlik olabilmesi için yaklaşım yönteminin ve temel bakış açısının
temelde aynı olması gerekir. Komisyon, bilinmeyenlerin aydınlatılmasına ve
tarihin doğru anlaşılmasına yardımcı olacak yöntemi ve bakış açısını ortaya
koyacak. Böylece gerilim, çatışma ve konu üzerinden kutuplaşma ortamı dağılacak
ve toplumda özgür düşüncenin önü açılarak Atatürk, sevabıyla günahıyla,
doğrusuyla yanlışıyla ve başarısıyla başarısızlığıyla bir “tabu” ve “günah
keçisi” olmaktan çıkacak ve tarihteki “gerçek” yerini alacaktır. Bu, hem
Atatürk’e hem ülkemize ve hem de kendimize karşı tarihî bir görevimizdir. Bizce
bu bağlamda aşağıdaki konular ele alınıp tartışılmalıdır:
Malûm
olduğu üzere Atatürk eleştirisi / karalaması İslâmcı kesimin uzun yıllar yegâne
sermayesi olmuştur. Atatürk konusunda bu kesim, yeri geldiğinde sol-sosyalist
çevreleri referans göstermekten geri durmamıştır. Bunlar arasında öne çıkan
isimler olarak Sait Okur (Said Nursî), Necip Fazıl Kısakürek, Kadir Mısıroğlu,
Mehmet Şevket Eygi, Nuri Pakdil, Sadık Albayrak, Abdurrahman Dilipak, Mehmet
Doğan, Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylân ve Mustafa Armağan gibi isimleri
saymak mümkündür. Düşük profil isimleri saymaya gerek yoktur. Bunlar ve
benzerleri, ana hatlarıyla Atatürk’ün Osmanlıya ihanet ettiğini, hilâfeti
kaldırarak Türkiye’nin İslâm dünyasıyla bağını kestiğini, Lozan Sulh
Muahedenamesinin bir ihanet olduğunu, inkılâplarla ülkeyi ve milleti
geçmişinden kopardığını; din eğitimini yasaklayarak, ezanı ve salâyı Türkçe
okutarak ve Kur’an-ı Kerim’in Arap harfleriyle yazılmasına engel olarak
dinsizliğin önünü açtığını vb. ileri sürüp Atatürk’ü eleştirip durmuştur. Bu
alanda koca bir külliyat / literatür oluşmuştur. Müslüman gençlik;
İmam-Hatipliler, Yüksek İslâmlılar, İlâhiyatlılar ve Diyanet camiası bunlardan
etkilenmiş / beslenmiştir. Darbe dönemlerinde darbeciler Atatürkçülük yaparken
İslâmcı kesim de doğal bir tepki olarak bu zeminde anti-Atatürkçülük yapmıştır.
Sonra
İslâmcı kesim daha da ileri giderek Atatürk eleştirisini biçimsel olarak da
sürdürmüştür. Zorunlu olarak Atatürk’ten söz edilmesi gerekiyorsa Gazi Mustafa
Kemal denmiş, Atatürk denilmemiştir. Kurumlarda fotoğrafını kullanmak
gerekiyorsa kalpaklı olanı tercih edilmiş yani Osmanlı köklerine vurgu
yapılmaya çalışılmıştır. İstiklâl Marşı’na, Türk Bayrağına uzun zaman mesafeli
durulmuş ve Türk kelimesi kullanılmaktan imtina edilmiştir. Hatta lâik ve
Atatürkçü kesimin cenaze namazını kılmamaya çaba gösterilmiştir.
Esasında
Atatürk, bizzat kendi döneminde eleştirilmiştir: Ali Şükrü Beyin, Hüseyin Avni
Ulaş’ın yani Birinci Meclisteki İkinci Grup mebuslarının eleştirisi, Mehmet
Âkif ve Hasan Basri Çantay gibi âlim / aydın zevatın sessiz eleştirileri, Rıza
Nur’un belden aşağıya vuran eleştirileri, Kâzım Karabekir, Fevzi Çakmak, Ali
Fuat Cebesoy ve Ali İhsan Sabis Paşalar gibi askerî erkânın eleştirisi… Bunlar,
daha anlaşılabilir türden eleştiriler gibi geliyor bize. Gerekçeleri daha makul
sanki. İsmet İnönü’nün Atatürk eleştirisini ise yeterince bilmiyoruz /
bilemiyoruz. Ancak aralarında bir şeyler olduğu kesindir. Zira İnönü,
Atatürk’ün sağlığında Başbakanlıktan azledilmiş, yerine Celâl Bayar Başbakan
olmuştu. Atatürk’ün son döneminde Başbakan Celâl Bayar’dı. İnönü döneminde
Atatürk’ün resminin paradan kaldırıldığını biliyoruz. Bunlar sıradan şeyler
olmasa gerektir.
Marksist-sosyalist
kesimin Atatürk eleştirisi ise tamamen ideolojiktir. Mehmet Ali Aybar, Behice
Boran, Sadun Aren, A. Nihat Sargın, Mihri Belli ve Sencer Divitçioğlu;
yaşayanlardan Mete Tunçay, Korkut Boratav ve Murat Belge gibi isimleri
sayabiliriz. Bu kesim, sistemli, bilinçli ve bilimsel tarzda Atatürk eleştirisi
yapmaya çalışmıştır. Çünkü Atatürk’ü sosyalizmin önünde büyük bir engel
görmüşlerdir. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra bu kesimin alt kuşakları
olan bir grup akademisyen ve gazeteci, Ermeni ve Kürt meselesi üzerinden
Atatürk, devlet ve ordu eleştirilerini yoğunlaştırarak sürdürmüştür.
Eleştirileri Batıda karşılık bulan ve Batı medyası tarafından desteklenen tuzu
kuru bu çevre, Türk siyasî hayatına her zaman külfet olmuştur. Müslüman camia
da önüne arkasına bakmaksızın, doğrusunu yanlışını tartmaksızın bu kesim ve
çevrenin eleştirilerinden sonuna kadar beslenmiş ve faydalanmıştır.
Bir
de ideolojik Atatürkçüler vardır. Sırtını devlete, askere, sermayeye ve medyaya
dayayan ve oradan Atatürkçülük yapanlar, lâikliği amansızca savunanlar.
Atatürk’ü putlaştıranlar. Atatürk üzerinden siyaset yapanlar ve rant
devşirenler! İlginçtir İslâmcı kesimle bu kesim yıllarca birbirini besleyip
durmuştur.
Arada
kalan ve Atatürk gerçeğini gören; yanlışını yanlış, doğrusunu doğru kabul edip
devlet-millet-vatan için gerçek önemini kavrayan bir avuç aydın, az sayıda
bürokrat ve asker, sağduyulu geniş halk kitlesi maalesef sesini duyuramamıştır.
Cılız bir ses olarak arada kalmışlar, anlaşılmamışlar yahut da diğerlerince hafife
alınmışlardır.
Tarihsel
seyre genel olarak bakıldığında Türkiye’de Atatürk eleştirisi / karalamasının
arkasında bir “İngiliz parmağı” olduğu görülmektedir. Bizce Atatürk
muhaliflerinin İngiliz / ABD dostu olması tesadüf değildir. Sonra İngiltere
merkezli belge servisleri… Atatürk’ü eleştirirken esasında altı oyulmak istenen
Türk devletidir. Orta Doğu’yu karıştıran, ABD’yi ve İsrail’i yöneten ama
kendini göstermeyen o meşhur “İngiliz parmağı”! Geniş cepheli bir Atatürk
düşmanlığı, kesinlikle İngiliz siyasetinin bir ürünü olsa gerektir. Bu arada
Norveç’te Kasım 2017’de düzenlenen NATO tatbikatında karşıt kuvvet ülke
liderlerinin fotoğrafları arasına Atatürk’ün ve karşıt kuvvet liderlerini
destekleyenler arasına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yer alması bir
tesadüf eseri olamaz.
15
Temmuz 2016’da meydana gelen darbe girişiminin devlet-millet dayanışmasıyla
etkisiz hâle getirilmesi, Türkiye üzerinde kurgulanan birçok oyunun bozulmasına
yol açmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, darbe girişiminden sonraki
hemen her konuşmasında “rabia” vurgusunu (tek millet, tek bayrak, tek vatan ve
tek devlet) tekrarlamıştır. Ardından Cumhuriyetin kurucu değerlerini öne
çıkarmıştır. Son olarak da 2017 yılındaki 10 Kasım konuşmasında “Atatürk’ü
sadece anmakla kalmamalı, anlamaya da çalışmalıyız.” demiştir. Bu da bize yeni
bir Atatürk algısıyla karşı karşıya olduğumuzu ya da ilk defa Atatürk konusunda
toplum olarak bir normalleşme süreci yaşamaya başladığımızı göstermektedir.
Müslüman camiayı uyandıran, ideolojik Atatürkçüleri boşa çıkaran ve
Marksist-sosyalist kesimi deşifre eden bir çıkıştır bu. Bu yaklaşımın
sulandırılmadan sürdürülmesi gerekir. Çünkü bu yaklaşımı sulandıranlar asla
masum olamaz. Türkiye’de ilk defa devlet-millet bütünleşmesi bu denli derinden
gerçekleşmektedir. Zira Türkiye’nin bugünkü şartlarda böyle bir bütünleşmeye
her zamankinden daha çok ihtiyacı vardır.
Malûm
olduğu üzere Türkiye, Fırat Kalkanı Harekâtı (2016), Zeytin Dalı Harekâtı
(2018), Pençe Harekâtı (2019), Barış Pınarı Harekâtı (2019) ve Bahar Kalkanı
Harekâtıyla (2020) sınırlarının ötesinde, Suriye ve Irak topraklarında kendine
yönelik tehditlere askerî gücüyle güçlü ve sonuç alıcı bir müdahalede bulunmuş
ve bu mücadele hâlen bütün cephelerde devam etmektedir. 2019’da Libya ile imzaladığı
mutabakat muhtıralarla Akdeniz’de oynanmak istenen oyunları bozmuş ve Doğu
Akdeniz’de Türk arama ve sondaj gemilerinin güvenliğini garanti altına
almıştır. ABD ve İsrail’in nihaî anlamda Türkiye’yi hedef alan Orta Doğu’daki
yeni parçalama ve paylaşım politikalarına karşı oyunları bozan güçlü bir direnç
göstermiştir.
PKK
/ KCK / PYD-YPG, FETÖ / PDY ve DAİŞ ile DHKP-C gibi terör örgütlerine yönelik
içeride ve dışarıda etkin bir mücadele ortaya koymuştur. Bütün bunları yaparken
müttefiki saydığı / bildiği ülkeler âdeta olayı dışarıdan seyretmiş; kimse
Türkiye’nin yanında yer almamış, üstelik terörle mücadelesini insan hakları
üzerinden insafsızca eleştirmiş, teröristleri korumuş ve kollamış; onlara
lojistik ve siyasî destek sağlamıştır. Böylece Türkiye’yi yalnızlaştırmak ve
haklı mücadelesinde zaafa uğratmak istemişlerdir. Hatta Türkiye, Yunanistan
gibi eski tehdit cephelerinin tahrikleriyle yeniden karşılaşmaya başlamıştır.
Millî Mücadeleden bu yana hiç olmadığı kadar bir güvenlik ve beka sorunuyla
karşı karşıya gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye, Atatürk’ün formüle ettiği “Yurtta
sulh, cihanda sulh” ilkesini âdeta yeniden keşfetmiş ve uygulamaya koymuştur.
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk’ü hedef gösterip onun üzerinden Türk Silâhlı
Kuvvetlerini yıpratmak ve bu yolla Türkiye’yi zayıflatmak isteyen cepheye karşı
ortaya koymuş olduğu yeni Atatürk algısıyla oyunları bozan bir yaklaşım
sergilemiş ve Türkiye’nin ciddî bir güvenlik ve beka sorunuyla karşı karşıya
olduğunu, bunun için millet olarak birlik ve beraberliğin önemini kavrayıp
devlete sahip çıkmak gerektiğini geniş toplum kitlelerine anlatmaya
başlamıştır. Artık millet, terör örgütleriyle mücadelenin bir savunma hattı
olduğunu, ülkenin etnik gerçekliğini, milletin dinî duygu ve kültürel farklılıklarını
yani millî ve manevî değerlerini istismar ederek ülkesini zayıflatmak ve
sonunda yıkmak isteyen cepheye karşı topyekûn bir uyanış yaşamaya başlamıştır.
Bütün toplumda millet ve devlet varlıklarımıza karşı yeni ve güçlü bir
hassasiyet gelişmiştir. Bu anlayışla Anayasa değişikliği yapılmış, hükûmet
sistemi değiştirilmiş ve seçimler gerçekleştirilmiştir. Türkiye, vesayet
girdabından kurtularak anlayışını ve kadrolarını yenileme yoluna girmiştir.
Ekonomisini, ticaretini, kalkınmasını ve savunma sanayiini elden geçirmeye
çalışmaktadır. Eğitim ve kültür alanlarındaki eksik ve ihmallerini görmüştür.
Büyük tarih sahibi büyük bir millet ve büyük bir devlet olduğuna inanmış ve
bunu dünyaya göstermiştir. Mazlum milletlerin umudu olmayı bir kez daha hak
etmiştir.
Türkiye’nin
yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınına karşı içte ve dışta gösterdiği büyük
başarıyla siyasette ve uluslararası ilişkilerde yaşadığı tıkanıklıkları aşmada
yakaladığı tarihî bir fırsatın eşiğindeyken bu konular üzerinde soğukkanlılıkla
ve açık yüreklilikle konuşmaya değmez mi? Zira insanlık, yeni tip koronavirüs
(Covid-19) salgınından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı; bütün
dengeler, sınırlar ve düzenlerin değişeceği, her şeyin yeniden kurulup
şekilleneceği bir dünyaya adım atmak üzeredir. Bundan böyle dünyada bir
taraftan dijitalleşme hızlanırken bir taraftan da toprağa, aileye ve dine bağlı
bir hayat önemini artıracak; beslenme, barınma, iletişim, eğitim, savunma ve
şehirleşme düzeni yeniden şekillenecektir. Zevkler, alışkanlıklar, değerler,
anlayışlar ve hedefler değişecek; bilim ve teknoloji, ekonomi ve ticaret,
savaşlar ve çatışmalar artık başka şekillerde icra edilecektir. Eski dünyada
giderek yalnızlaşan insan, belki yeniden kendini keşfetme imkânına
kavuşacaktır. Kendisiyle, çevresiyle, varlıkla, tabiatla ve yaratıcıyla
barışacak, gerçek şahsiyet sahibi olacaktır. Bu umudun önünü tıkayan bütün
safraların artık kesinlikle atılması gerekmektedir.
Bu
sebeple 2023’e yaklaşırken Atatürk’ü kısır tartışmaların konusu olmaktan
çıkarmalı ve kutuplaşmaya teşne çevrelere malzeme etmemeliyiz. Onu doğru
anlamaya, istismar etmemeye, verdiği mücadeleyi kavramaya, tasavvur ettiği
hedefleri daha ileriye götürmeye, büyük düşünmeye ve gerçekçi olmaya
çalışmalıyız. Önümüze gelen tarihî fırsatları bu defa da gölgemizle savaşarak
kaçırmamalıyız. Bu hataya geçen yüzyılda birkaç kez düştük, artık bu yüzyılda
tekrar düşmemeliyiz.
KAYNAK:
Mehmet Erdoğan / Atatürk’ü Doğru Anlamak
Sorunu Üzerine (yorungedergi.com, 7 Haziran 2020).
–
Sezai Karakoç’la ilgili bir kitabınız yayımlandı. Kitap raflarda yerini aldı ve
okuyucuya ulaşacak kadar zaman geçti. Okuyucunun kitabınıza ilgisini nasıl
değerlendiriyorsunuz? Olumlu ya da olumsuz ne gibi tepkiler aldınız?
–
Kitabı satın alan okuyucunun ne düşündüğünü bilemiyorum. Sosyal medya denilen
olguyla da bilinçli olarak ilgilenmiyorum. Gazete ve dergilerde ise neredeyse
yok gibi. Dolayısıyla bu mecralarda nasıl görüldüğünü bilemeyeceğim. İlgi
bağlamında beni asıl üzen şey şu: Tanıdığım herkesi kitaptan bir şekilde
haberdar ettim. Bazı arkadaşlarım da ta telif aşamasında olaydan haberdardı.
Yirmi otuz sene önce olsaydı inanılmaz ses getirirdi bu çalışma. Ancak bugün üç
beş kadim dostumun dışında hiç kimse ilgi göstermedi kitaba. Sadece benim
kitabımla ilgili değil, genelde kitap, düşünce, eleştiri, farklı yorum
hayatımızdan çıkıp gitmiş. İnsanlar kendi gölgelerinden korkuyorlar. Akademik
camiadan söz etmiyorum, onları zaten hayatım boyunca ciddîye almadım. Eskiden
bir araya geldiğimizde mangalda kül bırakmayan, onu bunu eleştiren, hiçbir şeyi
beğenmeyen, lâf ile dünyaya nizamat vermeye kalkanlar var ya bu kitap, benim
gözümde onların ipliğini pazara çıkardı ve samimiyetsizliklerini ortaya serdi.
Bu kişilerin “şeytanî ilgisizlikleri” üzerine çok şey söyleyebilirim ama bu
durumdan sonra bunu yapmayacağım. Onları kendi hâllerinde bırakıp seyretmek
daha anlamlı ve ibretli geliyor bana. Bu sebeple biz işimize odaklanmalıyız.
Kim ne demiş, ne yapmış çok önemli değil. Gün doğmadan neler doğar! Her kitabın
bir kaderi vardır; biz istesek de istemesek de onu yaşayacaktır. Hiçbir şey
inandığımız şeyleri yapmaya engel olmamalı ve haricî moral bozuklukları edinip
de mücadeleden vazgeçmemeliyiz. “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız
mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Âl-i İmran suresi 139. ayet) Ben, bütün
kalbimle buna inanıyorum.
–
Son yıllarda kültür ve edebiyat hayatı dibe vurdu. Bunu neyle açıklıyorsunuz?
–
Kuşkusuz bunun birçok sebebi vardır ama bizce asıl sebep siyasal iktidarların
basiretsizliğidir. Bu konuda iktidar sahiplerince zaman zaman öz eleştiri
mahiyetinde sarf edilen sözlerin hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Bir ülkenin
kültür hayatını sloganlarla yönetemezsiniz. Siz, sloganların büyüsüne kapılıp
giderken altınızı boşaltırlar, anlamazsınız bile. İşte eseriniz ortadadır.
Bina, tablet, internet, bedava kitap, uzaktan eğitim vs. tamam da muhteva
denilen bir şey yok mu? Hani uğrunda ölmeye can attığımız davamız nerede? Evet,
sabır bir güçtür fakat sabır, basiretsizliğin mazereti olursa zillettir.
Siyasal iktidar ne yapsın, biraz da bizde olmalı, diyemeyiz. Neyin heyecanını
yaşarsanız/yaşatmak isterseniz ona ulaşırsınız. Siyasal iktidar muhtevayı
küçümsedi. Suyu başka tarafa akıttı. Muhtevada ısrar edenleri eski kafalılıkla
suçladı. Sonra ortaya çıkan ucubeyi kendisi de tanıyamaz oldu. Tabiî iş işten
geçti artık. Köprünün altından çok sular aktı. Dibe vurmadan, bütün kapılar
kapanmadan yeni bir kapı açılmaz. Dua edelim de Allah bize merhamet etsin ve
ilâhî tokadı yemeden yolumuzu bulabilelim. Bugün kültür ve edebiyat
hayatımızdaki yoksulluk ve yoksunluktan ziyade kaybolan inanç değerlerimizi,
ahlâkımızı, kişiliğimizi ve dava şuurumuzu konuşmalıyız. Kaygılarımızın
merkezinde bunlar olmalı. Milletçe zor günler bekliyor bizi; çok zor günler!
–
Peki, ne yapmalıyız?
–
Bugünkü siyasal iktidarın en büyük eseri gençleri olmayan bir ülke inşa etmiş
olmasıdır. Gençlik bir istatistik veri veya çocuklukla olgunluk arasında
sosyolojik bir grup değildir. Gençlik bir varlıktır. Eğer bir ülkenin gençleri
varsa geleceği de vardır. Gençlik adam yerine konulduğunda var olur ve nefes
alır. Bugünkü siyasal iktidarın sahipleri zamanında gençliğini öyle ya da böyle
yaşamıştı, oralardan bugünlere geldiler. Acaba onların öz çocukları kendileri
gibi bir gençlik yaşadı mı? Neden yaşayamadı? Eksik olan şey neydi? Eksik olan
terk ettiğimiz ilgilerdi. Sorun, terk ettiğimiz ilgilerin yerine koyduklarımızdır.
İktidar sahiplerinin bunu görmesini beklemek safdillik olur. Onların gözleri
artık perdelenmiştir. Büyüklerin, önceki kuşakların görevi iktidarlardan
bağımsız olarak gençleri keşfedip sahaya çekmektir. Gençleri toparlamalıdır.
Sonra onları kendileriyle baş başa bırakmalıdır. Helâl süt emmiş gençlik kendi
yolunu bulur. Bu sebeple bu ülkenin önce gençleri bir araya gelmelidir.
Sorunların çözümü gençlerdedir. Gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve
şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden
konuşmalıyız. Büyük şehirlerden, büyük merkezlerden fayda yok; insanların
üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Veya büyük şehirlerin küçük ve az bozulmuş
mahallelerinde aynı şeyi yapmaya çalışmalıyız. Bir zamanlar Anadolu’daki kitapçı
dükkânları, gençlik dergileri, küçük sohbet mekânları ülkenin gidişatını ve
hayatını değiştirmişti. Müthiş bir aşk, enerji, samimiyet, dayanışma ve ilgi
yoğunluğu vardı buralarda. Günümüzde vitrindeki birçok kişi buralardan
geçmiştir. Bu tür mahfilleri yeniden canlandırmak, dava ateşini yakmaya
çalışmak ve yüz yüze gelip konuşmak lâzım. Sanal ateşlemeler saman alevi
gibidir, daha çok anlık sonuç almak isteyenlerin işine yarar. Bizim davamız
sabır, çile ve aşkla yoğrulmalıdır.
Edebiyat,
kitap, dergi, sohbet, çay, bölüşülen simitler, selâm, musafaha, ezan sesleri,
cemaatle namaz vb. kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri
kazanmalıyız. Bunlar olmadan dava olmaz, dava olmadan mücadele olmaz, mücadele
olmadan da tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet olmaz. Ben böyle
düşünüyorum.
–
Günümüzde gençlerin ilgisini çekecek cemaat ve topluluklar da kalmadı. Bir çatı
kuruluş olmadan bu işler nasıl olacak?
–
Çatı kuruluş denilen şeyin bir cemaat veya yapı olması gerekmiyor. Ortak değerler,
ortak meseleler ve aynı hedefe yönelik ortak mücadeleler bir çatı kuruluş
görevi icra eder. Türkiye’de cemaat ve yapılar, fikir ve mücadelenin yasak
olduğu ya da geri plânda kaldığı dönemlerde palazlandılar. Bir yerde fikir,
aksiyon ve mücadele varsa orada cemaat denilen yapılanma tarzları olmaz. Bizde
cemaat tek tipçiliktir; düşünmeyeceksin, gözünü kapatıp itaat edeceksin çünkü
en iyisini ağabeyler ve büyükler bilir!
Sezai
Karakoç’un dinî grup ve cemaatlere bakışı çok açıktır: “Kendilerine ‘cemaat’ adını
veren birçok grup ortaya çıkmıştır ki bunlar da medeniyetimizin ne uzak
geçmişinin ne de yakın geçmişinin değerlerini kabul etmektedirler. Bunlar,
sadece bağlı oldukları bir kişiyi aşırı yücelterek İslâm için çalışmış tüm
büyükleri silip süpürme boş gururu ve sevdasına kaptırmışlardır kendilerini.
Elbette ki bunların da sonu yoktur. Ancak belki genç nesilleri bir süre
şaşırtıp hakikî bir formasyona ermelerini engelleyebilir ve geciktirebilirler.”
(Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III)
İddia
ediyorum ki Türkiye’de İslâmî düşünce ve hareketin gelişmesinin önündeki en
büyük engel bu tür dinî grup ve cemaatlerdir. Türkiye’de hemen hemen bütün dinî
grup ve oluşumların nihaî amacı İslâm davası değil, devlet kurumlarına sızarak
onu içeriden ele geçirmek, siyasî ve ekonomik rant elde etmektir. Onlara göre
buna ulaşmak için legal ve illegal bütün yollar mubahtır. Biz, cemaatten
ülkemiz bağlamında sadece cami cemaatini anlamalıyız. Camiye namaza gelen ve
bunu şiar edinen herkes kardeşimizdir. Cami cemaatinin dışında cemaat görünümlü
diğer hareketler istismar ve çıkar örgütleridir. Bir de azınlık cemaatleri
vardır. Aslında bunlar biraz da onlara benziyor. Millet nazarında 15 Temmuz
2016’da meydana gelen darbe girişimi tecrübesinden sonra bu tür yapıların var
olma şansı kalmamıştır artık. Ellerindeki imkân ve güçlerle belli bir süre daha
varlıklarını sürdürebilirler belki ama yeni nesilleri ikna edip kendilerine
çekmeleri çok zordur. Bu sebeple gençlik üzerine başka ayartıcı oyunlar
kurgulanıyor/kurgulanacak. Bunları da bozmanın yolu, dediğimiz gibi
kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri kazanmaktır. Bir araya
gelmek, birlikte olmak, meselelerimizi kendimiz konuşmak ve bütün Müslümanların
dertleriyle hemhâl olmaktır. Bu coğrafyada yaşamanın elbette bir bedeli
olacaktır. Bin yıldır bedel ödeye ödeye bugünlere geldik. Düşman uyumadı ve pes
etmedi. Biz de uyumayacağız ve pes etmeyeceğiz. Bugüne kadar hep biz kazandık,
bundan sonra da inşallah kazanan biz olacağız.
–
Kitabınızın bir yerinde “Nefsini esaretten kurtaramayan kendini bir davaya
adayamaz. Bir davası olmayanın da verdiği mücadele beyhudedir, böyle bir
mücadelenin sonu ise felâkettir. Nice büyük iddialarla yola çıkan, belli bir
yere gelen ve kendini dev aynasında gören kişilerin akıbeti hep yıkım olmuştur.
Sözde başarılar ve makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve
umutları boşa çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve
kendilerinden sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir. Böyle kişiler, kaçamayacakları
ağır bir hesapla karşılaşacaklardır.” diyorsunuz. Burada “Sözde başarılar ve
makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve umutları boşa
çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve kendilerinden
sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir.” cümlesi ürpertici geldi bana. Bu
şekilde düşünmeye hangi örnekler sevk etti sizi?
–
Bu cümleler, Sezai Karakoç’un düşünce ve yorum ufkunda gezinirken zihnimizde
şekilleniverdi. Onun bakışıyla yaşadıklarınızı ve tanıklıklarınızı değerlendirdiğinizde
bu sonuca ulaşıyorsunuz. Geldiği makam ve mevkileri kendi başarısı olarak gören
insanlar ne zavallıdır! Bir gün onları kaybettiğinde dünyaları yıkılacaktır.
Oysa makam ve mevkiler hizmet için vardır. Bugün var, yarın yoktur. Zamanı, imkânları,
fırsatları doğru değerlendiremeyenler sadece kendilerine zarar vermekle
kalmıyorlar, başkalarına ve gelecek nesillere de zarar veriyorlar. Bu, bir
vebal ve zulümdür. Bunun için bütün imkân ve fırsatları kendi tatminsizliğine
harcayanların geleceğe dair söz söyleme hakları yoktur. Geleceğe dair söz
söyleyenler ancak kendini aşabilenlerdir. Bu sebeple Sezai Karakoç’un
öngörüleri bizim için son derece kıymetlidir.
–
Kitabınızın başka bir yerinde “Sezai Karakoç’un kavramlar dünyasında gezinip de
ruh dünyasına giremeyen bazı siyasetçi ve yazarların temel sorunu samimiyet ve
kendi değerlerine içeriden değil, karşıdan, eklektik ve sentezci bir yerden
bakmalarıdır. Medeniyet kavramı sadece bir kıyas kıstası değil, aynı zamanda ve
her şeyden önce bir inanç ve gelecek perspektifidir. Bu çerçevede samimiyeti ve
derinliği kıyaslamalardan çok iman ve Müslümanca duruş ortaya koyar. Samimî ve
yalın bir reddediş, zengin gerekçeli ama bulanık karşı oluştan çok daha
hayırlıdır. Bu sebeple İslâm medeniyeti ve İslâm milleti üzerine söz söylemek
isteyenler önce arı duru bir bakış açısına sahip olmalıdır. Aklından ya da
karnından değil, kalbinden konuşmalıdır. Yapacağı tasvirlerden ziyade
teşhisler, tanımlamalar ve teklifler şarkiyatçılardan farklı tezgâhların ürünü
olduğunu göstermelidir. Yoksa Batıyı eleştirirken Batı ahlâkının ikiyüzlülüğüne
düşmekten kimse koruyamaz onları. Meşrutiyet aydını işte böyle bir şeydi.”
diyorsunuz. Kimleri kastediyorsunuz, açar mısınız?
–
Elbette açarım. Ahmet Davutoğlu, Yasin Aktay ve İbrahim Kalın gibi kişileri
kastediyorum. Bunlar, Sezai Karakoç’u okumuş gibi yapıp da onu okumayan ve
dolayısıyla anlamayan kişilerdir. Bunların medeniyet babaları Şerif Mardin’dir.
İslâm medeniyetine ve Osmanlı Devletine Şerif Mardin’in baktığı yerden bakarlar.
Durdukları yer İslâm ve Müslümanların birliği meselesi değildir. Medeniyeti bir
kültür hâdisesi olarak değerlendirirler. İslâm soslu şarkiyatçı bir bakışları
vardır! Bunlar, Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” dediği şeyin
aksülâmelleridir. Bu zihniyet, Türkiye’de Meşrutiyet aydını tipinin son
versiyonudur. Üst üste koyamadan ve yan yana dizerek konuşurlar, anlatırlar.
Çok şey bilirler ama temel meselelerin hiçbirinde berrak ve samimî düşüncelere
sahip değildirler. Örnek mi istiyorsunuz? Onların gözünde Batı karşısında
Müslümanların yeri neresidir? İslâm milleti, İslâm ülkesi, İslâm medeniyeti ve
İslâm devleti ne demektir? Dünya Müslümanlarını tek devlet çatısı altında nasıl
birleştirebiliriz? Bu konularda ne düşündüklerini anlayan ve bilen var mı?
