Gazeteci, yazar (D. 1917,
Konya’nın Taşkent ilçesi – Ö. 29 Haziran 1990, İstanbul). Horasan bölgesinde
Anadolu’ya yerleşen Avşar boyuna bağlı bir ailedendir. Babası Alpkanlar'dan
Koca Mehmetoğlu Ama Latif Hoca, annesi Hacı Velilerden Zeliha Hanım’dır. Küçük
yaşta babasını kaybettiği için eğitim görmeni olanağını bulamadı. İlk gençlik
yıllarında Fethiye’ye eniştesinin yanına yerleşerek Maden işinde çalıştı. Daha
sonra İzmir’de giderek satıcılık yaptıktan sonra 1930’larda kitapçılığa başladı.
1938’e kadar İzmir’de kaldıktan sonra İstanbul’a giderek çeşitli işlerde
çalıştı. Bir süre Deniz Yollarının Havuzlar Fabrikası’nda çalıştıktan sonra
1940’ta askerlik görevini yapmaya başladı. 1943’te terhis olduktan sonra aynı fabrikadaki
işine tekrar başladıysa da 1945’te Cuma namazına gittiği için işten çıkarıldı.
Bakkallık yaparak hayatını kazanmaya çalıştı. 1951 yılında zarar ettiği için
bakkallığı bıraktı. Bir müddet Bahariye Mensucat Fabrikası’nda çalıştı. 1959’da
oradan ayrılıp biriketçilik yapmaya başladı.
Mehmet Emin Alpkan bu yıllarda Düşünen Adam adlı bir dergide idare
müdürlüğünde bulundu. Daha sonra da matbaacılığa geçti, Babıali’de Sabah gazetesinin kuruluşuna öncülük etti. Dostlarından
Mehmet Yurttutmuş’un ısrarıyla Bizim
Anadolu gazetesini kurarak imtiyaz sahipliğini yüklendi. Gazetenin yayın
hayatına son vermesi üzerine Türkiye gazetesinde vazife yaptı. Bu gazetede müşavir
olarak görev yaptığı sırada hastalandı. 29 Haziran 1990 tarihinde İstanbul’da
vefat etti. Hayat hikâyesinin bir bölümünü 57 yaşında iken (1974) kaleme
ayrıntılı biçimde kaleme aldığı “Taşkent” adlı anı kitabında anlatmıştır.
Kitap, Alpkan’nın monografisi açısından olduğu kadar, dönemin renkli simaları
hakkında yer alan bilgiler yönünden de kaynak değerindedir.
KAYNAK:
Mehmet Emin Alpkan / Taşkent (1974), Ömer Öztürkmen / İki Abide İnsan: Mehmet
Emin Alpkan ve İrfan Atagün (Türkiye gazetesi, 27.6.2008), Muhtelif yazılar (www.sanatalemi.net, 12.7.2013), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar
ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).
Henüz okula gitmediğim
yıllardı.Yeni Sabah gazetesi her gün alınırdı. Başka gazeteler de alınırdı ama
her gün okunmasını istediğim çizgi romanlar Yeni Sabah’taydı. Şövalye Sadık
Demir, Hasbi Tembeller gibi. Bunları bana dayım okurdu. Aksi halde rahat
bırakmazdım. Pazar günleri de 4 sayfalık bir ek verirdi. Bir sayfası tamamen
çizgi roman. Saçları iki örgü başında börk, belinde bıçağı, ayağında çizmeleri
bir Türk kızı vardı bu çizgi romanda. Adı Ayça. Hem güzel hem kahraman. Pazar
sabahları erkenden gider gazeteleri alırdım. Babam ezberletmişti: Yeni Sabah,
Tercüman, Dünya, Vatan, Cumhuriyet, Milliyet. Bir gazetenin fiyatı 15 kuruştu.
Ekmek de 15 kuruştu. Doğruca babamın yanına gider yatağa girer Ayça’nın
maceralarını okuturdum. Pazar sabahları babamın ilk görevi bu idi.
Bir pazar her zamankinden daha az
gazete ısmarladı babam. Okuyup bitirdikten sonra gazeteleri katlayıp kolumun
altına verdi “Git Betül Apartmanı’nın alt katındaki camı çal, önce kendini
tanıt selam söyle, bu gazeteleri ver. O amca da sana başka gazeteler verecek
onları al gel. Sakın oyalanma, içeri girme” dedi.