Bunlar, Müslümanların meselelerine kalpleriyle yaklaşamazlar. Zira kalplerinde
başka şeyler vardır. Şerif Mardin gibiler de bunların meşruiyet zaafları
üzerinden projelerini uygular. Bu yüzden o paragrafta bunlar betimlenmektedir.
Bunları iyi tanımak ve cilâlı sözlerine aldanmamak gerekir. Çünkü bunlar, ağacı
kemiren kurt gibidir!
–
Kitabınızla ilgili sizinle yapılan bir söyleşide “Şimdi anlıyorum ki üstadın
şiirine verdiğimiz değeri düşüncesinden esirgeyerek ona haksızlık etmişiz.
Benim gözümde mütefekkir Sezai Karakoç, şair Sezai Karakoç’tan daha büyüktür
artık.” diyorsunuz. (“Sezai Karakoç, Çözüm Odaklı Düşünen Bir Aydındır”,
www.yorungedergi.com, 17 Eylül 2021.) Ne oldu da düşünceniz bu şekilde değişti?
–
Sezai Karakoç’un ileriye bakan yönü, düşünce ufukları, düşünce karakteri ve
öngörüleri üzerine bir şeyler yazmaya karar verip bütün kitaplarını baştan sona
okuyunca ve daha da önemlisi bütün konuşmalarını sırayla dinleyince (Yüce
Diriliş Partisinin internet sitesinde yer alan toplam 250 saat civarındaki 198
konuşma) böyle bir düşünceye vardım. Genel olarak da Sezai Karakoç şair
kimliğiyle tanınıyordu. Bu, mütefekkir Sezai Karakoç’a bir haksızlıktı. Bunu
fark ettikten sonra sebebini anlamak zor olmadı. Çünkü her düşünce bir
sorumluluğa davettir. Sezai Karakoç’un düşüncesi sıradan sorumluluklar
içermiyor; insan ve Müslüman olmanın sorumluluğuna davet ediyor bizi. Bunun ne
kadar ağır bir yük olduğunu tahayyül edemezsiniz. Dinî, felsefî, siyasî,
ekonomik ve kültürel anlamda çok ağır bir yüktür bu. Böyle olunca üstadın şair
tarafıyla ilgilenmek işimize/kolayımıza geliyor; sorumluluktan kaçıyoruz.
Sorumluluklarımızdan kaça kaça dünyayı kendimize dar ediyoruz. Oysa sorumluluk
sahibi olmak, sorumluluklarımızı yüklenmek varoluşumuzun gayesini ortaya
koymaktır. Allah’a kul olmak, Müslümanlara kardeş olmak ve insanlarla barış
içinde olmaktır. Kimliğini bulamayan veya yitirenler ve kişiliksizleşenler
temelde sorumluluktan kaçanlardır. Sorumluluk sahibi olmak insanı kimlik ve
kişilik sahibi yapar. Sezai Karakoç, düşüncesiyle bizi meselelerimize sahip
çıkmaya, doğru yerde durmaya ve Müslümanların birliği için gece gündüz
çalışmaya davet ediyor. Bu davete icabet etmek bir görevdir.
–
Günümüz şiirini takip edebiliyor musunuz? Bunu şunun için soruyorum: Sezai
Karakoç’un şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas ne kadar açıldı
veya Sezai Karakoç’un şiiri günümüz şairlerince izleniyor mu?
–
Günümüz şiirini kısmen takip edebiliyorum. Daha doğrusu hepsini değil,
önemsediğim bazı şairler üzerinden takip etmeye çalışıyorum diyeyim.
Dolayısıyla onunla ilgili belli bir kanaatim var ancak bütünü hakkında
konuşamam. Öte yandan bir metin şiir katına çıkmışsa o artık eskimez. İlgiler
değişebilir çünkü onlar görecedir fakat şiir değerini hiçbir zaman kaybetmez.
Sezai Karakoç’un çoğu şiiri zaman duvarını aşmayı başarmıştır. Güzelim Türkçe,
konuşulup yazıldıkça bunlar okunmaya devam edecektir. Evet, Sezai Karakoç’un
şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas açılmıştır ve gün geçtikçe
daha da açılacaktır. Bu doğaldır ve taraflar için bir nakısa değildir. Zaman
değişiyor, insan değişiyor, şartlar değişiyor, sorunlar değişiyor, bakış
açıları değişiyor, bunlara ve daha birçok şeye bağlı olarak elbette şiir de
değişecek. Önemli olan şiir değişirken değerini koruyabiliyor mu? Bütün mesele
budur. Sezai Karakoç’un şiirinin arkasında insan ve medeniyet var. Medeniyet
unsuru şiirin damarlarında kan olup dolaşırsa o şiir uzun ömürlü olur. Salt
insan unsuru, zaman ve bireysel tecrübe bu bağlamda şiiri çağlar ötesine
taşımaya yetmeyebilir. Bunun çok az istisnası vardır. Doğudan Ömer Hayyam ve
Batıdan William Shakespeare gibi şairler bu istisnaya örnek gösterilebilir.
Bunlar, bireysel tecrübeyi medeniyet unsuruna tam yaklaştırdığı ya da medeniyet
değerlerini kişiselleştirmeyi ustalıkla başardığı için böyle bir özelliğe
sahipler. Biçim, biçem ve izlek açısından toptan/genel bakıldığında Sezai
Karakoç’un şiiri günümüze göre kısmen mevzi kaybetmiştir denilebilir. Ancak
günümüz şairi bir edebiyat mühendisi tavrıyla değil de salt bir şiir olarak
onun şiirine yaklaştığında inanılmaz derecede öğretici, besleyici ve etkileyici
bulacaktır onu. Zira Sezai Karakoç’un şiirinde insan tamdır. Geçici ve görece
olan hususlar aşılmış, zaman kuşatılmış, sorumluluklar yüklenmiş, şuur
kuşanılmış, değerler manzumesi yerli yerine oturtulmuş, söz açık ve yalın,
coşku kıvamında vs. Daha ne olsun? Biçim değişse de, tarz farklılaşsa da,
konular çeşitlense de insanın hayat karşısındaki konumu hep aynıdır. Günümüz
şiiri, güncel değere sahip olduğu için önemlidir ama şiir her zaman hatta çoğu
zaman güncele hitap etmez. Onu da alır, başka şeyleri de alır, kendi zamanına
katar ve insanlığa sunar. Öyleyse şiiri değişen yönleri üzerinden değil de
hiçbir zaman değişmeyecek olan yönleri üzerinden konuşmalıyız. Böyle yaparsak
günümüz şiirine katkımız olur, böyle yaparsak eskimeyen şiirimizle aramıza
mesafe koymamış oluruz.
–
Son olarak Anadolu’da çıkan kültür ve edebiyat dergilerini takip edebiliyor
musunuz? Bunlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
–
Maalesef eskisi kadar takip edemiyorum. İtiraf etmeliyim ki sebep ne olursa
olsun suç bendedir. Üstelik zamanında ben de böyle bir dergi çıkarıp yönetmiş
ve bu tür bazı dergilere öncülük etmiş birisi olarak bugün Anadolu’da çıkan
kültür ve edebiyat dergilerini takip edemez hâle gelmişsem bu, gerçekten üzüntü
verici bir durumdur. Bunu anlamaya çalışmak için kafa patlatmak gerekmez,
mazeret üretip işin içinden çıkmaya çalışmak da tam manasıyla batmaktır. Hele
nostalji yaparak konunun üzerinden geçmek son derece yanlıştır ve umutsuzluğa
yol açar. Durum ortadadır ve yapılması gereken bellidir. Nerede kalmıştık,
demeliyiz.
Bu
bağlamda bir zamanlar, özellikle Kahramanmaraş, Bursa, Konya, Adana, Kayseri,
Erzurum, Trabzon ve Rize’de çıkan dergileri özenle takip ederdim. Sonra onların
bir kısmı kapandı, çıkan yenilerini ise takip edemedim. Ancak Anadolu’dan bir
dergi haberi aldım mı hemen heyecanlanıyorum. Orada geleceğe dair güzelliklerin
yeşereceğini düşünüyorum. Aklıma Cemal Süreya’nın otuz küsur sene önce bizim
çıkardığımız dergiyle ilgili ve onun üzerinden söyledikleri geliyor: “Ayane
dergisinin 4. sayısı geldi. Yönetim yeri Rize’de, yazışma adresi Ankara’da olan
bu küçük yayın organını seviyorum. Özellikle şiirde savsız bir kıpırtı içinde.
Yazılmakta olan şiiri temel almıyor, ondan kaçmıyor da. Nuri Pakdil’in
Edebiyat’ını anımsatıyor biraz. Taşra dergisi değil ama yerel yetenekleri
değerlendirmeye çalışıyor. Bu tür küçük dergilerin çoğalması edebiyatımızın
altından nicedir kaymakta olan alt yapıyı yerine getirir umudundayım.” (Cemal
Süreya, 999. Gün: Üstü Kalsın, Broy Yayınları, 1991.) Alt yapı meselesinin
ciddiyetini ta o yıllarda gören büyük usta, meselenin çözümü için de Anadolu’da
çıkan dergileri işaret etmiş olması çok anlamlıdır. Bugün biz, sorunların
çözümü gençlerde diyorsak, gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve
şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden
konuşmalıyız diyorsak aslında aynı şeyleri söylüyoruz. Aklın yolu birdir. Bu
milletin hangi konuda olursa olsun darda kaldığında gideceği yer Anadolu’dur.
Ne varsa Anadolu’da vardır. Bunun için sizin çıkardığınız dergi gibi dergilerin
çoğalmasını, uzun ömürlü olmasını ve gençlere mektep olmasını diliyorum.
Anadolu’dan ayağa kalkmak ve Anadolu’dan çoğalmak gerekiyor.
NOT:
Üstat Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021’de İstanbul’da yalnız yaşadığı evinde 88
yaşında vefat etti. Cenazesi, Şehzadebaşı Camii haziresine defnedildi. Allah
rahmet eylesin. Şaban Abak, 26 Kasım 2021’de Twitter’dan “Üstat Sezai
Karakoç’un vefatından hemen sonra odasına girip yanında diz çökerek Yasin-i
Şerif okumak nasip oldu. Masasında gözlüğü, ilâçları ve okuduğu son kitaplardan
Mehmet Erdoğan’ın Sezai Karakoç’un Düşünce Ufukları kitabı vardı.” bilgisini
paylaştı. Onu bir daha göremeyeceğim için son derece mahzun oldum.
KAYNAK:
Söyleşi: Mehmet Oğuzhan Çağlar (Şahsiyet Mecmua, S. 9, 14 Ocak 2022)
1980’li
yıllar Türk şiiri açısından “içe dönüş” diye tanımlayabileceğimiz bir sürece
sahne olmuştur. Sloganik şiirlerin bir anlamda varlık sebebi ortadan kalkmış,
buna karşılık direnişçi, memleketçi, sosyal duyarlıkların buharlaşma
emareleriyle koşut şekilde gelişen bireyselleşme temayülü döneme bütün
hatlarıyla mührünü vurmuştur. İstisnaî unsurlar elbette vardır, ama bunlar
dönemin genel atmosferine etki edecek dinamikten yoksundur. Bireysellik o
yılların poetik ruhu içinde âdeta bir vecibe gibi görülmüştür. Siyasî ve sosyal
yönsemeler, ancak bireyselliğin parantezine alınmak suretiyle, o da denebilir
ki oldukça utangaç ve dolaylı bir dille şiire girebilmektedir.
Mehmet
Erdoğan’ın Aşk Diye Diye adıyla bir
araya getirdiği toplu şiirlerinde, dönemin poetik emarelerini yer yer
görebilmek mümkün. Bunu olumlu veya olumsuz bir yargı anlamında değil, ama bir
tespit olarak ifade etmek gerekiyor. Kitaptaki şiirlerin bu tespit ışığında
daha vazıh ve doğru şekilde değerlendirilebileceği kanaatindeyim. Yayım
tarihleri itibarıyla 1984’ten 1999 yılına kadarki bir sürecin verimleri olan bu
şiirleri sadece 1980’lerin poetik ruhuyla açıklamak elbette çok isabetli olmaz.
Belli ustalardan kişisel etkilenmelerle birlikte 1970’lerden tevarüs edilmiş
bir şiir görgüsünün şairin kişiliğinde, söyleyiş ve söylem tarzında belirleyici
yerinin olduğu söylenebilir. Bu çerçevede Mehmet Erdoğan’ın şiirini,
1970’lerden 1980’lere doğru sarkan poetik, dahası estetik evrilmenin bir
tezahürü olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Toplu şiirler kronolojik yöntemle
okunduğunda sanıyorum bu çıkarsamamız daha iyi anlaşılacaktır. 1980’lerin
poetik/estetik temayülleri onda bilhassa bu yılların sonuna doğru tebarüz
etmeye başlamış, 1993’te yayımlanan Örtüye
Bürünen Sözler kitabı için yapılan seçmelerle de dönemiyle olan ünsiyetini
vurgulayıcı bir yapıya/bütünlüğe sahip kılınmıştır. Bu kitabıyla toplu
şiirlerdeki diğer şiir mevcudu arasında beliren karakteristik farkları dikkate
aldığımızda ise Örtüye Bürünen Sözler’in
belirleyici düzeye gelmediği, dolayısıyla altını çizdiğimiz ünsiyetin arızî bir
nitelik taşıdığı fark edilir. Şairin, Örtüye
Bürünen Sözler’den sonraki şiir sürecinde başlardaki ses ve söyleyiş
tarzını büyük ölçüde devam ettirdiği görülür. Örtüye Bürünen Sözler’deki gerek mensur şiir tekniğinden gerekse
ağdalı imgecilikten uzaklaşarak hece şiiri başta olmak üzere daha geleneksel
şiir formlarından beslenilmeye başlanmıştır. Bunun beslenmeden öteye bir
yatkınlık olduğu, şairin fıtratından, başka bir ifadeyle dili tasarruf edişle
ilgili baskın özelliklerinden kaynaklandığı da ayrıca ileri sürülebilir. Sözel
ifadeyi öne çıkaran, mısracı söyleyişin ağır bastığı, ritimden çok sese dayalı
anlatım yapısı bu süreçte şiir dilini şekillendiren ayırt edici niteliği olarak
ortaya çıkar. Ancak onda imgeden yalıtılmış bir şiir dilinden handiyse hiçbir
şekilde söz edemeyiz. Seyreltilmiş şekilde bile olsa imgeden yararlanma eğilimi
her zaman yürürlüktedir. Bu, aynı zamanda modern şiirin imgeyle irtibatı
konusundaki bir aşinalığın işaretidir. Öte taraftan imgeye yönelik nispî
düzeydeki ilginin zaman zaman gerçeğe olan ilgiyi aşındırarak şiirini zora
soktuğu da görülebilmektedir. Modern ve geleneksel unsurları bir araya getirme
çabasında imge, şiir dilinin modernle bağını kuracak en önemli araç olarak rol
oynar. Örtüye Bürünen Sözler
haricinde imge-yoğun bir dille yazmaz, ama imgeyi geleneksel şiirle arasında
bir farklılaşmayı temin etmek üzere sürekli elinin altında tutar. İmgeye olan
belirli mesafesine rağmen imgeyi dışlamayarak bir bakıma modern şiire
aidiyetini pekiştirmek yahut ihsas etmek ister.
Tema ve
izlekler açısından bakıldığında ise Aşk
Diye Diye’deki şiirlerin modern ve geleneksel yönsemelerden mürekkep bir
yapısının olduğunu görürüz. Aşk, ayrılık acısı, sevgilinin özlemle yâd
edilmesi, çocukluk anıları ve nostaljisi, coğrafî ve sosyal içerikli yerel
motiflerin öznenin kimliğine içselleştirilmesi (yerel duyarlıkların ibrazı)
gibi büyük ölçüde geleneksel şiir dünyasına ait muhteva unsurları kitaba hâkim
olan genel hâletiruhiyeyi oluşturur. Aşk temi, o da daha çok çocukluk aşkı
etrafında dönen acılı ve özlemli tonlamalarla şairin bütün şiir yolculuğu
boyunca başat niteliğini korur. Denebilir ki şair, her safhada aşkı tekellüm
ederek şiirinin âdeta değişmez nirengisi hâline getirmiştir.
Öbür
taraftan bireyin kimlik ve varoluş problemleri etrafında gelişen içsel
çatışmalar, hayatı sorgulama çabası, kaygılı ve uyumsuz öznellik biçimleriyle
modern şiirin ayırt edici yönsemelerini Aşk
Diye Diye’de müşahede etmek mümkündür. Şehre uyum sağlayamamaktan ileri
gelen mutsuzluk ve yabancılaşma duygusu, aşkı varoluş sorunlarıyla tekemmül
ettirme cehdi, gerek aşkın dünyasıyla gerekse manevî değerlerle somut/gerçek
hayat arasında var olan yabancılık (iletişimsizlik) algısı; yalnızlık,
çaresizlik, ölüm izlekleriyle cisimleşen modern motifler, öznenin duyuş ve tasavvur
dünyasını tanımlayıcı belirlenimler olarak karşımıza çıkar.
Bu
çerçevede Aşk Diye Diye’deki şiir
mevcudu, geleneksel form ve temlerin modern duyarlık ve yönsemelerle iç içe
geçtiği bir teşekkülün verimleri olarak kabul edilebilir. Yer yer modern bir
form ve anlatıma doğru kaydığında bile geleneksel unsurlar onda genel
itibarıyla merkezî bir konuma, bir belirleyiciliğe sahiptir. Geleneksel derken,
burada modern öncesi bir yapıyı kastetmediğimizi, hece şiiri temelli olmak
üzere modernleşme sürecinde ortaya çıkan belirli dönemsel oluşumları işaret
ettiğimizi belirtelim.
Buna
göre Mehmet Erdoğan’ın toplu şiirleri, şiirimizdeki modernleşme tecrübesinin
anlam ve tezahürlerine odaklanmış okumalarla gerçek anlamda müstefit
olabileceğimizi düşündüğüm bir birikimi önümüze koymaktadır. Önemli olan ise
görülmesi gereken yeri görmek, doğru okumalarla doğru sonuçlara varmaktır.
Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler (2014) Ekler bölümünden
1. Ali K.
Metin, Mehmet Erdoğan şiirinde “dönemin poetik emarelerini yer yer görebilmek
mümkün” der. Mehmet Erdoğan 80 kuşağı içinde değerlendirilir. Ali K. Metin’in
dönemden kastı da 80 kuşağının şiirlerini yazdığı zaman aralığıdır. Ali K.
Metin’in “yer yer” diye belirtmesine dikkat etmek lâzım, çünkü Mehmet Erdoğan
şiiri bütünüyle 80 kuşağından sayılamaz. Hatta 80 kuşağına karşı bir tutum bile
görülebilir onun şiirinde. 80 kuşağı şairlerinin çoğalttıkları imgesel
söyleyişi, soyutluğu, hayattan kopuşu, aidiyetsizliği reddetmek, ondan çıkmak,
yeni bir söyleyiş yakalamak gerektiğini duyuran,
hissettiren bir şiirdir Mehmet Erdoğan’ın şiiri.
Dönemiyle “yer yer” ortak yönleri mutlaka olacaktır. Malûm,
şiir her edebî eser gibi yazıldığı dönemi yansıtır, ona dair özellikleri
geleceğe taşır. Bunu bazen dönemini sahiplenerek, bazen de eleştirerek yapar.
Her ikisini yapmasa da dönemin rengi, kokusu, tınısı ona yansır. Çünkü sonuçta
şiir, insan merkezlidir. Bunu hayat merkezlidir şeklinde de anlayabiliriz. Konu
edinilen mekân kadar şairin o şiiri nerede yazdığı bile önemlidir. Zamanla
mekân şiirde bütünleşir. Bunun aksi bir durumla karşılaştığımızda onu
yadırgamalıyız. Mehmet Erdoğan’ın şiiri, sorgulayıcı bir şekilde döneminden
özellikler taşır. Tabiî Ali K. Metin’in dönemle ilgili söylediği “içe dönüş” ve
“bireysellik” de yabana atılmayacak şekilde Mehmet Erdoğan şiirinde görülür.
Ali K. Metin’in “bireysellik” ve “içe dönüş” diye anlattığı
şeyi, “kendine dönüp bakmak” şeklinde yorumlamak istiyorum. Hiç olmazsa Mehmet
Erdoğan şiiri için böyle. Çünkü onda sık sık kendine dönüp bakışın, bir
sahicilik arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Ali K. Metin öyle kastetmemiş olsa
bile “içe dönüş”te bir kaçış temi, iması her zaman bulunabilir çünkü.
Rahat bir söyleyişi vardır Mehmet Erdoğan’ın, ilk şiirinden
son şiirine kadar. Sembolle, imgeyle kasmaz şiirini, dozunda kullanır. Durumla
düşünce atbaşı gider. Yer yer durum tespiti yapar, sonra da bunun üzerine
düşünür. Tasvir, anlatım, olay pek görülmez. Bu yönleriyle de aslında 80 kuşağı
şiirine benzer şiiri. Fakat kendini bırakma, şairi başka bir dünyadan gelmiş
gibi algılama, insanlara büyük, derinlikli, herkesin anlayamayacağı haberler
verme havasında değildir. Mehmet Erdoğan’ın şiirinde konuşan özne, gidip
tokalaşabileceğimiz, oturup çay içebileceğimiz, tabureye oturup sohbet eden,
yoldan geçerken görebileceğimiz biridir. Bu yönleriyle 80 kuşağı şiirlerinden
farklılaşmıştır Mehmet Erdoğan şiiri. Aslında 90 kuşağı şiirine doğru bir
yönelme, yön gösterme de vardır bu rahatlıkta, kendini bırakmayışta.
2. Mehmet
Erdoğan şiirinde “aşk”, “yalnızlık” ve “el” belirleyici konumda durur.
“Yalnızlık” bir durum tespitidir. Aşk
Diye Diye’nin (Ülke Yayınları, 2014) üçüncü bölümünü oluşturan şiirlerde
yavaş yavaş silinir yalnızlık, belirleyici olmaktan çıkar. “Aşk” gerekliliktir,
bir şeyler yapma gerekliliği, yapmak için itici güç ve kaynaktır ayrıca.
“Elleri yok sözlerimin”. “El” ise alettir, yapacak olan yani. Burada şairin
“el”den söz etmesiyle yalnızlığı eş değerdedir aslında. Kendisi yapacaktır ne
yapacaksa, kendi ellerine güvenmelidir güvenecek bir dayanak arıyorsa. “Aşk”
bitmez. “Yalnızlık” sanki üstesinden gelinmeye çalışılan şeydir. “El”le
yapılacak şeyler, yalnızlığın üstesinden gelinmesini sağlar. Fakat asıl olan,
her defasında, ilk şiirden son şiire kadar “aşk”tır. “Aşk”, çoğu zaman inanca
dönüşür, bazen iman olur, bazen sevda ve bazen de düşünce. Mehmet Erdoğan
toplumsal meselelerden söz ederken bile aşkla konuşur. Onun şiirinde “aşksız”
hiçbir şey olmaz.
3. “Örtüye
bürünen sözler”, Mehmet Erdoğan şiirini özetleyen bir isimdir. Onun ilk
kitabının adı Örtüye Bürünen Sözler’dir
(Dergâh Yayınları, 1993). “Örtüye bürünen”le, bilindiği üzere Peygamber
Efendimiz kastedilir Kur’an-ı Kerim’de.
Mehmet Erdoğan’ın kastı da budur. Ama ismin asıl yönü, bence Mehmet Erdoğan
şiirinde konuşan öznenin temel özelliğidir. Bu temel özellik de
“utangaçlık”tır. Erdoğan her sözünü, altta, hazırda utangaçlık eşliğinde
söyler. Bu yüzden sözleri tamamen açık değildir. Görüntü fludur ya da şöyle
söyleyelim; haritanın tamamı gösterilmez, daha çok kapalı göndermeler
kullanılır. Okuyucunun hayal dünyasına, anlayışına bırakılmıştır birçok mısra,
tasvir veya durum. Bunun tek sebebi “çekingen söyleyiş”tir. Bu yüzden
denilebilir ki Mehmet Erdoğan, şiirinin büyük bölümünü kendine saklamıştır,
yazmamıştır. Çok şiir kalmıştır Mehmet Erdoğan’da diyebiliriz.
Mehmet Erdoğan’ın güçlü bir sesi yoktur. Güçlü sesin peşinde
olmuştur, hiç olmazsa ilk iki şiir kitabıyla. Fakat onun kendine özel, farklı
bir sesi vardır. Aslında 80 kuşağı içinde güçlü sese sahip hiçbir şair yoktur.
Güçlü sesten, örneğin İsmet Özel, Sezai Karakoç veya Mehmet Âkif şiirindeki
sesi, yani gürlüğü kastediyoruz. Nevi şahsına münhasır şairlerdir 80 kuşağı
şairleri. Türk şiirinde Mehmet Erdoğan gibi “utangaçlık”la, bir yandan gösterip
diğer yandan saklayan, göstermekle göstermemek, söylemekle söylememek arasında
kalan, çekingen, hayâ eden, gördüğünü, duyduğunu, hissettiğini, bildiğini
olduğu gibi, bütün çıplaklığıyla değil kısmen sesle, kısmen parçalı görüntülerle
sunan bir şair de sanırım yoktur.
Şiirler yazıyorum çocukluğuma
utanmanın her rengine banmış yüzüme
(Utanmak, s. 87)
4. Aşk Diye Diye / Toplu Şiirler 123
sayfa. Mehmet Erdoğan’ın bütün şiirlerini kapsıyor. İnce olduğuna bakmayın,
doyurucu bir şiir Mehmet Erdoğan şiiri. Yukarıda sözünü ettiğimiz özellikleri
dolayısıyla Mehmet Erdoğan’ın çok şiir yazmasını bekleyemezdik zaten. Yazsaydı
belki bu özelliklerinden değil, başka özelliklerinden söz edecektik. “Çekingen
söyleyiş” zaten her şeyi okuyucunun önüne koymaya müsaade etmez. Mehmet Erdoğan
bu yönünü, diğer ifadeyle dolaylı söyleyişini çokça İslâm tarihinden, az da
olsa dünya tarihinden ve çeşitli kitaplardan istifade ederek renklendirir,
somutlaştırır. Okuyucunun bu yönlerle yetinmesi, Mehmet Erdoğan şiirine
yaklaşmaya çalışması, diğer kapalı alanları da edinmesine, anlamasına
yetecektir.
İtibar, S. 52,
Ocak 2016
Yıllardır
ülkemizde, Türkçemizde, daha özelde edebiyatımızda hatırı sayılır bir eleştiri
geleneği olmadığına yazıklanıp duruyoruz. İyi de, kaçımız eleştiriye tahammül
edebiliyoruz? “Eleştiri kültürü” dediğimiz o erdemli davranış biçimi, aydınca
bir tutum olarak eylemlerimize, yaşayışımıza dâhil edilebildi mi? Hemen hiç
kimse, eksikliğinin söylenmesine katlanamadığı için, “gözünün üstünde kaşın
var” derken bile ikircikleniyoruz. Biri kalkıp “Hayır kardeşim, ben kaşlarımı
aldırdım. O gördüğün kaş değil, tümüyle rastıktır” diyebiliyor. Beri yanda,
eleştiri yazmak için kaleme sarılanların da ölçüye, tartıya riayet etmesi
gerekiyor elbette. İlk ve olmazsa olmaz ilke bu. Bilgi, sezgi, emek, sabır,
vicdan, yücegönüllülük gibi az ve zor sahip olunabilir marifet ve hasletler bir
arada bulunmalı ki böyle netameli bir uğraşa cesaret edilebilsin. Vasat ne
olursa olsun, bu yolda ortaya konan ürünler, hakikatle, kıymetle, insafla
mütenasip olmalı; ölçüyle, güzel ifadeyle yazılmalı. Yıllardır gözlemlediğim,
çok zaman kolay yargıların havada uçuştuğu, ideolojik körlüklerle/ zorluklarla
kuşatılmış, dost ahbap hatırına iş kotarılan, sevilmeyenlere çelme takılan,
övgü ve yerginin ortasını bulamadığımız karmaşık bir ortamın ve uğraş alanının
içindeyiz.
Böyle olduğu için
mi acep eleştiri yazılarına burun kıvırıyoruz? Bu türden yazıların toplandığı
kitapların okur nezdinde, ‘piyasa’da bir kıymeti var mı? Kendi kitaplarımdan
biliyorum, yok. Rejim için bir “özgörev”i olmasa(ydı) Nurullah Ataç’ın yazıları
yeniden yeniden kitaplaşır mıydı? Bakın, değeri şöyle ya da böyle, bu
çerçevedeki birçok yazıyı, kitabı unuttuk. Örnekse, Necmettin Türinay’ın daha
otuz yıl önce basılan kitabını hatırlayan var mı? Halit Ziya’nın, içinde
eleştiri yazıları da bulunan o kıymetdar kitabı (Sanata Dair), bir
yayınevi kadirbilirlik gösterdi de, 75 yıl sonra yeniden basılabildi. Bu
bağlamda örnekler saymakla bitmez.
Cümlenin
Haysiyetini Bilen Eleştirmen
Elimde, Mehmet
Erdoğan’ın eleştiri yazılarının, eleştiriye yakın duran denemelerinin
toplandığı kitabı var. Büyük bir yayınevinin, adlandırma doğruysa ‘a
serisi’nden değil de, altsınıf bir yayınından çıkmış. Eninde sonunda ticarî bir
müessese olan yayınevinin ‘piyasa’ refleksi deyip geçebilirsiniz. Hayır, salt
öyle değil. Bana sorarsanız, edebî tenkide verdiğimiz değer, gösterdiğimiz
itibar, şu kitabın basılış ‘macerası’na bakılarak bile anlaşılabilir. Böyle alt
bir kategoriye dâhil edilmesi, eserin değersizliğinden değil. Okuyun
göreceksiniz, Mehmet Erdoğan, cümlenin haysiyetini bilen, yazdıklarını okutan,
şiire vukufu olan biridir.
Alçakgönüllüce
kitabına Eleştiri Denemeleri adını vermiş yazar. Bu bağdaştırmayla
iki anlama birden işaret edilmiş oluyor: 1. tenkidi tecrübe eden yazılar, 2.
eleştiri ve deneme türündeki yazılar. Kitapta, Erdoğan’ın daha önce çıkan iki
kitabındaki (Sübjektif Yazılar, Şiirin Eşiğinde) yazılarının hemen
çoğu ile 2004’ten sonra yayımlanan ürünleri bir araya getirilmiş. Yazılar bu
yeni toplama alınırken gözden geçirilmiş, başlıkların bir kısmında küçük
değişiklikler yapılmış. Dört bölümde kümelenmiş elli altı yazı. Eserin ana
gövdesini “şiir hakkında”ki birinci bölüm (on dört yazı) ile “şairler
hakkında”ki ikinci bölüm (otuz dört yazı) oluşturuyor. Üçüncü bölümdeki iki
yazı hikâye ve hikâyeciler, son bölümdeki altı yazı da eleştiri ve
eleştirmenler çevresinde.
İNDİRGEMECİ
BAKIŞI DA OLMASA…
Mehmet Erdoğan şiir
bahsinde, şairler çevresinde epeyce konuyu tartışıyor. Birçok şaire değer
biçiyor, konum belirliyor. Çok yerinde tespitleri olmakla birlikte, okuru
şaşırtan hatta yanılgıya düşürebilecek hükümleri de az değil. Söz gelimi, bir
edebiyat tarihi yazsam, Erdoğan’ın şu tespitini tereddütsüz alıntılarım:
“Cumhuriyetin gözü kapalı nesilleri şiir adına manzume yazar. Yeni devletin
bütün imkânlarından yararlanır ve oturduğu yerden memleket edebiyatı,
Anadoluculuk yapar.” (s. 20) Şöyle bir yargıyı da azıcık tashih ederek alırım:
“Hilmi Yavuz’da sadece ‘kelime’ vardır. Hilmi Yavuz edebiyat üzerine düşünen
bir aydın olarak önemli olabilir, ancak ‘Hilmi Yavuz’un şiiri’ denildiğinde
olumlu bir şey hissetmek pek mümkün değildir.” (s. 18) Şuna ise dönüp bakmam:
“Milletvekili seçilerek siyasete atılan Erdem Bayazıt, iddiasız ve silik bir
portredir. Siyasal hayatında bağlı bulunduğu dünya görüşünü yeterince temsil
edemez ve kendisine umut bağlayan çevreleri hayal kırıklığına uğratır. Bir
anlamda şiirindeki devrimci duyarlığa ve seslendiği kitleye sırtını dönmüş
olur. Böylece siyaset, şiirinin üzerine bir kara leke gibi düşer.” (s. 252)
Erdoğan’ın
indirgemeci bakışı, yer yer acıtıcı üslubu olmasa, yazdıklarının değeri bir kat
daha artacak. Söz gelimi şöyle bir yargı yaralayıcıdır: “Nuri Pakdil ve
ardılları, İslâm inancına bağlı olmakla birlikte, din hakkındaki bilgileri cami
cemaatinin seviyesinden öteye geçmez. Kimya-yı
Saadet ve Mektubat-ı Rabbanî gibi kötü tercüme edilmiş avamî
kitapların dışında, belki bir de Millî Eğitim Bakanlığının ‘Şark Klâsikleri’
dizisini okumuşlardır.” (s. 344) Doğrusu, böyle bir tespit, yazının diğer
kısımlarına dercedilmiş çok değerli görüşlere, düşüncelere, savlara da halel
getirebilir.
Benzerlerinde var
olan inişler çıkışlar, eksiklikler fazlalıklar Mehmet Erdoğan’ın yazılarında da
görülüyor. Öznellik ve zaman zaman öfkeli, hadi acımasız diyelim, bir dil
dikkatten kaçmıyor. Düşüncelerine yer yer katılmasam da, kimi tespitlerini
keskin hatta yersiz bulsam da, Erdoğan’ın eleştiri denemelerini, bilhassa şiir
bahsinde yol yordam arayanlar için önemli buluyorum. Birçok yazının üzerinden
çeyrek asır geçmiş olmasına rağmen, Eleştiri
Denemeleri’nde hâle uygun değerli tespitler, yararlanacağımız düşünceler
var.
Star KİTAP 15.01.2015
Üniversite öğrencisiydik, bir ‘mekteb’e mensuptuk,
öğreniyorduk durmadan. Ama eksik bir şeyler vardı. Bu eksiklik aynı fakülte
içinde şiir ortak paydasında birleşebilecek bir potansiyelin varlığını
keşfetmemizle birlikte ortadan kalktı: Ayane’yle;
Mehmet Erdoğan’la tanışmıştık. Mektebin içinde her şeyini kendimizin
belirlediği bir mektebimiz daha olmuştu.
Ocak 1988-Aralık 1990 tarihleri arasında yayımlanan Ayane’nin ilk sayısını sınıf arkadaşım
Osman Selvi’nin elinde görmüştüm. Ve bu dergi ‘piyasa’ dergilerine hiç de
benzemiyordu. Belki biraz soğuk bir görünüşü, müthiş bir disiplin içinde
pırıldayan bir mizanpajı vardı. Ve ben modern Türk şiirine çok uzaktım. Ayane’nin beni (ve bir kısım
arkadaşlarımı) eğiten bir mektep olabileceğini ilk anda tahmin edemedim elbette.
Aynı çatı altında aslında farklı dünyaların adamlarıydık
belki, ama şiir ve edebiyat, insanları aynı şemsiye altında toplamayı
başarabiliyordu o günlerde. Ayane de
bizi önce Mehmet Erdoğan’a götürdü. Sonra Süleyman Borlak, sonra Ömer Ceylân...
Biraz daha sonra Osman Özbahçe... ‘Dışarıdan’ İbrahim Eryiğit, Arif Dülger,
İsmail Hocaoğlu, İsmail Kasap, Recep Seyhan, Kâmil Yeşil... Uzaklardan M. Ali
Garip, Nazir Akalın ve Ömer Erdoğan...
Halka gittikçe genişledi. Mehmet Erdoğan’la şiir üzerine
sohbetlerimiz, öğrenci evlerimize taşındı; bir şiir öğretmenimiz vardı artık.
Bu dergi etrafında ben ve arkadaşlarım tıfl-ı ebcedhan gibiydik. Aslında bizler
ürünlerini bir edebiyat dergisine göndermekten çekinebilecek kadar mahcup
gençlerdik. Ayane’den sonra bu
mahcubiyetimiz törpülendi elbette. Bu dergiyle tanış olmamızın peşinden gelişen
süreçte yazdıklarımızı hemen yayımlamıyor, toplandığımızda üzerinde
konuşuyorduk. Bazen metinleri Mehmet Erdoğan’a veriyor ve onun törensi bir
edayla bu küçük metinler üzerine ciddiyetle eğilişini, itinayla düzeltişini,
yol gösterişini, tecrübelerini aktarışını izliyorduk. Şiirlerimiz elden geçiyor
ve yayımlanabileceği üzerinde birleşebilirsek, sanki hemen o an mevcut Türk
şiir/edebiyat birikimine eklenmiş oluyorduk (bize öyle geliyordu). Bazen şiir
meseleleri ve şairler üzerine düşünmek ve yazmak gerekiyordu, ama öncesinde o
konuyla ilgili ‘efradını câmi ağyarını mâni’ bir ders-sohbetten sonra işe
koyuluyorduk. Mehmet ağabey, yazdıklarımızı ciddiyetle değerlendirmekle
yetinmiyor, yazma konuları da veriyordu bize. Bu konular bizi bazen eğilimlerimizi
besleyecek bir çabaya sevk ediyor, bazen de tamamen yabancısı olduğumuz, ama
şiirle, edebiyatla meşgul olacak herkes gibi bizim de araştırmamız, yüz yüze
gelmemiz gereken alanlarda oluyordu. Sadece konu değil, kaynaklar; okumamız
gereken deneme, inceleme, eleştiri kitapları ve makalelerden de söz
etmeliyim...
İşte mektebimizi oluşturmuştuk.
Şimdi geriye dönüp baktığımda şöyle düşünüyorum: Bizden önce Sırât-ı Müstakîm, Büyük Doğu, Diriliş,
Edebiyat, Mavera, Aylık Dergi, Yönelişler çevresinde neler olduysa o zaman
da benzer şeyler olmuştu galiba. Mehmet Erdoğan aslında bir birikimi tevarüs
etmişti, biz de o vasıtayla daha önceki birikimi tevarüs ediyorduk sanırım.
Adını andığım öncü dergiler etrafında birbiriyle etkileşim içinde, bugün her
biri bir mektep sayılan oluşumlardan ve isimlerden kesin hatlarıyla söz
edilebiliyor. Ayane’ye bu açıdan
baktığımızda söz konusu mektepleşmeyi aynı güç ve oranda göremiyoruz elbette.
Fakat dönemin sosyolojik şartları, artık adı geçen dergiler etrafında oluşan
türden mekteplere müsaade edemezdi. 12 Eylül 1980 askerî darbe sonrasıydı ve
Turgut Özal iktidarının alışılması kolay olmayan rüzgârı esiyordu. Bu rüzgârda
oluşan ortamın büyük edebî oluşumlara müsaade etmeyen, mevcut ‘isimleri’ (şair
ve yazarları) selefleri kadar sivriltmeyecek bir özellik taşıdığı söylenebilir
diye düşünüyorum.
Daha önceki dönemlere göre bambaşka bir sosyolojik ortamda
şiirle, edebiyatla meşgul olmak biraz da akacağınız mecrayı bizzat
oluşturmanızı gerektiriyordu. Bu her zaman böyleydi belki, ama kanaatimce bu
durum 1980’lerden sonra çok daha fazla söz konusudur.
Ayane böyle
bir ortamda çıkışını da kapanışını da plânlayarak yayımlanmış bir dergiydi.
Düzenli olarak her ay çıktı ve toplam 36 sayı yayımlandı. Bu derginin etrafında
aynı çevreden bir grup arkadaşla kotardığımız ve taşrada bir ilçede
(Taşova-Amasya) bastırdığımız Kültür
Edebiyat da Ayane’den büyük
oranda izler taşımıştır hep. Bu bakımdan Ayane’nin
çıkışını tetikleyen sebeplere benzer sebeplerle çıkan Kültür Edebiyat’ın son sayısına yazdığımız “Sonuç Yazısı”ndan
alıntılar yapmaktan çekinmeyeceğim:
“Büyük şehir dergiciliğinin tutuculuğundan, sermayeci bir
anlayışla yürütülüyor oluşundan söz edebiliriz. Bizse özgür ortamlarda
gelişeceğine inandığımız sanatta kıdemden önce özgünlüğün sağlanmasını
önemsedik hep. / Biz edebiyatta gücümüze göre iki şeyin altını ısrarla çizdik,
bunda da bir parça başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz. Başkasına yamanmamak
(işbirlikçilikten kaçınmak) ve genç yetenekleri emektar ustalar barajını
delerek öne çıkarmak. Bu, enformasyonun gelişmesiyle ve tahsil düzeyinin
artmasıyla Anadolu’nun her köşesinde bulunabilecek aydın kişiliklerin sesini
duyurabilme çabasıydı.”
Biz, bugün Ayane’yi
Mehmet Erdoğan’la özdeş kabul edebiliriz. Fakat bizim için bir mektep işlevi
gören Ayane’nin bir koleksiyonunu
eline alacak araştırmacılar ne düşünürler bilemem. Sanırım sayfaları arasında,
öne çıkmak istemeyen, soft-eğitici bir ‘ruh’un varlığını her zaman
sezeceklerdir. Bu dergi etrafında oluşan mütevazı, ama dikkate değer birikimin
taşrada edebiyat/edebiyat sosyolojisi, gençlerin kendilerine edebî bir alan
açma ve mevcut kotaları aşabilme, sonrasında ise ‘edebiyat sevâd-ı azamı’na
katılma çabası açılarından ele alınması, değerlendirilmesi gerekiyor.
Aşk
Diye Diye / Toplu Şiirler (2014) Ekler bölümünden
HERKES GİBİ BEN DE KUŞAĞIMIN ŞİİRİNİ YAZDIM
– Sayın Mehmet Erdoğan, yaşamınızı ve şiir
serüveninizi kısaca anlatır mısınız?
– 7 çocuklu bir
ailenin ilk çocuğuyum. Babam din görevlisi, hafız. İmam-Hatip Okulunun lise
kısmında okudum. Sonra İlâhiyat Fakültesini bitirdim. Ailemizde dedemin önemli
bir ağırlığı vardı. Dindar, güvenilir ve saygın bir kişiydi. Bir barış ve
suhulet adamıydı. Halk bilgesi diyebileceğimiz bir kişiliğe sahipti. Okumaya
teşvik ederdi. Ekonomik olarak çevremize göre durumumuz ortanın üstündeydi.
Kendi yağıyla kavrulan, namerde muhtaç olmayan, eşine dostuna yardım edebilen
bir durumdaydık. Çocukluğumda yoksulluk olgusunu hissetmedim; herkesin yoktu,
bizim de yoktu! Tutumlu, hesaplı; yazdan kışı, kıştan yazı hesap eden bir aile
düzenimiz vardı. Eski, yamalı elbiselerimiz olurdu, ama tertemizlerdi. Temizlik
ve düzen fikrinin hâkim olduğu bir ailede büyüdüm.
Dedem, Osmanlı
Türkçesiyle yazılmış dinî halk kitaplarını okurdu, bize anlatırdı. Muhammediyye, muhtasar Kısas-ı Enbiya ve Delâilü’l-Hayrat gibi. Bir konuyu, bir kıssayı belki yüzlerce defa
anlatırdı; aynı heyecanla, aynı üslûpla, son yıllarında aynı kelimelerle. Ben
kendimi bildim bileli her sabah, ezanla namaz arasında mutlaka Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okurdu. Hafız
değildi, ama hafızları dinlerdi, çünkü çok iyi Kur’an-ı Kerim okurdu. Sonra takvim yaprağı gün boyu cebinde
gezerdi. O günün konusunu takvim yaprağı belirlerdi. Günlük olayları ve
konuları mutlaka takvim yaprağındaki konulara; ayet, hadis ve vecizelere
bağlardı. Büyük bir ustalıkla siyasî tartışmalardan uzak dururdu. Tefrikadan
korkardı. Zaman zaman Atatürk ve İnönü dönemlerini sorardım; yaşadıklarını,
bildiklerini anlatmasını isterdim. Kişilere ve olaylara hep olumlu cephesinden
bakardı. Yanlış uygulamalara işaret ederdim; ısrarla eleştiriden kaçınırdı,
tevekkül ehliydi, umutluydu, Allah’a güveni tamdı. Biz görevimizi yapalım,
gerisi Allah’ın işi derdi. Bizi aşırılıklardan koruyan bir tavrı vardı.
Bu arada babamın
vaaz ve hutbe hazırlarken genelde üç kaynağa müracaat ettiğini, bunların Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm (Hasan
Basri Çantay), Riyâzü’s-Sâlihîn
(Muhiddin Nevevî) ve Safahat (Mehmet
Âkif Ersoy) olduğunu belirtmeliyim. Notlarını ve hutbesini yazmayı tamamlayınca
yazdıklarını bir kez sesli okumak âdetiydi. Safahat’tan
aldığı parçaya sıra gelince coşkulanır ve sesini yükseltirdi. Bu yüzden Safahat’a çok erken yaşlardan beri
kulağımız aşinaydı.
1960’lı yıllardan
1970’li yıllara doğru böyle bir atmosferde geçti çocukluğum. Hayat hocam olarak
başta hep dedemi gördüm. İşin ilginç yanı, elli yaş sonrasında yine başa
dönüyorum, çocukluğuma dönüyorum, günlük olayları yer yer o günkü saf bakış
açısıyla yorumlamaya çalışıyorum. Dedemin kulağımda kalan kelimelerine büyük
anlamlar yüklüyorum. Yalan, hile, hırsızlık, riya, gösteriş, israf, hak-adalet,
dürüstlük, çalışmak, sabır, tevekkül ve şükür gibi kelimeleri havi bir hayat
tarzı vardı. Her şeyi bu ve benzeri birkaç kelimeyle açıklardı. Başım ağrıyor
ya da karnım aç dediğinizde bu kelimelerle konuşur; karnınız doyar, şifa
bulurdunuz. Arkadaşınızı şikâyet edersiniz, Kıbrıs’ta savaş çıktı, askerler
darbe yaptı dersiniz yine aynı kelimeler. Dinlersiniz, soru sorma ihtiyacı
hissetmezsiniz. Aradan bunca yıl geçti dedemin kelimelerine bir kelime ilâve
edemedim. Onun baktığı yerden bakmaya çalışıyorum. Tabiî saflığımı kaybetmiş
olarak! Meselâ para kazanarak artmaz, harcarken artar, derdi. Tam bir
Müslümanca hayat felsefesi. Dedemden öğrendiklerimle sürdürüyorum hayatımı,
mutluyum...
Daha ilkokuldayken
kütüphanem vardı. O günkü şartlarda amcamın gurbetten getirdiği tahta bir
bavulda onlarca kitabı saklardım. Kuşağım içinde, çevremdeki arkadaşlarım
arasında ilk kütüphane sahibi olan benim. Ortaokulda Peyami Safa, Orhan Kemal
ve Yaşar Kemal’den romanlar okudum. Çokça popüler tarihî romanlar, aşk
romanları okudum. Çizgi roman hiç okumadım. Yine kuşağım ve arkadaşlarım
arasında ilk düzenli gazete ve dergi okuyan, onları saklayan, arşivleyen benim.
Yeni Devir gazetesi, Mavera dergisi. Satır satır okumak,
okuduğunu arkadaşlarınla paylaşmak, tartışmak. Beğendiklerini kesip saklamak.
MTTB’de konferans vermek, topluluğa hitap etmek. Grup toplantıları düzenlemek,
ortak kitap okumak. Bir fikrin, bir davanın taraftarı olmak. Sabaha kadar
sohbet etmek. 1970’li yıllardan 1980’li yıllara doğru böyle bir atmosferde
şekillendi ilk gençliğim.
Rize İmam-Hatip
Lisesine gitmeye başladığım ilk yıllarda Mustafa Yazgan’ın çıkardığı Tomurcuk (Ahlâkî Çocuk Gazetesi, tabloid
ebat) adlı çocuk-gençlik dergisini düzenli okuduğumu (1977-1978), dergiden ve
okuldaki meslek dersleri öğretmenlerimden (merhum Mehmet Akkaya, Mehmet Besim
Özsüer, Fahri Şirin, Mithat Yaylı, Fikri Günay vb.) etkilendiğimi, bu etkiyle
yazmaya başladığımı, ilk yazımı Tomurcuk
dergisine gönderdiğimi hatırlıyorum. Bir keresinde roman dediğim bir uzun
hikâye yazmış; dergiye, Mustafa Yazgan’a göndermiştim. Aylar sonra gelen ve Tomurcuk antetli kâğıda yazılmış cevabı
hiç unutamam: Yazmaya ve okumaya devam et, yaşına göre çok başarılısın,
kitabının basılması senin için erken olur, ileride daha güzellerini yazabilecek
kabiliyettesin mealinde sözler. İnanılmaz derecede mutlu oldum ve kendime
güvenim arttı. Derginin zaten kitap yayını yokmuş.
Romanımı orta boy
çizgili bir deftere tek nüsha yazmıştım. Yayın işlerinin nasıl yürüdüğünü,
fotokopinin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Bugün bu romanımın elimde olmasını,
o günkü duygularımı yazdıklarımdan görmeyi çok isterdim. Hatırladığım kadarıyla
romanın kahramanı olan bir genç, denizin kenarındaki kayalıkların üzerine
çıkarak oturur, bir taraftan ufuklara ve denize düşünceli düşünceli bakarken
elindeki taşları belli aralıklarla birer birer denize atar, diğer taraftan da
denize karşı yaşadıklarını anlatmaya başlar, elindeki son taşı denize atarken
anlatım biter ve ayağa kalkıp gider. İlginç bir kurgu!
Hayallerim ve
aşklarım nelerdi, dünyaya ve olaylara nasıl bakıyordum; kimlerden ve hangi
olaylardan etkilenmiştim, gerçekten merak ediyorum. Bugün, şiirimdeki deniz ve
taş imgelerinin buralardan kaldığını düşünüyorum.
– Yaşamınızda şiirin yeri nedir?
– Şiir, hep
derinlerde ve mahrem olarak var oldu hayatımda. Kendini şair olarak gören tavrı
(çömezden üstada kadar) her zaman soğuk ve itici buldum. Edebiyat akademisinden
de hazzetmedim. Bana göre şiir davası, hak edilmiş ve mücadelesi olan bir dava
olmalı. Üstatlarda bunu gördüm. Şiir ve edebiyat, her şeyden önce eleştirel bir
duyarlık ve bilinç kazandırdı bana. Günlük hayattan düşünce ve inanç hayatına kadar
hemen her alanda eleştirel bir süzgecim var. Sormadan, soruşturmadan çok az
güvenir ve teslim olurum. Önce teslim olmuşsam bile bir zaman sonra geriye
döner ve sorup soruştururum. Eleştirellik, benim için bir hakikat, bir öz
arayışıdır. Bu yüzden bende, şiirsellik ve eleştirellik birbirine bağlıdır.
Hayat, şiirin
durduğu yerden sorulan sorulara cevap bulma mücadelesidir. Yolun ilâhî kapıya
çıkarsa hayatın anlam kazanır, soruların cevap bulur. Yolun ilâhî kapıya
çıkmazsa soruların beynini kemirir, gönlünü karartır ve sonunda hayatın zehir
olur. Yaşamanın tadı denilen şeyi “şükür hâli” olarak anlıyorum. Mutmain hâl,
bundan sonrasıdır.
Şiir, kayıp giden
bir şey değil; bir eleştirel duyarlık, bir arayış kavgasıdır. Hayat biter, ama
kavga bitmez!
– Sizce içinde yaşadığımız toplum şiirli bir toplum
mudur?
– İçinde
yaşadığımız toplum genleri itibarıyla şiirsel bir toplumdur. Bu yüzden modern
hayatın sunduklarını çabuk eskiten bir özelliğe sahiptir. Milletimiz, ABD ve
Rusya ile her zaman ve her şartta savaşır. Dinine, namusuna, vatanına, kendine,
ailesine lâf söyletmez. Bakmayın öyle bugünkü sünepe hâline. Yeri geldiği zaman
her ferdi bir Recep Tayyip Erdoğan kesilir! Zaten şiir dediğin bu değil mi?
Avustralya ve Yeni Zelanda’dan neden şair çıkmaz? Çünkü tarihleri kendi
topraklarında değil, başka bir ülkenin tarihi içindedir. Türkiye öyle mi? Her
karışı üzerinde yaşayanlar için vatandır. Vatan sahibi olan her millet, aslında
şair bir millettir. Ataletimiz, aymazlığımız, gevşekliğimiz, zayıflığımız
arızîdir. Bam telimize dokunulsun, bak nasıl ses veririz. Bizden bir şey olmaz,
battık/batıyoruz edebiyatını bir tuzak olarak görüyorum. Türk milleti iki
sıfatı her zaman saygın görmüştür; biri şair, diğeri hacı. Efendim, maya ve
toprak sağlam. E, ne ekersen onu biçersin!
– Kendinizi Türk şiir geleneğinde nereye
bağlıyorsunuz?
– Hece sesi,
imgelem ve anlatıma dayalı bir şiir yazdığımı düşünüyorum. Tabiî bu, saf hece,
saf imgelem ve salt anlatım değildir. Onların tortularından bende kalanla
yazılmış bir şiirdir benimki. Daha doğrusu herkes gibi ben de kuşağımın şiirini
yazdım. Bir ara kuşak; biraz ondan, biraz bundan. Benim kişisel olarak
katabildiğim duyarlık ve bilinç oldu.
Hece şiirinin üç
büyük şairi Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı ve Ziya Osman Saba’nın
sesi bana hep dokundu. Çok insanî ve çok saf buldum onların sesini. Meselâ bu
anlamda Necip Fazıl bana pek dokunmaz. Onu başka bir yerde çok önemserim;
kavgasında, mücadelesinde. Sezai Karakoç, her zaman başımın üstünde bir
üstattır. Geniş kanatlı bir bilgedir o. Kanatları altında herkese bir yer
vardır. İsmet Özel’in etrafında çok dolaştım. Şiirde ve düşüncede kuşağımın
yegâne otoritesiydi o. Ne var ki şiiri ve düşüncesi bir “mektep” olamadı. İsmet
Özel, kendini hep dışta ve üstte gördü. Kendine çıkan bütün yollara hendekler
kazdı. Sanki kendisine yaklaşılırsa kutsal ateşi çalınırmış izlenimi verdi.
Cahit Zarifoğlu’nun artist ve mümin hâli ise açıkçası tarzım değildi. O,
uçlarda dolaşan bir üstattı. Bende ise denge hâli her zaman ağır bastı.
– Günümüzde yazılan şiiri biçim/biçem/izlek açısından
nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Günümüzün şiiri
1980’li yılların, hatta 1990’lı yılların şiirinin çok uzağında seyrediyor.
İnsan değişti, toplum değişti, hayat ve hayata bakış değişti. Elbette şiir de
değişecek. Soru ya da sorun, değişimin yönünün nereye doğru olduğudur, yani
günümüz şiirinin yaşadığı değişim sağlıklı mıdır? Bu sorunun cevabı genel
olarak evettir.
Meseleye şöyle
bakıyorum: Günümüz şiiri topluma ve insanımıza yönelttiğimiz eleştirileri,
dünyada ve coğrafyamızda yaşanan haksızlıkları, zulümleri görüyor ve tepki
veriyor mu? İnsanımızın değerler dünyasının farkında mı? Türk şiir geleneğiyle
bağı var mı? Gençlikte bir ses ve bir algı oluşturabiliyor mu? Bu soruların
cevabı evetse mesele yoktur. Okuyucu kitlesinin azlığı veya çokluğu mesele
değildir. Bu başka bir sorun, edebiyat dışı bir sorundur.
Diğer taraftan her
kuşak, kendinden bir önceki kuşağı haklı-haksız eleştirir, sonra durulur. Sonra
da eskir ve yeni bir kuşak gelir. Bu, hep böyledir. Şiir, ayakta kalan ve devam
edenler üzerinden ilerler. Bu devam edenler birbirine eklendiğinde bir dilin ve
milletin edebiyatı meydana gelir. Bu yüzden günümüz şiirinin bir ara kuşak
şiiri değil, bir ana kuşak şiiri olduğunu düşünüyorum. Eksiği, kuşağının
içinden eleştirmeninin azlığıdır. Eksiği, kahramanlarının yeterince mücadeleci
bir kimliğe sahip olmamasıdır.
Son olarak
günümüzde yazılan şiir için Fayrap
dergisi ve çevresini önemsiyor, burada sağlıklı bir damar olduğunu düşünüyorum.
Dünü ve Bugünüyle Ayane Söyleşileri / Türk Edebiyatına
Çeyrek Yüzyıllık Bir Bakış, hzl. Ömer
Erdoğan, Cümle Yayınları, 2016
AYANE, MESLEK VE SANAT HAYATIMIN İLK REFERANSIDIR
Söyleşi: Selçuk Küpçük
– Ocak 1988 tarihli ilk sayıda derginizin ismini,
memleketinizde bir dağdan aldığını belirtip bu dağa mitolojik, metafizik bir
anlam yüklendiğini söylüyorsunuz. Hem derginizin çıkış öyküsünden hem de bu
isim meselesinden bahsederek söyleşimize başlayalım isterseniz.
– “Ayane” adının ne
anlama geldiğini ve dergiye niçin bu adı verdiğimizi dergimizin ilk sayısında
şöyle açıklamıştım: “‘Ayane’, bölgemizde bir dağın ismidir. Arapça ‘ayan’
sözcüğünden dilimize geçmiş; belli, açık yer anlamlarında bir isimdir. Jeolojik
olarak Ayane Dağı; etrafındaki dağlardan bağımsız, yüksek bir dağ konumundadır.
Bölgemizde Ayane’den yüksek dağlar olmasına karşın sıradağlar içinde değil de
bağımsız bir konuma sahip olması, ona bir belirginlik katmaktadır. Sözcük
anlamına uygun olarak açık seçik görülebilen bir dağdır. Ayrıca doruğuna
çıkıldığında, başka dağların ardını da görmek mümkündür.”
Bugün “Ayane”
sözcüğünün tam bu anlama gelmediği, bizim onu bir çeşit kavramsallaştırdığımız
söylenebilir. Ancak bizim için önemli olan ondan ne anladığımız ve ona ne anlam
yüklediğimizdir.
Olayın öyküsü ise
şöyledir: Komşu köyümüzden Yusuf Yılmaz adlı bir köy hocası vardı. Yusuf Hoca,
hiç evlenmemiş, iyi bir hafız, derviş ve yöre halkı üzerinde ciddî etkisi olan
bir kişiydi. Onun yaşayan efsanesi çocukluğumuzda büyülemişti bizi. 1950-1960’lı
yıllar, hoca hafızlarını alır Ayane Dağı’na çıkar; kendisi hem ormanda çalışır
hem de talebelerinin ezberlerini dinlerdi. (Talebelerinden biri de babamdı.)
Dağda, ormanda, Allah’ın kelâmını ezberlemek / ezberletmek nasıl bir duygu, hep
merak etmişimdir. Dağ, orman, ağaç ve çiçek kokuları, kuş sesleri, Kur’an sesi, güneşin doğuşu ve batışı...
Etkilenmemek mümkün değil.
“Çıkarken”
yazısında söz etmiştim: “Ayane’nin doruğunda bir cami vardır. Şu andaki cami,
altmışlı yıllarda, daha önce tarihi bilinmeyen ahşap bir caminin yerine inşa
edilmiştir.” Bu caminin yapımına işte bu Yusuf Hoca öncülük eder. Caminin
inşasında çalışan ustalardan biri de merhum dedemdi. Caminin taşı, kumu ve
çimentosu katırlarla taşınmıştı. İnanılır gibi değil, son derece dik, dar bir patika
yol, mesafe oldukça uzun. Bu insanlar, hangi aşkla bu işi başarmışlardı? Dedeme
sormuştum. Aldığım cevabı, o yıllarda çocukluk aklımla kavrayabilecek durumda
değildim. Dedem, hocanın ‘kerametinden’ söz etmişti. İnşaat malzemesini
sırtında nasıl taşıdığını, insanları nasıl coşturduğunu, onunla çalışanların
neden yorgunluk hissetmediğini gözleri parlayarak anlatmıştı. Hoca bazen
geceleri dağda, caminin inşaatında kalırmış. Köylüler, dağdan gece zikir
sesleri, sabah erken Kur’an sesleri
duyarmış. Dağda içecek su vardı, ama ne yerdi bu insanlar? Cevabı çok ilginç;
köyün kadınları birbirlerinden habersiz ve gönüllü olarak yemekler hazırlar,
sepetlerle işçilerin geçeceği yola koyar ve onlar yenilirdi. Hafızlara da
köylüler böyle yemek taşırdı. Gök sofrası gibi bir şey bu! Merhume ninem
anlatmıştı; akşam boşalan sepetler gidip alındığında sepetlerin hiçbir zaman
boş olmadığı görülürdü. Hoca, sepetlere dağ meyveleri koyar, bir sepetten artan
yemek olursa onu diğerlerine paylaşırdı. Yani ikrama ikramla karşılık verilirdi.