Betül Apartmanı evimizin tam
karşısındaydı. Gittim. Camlarda sürgülü demir vardı. Camı tıklattım, resmi
gömlek ve pantolonlu bir amca camı açtı. Gazeteleri değiştirmek için geldiğimi
söyleyince “hadi içeri gel” dedi. “Babam bekliyor gelemem” dedim. O zaman beni
bileğimden yakalayıp içeri seslendi “Muzaffer anahtarı ver.” Anahtar geldi,
demirler açıldı beni kucaklayıp içeri aldı. Türkeş Ailesini ilk defa orada ve
topluca gördüm. Bana sıcak bir alaka gösterdiler. Tabi ismimi sordular, “Ayça”
dedim. Onların isimleri çok güzeldi; Ayzıt, Umay, Çağrı, Selcen. “Benimki de
Ayça olsun” dedim her halde. Türkeş Bey Amca kurmay okuluna gidiyormuş. O
zamanlar Harp Akademisi Yıldız Sarayının bir bölümünde idi. Polis Okulu ve
Dilsizler Okulu da aynı meydanda ve sarayın çeşitli binalarında meskundular.
Bugün ki Yıldız Üniversitesi de Yıldız Teknik Okulu adıyla aynı yerdeydi.
Türkeş’in kızlarıyla aşağı yukarı akrandım. Bizim bahçeye oynamaya en çok Çağrı
ile Selcen gelirdi. Ben de onlara giderdim. Bir veya iki yıl sonra
Bağlarbaşı’na taşındılar daha sonra tekrar Yıldız’a geldiler. Kılıçali’de Cevat
Rifat Atilhan ile bitişik evlerde oturdular. Tuğrul’da o evde doğdu. Ailece sık
sık görüşemediğimiz zamanlarda bile Türkeş Bey Amca ile görüşürdük. Özel
görüşmek istediği zaman eve gelirdi. Babamla uzun uzun sohbetleri olurdu. Biz
çocuklara da çok ilgi gösterir hepimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Biz de onu
babama bırakmamaya uğraşırdık. Bizim bahçede çekilmiş bir resim neşredildi.
Altına Türkeş’in Kızları yazmışlar. Halbuki resimdekiler Çağrı, Selcen, ben ve
kızkardeşim Ruhsar. Türkeş Bey amca ile poz vermişiz.
Böyle böyle yıllar geçti.1960
yılının baharına geldik. Ben Beşiktaş Kız Lisesi’nin orta kısmına gidiyorum. O
zamanlar Yıldız’dan Ortaköy’e otobüs yok. Okul Çırağan’da. Sabahları,
Serencebey’den geçer Çitlenbik Sokak’tan Çırağan’a inerdim. Hem kestirme hem
yokuş aşağı. Ama okuldan eve dönerken o yokuş tırmanılmaz, onun için yeni
açılmış olan bugün ki Barbaros Bulvarım’ndan dönerdim. Çarşamba ve
cumartesileri okul yarım gündü. Bu günlerde eve giderken genelde Türkeş Bey
Amca ile rastlaşırdık. Yanında 3-4 subay Beşiktaş’a inerdi. O sıralar ailesi
Ankara’da olmasına rağmen o belki de geçici bir görevle İstanbul’daydı.
Karşılaşınca hemen elini öperdim, o da yanındakileri bekletmek bahasına benimle
sohbet ederdi. Bir cumartesi yine karşılaştık. “Yarın size geleceğim, beybabana
söyle müsait mi acaba” dedi. “Müsait” dedim. Halbuki ben babama bir şey
söylemeyeceğim. Türkeş Bey Amca geldiği zaman babam evde yoksa çok daha iyi
olacak. Onun sohbeti bize kalacak. Çünkü bizi ciddiyetle dinler tabiri caiz ise
biz çocukları adam yerine koyardı. Aynı derecede sevdiğim amcalardan biri de
Ziya Uygur Beydi. Ben koşarak gider onun elini öperdim her seferinde o da benim
elimi öperdi. Hepsi nur içinde yatsın.
Neticede babama Türkeş’in
geleceğini söylemedim. Rahmetli kalktı Sultanbeyli’ye gitti. Orada bir arazimiz
vardı. Zaman zaman gider orayı dolaşırdı. O gün gideceği tuttu. Annem Ahmet
Dayım’la bahçede çiçek ekiyor ben de kardeşlerimle sek sek oynuyorum. Kapı
çaldı. Geleni biliyorum ya koşup açtım. Onu üniforma ile bu son görüşümdür.