Bu yüzden Ayane
Dağı, bizden önceki ve bizim kuşağımız için çok anlamlıydı: “Yükseliyorsunuz,
en yükseğe çıkıyorsunuz: Doğayı bütün canlılığıyla gözleyebilirsiniz. Tanrı
dostlarının uğrak yerinde metafiziksel bir hava sarıveriyor sizi. İnsana mistik
bir duygu kazandırıyor bu. Dağ, halkın dilinde birtakım efsanelerle dolaşıyor,
ister istemez büyüleniyorsunuz. Açık bir havada Karadeniz’i seyredebiliyor,
enginlere doğru sonsuzluk duygusuyla uçabiliyorsunuz. Doğayı içinize çekerek
yeşile doyuyor, Tanrı’yı ve insanı düşünebiliyorsunuz.” Yusuf Hoca, maddî ve
manevî boyutuyla varlığın özünü yakalamış büyük bir şahsiyet olarak hayatımızda
yer etmişti. Edebiyatın da böyle bir özle iç içe olması gerektiğine
inanıyorduk.
Ayrıca
çocukluğumuzda okuduğumuz efe romanlarının, muhayyilemizde oluşan dağ kültünü
etkilediğini düşünüyorum. Bizim için kahramanlık hikâyelerinin yaşandığı bir
mekândı dağlar. Biliyorduk ki “Gerek geleneksel edebiyatımızda gerekse modern
edebiyatımızda dağ, zengin bir motif olarak vardır. Sonsuz anlamlar çağrıştıran
bir imge olarak şiirimize girmiştir. Dilimiz, dağlarla ilgili zengin
özdeyişlerle doludur. Âşıkların, hakkını arayanların, zorbalara
başkaldıranların sığınağıdır dağlar. Dağlar üzerine türküler söylenmiştir.
Acının, ayrılığın, coşkunun, kahramanlığın, ululuğun simgesidir dağlar.
‘Emanet’ dağlara yüklendi de dağlar yükü kaldıramadı. Ama insan, dağların
kaldıramadığı bu yüke talip oldu. İnsanın varoluşsal misyonu ve gizemi bu
espridedir!” (bk. “Dağların Dili” başlıklı
yazımız.)
Bilindiği gibi Arif
Ay’ın Dosyalar’ında “Rize” adlı bir
şiir vardır ve bu şiirde Güneysu’dan, Kıbledağı’ndan söz edilmektedir; “ay
sarı, sanki mısır ekmeği / akşamları kıbledağından / şavkı soframıza vuran”.
Kıbledağı, Ayane Dağı’nın halk arasındaki yaygın adıdır.
Arkadaşlarla 1987
yılında yaz tatilinin kısa gecelerindeki uzun sohbetlerimizde dergiyi çıkarmaya
karar verirken adını bu duygu ve düşüncelerle Ayane koyduk.
– Dergiyi kimlerle çıkardınız?
– Ayane’yi Rizeli dört arkadaş; İsmail
Hocaoğlu, Ömer Erdoğan, Ali Mahmudoğlu ve ben çıkardık. İsmail Hocaoğlu ve ben,
Ankara’da üniversite öğrencisi olduğumuzdan dergi burada çıktı. Resmiyette ise
idare yeri Rize-Güneysu’da metruk bir dükkândır. (Ömer Erdoğan, vergi levhasını
dergi çıktığı üç yıl boyunca çantasında taşıdı.) Derginin künyesinde sahibi ve
yazı işleri müdürü olarak Ömer Erdoğan, yayın yönetmeni olarak da benim adım
yazar. İsmail Hocaoğlu ve Ali Mahmudoğlu ise bütün imkânlarıyla dergiyi
destekler ve çıkmasını sağlarlar.
– Anladığım kadarıyla bu isimler o yıllarda öğrenci.
Öğrenci imkânlarıyla nasıl dergi çıkardınız?
– İsmail Hocaoğlu
ve ben öğrenciydik. Ömer Erdoğan okumuyor, Rize’de bir sendikanın şubesinde
çalışıyordu. Ali Mahmudoğlu ise okulu yeni bitirmiş, babasının işinde
çalışıyor, yani ticaretle iştigal ediyordu. Yazarlarımız arasında öğretmenler
vardı. Onlar, derginin satışına yardımcı oluyordu. Arif Ay’ın da dergiye maddî
ve manevî çok büyük katkısı olmuştu.
Ayane,
reklâm almadan ve sadece satışla yayın hayatını sürdürdü. Derginin dağıtımı
elden yapıldı. Ankara ve İstanbul’da belli başlı birkaç kitabevine bırakılan
dergi, daha çok abone usulüyle okuyucuya ulaştırıldı. Bazen taşradan paraların
gelmesi geciktiği zaman burslarımızı derginin bütçesine katar ya da Ömer
Erdoğan ve Ali Mahmudoğlu’ndan takviye alırdık. Fakat genellikle Ayane, kendi geliriyle ayakta duran bir
dergi oldu. Ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel
Müdürlüğü, il ve ilçe halk kütüphaneleri için Ayane’ye 100 dergilik abone oldu. İlk sayıyla gerçekleşen abonelik
dergi kapanana kadar da devam etti. Bu 100 dergilik abonelik, Ayane’nin kâğıt sorununu tamamen çözdü.
Bu abonelik, Ömer Erdoğan’ın çabasıyla ve dönemin Rize Valisinin şiirsever
eşinin himmetiyle gerçekleşti. Derginin baskı miktarı ise sayısına göre 500-1000
arası değişti.
Tarihe not
düşülmesi gereken olaylardan biri de şudur: Ayane’nin
bir cezaevi okuyucusu vardı. Diyarbakır Kapalı Cezaevinde yatan hemşerimiz bir
mahkûm, gazete tanıtımlarından dergiyi görür ve posta yoluyla ister.
Göndeririz. Derginin her sayısı bir ay boyunca cezaevinde elden ele okunur.
Sorular sorulur, mektuplar yazılır. İnanılmaz bir şey; şimdi o günleri büyük
bir gururla anıyorum. O zaman inanç vardı, aşk vardı, ayrıca gençlik vardı.
Dönemin havası, şartları çok elverişliydi. O dönemde dergiler hem mektep hem de
bir iletişim aracıydı.
Bir de ilginç ve
ibretlik bir olayı nakledeyim: Ömer Erdoğan, derginin sahibi olarak işveren
sıfatıyla Bağ-Kur’a bağlıdır ve prim ödemesi gerekir. Ancak Ömer Erdoğan bunu
bilmez, dergi kapandıktan yıllar sonra yolu başka bir olay üzerine Bağ-Kur’a
düştüğünde birikmiş prim borcuyla karşılaşır ve o zamanın parasıyla yüklü
miktar bir parayı ödemek zorunda kalır. İşte Ayane böyle çıkar.
– 1980’lerin sonunda çıkıp 1990’ların hemen başında
kapanmış bir dergi olarak aslında Türkiye’nin geçirdiği önemli değişim
noktalarından birinde yayımladınız Ayane’yi. Siz, Ayane’nin çıktığı dönem itibarıyla Türkiye’nin şiir, edebiyat ve bununla
bağlantılı biçimde siyasal, sosyolojik ortamını nasıl değerlendiriyordunuz?
Bunu özellikle derginizin Mart 1989/15. sayısında ilk sayfadan yayımladığınız
“Demokrasiyi Yaşarken” yazınızdan hareketle soruyorum.
– Merhum Turgut
Özal’ın, Türk Ceza Kanununun 141, 142 ve 163. maddelerini kaldırmaya çalıştığı
yıllardı. Bürokrasi ve statükocular, siyasî iktidarın özgürlükler alanını
genişletmesine karşı direniyordu. O yılların en önemli gündem maddelerinden
biri de üniversitelerde başörtüsü sorunuydu. Başörtülü öğrenciler
üniversitelerde derslere alınmıyordu. Bunun üzerine çeşitli üniversitelerde, bu
arada bizim fakültede de (Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi) öğrenciler
dersleri boykot etti. Boykot bir aydan fazla sürdü. Dergi olarak bu olaya
duyarsız kalamazdık. Ancak o yıllardaki edebiyat anlayışı, sosyal olayları
teğet geçiyordu. Arkadaşlarla aramızda küçük bir tartışma yaşandı. Ama sonunda
sınıf arkadaşım ve dergimizin yazarlarından Mehmet Sait Reçber’den (Muhammet
Sait) yardım alarak “Demokrasiyi Yaşarken” başlıklı bir yazı yazdım ve dergiye
koydum. Soruna demokrasi açısından bakan bir yazıydı bu. Boykota katılanlar bu
sayıya büyük ilgi gösterdi. Böylece derginin adını edebiyat dışı bir düzlemde
de duyurmuş olduk.
1980’li yıllar,
özellikle bizim dergiyi çıkardığımız ikinci yarısı itibarıyla bizim gibi amatör
ruhla çıkarılan dergiler için bereketli yıllardı. Bugünlerle hiçbir şekilde
kıyaslanamaz. Yoksulluk ve yoksunluklar içinde müthiş bir enerji, müthiş bir
aşk vardı. Bir şairin, bir yazarın konferansını dinlemek için saatlerce
şehirler arası yolculuk yapardık. Fikir ve sanat mukaddesti, namustu. O
yılların öncesi ve sonrası gibi ideolojik kamplaşmalar yoktu. Herkes
karşısındakini büyük bir saygıyla okur ve dinlerdi. Meselâ Cemal Süreya ve
Ahmet Telli, ideolojik olarak bize uzaktı, ama Ayane’yi çevresine tavsiye eder ve okunmasına katkıda bulunurdu.
Türkiye 1980’lerden
1990’lara doğru kabuğunu kırmaya yönelik bir atılım içindeydi. Merhum Turgut
Özal’ın erken ölümü, Süleyman Demirel’in hainlikleri, faili meçhul cinayetler
Türkiye’yi tekrar vesayet rejiminin darboğazına soktu. İnançlar, idealler
çürüdü; tepkiler, kumpaslar çoğaldı. Lâiklik ve Kürt sorununun temeli devlet
eliyle atıldı. Yaşanan gerilim atmosferi edebiyatın soluğunu kesti. Posası
çıkmış ideolojiler tekrar pazara sürüldü. Böylece edebiyat giderek atmosferini
ve altyapısını kaybetmeye başladı.
– Kapanış yazınızda “Hiçbir grup anlayışının
temsilcisi olmadık. Kimsenin devamı olmadık. Her türlü işbirlikçi tavrın
karşısında yer aldık.” demiştiniz. Kimi zaman dergiler bir şekilde kendilerini
daha evvel yayımlanmış olan bazı dergicilik gelenekleriyle poetik ya da
ideolojik anlamda ilişkilendirir. Bu meseleye yaklaşımınızı biraz açar ve Ayane’nin bu
anlamda yerini tarihe not düşebilir miyiz?
– Ayane’nin çıktığı yıllarda amatör, ama
çok nitelikli edebiyat dergileri vardı; Yönelişler,
İkindiyazıları, Poetika, Üç Çiçek, Şiir Atı, Fanatik, Sombahar, Düşler, Bürde
gibi. Bir de sermaye ve kurum dergileri vardı; Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat, Adam Sanat, Varlık, Türk Edebiyatı
gibi. Sermaye ve kurum dergilerine karşı bir tavrımız vardı. Onları resmî
edebiyatın kulvarları olarak görüyorduk. Oysa amatör dergiler bağımsızdı. Yoksa
kendi dünya görüşümüzün geçmişteki dergilerine karşı bir tavır içinde olmak,
bir çeşit onlara başkaldırarak kendimizi ispat etme gayretinde değildik. Elbette
dergicilikte kendimizi ilişkilendirdiğimiz bir geçmişimiz vardı. Kendimizi Diriliş, Edebiyat ve Mavera çizgisinin amatör bir uzantısı
sayıyorduk. Genel bir çizgi içinde olsa da mektep olmuş her derginin kendine
ait bir özelliği vardı. Bu anlamda Diriliş’in
ruhu, Edebiyat’ın dil titizliği ve Mavera’nın yazar ve içerik çeşitliliği
önemsediğimiz özelliklerdi. Edebî tavırda ise 80 kuşağının etkisi altındaydık.
Her arkadaşımızın kendine özgü bireysel bir havası vardı, ancak ortalama 80
kuşağının izlerini taşıyorduk. Meselâ şiirde imgeyi ve biçimi abartmayan,
toplumsal alanı görmeye çalışan, lirik damarı olan bir şiir yazıyorduk.
– Bir yazınızda Ayane’nin Cemal Süreya’dan, Ahmet
Telli’den, Hasan Bülent Kahraman’a, Ebubekir Eroğlu’ndan Mustafa Kutlu’ya kadar
şiir, edebiyat dünyamızın pek çok önemli ismi tarafından takip edildiğinden
bahsetmiştiniz. Sizce derginizin böyle geniş bir çevrede takip ediliyor
oluşunun sebepleri nelerdi?
– Biz ağabeyleri
olan, ağabeylerini seven bir nesiliz. Yazıp çizdiklerimizi yüzümüz kızararak
ağabeylerimize gösteririz. Onları severiz ve okuruz, ama yeri geldiğinde
eleştiririz de. Ağabeylerimiz bizden, biz ağabeylerimizden güç alırız. Yani
buna, bir tür usta-çırak ilişkisi, geleneksel eğitim ve terbiye metodu
diyebiliriz. Ayrım yapmaz bütün üstatlarla diyalog kurardık. Ortak tema
edebiyat, düşünce ve memleket meseleleri olurdu. Üstatlar bir konuda gençler ne
düşünüyor ve ne yapıyor diye merak ederdi. Gençler de mutlaka üstatlara kulak
kesilirdi. Edebiyatın ve düşüncenin bütün araçları ve unsurları doğaldı,
günümüzdeki gibi piç edilmemişti. Dergiler satın alınır, okunur ve saklanırdı.
Ben gazetelerin kültür-sanat sayfalarını kesip saklardım. Konferanslar,
tartışma programları düzenlenir, bütün kesimlerce izlenirdi. Dolayısıyla edebiyatın
kendi doğası içinde doğal bir dolaşım ve etkileşim vardı. Bugün geniş çevre
olarak görülen şey o gün doğal bir bütündü. Genel olarak taraftarlık yoktu,
edebiyat vardı. Herkes herkesi okurdu. Kuşkusuz herkesin bir edebî üslûbu ve
tavrı vardı, ama bu, bütünün bir parçasıydı. Ben edebiyatın bugün için de
seçkin bir okuyucusu olduğuna inanıyorum. Seçkin okuyucu, nitelikli eserler
okur ve her çevreden saygın yazarları takip eder.
– Derginin 17. sayısında (Mayıs 1989) o dönem çok
dikkat çeken “Yitik Şairler” başlıklı bir yazınız yayımlandı. Neden bu yazı
yazılmıştı ve o günkü edebiyat çevrelerinde oluşturduğu etkilerinden
bahsedebilir misiniz?
– Evet, “Yitik
Şairler”e çok çeşitli çevreler kulak kesildi ve yazı, gazete ve dergilerde
geniş yankı uyandırdı, Ayane’nin daha
yakından izlenmesini sağladı. Derginin edebî tutumunda da önemli bir rolü oldu.
Aynı zamanda bazı çevrelerin dergiye ve şahsımıza karşı sessiz boykotuna da
sebep oldu. Ayane denilince akla
“Yitik Şairler” geldi. Bu uzun yıllar böyle devam etti.
Fehmi Koru, Zaman gazetesinde Taha Kıvanç
müstearıyla yazdığı “Kulis” köşesinde “Yitik Şairler” üzerine bir yazı yazdı ve
ondan iyi bir özet yaptı. Ayrıca gazetesinin kültür servisine bir çağrıda
bulundu; bu serviste çalışanlar, yazıda adı geçen şairlere ve şiirden
anlayanlara Ayane’deki görüşlere
katılıp katılmadıklarını sorsalar güzel, yararlı bir tartışmaya katkıda
bulunmuş olurlar, dedi. Fehmi Koru’nun bu önerisi gerçekleşmedi. Bilmiyorum ya Zaman gazetesindekiler ilgilenmedi ya da
söz konusu şairler ve şiirden anlayanlar buna yanaşmadı. Belki ikinci durum,
yani kimse bize açıkça sataşmak istemiyordu. Çünkü kılıcımız kesiyordu. Ne var
ki bu yazı yüzünden çok tepki aldığımı biliyorum.
Neden böyle bir
yazı? Biz ağabeyleri olan, ağabeylerini seven bir nesiliz, dedim. Yazıya konu
olan bazı ağabeylerimiz bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. Siyasete atılmışlar,
bürokraside yükselmişler ve edebiyatı boşlamışlardı. Bu boşlama biraz küçümseme
tavrı içeriyordu. Yani edebiyatı bir basamak olarak kullanmışlardı. Biz, 29
Kasım 1987 Milletvekili Genel Seçiminde ANAP’tan Kahramanmaraş Milletvekili
seçilerek siyasete atılan Erdem Bayazıt ağabeyimizden siyasette aktif bir rol
üstlenmesini istiyorduk. Meselâ Kültür Bakanı olmasını beklerken başörtüsü
sorununda sessiz kaldığını gördük. Oysa Afgan-Rus savaşının en yoğun yaşandığı
günlerde mücahit kamplarına kadar giden ilk Türk gazeteci oydu. Türk basınında,
Afgan mücahitleriyle ilgili ilk sağlıklı bilgiler onun yazdıklarından
okunmuştu. Ne var ki siyasal hayatında bağlı bulunduğu dünya görüşünü yeterince
temsil edemedi ve kendisine umut bağlayan çevreleri hayal kırıklığına uğrattı.
Bize göre şiirindeki devrimci duyarlığa ve seslendiği kitleye sırtını dönmüştü.
Bir şair ağabeyimiz bir spor kulübünde yönetici olmuştu. Bunlara tepki
gösterdik. Şiirin, sanatın namusunu savunduk. Yazıya konu edilen bazı şairler
de (Turan Koç ve Osman Konuk) şiire ara vermişlerdi. Bana göre bu yazıyla
onları da olumlu yönde tahrik etmiş olduk. Neticede “Yitik Şairler”, hayalleri
yara almış idealist ve edebiyatsever bir neslin tepkisine tercüman olmuştu.
– Ayane daha evvel hiçbir dergide rastlamadığımız
şekilde plânlı olarak yayınını sonlandırdı. Üç yıl öngörülen yayın periyodu,
Aralık 1990 tarihinde doldu ve bu bir kapanış yazısıyla okuyucuya duyuruldu.
Neden böyle bir plânlama yapılmıştı ve kapanması, gerek dergi çevresinde ve
gerekse derginin okuyucularında daha sonra ne tür izler bıraktı?
– Ayane’yi çıkarırken üç yılı hedef
almıştık. Dergiyi her ay düzenli bir şekilde çıkarmayı başardık. Hedefi tutturduğumuzu
düşündük ve dergiyi en iyi zamanında kapattık. Para sorunumuz yoktu,
satışlarımız çarkı döndürüyordu. Okuyucu ilgisi iyiydi. Yazar kadromuz
oturmuştu. Ancak amatör işler ruh ve misyon işidir. Kemale erince
bırakılmalıdır. Yoksa tekrara düşer, zayıflar ve kaybolursunuz. Biz Ayane’den sonra yayıncılık yapmayı hayal
ettik. Önce birinci Körfez krizi ekonomik şartları zorlaştırdı, ardından özel
hayatlarımızı düzene koyma zamanı gelip geçmeye başladı. Ekmek derdi bazı
işleri ertelememizi gerektirdi. Bir işi ertelemek, onu yapmamak demektir.
Nitekim öyle oldu ve bir daha ipin iki ucunu bir araya getiremedik. Her birimiz
farklı mecralara sürüklendi. Ben yayın dünyasının içinde kaldım. Çalıştığım
kurumun yayın birimlerinde görev aldım. Ayane,
meslek ve sanat hayatımın ilk referansı oldu. Benim için bir mektepti. Bu
yüzden dergicilik içimde bir ukdedir; bir gün sürpriz yapabilirim!
– Siz daha sonra dergicilikle irtibatınızı kesmeyerek Atlılar ve Kökler gibi dergilerin çıkış sürecinde de yer
aldınız. Buradan hareketle Türkiye’de günümüz dergicilik -ve buna dâhil olarak
şiir, edebiyat- ortamına ilişkin düşünceleriniz nelerdir?
– Ayane’den sonra dergicilik virüsü hep
baki kaldı! Dergâh Yayınlarının Ankara bürosunda çalıştım ve Dergâh’ta yazmaya devam ettim. 1990’lı
yılların sonunda Hakan Arslanbenzer Ankara’ya geldi ve Atlılar için herkesi topladı, toparladı. Biz de işin içinde olduk. Atlılar’ın her sayısı bizim için yeni
bir heyecandı. Bence Atlılar’ın ilk
sayıları, 1990’lı yıllarda şekillenmeye başlayan edebî atılımın zirvesiydi. Kökler ise Atlılar’ın bu döneminden sonra yayın hayatına başladı. Üç arkadaş;
Ali K. Metin, Osman Özbahçe ve ben, birlikte yola çıktık. Aramızda bir
anlaşmazlık oldu, ben birinci sayıdan sonra işin mutfağından ayrıldım, ama bunu
dışarıya yansıtmadık. Dergide yazdım, bazı sayıları birlikte plânladık; ancak
sona doğru irtibatlar iyice zayıfladı.
Bu anlattıklarım
10-15 sene öncesine ait olaylardır. Şimdi internet gerçeğiyle karşı karşıyayız.
İnternet, sadece edebiyatı, dergiciliği tehdit etmiyor; kitap, gazete ve
yayınevleri de tehdit altındadır. Sinema, tiyatro, konser tehdit altındadır.
Her şeye rağmen kültürün ana damarının, (Cemil Meriç’in ifadesiyle) gerçek
taşıyıcısının kitap olduğuna inanıyorum. İnternet bazı alanları dönüştürüyor,
piç ediyor, ancak o alanlarda tutunamıyor. Gün gelir bütün modalar çöpe atılır,
ama kitap baki kalır. Ben kitabın ve derginin kalıcı olduğuna, nitelikli her
işin var olacağına ve toplumda karşılık bulacağına inananlardanım. Tabiî bu
gerçeği görmeye engel değil, internet gerçeğini kabullenmeliyiz.
Günümüz şiirinin
yaşadığı değişimi de görmek gerekiyor. Her değişimin olumsuz yönleri olsa da
neticede bir atılımdır bu. Atılım ruhunu önemsiyorum. Günümüz şiirinin geçmiş
tarzda bir karşılığı olmasa bile kendine özgü güçlü bir karşılığı var ve bu
inkâr edilemez. Günümüzde eksik olan şey, öze ilişkin çabaların zayıflığı veya
azlığıdır. Bundan şiir de nasibini alıyor. Dünya yanıyor, İslâm âlemi Moğol
bozgunundan sonra bu denli birbirini katletmedi. Düşmanla savaştı, gereksiz
savaşlar yaşandı, fetret zamanları oldu, ama Müslüman Müslümanı bugünkü gibi
boğazlamadı. Bunun yanlışlığını haykırmalıyız. Siyaset haykırıyor, sokaktaki
insan görüyor, edebiyat da görmeli. Günümüz edebiyatı eğlencelik olmaktan çıkıp
misyon üstlenmeli; insanı, hayatı ve toplumu damarlarından kavramalı ve tahrik
etmelidir. Söylemek istediğim, söyleyebileceğim budur.
Selçuk Küpçük, Türkiye Edebiyat Dergileri Atlası, Cümle
Yayınları, 2015
İYİ ELEŞTİRİ ŞAİRLERİN KALEMİNDEN ÇIKIYOR
Söyleşi: Ali Görkem Userin
– Türk edebiyatında edebî bir tür olarak eleştirinin
öne çıkmasında Tanpınar’ın katkısının boyutları ve niteliği hakkındaki
düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Tanpınar sizce öznel ve nesnel eleştirinin
neresinde duruyor?
– Edebiyatımızda
eleştirinin batı tesirinde ve kendi içinde gelişen iki ayrı süreci olmuştur.
Batı tesirinde gelişen süreçte taklit dönemi ve taklitçilerin piyasa değeri,
kendi içinde gelişen süreci belli bir süre gölgelemiştir. Bu bağlamda Tanpınar,
gölgede kalanlardandır. Gerçek değeri ise zamanla ortaya çıkar. 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi,
edebiyatımızda çıtayı yükselten bir çalışma olmuştur. Mehmet Kaplan hacimce
onun bilmem kaç katı eser yazmış, fakat yazdıkları damıtılsa 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin
kaç sayfasına tekabül eder?
Tanpınar, yöntem
olarak öznel ve nesnel ayrımının farkında olmadan öznelliği nesnellik içinde
değerlendiren ilk çıkışları, ilk örnekleri ortaya koyan yazarlardan biridir.
Onu, eleştirinin kurumsallaşmasında göremeyiz belki. Ancak eleştiri örnekliği
ilklerdendir. Nurullah Ataç ve Suut Kemal Yetkin işin siyasetini yaparken o,
eser vermeye çalışıyordu.
Ben, Tanpınar
çalışmamla eleştiri tarihinin peşinde olmadım. Eleştiriye örnek aradım ve
Tanpınar’ı iyi bir örnek olarak görüp değerlendirmeye çalıştım. Onu eleştiride
Hüseyin Cöntürk’le yöntem, Abdülhak Şinasi Hisar’la üslûp açısından kıyaslamak
mümkündür. Cöntürk ve Hisar da Tanpınar’la fikir bakımından
karşılaştırılabilir. Her birinin kendine göre üstün tarafları söz konusudur.
Ancak Tanpınar, diğerlerinin özelliklerini de kısmen taşıyarak kendi
özelliğinde bir zirvedir, diğerleri ise kendi özelliğinde dahi zaman zaman onun
seviyesinde değildir. Kısacası edebiyatımız Tanpınar’ı kolay kolay
eskitemeyecektir.
– Tanpınar’ın, dönemindeki ve öncesindeki batı
sanatını, edebiyatını (özellikle şiir ve resim) yakından takip ettiğini biliyoruz.
Peki, batıda gelişen eleştiri akımları ve yönelimleri açısından etkilendiği
akım ya da isimlerden söz edebilir miyiz? Bir de onun eleştiri tarz ve
yöntemleri itibarıyla döneminin edebiyat ortamı ve eleştirmenleri içinde
durduğu yeri, özellikle de Nurullah Ataç ve Suut Kemal Yetkin karşısındaki
konumunu açabilir misiniz biraz?
– Tanpınar’ın Edebiyat Üzerine Makaleler’de “Tenkit
İhtiyacı” ve “Bizde Tenkit” başlıklı iki makalesi vardır. Biri 1941’de, diğeri
1943’te yayımlanmıştır. Eleştiriye dair temel görüş ve ilkeleri özetle bu iki
makalede yer alır: (1) Yazar, her şeyden önce kendini bir eleştirmen olarak
görmeli, sonra bir eleştiri anlayışı ve yöntemine bağlı olmalıdır. (2) Esere
karşı objektif olmalı, salt duygularıyla hareket etmemelidir. (3) Eleştirmen,
inceleyeceği eseri kendi geleneğiyle ilişkisi yönünden değerlendirip irtibat ve
kopuklukları tespit etmeli, sonra da onu geleneğine bağlamanın yollarını
araştırmalıdır. (4) Eleştiri, hayatla edebiyatı birbirinden ayırmamalıdır. (5)
Eleştiri, okuyucunun ilgisini çekmeli ve ona faydalı olmalıdır. (6) Eleştirmen,
sezgileri kuvvetli ve felsefî yaratılışa sahip bir kişi olmalıdır.
Tanpınar, şiiri
hariç (ki ilk şiiri 1921’de yayımlanmıştır) 30 küsur yıllık yazarlık hayatı
boyunca (ölümü 1962), mektupları ve günlükleri de dâhil olmak üzere bu
çerçevenin dışına çıkmamış, buradaki ilkelerle ciddî çelişkiye düşmemiştir.
Tanpınar okumalarımda bunu anlamaya çalıştım. İki yıl boyunca iş gereği
okumalarım dışında sadece Tanpınar okudum. Onun imzasını taşıyan her şeyi
okudum. Hakkında yazılanların yüzde yetmişini, eski olanların ise tamamını
okuduğumu sanıyorum. Vardığım netice şu: Sanatçı kişiliğe sahip olması,
edebiyatı bir hayat tarzı olarak benimsemesi ve mesele sahibi olması onu kendi
içinde tutarlı kılıyor. Onun eksiği dava adamı yönüdür, bu yüzden kavgası
yoktur.
Tanpınar,
eleştiriye edebî bir tür olarak emek vermez, yani onda eleştiri tabiî bir
özelliktir. Yazılarını edebî tür anlamında eleştiri olsun diye yazmaz; onları
biz bugün eleştiri olarak değerlendiriyoruz. Bu sebeple eleştiride bilinçli bir
yöntemi olmaz tabiî. Yazarlık ilkeleri bir çeşit eleştiri bilinci oluşturur
onda. Çalışmamda da belirttim; eleştiride belli bir yöntem ve tekniği
izlememekle birlikte genel olarak psikolojik ve tarihsel yöntemleri kullanır.
Bu anlamda eleştiride örnek aldığı batılı bir üstadı yoktur. Şiirde vardır;
Yahya Kemal ve üstatları (Valéry, Baudelaire ve felsefede Bergson vs.) şiirde
onun üstadıdır, bence romanda da üstadı yoktur Tanpınar’ın. Ataç ya da Suut
Kemal’le kıyaslanamaz. Onların yazdıklarına en fazla deneme denilebilir;
aslında Ataç’ınki deneme bile sayılmaz, tamamen değinidir. Öznel olmaları, yani
nesnel olamamaları mesele değildir. Onları doğrudan edebiyatın içinde görmek
yanlıştır. Bu anlamda Tanpınar’ı belki Sabahattin Eyuboğlu ile kıyaslamak
mümkündür. Çünkü Eyuboğlu da onun gibi yazılarıyla bir dünya kurmaya
çalışıyordu, bence onun Garip şiirinin doğuşunda tesiri büyüktür. Öte yandan
Tanpınar’ın tarihçiliği edebiyat tarihçileriyle kıyaslanırsa kıyaslanılanlara yazık
olmuş olur, eleştiride ise çağdaşı yoktur.
Tanpınar’ı
eleştiride Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve Turgut Uyar gibi şair ve yazarlarla
kıyaslamak isterim. Sözünü ettiğim iki makalesindeki çerçeveyi kendinden
sonraki nesilden bunlar doldurur ve aşar. Meselâ bu dört yazarın birbirinden
farklı ilginç bir Yahya Kemal yorumu vardır. Tanpınar, bütün hayranlığına ve
üstat bilmişliğine rağmen Yahya Kemal’i onlardan daha doğrudan yakalar (bu
anlaşılabilir bir husustur) ve eksiklerini daha içeriden ve gelecek zamandan
gören bir bakış açısı sergiler. Bu önemli ve ciddî bir fark değil midir? Bence
Tanpınar büyük bir muhakemedir. Şiirden günlüklerine, edebiyat tarihinden
hikâyesine tam bir muhakeme adamıdır. Hamaseti olmayan ya da az olan, coşkuyu
derinlerde bulan; dilinin imkânlarını sonuna kadar kullanabilen, büyük düşünen,
ne yazık ki küçük yaşayan, kendi yaşantısında boğulan büyük ve ilginç bir
yazardır. Tanpınar’ın sermayesi üstat bildiklerinden ve kuşağındakilerden daha
büyüktür; ne var ki o, bunu yeterince kullanamamıştır. Bu yüzden kendine ve
zamanına yaramadığı söylenebilir, ama kendinden sonrakileri beslediği ve bizi
beslemeye devam ettiği göz ardı edilemez.
– Tanpınar’ın eleştirmenliği bağlamında sık sık
andığınız bir kavram müspet ve yapıcı eleştiri. Günümüz edebiyat ortamına
baktığımızda müspet eleştirinin yerini ve durumunu nasıl buluyorsunuz?
– Cemal Süreya,
Sezai Karakoç ve Turgut Uyar’ın edebiyat yazıları müspet eleştirinin en güzel
örneklerindendir. Cemal Süreya’nın “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Şiirinde İki
Dönem” ve “Oktay Rifat’ın Şiir Çizelgesi” yazıları, Sezai Karakoç’un “Necip
Fazıl’ın Şiiri I, II, III” yazıları ile Turgut Uyar’ın “Faruk Nafiz Çamlıbel /
Han Duvarları” yazısı örnek olarak gösterilebilir. Bu yazılar, şiire içeriden
yaklaşarak bir meseleyi ortaya koyar. Şairin ve şiirin eksik ya da aksayan
yönlerini olayları şahsîleştirmeden irdeler, eleştirir, düşünce ve tavır
geliştirir. Günümüzün temel sorunu “şahsîleştirme”dir. Mahalle kavgası gibi bir
şeydir bu. Müspet eleştiri, mahalle kavgasını aşan eleştiridir. Yazarın, yazıya
konu olanın ve okuyanın yararlanabileceği bir eleştiridir.
– Son kitaba gelmeden, Mehmet Erdoğan’ın kendi
eleştiri yaklaşımını belirlerken de Tanpınar’dan etkilendiğini söyleyebiliriz.
Bu bağlamda bir eleştirmen olarak Mehmet Erdoğan neler aldı Tanpınar’dan ve
başka kimlerden beslendi? Cöntürk, Eliot...
– Türk edebiyatında
eleştiri adına herkesi okudum. Batı edebiyatından yapılan çevirilerden mümkün
ölçüde yararlanmaya çalıştım. Bunlardan İkinci Yeni şairlerinin edebiyat yazılarını,
Hüseyin Cöntürk’ü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ı ve T. S.
Eliot’u kendi adıma öğretici buldum.
Diğer taraftan
eleştirinin fikir, yöntem ve üslûp cephesini bunlardan hiçbirinde tam anlamıyla
kemale ulaşmamış gördüm. Acaba bu özellikler birleştirilebilir mi, arayışında
oldum. T. S. Eliot, diğerlerine göre daha muhkem geldi bana. Diğerlerinin de
başarılı yönleri üzerinden gidilirse ortaya herkesi kuşatan büyük bir şemsiye
açılabilir mi, diye düşündüm? Yahut eleştiri, böyle büyük bir şemsiye olmalı
mı? Kuşkusuz her zaman değil. Bilirsiniz, satrançta bazen son hamleyi bir
“piyon” taşı yapar; “şah”ı mat eder. Benim sözünü etmeye çalıştığım ise bir
geleneğin oluşması meselesidir. Yapboz olmasın, taş taş üstüne koyalım!
Tanpınar, böyle bir gelenekte önemli bir merhaledir. Köprü olabilir bir
niteliğe sahiptir. Meselâ Nurullah Ataç’ın bugüne dair bir rolü yoktur, yani
eleştiri değnekçilik olmamalıdır!
– Tanpınar’dan uzaklaşmak pahasına başka bir konuya
geçmek istiyorum; dergicilik serüveninize. Ayane, Atlılar ve Kökler’in kuruluş ve yayın süreçlerinde bizzat işin
içinde ve faaldiniz. Bugünden baktığınızda özellikle Atlılar ve Kökler tecrübelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca birkaç yıldır
dergilere dışarıdan yazıyorsunuz. Peki, mevcut edebiyat ortamındaki dergilerin
durumunu nasıl buluyorsunuz?
– Her şey Mavera dergisini okumakla başladı. İsmet
Özel’in “Şiir Okuma Kılavuzu” yazıları önce parça parça orada yayımlanıyordu.
Cahit Zarifoğlu, genç yazarların sorularını ve yeteneklerini “Okuyucularla”
bölümünde orada değerlendiriyordu. Şiire, edebiyata dair ilk sorularım ve ilk
cevaplarım Mavera ile şekillenmeye
başladı. Mavera, ilk beş yılında
Cahit Zarifoğlu’nun sayesinde sıkı bir mektepti. Günlük gazete olarak da Yeni Devir vardı. Dünya görüşümüz onunla
şekilleniyordu. İlk ürünlerimiz 1981’de Yeni
Devir’in sanat-edebiyat sayfalarında yayımlanmaya başladı. Biz taşrada
(Rize) 12 Eylül 1980 askerî darbesini bu iki mevkuteyle karşıladık, yani 12
Eylül rejiminin üzerimizde doğrudan bir tahribatı olmadı. Belki yaşımız da tam
uygun değildi. Büyük şehre gelince kuşatıldığımızı, parçalandığımızı,
dağıtıldığımızı ve yem hâline getirildiğimizi anladık! Israrla İsmet Özel ve Yeni Devir okumaya devam ettik. 1988’de Ayane’yi çıkarmaya başlayınca değil
elimizi, gövdemizi taşın altına koymuş olduk.
Ayane’den
sonra dergicilik virüsü hep baki kaldı! Dergâh Yayınlarının Ankara bürosunda
çalıştım ve Dergâh’ta yazmaya devam
ettim. Hakan’la (Arslanbenzer) gıyaben Dergâh Yayınları bünyesinde çıkan Ülke dergisi vesilesiyle tanıştık. O
İstanbul’dan, ben Ankara’dan Ülke’nin
kültür sayfalarını kotarıyorduk. Bana gıcık olmasına sebep olan yazımı
yayımlanmadan önce okumuştu: “Hayranlık Zaafı”; Sübjektif Yazılar’da vardır. O yazı, İsmet Özel hayranlığına bir
eleştiridir. Sonra Hakan Ankara’ya geldi. Vicahen tanıştık, arkadaş olduk,
birlikte olduk. Hakan bir proje adamıdır. Çantasında her zaman birkaç proje
vardır. Atlılar için herkesi topladı,
toparladı. Biz de işin içinde olduk. Atlılar’ın
her sayısı bizim için yeni bir heyecandı. Bence Atlılar’ın ilk sayıları, 1990’lı yıllarda şekillenmeye başlayan
edebî atılımın zirvesiydi. Hakan için de, o kuşak için de bu böyledir. Ondan
sonraki bütün güzel işler, bir yönüyle ondan geri ve hep eksik kalmıştır.
Kökler ise Atlılar’ın bu döneminden sonra yayın
hayatına başladı. Üç arkadaş; Ali K. Metin, Osman Özbahçe ve ben, birlikte yola
çıktık. Aramızda bir anlaşmazlık oldu, ben birinci sayıdan sonra işin
mutfağından ayrıldım, ama bunu dışarıya yansıtmadık. Dergide yazdım, bazı
sayıları birlikte plânladık; ancak sona doğru irtibatlar iyice zayıfladı. Kökler’de edebiyatımızın verimlerini
köklü okumalara tâbi tuttuk. Kökler
Osman’ı yetiştirdi; çünkü dergiye en çok o emek verdi; ama Osman orada kaldı. Kökler’den toparlayan bir atılım
doğmadı, çünkü vizyon o kadardı.
Edebiyatta bugün
için Fayrap ve Karagöz var. Mektep hüviyetini taşımaya bunlar aday, fakat biri
Anadolu Lisesi, diğeri Anadolu’da bir düz lise! Dergâh’ı ve ötekileri saymıyorum; Dergâh başlı başına bir akademi. Temelinde Nurettin Topçu’nun harcı
var. Ötekiler, zaten öteki! Batan geminin mallarıyla kulübe çatmaya
çalışıyorlar!
Edebiyatın bir adım
önde olan tavrı Fayrap’ta
şekilleniyor. Ancak bu defa iş o kadar kolay değil. “Toplu vurdukça sineler onu
top sindiremez” olmuyor. Burnu havada olanın tutunabileceği bir tahta parçası
her zaman bulunabilir, gelgelelim sahile sağ salim ulaşmak için tahta parçası
yetmiyor. Batan, göz göre göre batan hep bizden eksiltiyor. Kıyıya vardıkça bir
avuç bile olmadığımızı göreceğiz. Böyle bir adım önde olmak çok işe
yaramayabilir.
– Sanırım Türk edebiyatının XX. yüzyıldaki seyrini
takip eden çoğu kişi şu konuda hemfikirdir: Şiirimiz 1950’lerde İkinci Yeni ile
önemli bir sıçrama gerçekleştirmiştir. Sonraki dönemlere, 1960 kuşağına ve
yakınlara gelirsek 1990’lı ve 2000’li yıllarda şiirimizin seyrini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
– Bu konuda
şimdilik genel şeyler söyleyebilirim. İkinci Yeni ve sonraki onlu yıllar kendi
içinde, öncesi ve sonrasına göre değerlendirildiğinde öncelikle hep şunu
söylemek istemişimdir: Önemli olan bugündür. Geçmişi değerlendirirken bugünü
göz ardı etme tehlikesine düşmemeliyiz. Geçmiş bugünün tarlasıdır; onu istediğimiz
gibi ekebiliriz, ekebilmeliyiz! Adalet, her zaman adalet üzerinden yükselmez;
ama zulüm arşa değince adalet patlar! Güzel şeyler bazen kendi üzerine bina
kabul etmez, çünkü tamamlanmıştır, öyleyse yeni bir temel atmanız gerekir.
Geçmişin başarılarına/güzelliklerine biraz böyle bakmalı.
Bir de edebiyat ve
siyaseti birbirinden ayırmamak gerekir. Edebiyat sadece yazı değildir; aynı
zamanda duruştur, düşüncedir, eylemdir, hiç olmazsa niyazdır vs. Ben, bugünün
dünyasıyla edebiyatı kıyaslamak isterim. Edebiyat, yaşadığımız hayatın bir adım
önünde mi? Bence kavga, bir adım önde olma kavgası olmalıdır. Bunu edebiyatta
yapamıyorsam başka alanlarda yapmalıyım. Çünkü içinde yaşadığımız dünyada bir
adım önde olmayanlara hayat hakkı tanımıyorlar. Bir adım önde olmazsan
“Ergenekon” davasıyla AK Parti arasında gidip gelirsin! Unutmayalım, bir adım
önde olmayı başaramayanlar “Ergenekon”un hanesine yazılıyor. Yerini
bulamayanlar, sonunda gösterilen yere oturmaya mahkûm oluyorlar!
– Eleştiriye, edebiyatın önünü açma, şiire yön verme,
bir anlamda kılavuzluk etme gibi önemli bir rol biçiyorsunuz. Bu açıdan,
günümüzde eleştiri-şiir ilişkisi nasıl bir manzara arz ediyor?
– Tanpınar
okumalarımdan şunu öğrendim: Sanatçı aynı zamanda eleştirmendir. Zaten İkinci
Yeniden sonra böyle bir gelenek de oluşmuştur. En iyi eleştirel metinler
şairlerin kaleminden çıkıyor. Batıda bunlar ayrı ayrı gelişmiş olabilir, ama
bizdeki gelenek böyle; bizde eleştiri tek başına yürüyemiyor. Cöntürk’ün
deneyimi bir deneyim olarak kaldı, sürdürülemedi.
Edebiyat bizde daha
bütün, sanatçı daha muhkem ve okuyucu Lokman Hekim müşterisi gibi! Bu yüzden
bizim edebiyatımızda türler arası geçişkenlik metin, yazar ve okuyucu
bağlamında daha mümkün görünüyor. Tanpınar böyle bir yazar. Birinde
yapamadığını diğerinde yapmak isteyen mantığı değil bu; her şeyde en iyisini
ben yaparım mantığı. Dolayısıyla şiir-eleştiri ilişkisi (diğer edebî türler de
dâhil) birbirine bağımlı, zorunlu ilişki olarak değerlendirilmelidir. İyi şiir
iyi eleştiriyi besler, kötü şiir üzerine iyi eleştiri inşa edilmez, kötü
eleştiri okuyucunun zihnini bulandırır ve iyi eleştiriden herkes yararlanır;
yani örneklik ve katkı karşılıklıdır.
Hâsılıkelâm şunu
söylemek istiyorum: Köy ve mahalle kahvelerinde şiir okunan bir gelenekten
geliyoruz. Yine köy ve mahalle kahvelerinde siyaset yapılan ve dünyaya nizamat
verilen bir gelenekten geliyoruz. Bunları çok önemsiyorum; gücümüzü buralarda
görüyorum çünkü. Kültürümüzde edebiyat, siyaset ve kahvehane (yani toplanma
yeri) güçlü ve zengin bir anlama sahiptir. Kahvehanede toplumun her kesiminden
insana yer vardır. Köyün veya mahallenin sorunları orada birlikte çözülür.
Sosyolojik olarak toplumumuzda kahvehane “büyük bir ev” gibidir. Topluma hizmet
eden siyaset de herkesi kuşatabilen siyaset olmuştur. Kendini düşünen, ipi
başkalarının elinde olan siyasetten millet hep zarar görmüştür. Bence
edebiyatın misyonu da bu olmalıdır. Düşüncede, dilde ve biçimde Eliot’un
ifadesiyle “sürekli” ve “evrensel” nitelikli kuşatıcı bir eser verebilmek; işte
bütün mesele: Bir adım önde olabilmek!
Fayrap, S.
18, Ağustos 2009
EDEBİYAT HAYATIN TEMEL MESELELERİNİ KAPSAMIYOR
Söyleşi: Şenol Korkut
– Söyleşimize isterseniz Dergâh’ta yayımlanan çalışmanızdan başlayalım.
Çalışmanız, “Bir Eleştirmen Olarak Ahmet Hamdi Tanpınar” başlığıyla yazı dizisi
olarak yayımlanıyor. Şüphesiz Tanpınar velut bir yazar. Bizim kuşak onu daha
ziyade roman ve şiirleriyle tanıyor. Ancak bu yönüne dikkat çekmeniz ilginç,
neden aynı zamanda bir eleştirmen olarak Tanpınar?
– Ahmet Hamdi
Tanpınar’ı her okuduğumda ondan yeni şeyler öğreniyorum. Benim nazarımda
dikkati, tecrübesi, ufku ve meselesi olan büyük bir yazardır o. İlgilendiği
konulara hâkimdir. Yaşadığı dönemde edebiyatımıza etkisi günümüze kıyasla daha
az olmuş olabilir. Belki gelecekte günümüzden daha çok önemsenecektir. Bunu
fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.
Tanpınar hiçbir
zaman moda olan yazarlardan olmadı; eserleri geniş kitleler tarafından okunmadı.
Ancak her kuşaktan ve giderek büyüyen bir okuyucu kitlesine sahip oldu.
Eserleri, kitapçı raflarında kendine hep yer buldu. Hakkında az yazılmış olsa
da edebiyat dergilerinin devamlı ilgi konusu oldu. Diğer taraftan ona ideolojik
açıdan yaklaşmak isteyenler umduğunu bulamadı, sistematik olmadığı için
akademik camia onun yerine Mehmet Kaplan’ı tercih etti. Şiiri, hikâyesi,
romanı, edebiyat tarihi, denemesi ve eleştirisi üzerinde yeterince durulmadı.
Bütün bunlara rağmen edebiyat âleminde her zaman kendine özgü, saygın ve güçlü
bir yeri oldu. Bunun nitelikle ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Tanpınar, modern
Türk edebiyatında bir köprü olmayı başarmıştır. Bence onu asıl önemli ve
anlamlı kılan işte budur. Okumalarım sırasında bu anlamda eleştirideki başarısının
diğer alanlardaki başarısından geri olmadığını, hatta onlardan önde olduğunu
gördüm.
– Eleştiride Tanpınar’ı nerede görüyorsunuz?
– Tanpınar
edebiyatımızda daha çok şair, hikâyeci, romancı ve edebiyat tarihçisi olarak
tanınır, eleştirmenliği ise pek fark edilmez. Bunun bence iki temel sebebi
olabilir. Bir, Tanpınar’ın sanatçı kimliğinin eleştirmenliğini gölgelemesi ve
geri plâna itmesi; ikincisi, edebiyatımızda eleştirinin tanımı, edebiyatın
içinden ve birinci derecede bir tür kabul edilmeyip denemeyle birlikte
anılması, yani eleştirinin kaderi ve bağımsızlığı meselesi. Tanpınar bağlamında
sanatçı kimliği ile eleştirmenlik aynı seviyede görülmeyebilir. Zira onda
eleştiri, arka plânda duran ve geriden gelen bir özelliktir. Ancak eleştirinin
edebî bir tür olarak bağımsızlığı anlamında Nurullah Ataç ve Suut Kemal Yetkin
örneğinin sahiplenici rolü, Tanpınar’ın bu yönünün fark edilmemesine sebep
olmuştur. Bence onun yazarlığının asıl inkişaf ettiği zemin eleştiridir. Çünkü
o, edebiyat incelemesi yaparken klâsik edebiyat tarihçisinden çok farklı bir
yerden esere yaklaşmaktadır. Ona göre edebî bir eseri besleyen “içtimaî
karakter ne kadar kuvvetli olursa olsun bir edebî eser her şeyden evvel
kendisidir ve getirdiği duygu, görüş ve düşünüş yüküdür.” Bu sebeple eseri önce
“kendi hudutları içinde bir vakıa” olarak ele alır ve sonra onun “devrin edebî
çehresi” içindeki yerine bakar. Bu demektir ki önce eseri değerlendirir,
ardından edebiyat tarihçiliği yapar. Eleştiri adına Nurullah Ataç ve Suut Kemal
Yetkin’in ona kıyasla yaptığı “değerlendirme”den çok “tanıtma” mesabesinde
kalır. Onlar eseri öznel/izlenimci yargılarla ele alırken Tanpınar, esere
içeriden yaklaşmayı ve onu buradan değerlendirmeyi ilkede ve uygulamada esas
kabul eder. Bundan dolayı edebiyat tarihçiliği yönü yazar değerlendirmelerinde,
eleştirmen yönü ise eser değerlendirmelerinde ortaya çıkar.
– Edebiyatımızda eleştirinin tarihi çok eski olmasa
gerek; Tanzımattan başlatılıyor. Anlattıklarınızdan Tanpınar’ın kurucu bir
işlevi var gibi bir sonuç çıkıyor.
– Evet, Türk
edebiyatında modern anlamda eleştirinin ilk örnekleri Tanzimat dönemi
edebiyatında görülür. Tanpınar, Tanzimat döneminde batıya yönelişle birlikte
belirmeye başlayan eleştiri hareketlerinin romantizm ve realizm okullarının
etkisiyle Namık Kemal ve Beşir Fuat’la başladığını söyler. Tabiî bu dönemde
eleştiri, eser değerlendirmesinden çok edebiyat kuramı çerçevesinde kalır.
Servet-i Fünun
döneminde eleştirinin ne olduğuna ilişkin tartışmalar yapılır. Bu
tartışmalarda, batıda gelişen bazı kuram ve yöntemlerin yazarlar üzerindeki
tesirleri açıkça hissedilir. Eleştiri tartışmaları yine pratik bir ortam
oluşturmaz ve kuramsal düzeyde şekillenir. Eleştiri, edebî bir tür olarak ancak
Cumhuriyet döneminde ortaya çıkar.
Cumhuriyet
döneminde eleştiri, önce edebiyat tarihçiliği bağlamında kendini gösterir.
Tanpınar, eleştirinin eleştirmensiz geldiğini, şifahî kaldığını ve bazı teknik
dikkatlerin ötesine geçemediğini ifade eder. Eleştiri, yine esere yaklaşım
yönteminden çok kuramların tartışıldığı bir zemin durumundadır. Ahmet Haşim ve
Yahya Kemal’in estetik görüşleri eleştiri anlamında önemli tartışmalara sebep
olur. Aslında Tanpınar, bir yönüyle edebiyat tarihçisi olmasına rağmen
eleştiriyi edebî bir tür kabul eden ve eserin havasına girme esprisini yakalayan
ilk çağdaş yazardır. Belki özgün bir eleştiri yöntemi ortaya koyamaz, ama sezgi
ve tespitleri, olaylara tarihsel bir bütünlük içinde bakışı modern eleştiriye
geçişte önemli bir köprü işlevi görür.
Türk edebiyatında
eleştiri, öznel/nesnel ve bireysel/toplumsal olmak üzere iki kanaldan gelişir.
Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin ve Sabahattin Eyuboğlu birinci kanal
eleştirinin ilk temsilcisidir. Eseri ve sanatçıyı sezgi, bilgi ve beğenilerine
göre yorumlarlar. Esasında bu üç yazarın çıkış noktası denemedir ve denemeden
eleştiriye geçiş yapmışlardır. Bu yüzden eleştirmen kimliklerinin öne çıktığı
yerde bile bir ayakları hep denemede kalmıştır. Nurullah Ataç edebiyatı,
edebiyatın içinde olmayı ciddîye almış olsa da eleştirel tutumunda tutarsız ve
bencildir.
1950’ler, Türk
edebiyatının yeniden atılım yılları olmuştur. Bu yıllarda, şiir ve eleştiride
yeni anlayışlar gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Artık Nurullah Ataç’ın öznel,
izlenimci yaklaşımının dönemi kapanmak üzeredir. Yeni eserlere yeni anlayışla
yaklaşmak; ürünleri öznel yargılar yerine belirli, nesnel ölçütlerle
değerlendirmek eğilimi ağırlığını hissettirir. Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci
böyle bir eğilimin, yani ikinci kanal eleştirinin ilk uygulayıcısıdır.
Hüseyin Cöntürk,
Yeni Eleştiriye dayanan sistematik bir eleştiri kuramı ve uygulaması ortaya
koyarken Asım Bezirci, daima seçmeci (eclectic) kaldığı için, nesnelliği
savunmakla beraber nesnellik ölçütünü Nurullah Ataç’ın izlenimciliğine benzer
bir şekilde sürekli değiştirir. Bu yüzden kuramsal gücü çalışkanlığının hep
gerisinde kalır. Hüseyin Cöntürk, Yeni Eleştirinin temel ilkelerine sadık kalır
ve tezlerini incelemelerinde uygular. Turgut Uyar’ın Dünyanın En Güzel Arabistanı’nı yakın okuma yöntemiyle ele alır ve
metin incelemesinin kitap boyutunda ilk örneğini ortaya koyar. Bireysel bir
görüşe sahip olması, hiçbir öğretinin yanında doğrudan yer almaması onu,
grubundan ve edebiyat çevrelerinden uzaklaştırır.
Hüseyin Cöntürk’ün
başarısında veya çıkmazında Yeni Eleştiriye olan bağlılığının önemli bir payı
vardır. Eseri, metni ve nesnelliği önemser; bir bilim adamı mantığı ve
titizliğiyle çalışır. Esere yönelirken, onu yakın okumaya alırken hiçbir
öğretinin yanında doğrudan yer almaz. Ne var ki okur tepkisi ve izlenimini ilke
olarak reddedip, metni bir edebiyat mühendisi tavrıyla okumayı amaçlamış olsa
da ortaya koymuş olduğu somut eleştiri örnekleri, yine de incelmiş beğenisini
yansıtmaktan geri kalmaz. Ayrıca Amerikan biçimcileri gibi o da yöntemini şiir
alanıyla sınırlı tutar.
Tanpınar’a gelince,
burada onun Edebiyat Üzerine Makaleler
adıyla bir araya getirilen yazılarında doğrudan eleştiriye dair olan iki önemli
makalesinden söz edeyim. Bunlardan biri “Tenkit İhtiyacı”, diğeri “Bizde
Tenkit”tir. Tanpınar, eleştiri üzerine yazdığı bu iki makalesinde eleştiri
görüşüne dair belli başlı temel ilkelerini de ortaya koymuş olur: (1) Yazar,
her şeyden önce kendini bir eleştirmen olarak görmeli, sonra bir eleştiri
anlayışı ve yöntemine bağlı olmalıdır. (2) Esere karşı objektif olmalı, salt
duygularıyla hareket etmemelidir. (3) Eleştirmen, inceleyeceği eseri kendi
geleneğiyle ilişkisi yönünden değerlendirip irtibat ve kopuklukları tespit
etmeli, sonra da onu geleneğine bağlamanın yollarını araştırmalıdır. (4)
Eleştiri, hayatla edebiyatı birbirinden ayırmamalıdır. (5) Eleştiri, okuyucunun
ilgisini çekmeli ve ona faydalı olmalıdır. (6) Eleştirmen, sezgileri kuvvetli
ve felsefî yaratılışa sahip bir kişi olmalıdır.
Tanpınar, daha
1940’lı yılların başında bu hassasiyetleriyle eleştiride Nurullah Ataç’ın
yaptığını yetersiz görmekte ve yeni arayışlara zemin hazırlamaktadır. Yaptığı
incelemelerde, kaleme aldığı makale ve denemelerde bu ilkelere sadık kalır;
daha doğrusu Tanpınar, yaptığı işi bu şekilde formüle eder. Eseriyle ilkeleri
arasında öyle altı çizilecek kadar çelişkiler yoktur.
Tanpınar ile Yeni
Eleştiri temsilcileri arasında şöyle bir fark vardır: Tanpınar işini doğru
yapar, ancak onu sistematik yapmaz ve adını tam koymaz. Yeni Eleştiri
temsilcileri de politika olarak geçmişle köprü kurmak istemez. Bu da Tanpınar’ın
bu konuda görülmesine mani olur. Oysa Tanpınar, Yeni Eleştiriyle edebiyatımıza
gelen eleştirinin özgürlüğü ve özgünlüğü fikrini, onlardan yıllar önce fikirde
ve yazdıklarıyla ortaya koymuştur.
Modern Türk
edebiyatının en zayıf yönü eleştiridir. Nurullah Ataç, Suut Kemal Yetkin,
Sabahattin Eyuboğlu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dışında adından eleştirmen
olarak söz edilen, bir eleştiri yöntemi olan veya bunun kaygısını taşıyan
yazarların sayısı diğer türlere göre çok azdır. Hüseyin Cöntürk, Asım Bezirci, Fethi
Naci, Mehmet Kaplan, Berna Moran, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Memet Fuat,
Ahmet Oktay, Mehmet H. Doğan, Füsun Akatlı... Belki listeyi zorlayarak
çoğaltmak mümkündür, ama Mehmet Kaplan, Berna Moran, Tahsin Yücel ve Akşit
Göktürk, eleştiri adına çok verimli çalışmalar ortaya koymuş olsalar da temelde
akademik kimlikleri öne çıkan yazarlardır.
– Bu noktada bir karşılaştırma bağlamında edebiyat ve
eleştiri ilişkisini sorgulamak lâzım. Mustafa Kutlu, Şerif Mardin’in “mahalle
baskısı” tezine, “Mahalle mi kaldı ki baskısı olsun!” diye itiraz ederek
kalmayan bir şeyin olumlu veya olumsuz niteliğinin de olamayacağına işaret
etti. Şehirleşeceğiz diye mahalleyi yok ettik; ortaya çıkan ucube ne şehre, ne
kasabaya, ne de köye benziyor. Bu olgu eleştiriye de uyarlanabilir sanki:
Edebiyat var mı ki eleştiri olsun, ikisi arasında paralel seyreden bir akış söz
konusu mu? Veya günümüz için hangi seçenek daha gerçekçi; edebiyat var eleştiri
yok, eleştiri var edebiyat yok veya her ikisi de yok. Ne dersiniz?
– Benim için zor
bir soru. Nereden başlayacağımı bilemiyorum? Şöyle söyleyeyim, biliyorsunuz
Eliot’un sanat ve düşünce mantığının temelinde “büyük Avrupalı” kavramının
önemli bir yeri vardır. Onun bu kavramı oturttuğu zemin sonuçta dinsel bir
alandır. Eliot der ki: “Edebiyat eleştirisi büyük bir ölçüde, belli bir din ve
ahlâk açısından ele alınmalıdır; daha açık söylemek gerekirse, belli bir din ve
ahlâk felsefesi edebî değerlendirmeyi tamamlamalıdır. Böyle bir din ve ahlâk
felsefesinin çoğunluk tarafından paylaşıldığı devirlerde edebiyat eleştirisi
varlığını bağımsızca sürdürebilir. Hiçbir din ve ahlâk felsefesinin çoğunluk
tarafından paylaşılmadığı içinde bulunduğumuz çağda ise inançlı kişilerin,
okudukları eserleri, bilhassa edebî eserleri kendi din ve ahlâk anlayışlarının
süzgecinden geçirmek mecburiyetleri vardır. Bir eserin edebî olup olmadığı,
edebî ölçülerle tayin edildiği hâlde, bu ölçüler o eserin büyüklüğünü
ispatlamaya yetmez.” Bu çerçevede ona göre Shakespeare, Goethe ve Dante “büyük
Avrupalı” nitelemesine uygun birer sanatçıdır. Çünkü onları “büyük Avrupalı”
yapan salt yazınsal değerler değil, ayrıca tarihsel, toplumsal ve ahlâkî
değerler de söz konusudur. Ancak böyle olunca eserleri sürekli ve evrensel
olabilmektedir. Bu niteliklerle donanmış sanatçıların eserlerinde yarattıkları
tipler, tıpkı yaşamış birer tarihsel kişidir. Kim, der Eliot; Hamlet’ten daha
İngiliz, Faust’tan daha çok Alman olabilir? Ayrıca bu “söylensel (mythical)”
kişiler, “her ne kadar kendi ülkeleri ile çok ilintili iseler de hepimizin yurttaşı
sayılırlar.” Artık bunlar, Avrupa’nın simgesi olmuştur.
Tanpınar da konuya
aynı çerçeveden bakar: “Bizim Avrupa fikir ve sanat âlemine hakkıyla girebilmek
için bu medeniyetin mahsulü olan şaheserlerin ortaya atmış olduğu meseleleri
benimsememiz lâzımdır. Çünkü ancak onlar vasıtasıyla tarihî zaruretlerin bizi
zorladığı geniş istihalede (dönüşüm) katetmemiz lâzım gelen yolu idrak
edebiliriz. Fakat yazık ki Avrupa irfanı karşısında daima biraz ezberci olarak
kalmayı tercih etmiş ve garp âleminde tanıdığımız ve tattığımız şaheserleri
birer uzak burç gibi temaşa etmekle iktifa etmişizdir. Hâlbuki onlar, yaşayan
bir zamanın ve onun emrinde teşekkül etmiş birtakım girift vaziyetlerin ve yine
çok girift meselelerin, dikkatlerin, tekliflerin mahsulüdür ve bunlar,
lâyıkıyla bilinmedikçe esere vasıl olmak güç olacağı gibi, bizzat insan
anlayışımız da hep eksik kalacaktır.” der.
Edebiyatın bu iki
büyük insanından şunu öğreniriz: Yazar için elzem olan sağlam bir değerler
dünyası, bir meseleye sahip olmak ve yaşadığı zamanı doğru değerlendirmektir.
Sorunuzun kestirme cevabı budur sanırım. Bu zaviyeden bakarsak belki son elli
yıldır edebiyatımızın ciddî bir varlık sorunu olduğu söylenebilir. Türk
edebiyatı hayatın temel meselelerini kapsamıyor. Özellikle şiir bağlamında kendini
teknik ve estetik sorunların rüzgârına teslim etmiş gibi. Bugün için söylersek;
içinde Filistin meselesi ve Gazze olmayan, ABD’nin sömürü politikaları ve Irak
olmayan, “Ergenekon” soruşturması ve “derin devlet” konusu olmayan; işsizlik,
parçalanmış aileler, kaybolan aşk, sokak çocukları, sanal tehditler olmayan bir
edebiyat hayatın neresinde duruyor? Dikkatleri çeksin diye uç bir misal
vereyim. İtalya ile Libya arasında ilginç bir anlaşma imzalandı. (30 Ağustos
2008) Buna göre İtalya, geçen yüzyılda Libya’yı işgalinden ve sömürgecilik
döneminde verdiği zarardan dolayı özür dileyecek ve 5 milyar dolar da tazminat
ödeyecek. Anlaşma gereğince İtalya, Libya’da 25 yıl boyunca yıllığı 200 milyon
dolar olacak şekilde altyapı yatırımlarını finanse edecek. Ayrıca anlaşmada;
Libya’yı batıdan doğuya sahil boyunca kesecek ve Tunus’u Mısır’a bağlayacak
olan otoyolun yapımı, sömürge döneminde İtalyan ordusunun yerleştirdiği
mayınların sakat bıraktığı insanlara maaş bağlanması, Libyalı öğrencilere
İtalya’da eğitim bursu verilmesi ve konut yapımı da öngörülüyor. Yine anlaşma
gereğince Libya ile İtalya arasında kaçak göçle mücadelede iş birliği de
geliştirilecek. Olay, dış politika uzmanları tarafından sömürgeciliğin yeni ve
maskelenmiş bir biçimi, yani “zarif sömürgecilik” olarak nitelendiriliyor.
Sessiz sedasız, gözümüzün içine baka baka gerçekleşen bu olaya kim isyan
edecek? Ömer Muhtar’ın kemikleri sızlamaz mı? İslâm dünyası böyle tehditler
altında. Nerede bu coğrafyanın uleması, aydınları? Mehmet Âkif’i arıyoruz, Muhammed
İkbal’i arıyoruz. Bu coğrafyanın sesi ve şiiri nerede?
İnsan kendini
dinde, sanatta ve felsefede arar. Kim ne derse desin romanın, şiirin bir adım
önünde olduğunu düşünüyorum. En azından fotoğrafın kenarını bir parça
yansıtıyor. Hikâyeyi de biraz romana yakın tutalım. Ama şiir için bunu
rahatlıkla söyleyemiyorum. Yeni arkadaşların sıkı bir izleyicisi olduğum
söylenemez. Ancak parça bütünü yansıtır. Teori ve tanımlama hastalığı şiiri
meselesiz kılıyor. Böyle olunca eleştiri nereden başlayacak, kendine neyi esas
alacak? O da teoriye soyunuyor, aynı sorun onun için de geçerli oluyor.
Her kuşak kendi
şiirini, kendi romanını ve tabiî ki kendi eleştirisini doğurur. Yeni şiir
çabalarının eleştirisini eski kuşaklar yapmamalı. Yaparsa bu, Cöntürk’ün İkinci
Yeni için yaptığı olmaz, Ataç’ın Garip için yaptığı olmaz. Eski kuşakların
yapacağı genel yaklaşım, genel çıkarım olabilir. Eleştirinin yol gösterici bir
işlevi de olmalı. Salt tespit ve değerlendirme değildir eleştiri.
Sanatçı her şeyden
önce bir şahsiyettir, misyon ve vizyon sahibidir. Esere bakarak sanatçının
vizyonuna ve misyonuna dair bir bilinç yakalayabilmeliyiz. Sonra onunla bir
iletişime girip girmeme meselesi ortaya çıkar. Yazılı bir metinden (ki
günümüzde yazının işlevi daralma tehdidi altındadır) yararlanma ihtiyacı,
aradığımı karşılayan metin, yazarın zihnimde oluşturduğu dünya; misyon ve
vizyon olayı! Sorunu buralarda görüyorum. İnsanlar okuma ihtiyacı hissetmiyor.
Hadi okudu diyelim, şiir okumuyor, hadi okudu diyelim; şair onda bir karşılığa
oturmuyor. Genel görüntü bu. Şimdi zamanı geriye işletelim. İsmet Özel;
meselesi olan, okunan ve okuyucuda karşılık bulan bir şiir yazdı, hâlen de
öyle. Cemal Süreya’nın her yazdığı kuşağını, kendinden önceki kuşağı ve elbette
gençleri etkiledi, açılıma sevk etti, bilinç kazandırdı. Hakeza Yahya Kemal,
Mehmet Âkif... Geriye doğru gidebildiğiniz kadar gidiniz! Bugün bazı kesimler
Orhan Pamuk’a küfrediyor; gerçi Orhan Pamuk’un romanı eleştiri süzgecinden
geçirilirse söylenecek çok şey bulunabilir. Ama adam bütün malûliyetine rağmen
temel barajı aşmış. Bir meselesi var, bir misyon üstleniyor ve onu edebiyat
dışı her şeyi devreye sokarak temsil ettiğini gösteriyor. Türk romanını bir
yere taşıdı. Toplumumuza Ali Suavi’den daha yabancı değildir sanırım. Korkarım
gelecekte Türk edebiyatı tarihini yazanlar, İsmet Özel’den sonra Orhan Pamuk’a
yer vereceklerdir ve aradakileri görmeyeceklerdir. Bence Orhan Pamuk kesinlikle
bunu hak etmiyor. Gelgelelim realite bu.
Edebiyat mı var ki
eleştiri olsun, düşüncesini tersinden işletmekten yanayım. Eleştiri sıkı olursa
edebiyatın önü açılabilir. Yahya Kemal, daha Paris’teyken sessiz düşünerek,
kendi eleştirisini yaparak şiirini dönüştürdü. Ahmet Haşim, Yahya Kemal’e göre
daha derin olmasına rağmen bunu yapamadı, Mehmet Âkif de bütün halk adamlığına
rağmen yapamadı, çünkü eleştiriye mesafeli durdular. Orhan Veli, Nurullah Ataç
ve Sabahattin Eyuboğlu’nun desteğiyle kendi şiirini dönüştürdü. İkinci Yeni
şairlerine yöneltilen eleştiriler, 1960’lı yıllarda onların şiirlerine toplumcu/düşünsel
bir boyut katmalarına zemin hazırladı. İsmet Özel’in ne derece işine yaradı
bilemem, ama kendi şiirini, gençlerin yapamadığını görerek ray değiştirmeye
zorlaması öncelikle bir eleştirel açılımla ilgilidir diye düşünüyorum. Belki
“Komünizm gerekirse onu da biz getiririz.” tavrına benzer bir durum, ama yine
de bir eleştirellik içeriyor.
– Eleştirinin geleceğine ilişkin düşünceleriniz...
– XX. yüzyılda Türk
edebiyatında eleştiri adına üç yazarı çok önemsediğimi ifade etmeliyim.
Bunların bütün yazdıklarını dikkatle okudum; haklarında yazılanları, yapılan
çalışmaları mümkün ölçüde görmeye çalıştım. Yeniden eskiye doğru giderek
söylersem bunlardan biri Hüseyin Cöntürk, biri Ahmet Hamdi Tanpınar, bir diğeri
de Abdülhak Şinasi Hisar’dır.
Cöntürk’ten yöntemi
öğrendim, Tanpınar’dan fikrin önemini, Hisar’dan da üslûbu. Edebiyatın önünü
açacak etkili eleştirinin bu üç unsuru birleştirmesi gerektiğini düşünüyorum.
Cöntürk yönteme yoğunlaşırken düşünceyi önemsemez ve üslûba da pek dikkat
etmez. Ne var ki eleştiri metni her şeyden önce edebî bir metindir. Cöntürk’ün
metinlerinden edebî tat alamazsınız. Tanpınar, eleştiride genel olarak
psikolojik ve tarihsel yöntemleri kullansa da belli bir yöntem ve tekniği
izlemez. Akademik çevrelerin Mehmet Kaplan’ı ona tercih etmeleri büyük ölçüde
bundandır. Tanpınar için eleştiri, sadece sanat eserini değerlendirmede
izlenecek bir disiplin değil, aynı zamanda bir hayat tarzı ve dünyayı anlama
imkânıdır. Öte yandan denemelerindeki üslûbu eleştirel makalelerinde göremezsiniz.
Bu bağlamda Yahya Kemal incelemesi
ile Beş Şehir karşılaştırılabilir. Beş Şehir’den aldığımız edebî tadı Yahya Kemal incelemesinde bulamayız.
Yani eleştiride daha savruk durur. Denemelerinin edebî tadı bence romanlarına
eşdeğerdir. Abdülhak Şinasi Hisar ise bir üslûp üstadıdır. Denemelerinde edebî
boşluklar yoktur, onlar bir roman parçası, bir hikâye gibi muhkemdir. Bu
özelliği eleştirel makalelerine de yansımaktadır. Eliot’un, eleştirmen için “En
çok gönül borçlusu olduğum eleştirmen, daha önce bakmadığım bir şeye beni
baktıran ya da daha önce ön yargılardan ötürü bulanık gözlerle baktığım şeyle
beni yüz yüze getiren ve orada yalnız bırakandır. Bu noktadan sonra kendi
duyarlığıma, zekâma ve sezgime dayanmalıyım.” dediği husus, Abdülhak Şinasi
Hisar’da âdeta mücessem hâle gelir. O, bunu üslûbuyla yapar. Cöntürk’te yoktur
bu, Tanpınar’da ise eksiktir. Hisar’da olmayan şey yöntemdir, zaman zaman fikrî
açıdan da boşlukları mevcuttur. Fakat öznel duygu ve düşüncelerini silâh gibi
kullanmaz, propagandacı bir tarzı yoktur onun; duygu ve düşüncelerini
sanatkârane bir üslûpla size takdim eder. Yani okuyucunun beğenisini/tercihini
sadece estetiğiyle etkilemeye çalışır.
Hüseyin Cöntürk,
metni bir edebiyat mühendisi tavrıyla okuyan, nesnelliği önemseyen, ilkeli ve titiz
bir yazardır, ancak edebiyat kudreti zayıftır. Ona göre eleştiri, “yaratıcı bir
sanat olmaktan çok bir teknik, bir araçtır.” Tanpınar; eserin havasına giren,
bilgili ve çok yönlü okuma tecrübesine sahip bir yazardır, ancak dağınıktır.
Abdülhak Şinasi Hisar ise eleştiriyi bir edebî metin olarak görür ve bu sebeple
üslûptan taviz vermez. Günümüz eleştirisi, bu üç yazarın olumlu yönlerini
birleştirmeli; daha köklü, kuşatıcı ve estetik bir anlayış geliştirmeyi
hedeflemelidir. Bizim, genç kuşakların, piyasada at koşturanların yazıp
çizdiklerinin neden yol açıcı olmadığını, insanların işine yaramadığını ve
onlardan neden bir edebiyat verimi doğmadığını sanırım anlatmış oldum.
Türk halkı yeni
yüzyılın dayatmalarına karşı henüz uyanmadı; uyanan halk, kendi aydınını,
sanatçısını elbet çıkarır. Geçen yüzyılın başında bu böyle oldu. Biz şimdi hâlâ
Soğuk Savaş dönemi aydın ve sanatçı duyarlığıyla edebiyat yapıyoruz. Kimsenin
işine yaramıyor bu. Ya da tümden hakkını yemeyelim, yine de bir fonksiyon icra
ediyor; en azından devamlılık bakımından dili sıcak tutuyor, diyebiliriz.
Toplumumuz dil kopukluğu yaşamamalı çünkü. Aslında Tanzimatın kopardığı dili
henüz bağlamamışken yeni bir kopukluk tahmin edilemez sonuçlar doğurur.
Başka ne
diyebilirim ki. Söyleşi için teşekkürler.
Dergâh, S.
231, Mayıs 2009
SONRADAN GÖRMELİK BİR ŞAİR AHLÂKI OLAMAZ
Söyleşi: Mehmet Aycı
– Sizi Türk şiir okuyucusu Ayane ile
tanıyor. İlk şiirlerini derginizde yayımlayan şairler de bugün belli bir konuma
geldiler. Onların yetişmesinde emeğiniz oldu. Sizin yetişmenizde Ayane’nin rolü nedir?
– Ayane benim için bir yediveren gülüdür.
Birçok şeye onunla başlangıç yaptım. Onun açtığı imkânlarla birçok şeye
ulaştım. Benim de ilk şiirlerim Ayane’de
yayımlandı. Oysa Ayane’den önce de
şiirlerim vardı. Şiir üzerine emek verdiğim ilk ciddî yazılarımı yine Ayane’de yayımladım. Yayıncılığa Ayane ile başladım. Çalışma hayatımda
ilk referansım o oldu. Onun sayesinde vazgeçemediğim dostluklar edindim.
İnsanları onun sayesinde tanıdım vs.
Ayane’de
şiirleri yayımlanan birçok arkadaşın sonradan şiir kitapları çıktı.
Antolojilerde öz geçmişleri ve şiirleri yer aldı. Ama bu arkadaşların bir kısmı,
kitaplarında veya öz geçmişlerinde Ayane’nin
adını anmaktan ne hikmetse imtina ettiler. Önceleri taşralılık veya amatörlük
kompleksi diye bir düşünce oluşmuştu bende. Zaman zaman haksızlık etmeyeyim bu
arkadaşlara diye de düşündüğüm olmuştur. Geçen zaman içinde onları izledim ve
haklı olduğum kanaati güçlenmeye başladı. İnsanlar bazen “küçük” yerlerde
görünmüş olmaktan küçülebilecekleri düşüncesine kapılabiliyorlar. Oysa
bilmiyorlar ki gerçek küçüklük onların cevherî özelliğidir.
– Neden “Örtüye
Bürünen Sözler”? Bu isim sözü gizemli
kılma çabasından mı, yoksa klâsik şiir geleneğimize saygılı bir duruştan mı
kaynaklanıyor?
– “Söz/kelâm,
kelime” bende sık tekrarlanan bir imgedir. Bu imgelerle değişik açılımlara
ulaştığım kanaatindeyim. Doğrudan sözü gizemli kılmak gibi bir çabam olmadı.
Ama sözün kendisinde zaten bir gizem, hatta bir ilâhîlik var. Belki bu
ilâhîliğin esrarını anlamaya çalıştığım olmuştur. Kur’an bir kelâmdır; Allah’ın kelâmıdır. Evrende (makro-mikro) söze
dönüştürülemeyecek hiçbir şey yoktur. Yani söz “asıl”dır. Aslın peşine koşmaya
çalışırken sözün peşine koşmuş olmayayım! Bunu bilemiyorum. Klâsik şiir
geleneğimize söz bağlamında bir saygıdan söz edilemez. Çünkü onu söze
dönüştürebilecek bir yetkinlikte görmüyorum kendimi. Neden “Örtüye Bürünen Sözler”? Çünkü sözün
şiire dönüşmesi zaten onun bir örtüye bürünmesi demektir. Öyleyse bir vurgulama
var bu isimde. Bu vurguya dikkat çekilmiş oluyor.
– Örtüye
Bürünen Sözler bir ilk kitap olmasına
rağmen oldukça başarılı. Kitabınızın yayımlanmasını niye bu kadar
geciktirdiniz?
– Hayatta birçok
şeye geç kalmışımdır. Bunu anlamaya çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimden.
Fakülteyi otuz yaşından sonra bitirdim. Çalışmaya otuz yaşından sonra başladım.
Askerlik ve evlilik otuz yaşından sonradır. Kitabım da otuz yaşından sonra
çıktı. Benden önce üç arkadaşımın kitabını yayımladım. Benimki bu yüzden
gecikti. Her işte bir hayır vardır, diyorum. Andığım gecikmişliklerimin
hiçbirinden rahatsız olmadım. Aksine, hepsi mutlu etti/ediyor beni. Bazı
şeyleri zamana, demlenmeye bırakmak fena da olmuyor.
– Mehmet Erdoğan’ın şiiri Türk şiirinin neresinde
duruyor? Konuyu gelenek-modernlik bağlamında ele alırsanız daha kuşatıcı olur
kanaatindeyim.
– Bu soruya benim
cevap vermem yakışık almaz. Çünkü bunu bilemeyebilirim de. Zamana ve
okuyuculara kalmış bir şey bu. Bu soru çerçevesinde ancak şunu söyleyebilirim:
Modern Türk şiirinin orta derecede bir okuyucusu olmaya çalışıyorum. Şiiri,
şiirin ortamını, şairin dünyasını şiir dışı metinlerden de yararlanarak
anlamaya çalışıyorum. Ulaştığım bilgiler, yorumlama çalışmalarım ister istemez
bazı esneklikler kazandırdı bana. Bunları şiirimde gözetiyor olabilirim.
– Çağdaş Müslüman şairler yeniden geleneğe yönelmenin
yollarını açtılar. Sezai Karakoç’la belirginleşen ve ivme kazanan bu yöneliş
henüz rayına oturmuş görünmüyor. Bu açıdan baktığımızda Örtüye Bürünen Sözler’i ve çağdaşlarınızın şiirini bir ara dönem şiiri olarak algılayabilir
miyiz? Önümüzdeki yıllar Müslüman şairlerin damgasını taşıyan yıllar olabilir
mi?
– Gelenek konusunda
son on-on beş yılda çok şey söylendi. Bu tartışmalara burada değinmem imkânsız.
Bu konuda çeşitli vesilelerle düşüncelerimizi yazıya da aktardık. Ama onlar,
şimdiki kadar açık değildi. Gelenek konusu biraz moda gibi geliyor bana artık.
Bu konuda çok lâf ürettik, ama ortada eser yok. Eser olmayınca lâfın önemi de
olmuyor. Akademik çevrelere malzeme sunmuş olduk. Şimdi onlar, bunlarla
oyalanıp duruyor. Geleneğe yönelme, geleneği dikkate alma her zaman olmuştur.
Bu, hece şiirinde vardı. Garip şiirinde de vardı. Olay, gelenekten ne
anladığınıza bağlıdır çünkü. Konuya dil ve imgelem bağlamında yaklaşırsanız bu
iş Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’den başlar. (Tanzimat dönemi yazarlarını nereye
koyacaksınız, aslında onlarda da var.) İzlek veya şiirin nesnel karşılığı
olarak bakarsanız Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’ta gördüğünüzü sandığınız şey,
hemen hemen her şairde az veya çok vardır. Çünkü bu iş şiirin doğasında vardır.
Şair bu toplumun insanı değil mi? Bunların dışında, konuya bir politika olarak
mı yaklaşmak istiyorsunuz? İşte bu bana biraz moda geliyor. Geleneğin
karşısında veya yanında yer alanlar, ya da kendilerini öyle görenler takım
tutuyorlar, şiirlerinde sarahaten böyle bir durum görünmüyor. Şiir, her şeyden
önce bir dil olayıdır. Dil ise yaşayan bir olgudur. Onu, sözlüklere bakarak
öteye beriye çekemezsiniz. Şiir ancak yaşanılan dille mümkündür. Hayatınızda
olmayan bir dili taklit etmekle şiir yazamazsınız. Ama ben dilden başka
şeylerin peşindeyim, diyemezsiniz. Çünkü şiir bir dil olayıdır. O dili ve kültürü
hayatınıza bir bütün olarak taşıdığınız zaman olur bu iş. Bence buna gerek de
yok. Çünkü yaşanmışlık ve zaman geriye dönmez. Gelenekten maksat değişmeyen
esaslar mıdır? Ona o zaman gelenek demeyin efendim. Değişmeyen esasların hiçbir
devirde şiirle başı hoş olmamıştır. Onlar hayata doğrudan müdahale eder, şiir
ise dolaylı. Bunları birbirine karıştırdığınız zaman, ya da birbirine bağlamaya
çalıştığınız zaman çıngar çıkar. Eflâtun (Platon),”Devlet”inde şairleri toplum
düzeni açısından zararlı görüyordu. Kur’an
da şairlere karşı şu uyarıcı ifadeleri kullanır: “Şairlere gelince onlara
azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve
yapmadıklarını söylediklerini görmez misin?” (Şuara suresi, 224-226. ayetler)
Doğrudur, şiirle devlet ve toplum düzeni kurulamaz.
Ara dönem
meselesine gelince? Neye göre ara dönem? Aklım ermez böyle işlere. Herkes kendi
şiirini yazar. Akımcılık, takımcılık da pek olmuyor. Nasıl olsun, herkes kendi
şiirini yazıyor sonunda. Ortak paydalar aranacaksa zaman, dil, biçem, biçim,
izlek vs. bu, yaşayan şairle yaşamayan şair arasında da olabilir. Sezai
Karakoç’la Şeyh Galip’i birçok yönden yan yana getirebilirsiniz. Ama yine Sezai
Karakoç’la Necip Fazıl’ı birçok yönden yan yana getiremezsiniz. Nasıl olacak bu
iş? Öyleyse bunda da bir yapaylık var, yani işe biraz akademisyenlik karışmış.
Şiir bunlara prim vermedi, vermiyor.
Bence önümüzdeki
yıllar Müslüman şairlerin damgasını taşımasa da olur. Dilerim Müslümanların
damgasını taşır. Şiir önemli değil, o nasılsa kendini kurtarır. Ama bu kafayla
Müslümanların işi çok zor.
– “Yitik Şairler” tartışması oldukça bereketli bir
tartışma oldu. Aynı konuma düşmek durumunda kalırsanız başkalarının size
yönelteceği eleştirileri nasıl karşılarsınız?
– “Yitik Şairler”
tartışması gerçekten bereketli oldu. Bugün o tartışmaya geri dönmek istemem. O
yazıdan birçok insanın keyfi kaçtı. Ne yapsaydım yani, hayır onların şiir
hayatı devam ediyor mu, deseydim. Adamlar bal gibi yitip gitti işte. Aslında
önemli olan tek tek isimler değil, olgudur; bunun altını çizmek lâzım. Biz bunu
biraz kabaca yaptık, kabul ediyorum.
Aynı duruma ben
düşsem ne yaparım? Eğer kişiliğim öteye beriye savrulmamışsa oturur adam gibi
öz eleştiri yaparım ve duruma göre bunu da yazarım. Açık sözlülük veya başka
bir açıdan şiire saygı olur bu. Şiire saygısızlık yapanı şiir çarpar! İnanın
ekmek çarpması, kitap çarpması gibi bir şeydir bu! Allah korusun derim.
– Artık usta-çırak ilişkisi tarihe karıştı. Bugün bir
şair, onlarca şairin şiirini özümseyerek bir yerlere gelebiliyor. Sizin şiirinizin
olgunlaşmasında şiirleriyle yol gösteren şairler var mı?
– Şiirim için
şairleri değil de tek tek şiirleri dikkate aldığımı söyleyebilirim. Şairler,
bilgi ve kültür dağarcığım için önemli anlam ifade ettiler ve etmeye devam
edecekler. Ama şiirim için birebir şiirler önemlidir. Günlerce havasından
çıkamadığım şiirleri burada saymam imkânsız. Salt şiir değil, şiirce
yaşayışlar, şiirce gözleyişler de önemli benim için. Bununla nerede, nasıl
karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Bomba bir yerde patlıyor ve şiirle yüz yüze
geliyorsunuz.
Usta-çırak ilişkisi
bilinen anlamıyla tarihe karıştı belki, ama dergilerle, mektuplarla biraz olsun
benzer ilişkiler devam ediyor. Bu işin işçilik yönü salt okumalarla,
deneme-yanılma yöntemiyle pek olmuyor. Amatör denilen dergilerin (onlar amatör
değil, bence sanat kolejleridir) böyle bir fonksiyon icra ettiği doğrudur. Bu
gerçeği görmezden gelenlerin cemaziyelevveline bakmak lâzım. Sonradan görmelik
bir şair ahlâkı olamaz.
– 36 sayı Ayane dergisini çıkaran biri olarak Türkiye’de
edebiyat dergiciliğinin zorluğunu biliyorsunuz. Anadolu, âdeta üç-beş sayı
çıkıp kapanan bir dergiler mezarlığı durumundadır! Bu, Türk okuyucusunun
vefasızlığından mı kaynaklanıyor, yoksa bunun başka nedenleri de var mıdır?
– Burada Cemal
Süreya aklıma geldi. Günlüklerinde Ayane’den
söz ederdi, yazdıklarımıza değinirdi. Usta bir şairin ilgisi bizleri sürekli
kamçılardı. Bugün bu bağlamda usta şair yok. Gençlerin önünü açmaya çalışan,
onlara yol gösteren yok. Niçin? Hikmetinden sual olunmaz bir durum!
Taşrada yayımlanan
sanat dergilerinin gerçekten birçok problemi vardır. Ama şunu unutmamak lâzım
ki taşrada yayımlanan dergilerin problemleri halledilebilir cinsten
problemlerdir, kendini profesyonel gören dergilerin problemleri ise
halledilebilir cinsten değildir. Onların hastalığı kronikleşmiştir. Tedavisi
imkânsızdır. Hürriyet Gösteri, Milliyet
Sanat Dergisi, Adam Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerin Allah aşkına
söyleyin, günümüz edebiyatına ne katkısı vardır? Bunlar yayımlanmazsa ne olur,
Türk edebiyatı ne kaybeder? Ama Düşler,
ama Sombahar, ama İpek Dili bugünkü edebiyatımızın
atardamarı mesabesindedir.
Taşrada yayımlanan
dergiler de böyle. (Şu taşra lâfına da takıyorum. Nereye göre taşra? Merkez
dediğiniz yer başka bir yerin taşrası değil mi?) Taşrada yayımlanan dergiler
edebiyatın, sanatın asıl misyonu olan insan kaynaşmasını sağlayan yegâne
dergilerdir. Taşrada yayımlanan dergilerin mütevazı odalarında bir bardak çay
içmekle profesyonel denilen dergilerin bürolarında bir bardak çay içmenin
farkını tecrübe edenler bilir. Sanat duygusunun temelindeki bu “humanity” olgu
taşrada yaşıyor, gelişiyor. Ayrıca bir derginin taşrada çıkıyor olması
taşracılık yapmak anlamına gelmez. Bu sözlerimle geçmişte Ayane ve İkindiyazıları
gibi dergileri, şimdilerde de İpek Dili
ve Kırağı gibi dergileri
kastediyorum.
Okuyucunun
vefasızlığı ve günümüzde okuyucu kitlesinin kayboluşu ayrı bir konu. Bu, genel
kültür ortamının ayaklarının altından toprağın kaymasıyla ilgili bir şey.
Bundan taşrada yayımlanan dergiler de etkilenecek tabiî. Yani onları aşan bir
şey bu. Ama taşrada yayımlanan dergilerin okuyucusu profesyonel denilen
dergilerin okuyucusundan daha ciddî ve içten. Bu onlar için büyük bir avantaj
elbette.
Son olarak bir
gözlemimi aktarayım: (Bu konuda yanılmak istiyorum. İnşallah yanılırım!)
Profesyonel denilen dergiler son üç-beş yıldır akademik çöplüğe dönüşmeye
başladı. Bundan edebiyatımızın hiçbir kazancı olmayacak. Birilerinin kariyer
çabalarına çanak tutulmuş olacak. Aslında sanat adına bir cinayettir bu;
sanatın özgürlüğünü akademik çembere almaktır. Geçmişteki edebiyat dergilerine
bakın böyle bir şey göremezsiniz. O zamanlar akademik çalışma yapılmıyor muydu?
Hem de âlâsı yapılıyordu. Öyleyse bu gidiş hayra alâmet değildir. Bu durumdan
tedirginlik duyuyorum. Bu yüzden taşrada yayımlanan dergileri alkışlıyorum.
Taşrada yayımlanan dergiler akademik cahillerin suratına birer şamar gibi
iniyor çünkü!
Kırağı, S.
13, 30 Ağustos-15 Ekim 1995
ŞİİR BİR KUŞANMA BİLİNCİYLE GİRDİ YAŞAMIMA
– Sayın Mehmet Erdoğan, yaşamınızı ve şiir
serüveninizi kısaca anlatır mısınız?
– Güneysu-Rize’de,
karlı bir şubat günü “Ayane dağı’nın eteklerinde / bir köyde doğdum”. İlkokulu
köyümde, ortaokulu Güneysu’da, liseyi Rize İmam-Hatip Lisesinde bitirdim. Bir
yıl memurluk yaptım. Ardından iki yıl Samsun’da Ondokuz Mayıs Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesinde okudum. 1984’te bu defa Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesine kaydoldum. Umarım bu yıl mezun olurum. Öğrencilik ve dergicilik
birlikte taşımak zorunda olduğum yükler.
Şimdi düşünüyorum
da ilâhiyat eğitimi gördüm; neler öğrendim, neler kaybettim? Yaşadığım
ortamların etkisini hesaba katsam bile büyük ölçüde özel çabalarımla sadece
“bağlanma”yı öğrenebildim, varoluşumu temellendirebildim. Geleneksel kültürümüz
ve değerleriyle en azından zihinsel bağları koparmadım. Belki bir avantaj bu,
ama yaşamın hep kıyısında kaldım; yaşanmamışlık çoğaldı!
Şiire pratik olarak
üniversite yıllarında başladım. Bazı şairler, şiir serüvenlerini
çocukluklarından başlatır. Ne derece doğru bilmiyorum. Kendi adıma zorlama bir
başlangıç saptamayı gereksiz görüyorum. Ortaokul ve lise yıllarında sadece bir
okuyucuydum. İlk yazı çalışmalarım 1981-1982 yıllarında Yeni Devir gazetesinin sanat-edebiyat sayfalarında yayımlandı. Mavera dergisi ve Cahit Zarifoğlu’nun
üzerimde yönlendirici etkisi oldu. Okuyarak kendimi geliştirmeye çabalıyordum.
Ne bir öğretmenim ne de elimden tutan başka bir kimse vardı. Yazarlara,
sanatçılara mektup yazıyordum, kendi çabamla onlardan bir şeyler öğrenmeye
çalışıyordum. Bu bağlamda İsmet Özel’in bana yazdığı bir mektuptaki şu
sözlerinin hakikatini çok sonra kavrayabilmiştim: “Gerçek olanı sadece kendin
tanıyabilirsin, hiç kimse, hiçbir kul, hiçbir mahlûk öğretemez onu sana. Evet,
başkalarından birçok şey öğrenir insan, ama bu öğrendiklerini zaten kendisi
aramıştır. Kendi kayıp devesidir yani.” (2 Ocak 1983)
İlk şiirimi 1984’te
yazdım. Ayane dergisinden önce hiçbir
yerde şiirim yayımlanmadı. Bu durum, biraz da serüvenini paylaşabileceğim bir
edebiyat dergisinin yokluğundan kaynaklandı. Yönelişler dergisini seviyordum, ama kapanmıştı. Yani bir dergi
çıkarmak kaçınılmaz olmuştu. Sadece kendi olanaklarımızı ortaya koyarak bir
grup öğrenci-öğretmen arkadaşla birlikte Ayane
dergisini yayın hayatına sokmaya karar verdik.
– Yaşamınızda şiirin yeri nedir?
– Önemli olan
şiirden ne anladığımızdır, ona yüklediğimiz fonksiyondur. Ya da İsmet Özel’in
dediği gibi “Şiir okumak ancak hayatlarında şiir için yer açmış insanların
önemli ve yararlı bulabileceği, doğrusu ancak onların altından kalkabilecekleri
etkinliklerden biridir.” (Şiir Okuma
Kılavuzu) Şiir benim için hem bir çeşit açımlama hem de formüle etmedir.
İnsan ve insanın uzanabileceği sınırlar çerçevesinde iç ve dış duyumlarla
oluşan algıları biçimlendirme, somutlandırma ve nesneleştirmedir. Böylece şiir,
insanî olan her şeyin özgün bir yaratıma dönüştürülmesi eylemidir. Garip olsa
da sonuçta ortaya bir yaratık çıkmış oluyor. Bunun, önce şair özelinde bir
değeri vardır. Sonra göreceği ilgi ölçüsünce şairin özel malı olmaktan çıkar.
Başarısıyla/başarısızlığıyla bir dilin/bir kültürün kendisi olur. Asıl
fonksiyonunu o zaman kazanır ve kullanım alanına göre reel bir değer taşır.
Şair, bir şiiri salt kendisi için yazmaz. Yazıp yazmamak elindedir belki, ama
şiir ortaya çıktıktan sonra her yönden özgür olmak ister. Görülmek, bilinmek
ister. Çünkü varlığını ancak böyle kanıtlayabilir.
Çocukluğum,
gençliğim ve öğrenciliğim yaratılmak istenen insan tipine ters/muhalif gelişti.
Ve dahi şiirim... Türkiye’de siyasal, ekonomik ve kültürel yapı zaten baştan
beri bozuktu. Bu yetmiyormuş gibi peş peşe gelen üç askerî darbe de mevcut olan
yapıyı tamamen bozguna uğrattı. Bu bozgunun ailemde, yakın çevremde ve içinde
yaşadığım ortamlarda onarılmaz yaralar açtığını gördüm. Darbelerden biri ana
rahminde kulağıma (27 Mayıs 1960), biri çocukluğuma (12 Mart 1971), biri de
gençliğime (12 Eylül 1980) patladı! Artık üzerime çöken ezilmişliğin,
dışlanmışlığın, aşağılanmışlığın o kahrolası duygusuna ancak inancımla ve
aşkımla direnebilirdim. Bu duyguya kapılmayanlar, baştan bozguna uğramayı kabul
etmişlerdi. Böyle olunca şiir, bir kuşanma bilinciyle girdi yaşamıma.
Cahit Zarifoğlu’nun
haklı olduğunu biliyorum: “Şairin kendi şiirini anlamaya ve anlatmaya kalkması,
o şiir için yapılacak yardımların en kötüsüdür.” (“Okuyucularla”, Mavera) Şiirimin, belki bir
yaşanmamışlığın açılımı olduğunu söyleyebilirim. Ama yaşanabilire de açıktır.
Aşklar, ülküler, nostaljiler, yalnızlıklar, başkaldırılar, umarsızlıklar vs. iç
içedir bende. Şiirimin de yaşamım gibi kompleks bir yapısı vardır. Yani yaşamın
çıkmaz sokağında şiirle eşelenip durmaktayım!
Şair, kendini ve
çağını yakalayabilen insandır. Benim için bu, din-siyaset-şiir üçlüsüyle
mümkündür. Yaşama bilincini ve duyarlığını ancak böyle kuşanabiliyorum. Bu
üçlüyü hiçbir zaman birbirinden bağımsız düşünmedim. Varoluşumu ve yaşamı ancak
böyle kavrayabildim çünkü. Tabiî dini “din”, siyaseti “siyaset” ve şiiri de
“şiir” bilmek koşuluyla. Bence bu, insanı “insan” bilmek demektir.
– Sizce içinde yaşadığımız toplum şiirli bir toplum
mudur?
– Buna hem evet hem
de hayır demek olası. Evet, çünkü geleneksel kültürümüz içinde şiirin
yadsınamaz bir ağırlığı vardır. Bugünkü komplike kültürümüz ve şiirimiz
kesinlikle geleneğimizin bir uzantısıdır. Bütün batılılaştırma/yabancılaştırma
çabalarına karşın hâlâ doğulu bir duyarlığa sahibiz. Bundan şiir de payına
düşeni alıyor doğallıkla. Modern şairlerimizdeki divan ve halk edebiyatı
etkilerini başka türlü açıklayamayız. Bizde kültür değişmeleri hep dayatmayla
ve üstten olmuştur. İslâmlaşmamız, batılılaşmamız hep böyledir. Bu yüzden
İslâmlaşmamız ve batılılaşmamız bir yere kadardır. Yoksa bir ulus, böylesine
birbirine ters iki ayrı kültürü nasıl benimseyebilirdi? Öyle ya da böyle
“Türklük” olgusu ağır basmakta bizde. Ama Türklük ne demek? Doğrusu bunu
anlamış değilim, fakat kesinlikle Attilâ İlhan sentezi olmadığını biliyorum.
Çünkü bu sentez, çok kaypak ve resmî ideoloji kokuyor! Bu bağlamda nasıl bir
ulus olduğumuzu en çok şiirimiz yansıtıyor. Dün için de, bugün için de
geçerlidir bu yargı. Ortada bizi yansıtan bir şiir olgusu var, öyleyse şiirli
bir toplumuz.
Hayır, demek de
olası. Kimlik sorununu çözümlememiş bir toplumdan sağlıklı şiir nasıl doğar?
Buna rağmen dünya şiiri ve geleneksel şiirimiz incelendiğinde büyük şairlerin
hep kritik dönemlerde ortaya çıktığı görülmektedir. Neden? Bu da şiirin gizi
belki. Ama ben, inanıyorum ki en büyük şair sağlıklı toplumların yaratacağı
şairdir. Sağlam bir zemine basabilen, dünyanın geçiciliğini kavrayabilen,
toplumsal koşullara çakılı kalmayan, ‘öte’ye uzanırken ayakları kaymayan
şairler insanî olanın en büyük şiirini yazacaktır. Örnekleri az olmuş olsa bile
insanın ve şiirin doğasına daha uygun olan budur.
Sonuçta şiirli bir
toplum olduğumuz tezi daha inandırıcı ve gerçekçi geliyor bana.
Kimliksizliğimiz, kimlik arayışı içinde oluşumuz şiirin doğasındaki arayışa
denk düşüyor. Edebiyatımızdaki akımlar, hareketler bunun bir yansıması. Eğer
kimliksiz olmak, kimlik arayışı içinde olmak şiirimize bir ortam, bir soluk
olanağı hazırlıyorsa bu, ne kadar daha sürecektir? Türk şiirinin
gücü/güçsüzlüğü işte bu soruda gizli.
– Kendinizi Türk şiir geleneğinde nereye
bağlıyorsunuz?
– İnsanı çağından
ve geleneğinden kopuk olarak düşünemiyorum. Şiir, gelenekle çağ arasında bir
denge, buna bağlı olarak ileriye bir sıçrama olanağı sağlıyor bize. Bir kuşatma
altındayız; yanıyoruz. Kuşatmayı yarmak istiyoruz. Bizi ayakta tutan,
bağlandığımız, güç aldığımız, sığındığımız değerler var. Şair, yaşadığı günü
kavrayabilmek ve ileriye sıçrayabilmek için geriden hız almak, bir yere
bağlanmak zorundadır. Bunun için kendinden önceki edebiyatla da bağ kurması
gerekiyor. Başka bir anlamda nereden başlayacağını bilmesi gerekiyor. Eğer
kendine bir başlangıç noktası saptayamazsa hiçbir şey yapamayacak. Yani bir
şeyler yapabilmek, ilkin nereden başlayacağını bilmek demektir.
Ben, bağlandığım
değerlerin şiirini Sezai Karakoç’ta buldum. Tabiî o, çağında bir öncüdür ve
öncü olmanın olumsuzluklarını da yaşıyor. İnsanî olanın örneğini Turgut Uyar’da
gördüm. Çığlığı, başkaldırıyı İsmet Özel’le kuşandım. Doğu insanına özgü
romantizm, lirizm Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba ve Cahit
Sıtkı Tarancı’yla bulaştı bana. Bunlarda ‘ben’in yalnızlığını, geçiciliğini
buldum. Kuşatmayı yarmak, ileriye sıçramak, şiirime devrimci bir kimlik
kazandırmak ve ‘öte’ye uzanabilmek bana kalıyor artık. Henüz limandan çıkmış
değilim, bilmiyorum başarabilecek miyim? Ama nerede olduğumu biliyorum sanırım.
Bunun için dönüp geriye bakmaktan, dün yazılan şiirin çevresinde dolaşmaktan ve
hatta yerinde saymaktan korkmuyorum. Çünkü ben hâlâ buradayım.
– Günümüzde yazılan şiiri biçim/biçem/izlek açısından
nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Günümüzde yazılan
şiirden 1980 sonrası şiiri anlıyorum. Bu şiirin geriye doğru 1970’lerle,
1960’larla ve önemlisi 1950’lerle (İkinci Yeni) bağlantısı vardır. Belki de
1950’lerle en sağlıklı bağlantıyı 1980 sonrası şiir kurmuştur. İnsanî olanı ve
insanî değerleri öne çıkarmayı amaçlayan 1950’lerin şiirini, 1980’lerde
şairlerimiz yeniden gündeme aldı. Bu, biraz da içinde yaşadığımız toplumsal
koşulların kaçınılmaz bir sonucuydu. Çünkü deli gömlekleri (ideolojiler)
sıkmaya başlamıştı insanımızı. İnsanla birlikte şiir de daralıyor,
soluklanamıyordu. Buna derli toplu ilk büyük tepki İsmet Özel’den geldi:
“Şairler Intellect’in Pençesinde” (Yazko Edebiyat, Nisan 1982). Ardından Yeni Gündem dergisindeki yazılarıyla
(dört yazı, 1985) birtakım sorular sordu. İsmet Özel’in bu çıkışına sessiz
kalındı. Çünkü tabuları yıkıyordu. Ama derinden derine herkesi de etkilediği
kuşkusuzdu.
1980’lerden dönüp
geriye bakıldığında yaşanmış bir sürü olumsuz deneyim vardı. İnsanların
heyecanları sömürülmüştü. Nerede yanlış yapıldığı sorusu irdeleniyordu, ama bu
kez daha vahim bir yanlış kuşatmıştı etrafı. Doktriner düşünce yerini
pragmatizm ve oportünizme bırakmıştı. 1950’lerin liberalizmi; milliyetçilik,
sosyalizm ve din destekli görülmemiş bir kimliğe büründürülmüştü. Her şeyi
mubah gören ve suyu bulandırarak balık avlamaya çalışan bir siyasal iktidar
vardı. Üstelik asker destekli bir iktidardı bu. Toplumun ve insanların dejenere
edilmesi için son tuzak olarak böylesi bir anlayış geliştirilmişti. Tarih
tamamen yok sayılıyordu. Dünyadaki ve Orta Doğu’daki gelişmelere kulak
verilmiyordu. Bir ulus, bin yıllık bir uygarlığı ve kültürüyle getirilip
Avrupa’nın önünde boyun eğdiriliyordu. Komünist ülkeler bile demokratikleşme
sürecine girerken bizde hâlâ bir çeşit “Millî Şeflik” dönemi yaşanıyordu. Bu
durumda elbette nereye gidiyoruz diyen birileri çıkacaktı. Belki yanıt
alınamayacak, bir sonuç elde edilemeyecekti, ama bu soru bütün ağırlığıyla
ortaya konulacaktı.
Böyle bir ortamda
1980’lerin şiiri, 1950’lerin şiirinden örnek alarak bazı sorular sorma çabasına
girişti. Eski limanlarda oyalananları dışta tutarsak (ki bu her dönemde
olmuştur) nereye gidiyoruz diyen şairler, 1980’lerin şiirine, yani günümüz
şiirine imza atan şairler oldu: Adnan Özer, Mehmet Ocaktan, İhsan Deniz, Tuğrul
Tanyol, Haydar Ergülen, Seyhan Erözçelik, Vural Bahadır Bayrıl, Ali Günvar,
Necat Çavuş, Metin Celâl, Yüksel Peker, Hüseyin Atlansoy, Nilgün Marmara, Osman
Konuk, İbrahim Eryiğit...
Günümüzde yazılan
şiir, böyle bir ortamın koşullandırdığı şiirdir. İkinci Yeni şiiri ve ortamıyla
benzer kaygılar taşıdığından o dönem şiiriyle bağ kurmaya çalışmıştır.
1960-1980 arası yıllar görece de olsa özgürlük yıllarıdır. Ancak bu yıllarda
ideolojiler revaçtadır. Bu durum şiirin ayağını yerden kesmiş ve onu ideolojilerin
yedeğine itmişti. 1980’lerin şiiri buna da bir tepkidir.
Ayrıca günümüz
şiiri, geleneksel şiirle daha ciddî bir bağ kurma çabasındadır. Slogan düşünce
yerine radikal düşünce benimsenmektedir. Kimlik sorununa salt ithal
düşüncelerle değil, gelenek içinde de ciddî bir çözüm arama çabasına
girişilmiştir. Bu bağlamda Şiir Atı
seçkisindeki Kur’an çevirileri
anılmaya değer bir çalışmadır. Geleneğe dönüş çabaları anlam kazanmaya
başlayınca bundan rahatsız olan belli çevreler “klâsik” olgusu etrafında bir tartışma
başlattı. Tartışmanın odağında Melih Cevdet Anday’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Herkesin Kendi Klâsiği” (15 Ocak
1988) başlıklı yazısı yer aldı. Tartışma Milliyet
Sanat Dergisi’nde de kapak konusu oldu; konuyla ilgili çeşitli yazarların,
sanatçıların görüşleri alındı. Ne ki Anday’ın görüşleri yankı uyandırmadı, pasif bir tepkiyle geçiştirildi ve tartışma
burada noktalandı.
Günümüzde yazılan
şiir, İkinci Yeninin Türk şiirine kazandırdığı dil ve imge olanaklarını fazla
zorlamışa benzemiyor belki. Ama biçimiyle, biçemiyle daha oturmuş bir şiir.
İzleksel olarak, gündemine aldığı konular olarak, sorunlara yaklaşım mantığı
olarak çağdaş, günümüzün koşullarına denk bir şiir. Üstelik yerli düşünceden
beslenen bir şiir. Bu noktadan İkinci Yeninin önündedir. Nâzım Hikmet’in
ideolojik söyleme dayalı şiiri, Ece Ayhan’ın soyut, “sıkı” şiiri gerilerde
kalmıştır artık.
Bence 1980’lerin
şiirinin ayağı yerde, Tanzimat anlayışından/kompleksinden kurtulmuş. Belki
sesini duyuramıyor, beklenen atağa geçemiyor, ama bu şiirin sorunu değil. Genel
ortamın yarattığı bir olumsuzluk. Gerçek sanat hâlâ amatör koşullarda
üretiliyor. Resmî anlayış sanat eğitimini dışlamış durumda ve sermaye destekli,
görsel ağırlıklı dergiler de resmî anlayışın yedeğinde. Kişisel çabalara ise
ekonomik olanaklar geçit vermiyor.
Türkiye’nin içinde
bulunduğu ekonomik açmaz 1990’larda nereye varacak, pek belli değil. 1990’lı
yıllar Türkiye için, şiirimiz için bir dönüm noktası olabilir. Günümüz şiiri
buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor, belki beklenen atağı o zaman
gerçekleştirebilecek.
Ayane, S.
23, Kasım 1989
Sarışın bir sesi var. Konuşurken gövertiler, hamlıklar,
yetmemişlikler de birden sararıyor, olgunlaşıyor. Karpitle yahut samanla
yapılan bir sarartma değil bu… Sarartması da sağaltma; sıcaklık anlamında.
Sesi, konuşması, bir ortamda bulunması da takvimli… Günün
her saniyesini demeyelim, her dakikasını planlayanlardan… Beklenmeyen sapmaları
bile beklenilene, planladığına uydurmakta, uygulamakta üstüne yok. Beş dakika
konuşup çay içecekseniz, beş dakikadır.
Gömleğinde kırışık ve leke bulunmaz.
Üzerine kül döktüğü, dereyi geçerken paçasını ıslattığı,
havuza girdiğinde etrafa su sıçrattığı, kahve içerken telvenin fincanın ağzına
meylettiği görülmemiştir.
İyi okur. Seçerek okur. Ayıklar. Kendisini de ayıklar.
Kütüphanesini de ayıklar. Kitapları muntazam dizilidir, hangi kitabın kaç sayfa
olduğunu bilir. Rafın hangi santiminde bulunduğunu kapalı gözle seçecek kadar
titizdir. Hiçbir kitabı toz tutmaz.
Evrenin o kendine özgü düzenliliğini, işlerliğini
aratmayan kendine özgü bir düzenliliği vardır. Kaosu, karamsarlığı, kara olan
hiçbir şeyi, hatta kara mizahı bile sevmez. Esmerliğe ve siyahîliğe diyeceği
yoktur.
Kafa konforuna, suiistimale, aymazlığa, başkasını
kendisine uydurmaya, kendisini de başkasına uydurmaya tahammülü yoktur.
Uygun adım yürür; adımları kalbinin ve aklının adımlarına
uygundur.
Müridanın en seçkin olanlarından
Kendinden önceki yaşayan muharrirleri de, kendinden
sonrakileri de takip eder. Gençlerin üretken ve cins olanlarını takdir etmekten
geri durmaz. Dönemsel kıskançlıkların, görmezden gelmelerin, kalem kavgalarının
dışında kalır. Biraz akil adam, biraz yapmayın çocuklar dercesine her
iyi/iki kesimle de görüşür, konuşur. Tartı ayarında bozukluk varsa tartışmaz.
Elek sağlam değilse eleştirmez.
Bir zamanlar Ayane
mecmuasını çıkardı. Yarı İkindi Yazıları yarı Dergâh karışımı diyebileceğimiz
kendisine özgü dergide insanın ve sözün itibarını savundu.
Şair. Şiirlerini Örtüye Bürünen Sözler ve İkindi
Vezninde Gelişler adlı kitaplarda toplandı. Az görünüyor, az
söylüyor, az yazıyor.
Sübjektif Yazılar’ı ve Tanpınar’ın
eleştirmenliğine dair bir kitabı var Dergâh’tan… Müridanın en seçkin
olanlarından… Ezel Bey’in sözünden çıktığı da görülmemiştir.
Bağlılığı da ağabeyliği de çakma değildir.
Mehmet Erdoğan bu…
Sözü de yazıyı da damıtır, ölçer biçer…
Yüzündeki sarışın gülümseme de ciddidir.
Yüzünde ayrık otu bulunmaz.
Dünya Bizim www.dunyabizim.com
16
Şubat 2013
Şekli boyutu olan
ibadetlerde önemli olanın az ve devamlılık olduğunun unutulduğu bir ay olması
bakımından önemlidir Ramazan. Bilgiye ve bilince dönük çabaları arttırma gayesi
ile yapılan ‘ağır yüklemelerin’ ne kadar tesirli olduğu, ‘Ramazan Müslümanlığı’
olarak tasvir edilen olumsuzlukları ne kadar giderdiği başlı başına bir
araştırma konusu.
Dergâh
dergisinin 271. sayısında
Mehmet Erdoğan’la yapılan söyleşide gündeme getirilen konular oldukça önemli. “Eski
ve Yeni Ramazanlar Arasında” başlığını taşıyan söyleşinin içeriğinden önce şunu
belirtmeliyim: Mehmet Erdoğan’la Dergâh’ın
271. sayısında yayımlanan söyleşinin girişinde yer alan biyografi bilgilerinin
bir kısmının ‘fuzuli’ addedilerek çıkarılmış olması yersiz sayılamayacak bir
şüphenin doğmasına neden oluyor.
Söyleşinin başlığı ve
içeriği Ramazanla ilgili sınırlı okumalar ve gözlemlere dayanıyor olsa da
sınırlı olmayı aşan boyutları var. Sanırım bundan dolayı söyleşinin Ramazandan
sonra yayımlanmasında bir sakınca görülmemiş. Okuyanlar Erdoğan’ın çoğu
tespitine hak vereceklerdir. Bazen meselenin aslının onun aksettirmeye
çalıştığından tamamen bambaşka olduğu da düşünülecektir. Bu söyleşi, Dergâh’ın önceki sayısında yayımlanan
kardeşlik ahlâkı ve hukuku konulu Raşit Küçük söyleşisi ile birlikte
düşünüldüğünde Yordam dergisinin 15.
sayısında İbrahim Halil Altan adıyla çıkan “Kutlu Doğum: Devlet Eliyle
Kardeşlik” değinisinin tümüyle haksız olmadığı izlenimi edinilebilecektir.
Çünkü Küçük’e yöneltilen sorularda ve onun verdiği cevaplarda ortaya çıkan
kardeşlik vurgusu Kürt sorunu anılmasa da bu konuya ilişkin göndermeler
içermekte Balkanlar, Orta Asya, Kafkaslar üzerinden “millet varlığı” öne
çıkarılmaktadır. Raşit Küçük’le söyleşi yapan isimlerden birinin Mehmet Erdoğan
olduğunu da belirtelim. Fakat Erdoğan’la söyleşiyi kimin yaptığı belirtilmemiş.
Muhtemelen bu söyleşiyi bir önceki söyleşinin ikinci ismi Kâmil Büyüker yapmış.
(Mustafa Kutlu yaptı; Mehmet Erdoğan.)
Tekrar Mehmet Erdoğan’la
yapılan söyleşiye dönecek olursak; Erdoğan, İslâmî hayatın değişimi söz konusu
olduğunda korkuları haklı çıkaran görünümler kadar yersiz korkulara da
değiniyor. “Herkes bizim gibidir; biraz yoğun, biraz gevşek!” diyor.
Parçası olduğu değişim sürecini bir dış gözlemci gibi
dışarıdan izleyebilme yetisine sahip bir yazar Mehmet Erdoğan. Söyleşide ifade
ettiği değişim sürecini âdeta bir başkası olarak izlemektedir. Erdoğan,
Müslüman toplumların Ramazanı anlama ve yaşama noktasında yaşadığı değişimleri
dikkate almanın aynı zamanda ruh dünyasındaki değişiklikleri fark ettireceği
kanaatinde. Ramazandaki farklılaşmayı eski ve yeni iftarlar üzerinden ele
alıyor önce. İş görüşmelerinin iftar sofralarında gerçekleştirilmesinden iftar
sofralarının diplomatik bir nitelik kazanışına kadar uzanan yeni hâllerine
değiniyor. Eğilimleri gözlemek bakımından şu tespitler dikkat çekici: “Görebildiğim
kadarıyla eski ve yeni iftarlar arasında şekil, amaç, etki, hayattaki karşılık
vb. açılardan benzer ve farklı yönler var. Bir kere iftarlar, devlet açısından
her zaman bir sosyal proje olmuştur. Gücün gösterişi, ihtiyaç sahiplerini
gözetme, isyan duygularını törpüleme vs. Varlıklı Müslümanlar Ramazanda
toplumsal meşruiyetlerini tazeliyorlar; cüzdanlarını açıyorlar vicdanlarını
rahatlatıyorlar ve itibarlarını arttırıyorlar. Gariban, yoksul ve alt tabaka
Müslümanlar için değişen bir şey yok. Bulunca şükrediyor, bulamayınca
sabrediyorlar. Durumu ve statüsü içinde istisna olanlar yok mu? Elbette vardır.
İstisnalar dünden bugüne nasıl bir eğim gösteriyor? Görebildiğim kadarıyla
kalitede, samimiyette, ihlâsta düne göre bir artış var ancak oranlar az.
Dünyevîleşme eleştiriliyor, sorgulanıyor, manevî değerlere, dine bir yönelme
söz konusu ancak derinlerde Müslümanlar kapitalistleşiyor!
İş görüşmeleri iftar
sofralarında daha uhrevî bir hava içinde gerçekleştiriliyor!”
Erdoğan’ın zenginleşen
iftar sofralarında fakir fukaranın, garip gurabanın ağırlığına değinirken Emek
ve Adalet iftarlarına değinmemiş ve fark etmemiş olması bir eksiklik.
Müslümanların kapitalistleşmesinden söz ederkenki rahatlık nedense sınıf
kavramının kullanılmasına imkân tanımıyor. Demek istediğim şu; kapitalizm
kavramını çekince duymadan kullanmak buna karşın sınıf kavramından kaçınarak
alt tabaka kavramını kullanmak ciddi bir usul hatası bence.
Erdoğan, Türkiye’de
baskın olan kültür dünyasında müminlerin biraz Bektaşî meşrep olduğunu, İslâm
hukukunun ve ibadet yükümlülüklerinin sert taraflarını yumuşatan bir geleneğin
var olduğuna temas ediyor. Hile-i şer’iyyeyi en yaygın biçimde ‘bizim’ toplumun
uygulamış olmasını da bunun bir göstergesi olarak anıyor. Dinin kültürleşmesine
bakışı noktasında flu kalan noktalar var. Bir yandan ‘Türk-İslâm kültürü”
üzerinden sosyolojik bir tespit yapıyor, diğer yandan ise ibadetlerin eğlenceye
dönüşmüş olmasından duyduğu hoşnutsuzluk seziliyor ifadelerinde.
Evliya kültürü ve kültü
etrafında oluşturulan ‘inanç turizmi” konusundaki kanaatlerinin ortaya
konulduğu satırlar bu açıdan dikkat çekici. Yunus Emre, Mevlâna, Ahmet Yesevî,
Hacı Bektaş Velî gibi isimler etrafında oluşan evliya kültü konusunda
söyledikleri Ahmet Yaşar Ocak’ı çağrıştırdı bana. Bu isimler etrafında son
çeyrek yüzyıldır oluşturulan kültün İslâm’ın değil hümanizmin işini
kolaylaştırdığını belirtirken kültürel unsurları muhkem kılma noktasında
kültürel unsurların işe yararlığının amaç dindarlık olmadığında nostaljiden
öteye geçemeyeceğine değinmesi çok önemli.
Bektaşî meşrepliği bir
kültürel öge olarak zikreden Erdoğan’ın sekülerleşme kavramını da bu çerçevede
düşünerek ehli dünya veya eyyamcı olmak gibi yeni kavramlarla bunu ifade
etmesini bekledim ama bu kavramsallaştırma söyleşide yer almıyor. İbadet ve
eğlence ilişkisine değinirken Türk-İslâm kültürü gibi bir kavramdan hareket
etmesi demek istediklerinin çoğuna gölge düşürecek nitelikte.
Medya dönemindeki Ramazanların
matbuat ve basın döneminden ayrı olduğunu herkes bilir. Televizyonlarda sahura
kadar süren Ramazan programları için de uyarıcı yanları var söyleşinin: “(...) televizyonlarda
Ramazan eğlenceleri, televizyonun cazip olduğu zamanlarda önemliydi. (Tıpkı
yılbaşı programları gibi.) Televizyonun miadını doldurmaya başlamasıyla eğlence
sektörü kulvar değiştirmek zorunda kaldı. Ramazanın yaz mevsimine tekabül
etmesiyle de eğlenceler piknik ve panayıra dönüştü. Oysa Ramazan eğlence ayı
değil, ibadet ayıdır. Toplumumuzun hayatı kolaylaştıran ve kolaylaştırırken
değiştiren özelliği Ramazan ve eğlenceyi birbirini tamamlayan unsurlar hâline
getirdi.”
Dinî grup ve yapıları
uzaktan da olsa izlediğini belirten Mehmet Erdoğan derneklerin, STK’ların yurt
içinde ve yurt dışında kurumsallaştırdıkları yardımlaşma meselesine yaklaşımı
genel olarak eleştirel: “(...) çağımızda yardımlaşma ihtiyacının
kurumsallaşmasına temel paradigmalar açısından yaklaşıldığında sanıldığı kadar
masum olmadığını görüyoruz. Ulaşılamayan noktalara insanların ihtiyaçları
üzerinden ulaşılıyor. Hangi yardım kuruluşu, muhatap kitlesine karşı salt
ihtiyaç listesinin ötesinde stratejik, siyasal hatta ekonomik bir araştırma
yapmıyor? Bence hepsi yapıyor. Toplumları daha gerçekçi keşfetmenin en uygun
araçları ulusal ve uluslararası yardım kuruluşlarıdır. Beş kuruş veriyorlar,
beş yüz kuruş nasıl alabiliriz diye hesap yapıyor, strateji belirlemeye
çalışıyorlar.(...) Bizdeki yerel çaplı yardım kuruluşlarının, bazen
belediyelerimizin, bazen devlet kurumlarımızın yardımlarının her zaman görünen
amacının ötesinde bir asıl amacı vardır. Bu da işin ruhunu öldürüyor; verende
ve alanda yardımlaşmanın bir etkisi, bir faydası olmuyor.”
Erdoğan’ın bu
tespitleri Muhafazakâr Düşünce
dergisinin sekizinci sayısında yer alan İslâm Can tarafından yazılan “İslâm’ın
Yeni Sivil Toplum Söylemi ve İnsanî Yardım Vakfı İHH” başlıklı makalesi ile
birlikte düşünüldüğünde ne kadar önemli olduğu görülecektir. Can’ın şu
ifadeleri önemli: “Bir küresel sivil toplum kuruluşu olan İHH’nın dünyanın
farklı bölgelerinde yaptığı faaliyetler iyiliğin ve yardımlaşmanın dünya
üzerinde tesisine katkı sağladığı gibi (...) Türkiye’nin son yıllarda dış
politikada hedeflediği dünyayla entegrasyon amacına da büyük katkı
sağlamaktadır. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetinin dışişlerinde
son yıllarda benimsediği dünyayla daha fazla entegrasyon ve kriz bölgelerine
müdahil olma yaklaşımı, aynı hassasiyetleri bir sivil oluşum olarak gözeten ve
o yönde faaliyetler yapan İHH’nın hükûmetin dış politikasıyla yolunun
kesişmesini zorunlu kılmaktadır.”
Televizyonun,
telefonun, internetin yok ettiği düşünülen sohbet kültürünün yarenlik ve
hasbihal tarafıyla hayata yeniden dönüşünden de söz ediyor Erdoğan. İnsanların
sahtesi mümkün olmayan güzel bir sohbet için maddî ve manevî fedakârlık
yapabildiklerini belirtmesi de yeni olanın sadece korkulası hususlar olmadığını
göstermesinden dolayı dikkate değer.
Alan araştırmalarıyla
veya bazı somut nesneler üzerinden dindarlaşmayı ölçmenin mümkün olmadığını
düşünen Erdoğan, dindarlaşmanın görece ölçütlerle anlaşılamayacağını söyleyerek
şöyle devam ediyor: “Dindarlaşmayı görece alanların dışında ölçebilecek kadar
bir donanıma da sahip değiliz henüz. Anketler, camilerin dolup boşalması ve
dinsel söylemler yanıltmasın bizi. Dindarlaşmayı ahlâk, adalet, merhamet, edep
gibi en temel değerlerin kendi hayatımızdaki karşılığıyla, aile ve iş
hayatımızdaki ağırlığıyla, toplum hayatımızdaki yankısıyla ölçmeliyiz. Öyle
neşriyata, televizyonlara, gündelik dile bakarak dindarlaşmayı ölçemeyiz.”
Türkiye dindarlığının,
derinlikten yoksun Türk modernleşmesi gibi yüzeysel dindarlığın hedefleri ile
modernliğin hedeflerin söylediği noktaların aynı olduğu şeklindeki yorumları
epey tartışma yaratacak nitelikte. Din üzerinden verilen kavgaları sadece
siyasî veya pastadan pay kapma savaşı olarak değerlendirmesi de yine aynı
şekilde tartışılması gereken noktalar.
Türkiye Diyanet
Vakfının otuz yıldan fazla bir zamandan beri düzenlediği kitap fuarlarını değerlendirdiği
ifadelerindeki eleştiri azlığı hemen fark ediliyor. Sanırım bu azlığın sebebi;
Erdoğan’ın ticarî kaygının ağır bastığını söylediği fuarlarda yayıncı ile okur
arasında aracı konumda bulunan kurumun bir personeli olması.
Zor zamanlarda İslâm
adına yapılan faaliyetlerin daha nitelikli olduğunu açıklarken Türkiye’deki
askerî darbelerle İslâmî düşünce ve yayıncılık arasında kurduğu bağların tümü
İsmail Kara’nın yaklaşımlarının tekrarı. Mevcut dindarlığın derinliğinin
olmadığı şeklindeki yargılar ise derinliğin keşfini unutacak kadar modern.
Siyasal ve ekonomik rahatlamanın olduğu yıllarda İslâmî hayatın ve düşüncenin
kan kaybettiği şeklindeki yargılar Erdoğan’ın ortaya koyduğu ölçüt açısından
sorunlu. “Gerçek dindarlık” gibi kolay ölçülemeyen bir şeyi kolayca ölçmeye
çalıştığı için.
Bütün bunlara rağmen,
insanın, dünyanın, hayatın, çevrenin, algıların, düşüncelerin, duyguların ve
zihniyetlerin değişimine ilişkin çıkarımları bakımından mutlaka okunması
gereken bir söyleşi.
KAYNAK: Asım Öz / Görünenin ötesi (Dünya Bülteni 26 Eylül 2012).
Mehmet
Erdoğan, şiirleri, eleştiri yazıları ve dergiciliğiyle tanınan bir yazar. Bu
kitap, onun edebiyatla ilgili kaleme aldığı deneme-eleştiri yazılarından
oluşuyor. Kitabın Birinci Bölümünde konusu şiir olan yazılar, İkinci Bölümünde
Namık Kemal’den 80 kuşağı ve günümüz şairlerine genel ve konulu yazılar, Üçüncü
Bölümünde hikâye ve hikâyecilerle ilgili yazılar, Dördüncü Bölümünde eleştiri
türü ve eleştirmenler üzerine yazılar, Beşinci Bölümünde muhtelif yazarlar ve
konulara dair yazılar ve Altıncı Bölümünde söyleşiler yer alıyor. Yazılar,
kitap bütünlüğü içinde edebiyatımızın son yüz yüz elli yılına içeriden bir
bakış sunmaya çalışıyor. Şiiri-şairleri, hikâyeyi-hikâyecileri,
eleştiriyi-eleştirmenleri ve düşünceyi-hayatı anlamaya, yorumlamaya ve
değerlendirmeye tâbi tutuyor.
Edebiyat ve Eleştiri Yazıları /
Toplu Yazılar, bir ileri yorum çabasıdır. İleri okuma, ileri anlama ve ileri
yorumlama çabası... Hür, cesur ve samimî bir çaba... Böyle olduğu için olabildiğince
nesnel bir yorumdur.
Mehmet Erdoğan, toplu şiirlerini Aşk Diye Diye (Erdoğan 2014) başlığıyla kitaplaştırdı. İlk kitabı Örtüye Bürünen Sözler (Erdoğan 1993),
ikinci kitabı İkindi Vezninde Gelişler
(Erdoğan 1999) ve kitaplarına almadığı şiirlerini bir araya getiren Aşk Diye Diye’nin ikinci baskısında ilk
baskıda unutulan bir şiirin ve yeni yazılmış şiirlerin ilâvesiyle bütün
şiirlerin eksiksiz bir toplamına ulaşıldı.
Erdoğan, ilk şiirini kendi dergisinde yayımladı: “Serüven”, Ayane, S. 1, Ocak 1988. Şiire böyle
başlayan şair sayısı azdır. Ayane,
Erdoğan yönetiminde çıkan aylık bir dergiydi. Ayane’yi Ocak 1988’den Aralık 1990’a (36 sayı) üç yıl yönetti.
Ankara’da gençlerin çıkardığı bir dergi hüviyetindeki Ayane, kısa sürede kendini edebiyat ortamına kabul ettirdi.
Eleştiriye verdiği önemle dikkat çekti.
Erdoğan’ın ilk şiirini ortamdaki dergilerden biri yerine
kendi çıkardığı dergide yayımlaması ayırt edici vasıflarından biridir. Edebiyat
bahsinde onay gereksinimi duymadı. İşe başlarken geliştirdiği tavrı
karakteristik özelliklerinden birine dönüştürdü. Hayatı boyunca şiir saygısını
korudu. Gençlik yıllarında şiir onun için ne ifade ediyorsa bugün de odur. Eğer
böyle olmasaydı kuşağından pek çok şairin yaptığını yapardı: Kolayca
çoğaltırdı. Kolayca çoğaltabileceği yerde, defalarca üretebileceği yerde
yazmamayı tercih etti. Bu kadarsa bu kadar, dedi. Dergisini en verimli
döneminde kapattı. Ayane’yi başlangıç
işleviyle sınırladı: Dönemin edebiyat unsurlarından biri hâline gelmek. Dergi
kadrosunu oluşturan gençleri yazar kimliğine taşımak. Başlangıç işlevi yayında
kaldığı süreçte dergiyi dinamik tuttu. Dergi, üç yıl sonra kapanacak kararıyla
yayına başladığı için kapandı. Oysa ortamın aktörlerinden birine dönüşmüş ve
otorite üretmeye başlamıştı. Otorite üretmeyen dergi başarısız dergidir. Ayane’nin başlangıç amacına bağlılığı
kendine güvenin göstergesiydi.
Erdoğan’da Ayane’nin
işlevi Örtüye Bürünen Sözler’dir.
Derginin sonucudur ilk kitap. Örtüye
Bürünen Sözler aynı zamanda Ayane
hatırasıdır. Fakat kitap bütünüyle Ayane’de
yayımlanan şiirlerden oluşmamıştır. İlk kitaptaki şiirler Ayane (7 şiir), Dergâh (6
şiir), Kayıtlar (3 şiir), Yönelişler (1 şiir) ve Yedi İklim (1 şiir) dergilerinde
yayımlanmıştır. Derginin ilk sayısında yayımlanan ilk şiir ilk kitapta yerini
almıştır. Ayane, Örtüye Bürünen Sözler’i üretmiş ve dergi süreci ilk kitapla
tamamlanmıştır. Ayane’nin kapanışını
(Aralık 1990) izleyen ayda (Ocak 1991) iki ayrı dergide (Dergâh ve Kayıtlar) iki
şiiri yayımlanmıştır. Yeni aşama merkez dergiler anlamına gelmektedir.
Erdoğan, en güçlü atılımını Ayane 35’ten (Kasım 1990) ilk kitabını çıkarıncaya kadar (Kasım
1993) yayımladığı şiirlerle yapmıştır. İlk şiiri “Serüven”den Ayane 35’e kadar yayımlanan şiirlerinden
seçerken, Ayane 35’ten itibaren
yayımladığı her şiirini kitaplarına almıştır. İkinci kitabından sonra (Haziran
1999) kendine özgü nedenlerle şiiri bırakmıştır. Bütün şiirlerini bir araya
getiren Aşk Diye Diye’yle yayımladığı
her şiirin kitabı hak ettiğini göstermiştir.
Erdoğan’ın ikinci kitabından sonra zamana yaymadan, şiiri
birdenbire bırakmasının kendine özgü nedenleri olabilir. Bu nedenlere ilişkin
metnin bize söyledikleri dışında yorum yapamayız. Metni bu doğrultuya
yığdığımızda, metnin ürettiği sorunsalın yine metinde çözümlendiğini görüyoruz.
Sorun çağ ve getirdiği sorunlarıyla modern insan, çözüm ruhsal arınma öngören
tezkiyedir: “Vuslata ermek için ben’den arınmak gerekir”. (Erdoğan 2014, 22)
Ruhu arıtan tezkiye uzun vadede şiirin yöntem önerisidir. Erdoğan’ın şiirinde
sorunsallaştırılan benlik çağdaş dünya anlamı taşımaktadır. Tezkiye aynı
zamanda çağdaş dünyaya karşı çıkma tepkisidir. Cevap niteliği taşımaktadır. Örtüye Bürünen Sözler’de ve ikinci kitap
öncesi bütün şiirlerde metnin sorunsalı ölüm ve Tanrı düşüncesi etrafındaki
sorgulamalardır. Arınma, “Göğüs boşluğumda seyrettiğim kozmik haile”nin (19)
berraklaşmasıdır: “Elbet bir gün durulur gövdemde kopan fırtına”. (25)
Erdoğan’da şiir, insanı anlamına kavuşturacak arayış doğrultusunda biçimlenmiştir.
Arayışın ifadesidir: “Ey tılsımlı büyük anafor belki bir gün seni / tek boyutlu
kelimelerle açıklayacağım”. (32)
Erdoğan’da şiir “derunî bir arınmanın tezahürüdür”. (Erdoğan
1996) Erdoğan’ın teorisi budur. Bu teori, insanı kavrayış doğrultusunda tasavvuf
perspektifidir. Erdoğan dönemsel insanı değil, bütünsel insanı kavramak ve
yazmak istiyor. Şiirinde özneden, konuşan özneye dayalı kişiden ziyade insan
öne çıkıyor. Genel bir insan karakteri söz konusudur. Bu insan çağdaş sorunlar
karşısında, hakikat ve varlığının anlamına kavuşma çabası gütmektedir. Şiirin
tasavvufa yönelme nedeni budur. Erdoğan’ın şiirinde “derunî arınma” ruhsal
arınma anlamına geliyor ki insanı kavrayış bu temelden hareketle biçimleniyor.
Tasavvuftan, divan şiirine ilişkin kavramlardan, çağdaş dünyadan gelen
simgelerle düşünsel bir öykü anlatılıyor; varlığının anlamını, yaşantısının
yönünü arayan çağdaş insanın öyküsü.
Ahmet Haşim’in şiir yorumlanamaz düşüncesini savunmaya
başlamasından, Türk şiirinde ilk poetika metni “Şiirde Mana” (Haşim 1921)
yazısından itibaren şiir tahlillerine yeni bir boyut eklendi: Şiiri anlama
indirgemek yerine bütün unsurlarıyla duyumsamak. Teknik analize içerik
çözümlemeleri ölçüsünde değer vermek. Erdoğan da şiiri yorumlamayı bir noktadan
sonra beyhude çaba olarak görmektedir: “Şiir üzerine yazmak su üstünde yazmak
gibidir. Asıl olan şiirdir çünkü. Şiir üzerine yazılan yazıların amacı,
okuyucuyu asıla / şiire yöneltmek”tir. (Erdoğan 1996)
İster beyhude çaba diyelim, ister şiir yorumlanamaz; şiire
yöneldiğimizde asıl nedir sorusu bizi şiirin özünü kavramaya zorlar. Erdoğan’da
şiir, sorunun ve çözümün çarpışması biçiminde ilerliyor. Şiirin belirli
aşamalarında sorun tekrar tekrar yaşantılanıyor. Belki de şiiri artık sorun
yaşantılanamadığı için bıraktı. Onda şiiri üreten kaynak burasıydı. Modern
dünya, modern insan hükmediciliğiyle biçimlenen dünya, hayat ve insan algısı
şairin geliştirmeye çalıştığı algıyla çelişiyor. Şiir, trajedi, arayış bu
çelişkiden ürüyor. Modern dünyanın bunalımına ilişkin çok söz söylendi.
Modernizmde hayat ve insan yalnızlık bağlamlı tanımlamalara da sahip. Çağımız
yalnızlığın ideolojisine dönüştü. Modernizm, yalnızlığın yaşantılanma biçimi.
Çağdaş dünyanın özündeki bireyselleşme ve kapitalizm ruhsal arınmayla gelecek
insanın ve dünyanın tam karşıtı. Modern kültür yalnızlık üretiyor. Yalnızlıktan
zevk alan insana modern insan deniliyor. Bu çerçevede Erdoğan’ın şiirinde
geliştirilmeye çalışılan insan modeli, insanın Tanrı, din, tarih, toplum,
tabiat ilişkisini yeniden kurmaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Bu itibarla
Erdoğan’ın şiiri insanın anlam arayışını üreterek canlılığını koruyor. Şiir,
insanı bu arayışa yığan metodik güç özelliği taşıyor.
İnsanın anlamını şairler, sanatçılar yazar. Şiir, insanın
kendini anlamlandırma çabasında yer tutan ciddî bir uğraştır. Bu çerçevede
insanın anlamını kavrama çabası bir hakikat sorununa yol açıyor. Hakikat sorunu
aynı nedenlerle insanın varoluşunu sorunsallaştırıyor. Arayışı başlatan neden
çağ ve sorunları karşısında insanın konumudur: “Duyargalarım kopuk / tanrı’nın
sesini alamıyorum.” (Erdoğan 2014, 47) “tanrı’nın sesini alamıyorum. Çiçekler
köksüz”. (47) Dünya yabancılık çekilen gurbet diyarıdır. İnsanın zindanıdır:
“senden uzak kendimden uzak şu esaret diyarında”. (25) İnsanın kendine, Tanrı’ya
yabancılaşması söz konusudur. Sonuç temelden, kökten yaşanan “büyük
yalnızlık”tır. (35) “uzak iklimler” (37), “çırpınıyor sesim” (37),
“boğuluyorum” (47) ifadeleri söz konusu yabancılaşma göstergeleridir. Fakat
büyük yalnızlık insanın tarihsel trajedisidir: “yakamızdan düşmeyen büyük
yalnızlık”. (35) Salt bu çağa özgü bir sorun değildir. İnsan olmanın sorunudur.
İnsanın yaratılışıyla, varlığıyla, bu dünyada bulunuşuyla ilişkili bir
sorundur.
İkinci kitap öncesi ölüm düşüncesi amaçlanan hayattan kopuşa
tepki biçiminde yaşantılanmaktadır. İdeal düzen bireyselleştirilememişse
yaşamanın anlamı var mıdır: “ey ölüm ey sevgili” (99), “mezarımı çiğneyin
kemiklerim ufalsın / öldüm ya dirilmesem ne olur” (65), “yıllardır içime
çektiğim ey koca deniz / gömüleceğim sana al yut beni vur karşı kıyılarına”.
(43) Ölüm ve Tanrı izleklerinin tetiklediği içsel arınmaya koşut sükûnete
kavuşulacaktır. Bazı şiirlerin ayet ifade ve ibareleriyle bitmesi arınmanın
yönünü göstermektedir. Yalnızlıktan çıkış, ruhun uyanışı, arınma çabası,
arayış... Bu dünyadan kurtulmak o kadar zordur ki. Bu nedenle elde edilen her
bilgi âdeta ıssız bir adada hayatı pahasınadır. “ruhun uyanışı” (30) örneği
“hayy bin yakzan”dır. (30) Hayy bin Yakzan ıssız ada metaforudur. Bu durumda
toplum ıssız adadır. Tıpkı Hayy gibi öğrenilen her bilgi sıfırdan bilgidir.
İlk kitapta güçlü bir damar biçimindeki tasavvuf perspektifi
ikinci kitapta iyice belirginleşmektedir. Tasavvuf kendi kelime ve
kavramlarıyla şiire nüfuz etmektedir. “sesim biraz nasırlı / yani ölü derviş
nefesi” (34) mısralarındaki pasif durum tersine çevrilmiş; güçsüz derviş
“vuslaî aşka” doğru yelken açmıştır. Bu çerçevede “Semaya Açılan Pencere” bu
şiirin merkezidir. “Semaya Açılan Pencere”den itibaren şiir duygusal ve
düşünsel bir yoğunlaşma yaşamış, akacağı yönü bulmuştur. “Tek boyutlu
kelimelerle”; matematiksel kesinlik, geometrik düzenlilik özlemi içinde
yaşantılanmak istenen dünya yaklaşmaktadır: “belleğimde tek sözcük beni var
eden kalsın”. (51) Bu süreç “Semaya Açılan Pencere”yle başlamıştır. Teorisine
kavuşan şiir bu noktadan itibaren insanı tarihsel, kültürel, toplumsal bir
perspektifle kavramak istiyor. Böylesi bağıntılar ideal insanı, arınmayla
amaçlanan insanı tarihten, kültürden süzüp getirecektir. Anlam arayışı, arınma
çabası, sükûnet isteği karşısında insana ilişkin eskimeyen, zamanı aşan kalıcı
özellikler tasavvuf temelinde bin yıllık çınar metaforuyla simgelenir:
Rindane bir bakışla kendini bulur sükût
Meczubiyet içre dizilir tespihe
Yanıp sönen elvan-ı cazibe
Yelken açar vuslaî aşka doğru
Karanlık ve baş döndürücü cevval kelimeler
Bir han duvarına yaslanır dervişane
Duruşu bin yıllık çınar (17)
Erdoğan’ın şiirinde önemli bir yer tutan aşk izleği metaforik
bir değer taşımaktadır. Bazen inancı, davayı, kavgayı simgeler, bazen sevgiliyi,
bazen ilâhî aşkı. Aşk izleğinin simgesi “Fiilsiz cümlelerle yaşamaktayım şimdi”
(36) mısrası ve “Semaya Açılan Pencere” (36) başlıklı şiirdir. Sema hem
sevgili, hem gökyüzü anlamına gelmektedir. Şiir, sevgili simgesi ayın on
dördünden mülhem 14 mısradır. “Semaya Açılan Pencere” ibaresinde Sema’yı özel
isim kabul ettiğimizde sevgili, gökyüzü kabul ettiğimizde din ve Tanrı yorumu
öne çıkmaktadır. Bir yönüyle bireysel aşkı, bir yönüyle ilâhî aşkı yorumlayan
ikili bir bireşim söz konusudur. Erdoğan’ın şiirinin amacı da budur. “eyüp
sabrıyla kalpten dudağa dünyalar” (40) mısrası böyle bir bireşimin ifadesidir.
Eyüp sabrı tarihsel, kalpten dudağa bugünkü aşkı simgelemektedir. Amaçlanan
ilâhî aşk, aşk algısını yeniden tanımladığı için dudaktan kalbe ifadesi de kalpten
dudağa biçiminde dönüştürülmüştür. “sen orada meryem / ben gemisiz nuh” (35)
mısralarıyla aşkın imkânsızlığı ifade edilirken bile ilâhî aşk tanımlayıcı
değerdir. Böylesi bir bireşim, şiirinin uzandığı her alanda şairin amacıdır. En
güzel ifadesini “öp beni öp artık kelimesiz / tanrı’nın eli elimizin üstünde”
(31) mısralarında bulmuştur. Sevgili, ilâhî aşka giden yolda bir aşamadır.
Metaforik bir değer kazanarak ilâhî aşka kapı açmaktadır. “– Nerede yüzümün
rengi nerede kılavuz leylâ” (44) mısrası sevgilinin misyonunu göstermektedir.
Aşk, Erdoğan’ın şiirindeki büyük perspektiftir: “Ansızın
gelişinle ikiye bölündü zaman / Fiilsiz cümlelerle yaşamaktayım şimdi”. (36)
“yeni bir sözlük için hangi denize dalmalı / sessiz harfler denizi bakışlarının
tarihi”. (37)
Fiilsiz cümlelerle yaşamak öznenin ortadan kalkması, ben’den
arınma demektir. Bu ifade sessiz harfler deniziyle koşutluk içindedir.
Erdoğan’ın tarihten, kültürden süzerek getirdiği arınma modeli insan, kurtuluşu
bireyselleştirmekle yetinmiştir. Kendi kurtuluşuyla sınırlamış,
toplumsallaştırmamıştır.
Fiilsiz cümleler de, sessiz harfler de kelimesizliği
yaşantılamaktır. İlk plânda vurgulanan sükûnet ile yetinmeyip araştırmaya devam
ettiğimizde kelimeye / anlama itirazla karşılaşıyoruz:
güneşin solduramadığı renk hangi kelimede
ki kelimeler doldurmuyor dilimin çukurlarını
ve kelimeler ikiyüzlülüğün esvapları
aşkın özgürlüğünü kafesleyen iskeletler (37)
“Semaya açılan pencere korkutucu”dur (36) çünkü neyle
karşılaşılacağı bilinmemektedir: “Semaya açılan pencere korkutucu geliyor /
Boğulmadan yelkensiz yalnızlıklar çölünde”. (36) “Sema” ya mahvedecek ya
kurtaracaktır. Kelime / anlam karşısında da böylesi bir tedirginlik
yaşanmaktadır. Kelimeler ikiyüzlülük üretmektedir. Dilin çukurlarını doldurmuyor;
hakikati sunmuyorlar. Şarkılar yelkensiz (“Yelkensiz Şarkılar” 69), insanı
kıyıya / kurtuluşa ulaştıracak gemiler yelkensizdir: “onu kızdıran okyanuslarda
yelkensiz gemiler”. (76) Yalnızlığın insanı nereye taşıyacağı da belirsizdir:
“yelkensiz yalnızlıklar çölü”. (36)
“çekmecemde pusulasız kelimeler” (34) mısrası bize kelimenin
/ anlamın yardım edemeyeceğini, kelimenin / anlamın pusulasız olduğunu
söylemektedir. Kelimelerin bizi nereye götüreceği belli değildir. Pusula
yok-yön yok koşutluğu “Gölgesiz bakışlar” (33), “sessiz harfler denizi
bakışlarının tarihi” (37) için de geçerlidir. Özne anlam karşısında
tedirgindir.
Mumyalanmasa yaşayamayacak; çürüyecek kelimelerle işi yoktur:
“mumyalanmış sözcüklerin cesaretiyle oyalanmaz”. (42) Mısrayı “mumyalanmış sözcüklerin
cesaretiyle oyalanmaz / ... / çark eder viyana’dan virane ülkesine” (42)
biçiminde yeni bir anlam örgüsünde yeniden anlamlandırdığımızda “mumyalanmış
sözcükler” yenilgi ifadesine dönüşmektedir. Yenilgi, arınma arayışındaki
öznenin içinde bulunduğu durumun sürekli fiilsiz, gölgesiz, sessiz, gemisiz,
yelkensiz gibi olumsuz kelimelerle ifadesine uygun düşmektedir. Bu çerçevede
“Elleri yok sözlerimin” (38) mısrası çaresizlik ve umutsuzluk üretmektedir:
“hangi sözün gizemi aydınlatır yeşil köşkü / ... Elleri yok sözlerimin”. (38)
Kelimelerin dünyasından umut kesilmiştir.
Yine de son bir söz kalmıştır:
yaşanmadık bir şeylerin umuduyla özlemlerim
kaldıysa sözcüklerin dünyasında yaşanacak
son bir söz, onu söylemek istiyorum: Bitmeyen
aşklar yaşanmadı henüz, şiir bitmedi. (39)
İnsanı yaşatacak öz aşktan ve şiirden gelecektir. Aşk ve şiir
insanı üretmeye devam edecektir. Bunun için söz / anlam ve şiir özdeştir:
“konar kalkar şiir karaya vuran sözler”. (40) Şiir yaşadıkça söz, söz yaşadıkça
şiir yaşayacaktır.
Erdoğan’ın şiirinde etkisi seçilebilen tek usta İsmet
Özel’dir. Özellikle ilk kitapta neredeyse her şiirde etkiyi örneklemek mümkün.
Özel etkisine nazaran son derece zayıf kalan etkiler de vardır. Bu duruma
bakarak Erdoğan’ın sadece Özel’den etkilendiğini ileri sürmek mümkün. Hem
genele yayılan bir etkilenme, hem bire bir; kelime, mısra, imge düzeyinde bir
etkilenme söz konusu. Erdoğan’ın dönemini düşündüğümüzde bu etkilenme döneme
özgü bir göstergedir. Özel’den en çok, ona en çok karşı çıkan 80 kuşağı
etkilenmiştir. Erdoğan, çeşitli yazı ve söyleşilerinde 80 kuşağına mensup bir
şair olarak konuşuyor. Kendini 80 kuşağında görüp Özel’den böylesine derin bir
biçimde etkilenmek çelişki gibi görülebilir. Gerçekte 80 kuşağının ustası
Özel’dir. 80 kuşağının dönemi boyunca konuştuğu, tartıştığı, yazdığı,
etkilendiği tek şair Özel’dir. Fakat 80 kuşağı, İsmet Özel sorunu yaşayan bir
kuşaktır. 80 kuşağına mensup olup da İsmet Özel sorunu yaşamayan bir kişi bile
yoktur.
Erdoğan’ın ilk kitabındaki etkiler ikinci kitapta yerini
gazel, beyit alıntılarına bırakıyor. Bütün etkiler birinci kitapta, ikinci
kitapta etki yok.
Mısraları anlama dayalı, üslûbu anlatımcı. İmge arayışı edebî
sanatlar üzerinden: “Avuçların avuçlarımda güvercin”. (Erdoğan 1994)
Aşk Diye Diye, Erdoğan’ın bir ömür biriktirdiği, beklediği, bestelediği
şarkılar. “Artık anlamını kazanır küllenen hayat / Seni sevmek bir öç almak
gibidir” (Erdoğan 2014, 33) diyor. Aşkla anlamına kavuşan bir hayatı savunuyor.
Direniş ve diriliş noktasını gösteriyor.
KAYNAKÇA
Erdoğan, Mehmet (2014) Aşk
Diye Diye, Ülke Yayınları, İstanbul.
– (1993) Örtüye Bürünen
Sözler, Dergâh Yayınları, İstanbul.
– (1999) İkindi
Vezninde Gelişler, Dergâh Yayınları, İstanbul.
– (1996) “Şiir Üzerine Yazmak”, Ülke, S. 9, 4 Ağustos.
– (1994) “Dünyayı Cebinde Gezdiren Adam”, Yedi İklim, S. 55, Ekim.
Ahmet Haşim (1921) “Şiirde Mana”, Dergâh, S. 8, 5 Ağustos.