Bana sorarsanız bir insana üniforma bu kadar mı yakışırdı. Herhalde en
yakışıklı subay Türkeş Bey Amca idi. İlk gördüğüm sivil resmini çok
yadırgamıştım. Tabii ona kasten söylemedim geleceğinizi diyemezdim. “Unuttum”
dedim. O gün Türkeş Bey Amca ile koyu bir sohbete daldık. Ben, dayım ve kardeşlerim.
Ta ki babam gelinceye kadar. Babamsız ikinci sohbetimiz 1965’te olacaktı. Bu
sefer siyaset konuşacaktık. Babam gelince biz dağıldık ama başka gelenler oldu.
Velhasıl baş başa kalamadılar. Türkeş o gece saat 12’yi geçiyordu bizden
çıktığı zaman. Onu geçirenler arasında ben de vardım tabii. Yukarı caddeye
yürümesi gerekirken o aşağıya doğru yürüdü, gitti. Sanırım 3 hafta sonra.
Okulun son günü. Son günlerde bizi Yıldız Parkı’na pikniğe götürürlerdi. O gün
pikniğe gidilecek. Uyandım. Annem iskemlenin üzerinde bir ayağını toplamış iki
koluyla masaya dayanmış ağlıyor. Babam da masanın diğer ucunda düşünceli,
ortaların da radyo. Önce şaşırdım, anneme bir şey oldu sandım. Babam ‘dur
bakalım’ diyordu anneme ‘sakin ol’. Kalktım yatağın içinde oturdum. Radyoda
marş çalıyor. Marşların arasında davudi bir ses “Nato’ya Cento’ya bağlıyız”
diyor. Bu ses çok güzel bir ses hem tanıdık. Bir müddet dinledim. Sonra çocuk
yaygarasıyla bağırdım: “İnönü iktidarı alamaz, bu Türkeş Bey Amca..” Babam
“evet” dedi. Bir darbe yapılmış olmasından üzgündüler ama kötü şeyler
olmayacağına inanmışlardı, bu ses Türkeş’in sesiydi. Annem kıvırdığı dizini
indirdi toparladı gözyaşlarını sildi. Bu işin içinde Türkeş varsa Türk
Devletine Türk Milletine zarar gelmeyecekti. Babamla Menderes arasında
sorunlar, mahkemeler olmuştu. Milliyetçiler Derneği kapatılmıştı. Ama babam
Menderes’i yine de severdi. Türkeş’le Menderes arasında çocuk aklımla ne
olduğunu anlamaya çalışıyordum. Türkeş’in iktidarı İnönü’ye teslim
ettirmeyeceğinden de emindik. Türkiye çok hareketli heyecanlı günler yaşadı.
13 Kasım, diğer darbe girişimleri…
Türkeş Bey Amca Yeni Delhi ye
gönderildi. Ailesi ile beraber gidebilen yalnızca Türkeş’tir. Muzaffer Teyze 5
gün içinde çocuklarının okul nakillerini yaptırdı, evi eşyası ile kiraya verdi,
kayınvalidesi Fatma Hanım Teyze’yi Balıkesir’e kızının yanına götürdü hem
vedalaştı ve 5 çocuğunu alıp Cuma günü Türkeş’i Yeni Delhi’ye götürecek uçağa
yetişti. O
mükemmel bir insan tam bir hanımefendiydi. Bir Hintliye
suikast yaptırılabilir diye endişeyle yaşamıştı Muzaffer Teyze. Zannımca
kalbinde ki rahatsızlık da o günlerin eseriydi. Hindistan dönüşü Muzaffer Teyze
Ahmet Er’in eşi Melahat Hanım’la annemi ziyarete gelmişlerdi. Sarı ve ipek
eşarplar getirmişti hediye. Hediye konusunda çok hassastı. Amerika’dan
dönüşünde de her birimize ayrı ayrı hediyeler getirmişti. Arkadaşlarının pek
çoğuna yapılan bir incelikti bu. Yine yakın günlerde bir akşam yemeğinde
beraber olduk.
Sofrada Rıfat Baykal da vardı.
Hizmeti ben yapmıştım, bana “Kızım büyümüş de hizmet ediyor” diyerek iltifat
etmişti. 1962-1965 arası tutuklamalar devam etti.
Onu yıllarca görmedim.
Çorlu’daydım artık olayların dışındaydım. Ancak basından takip edebiliyordum.
1988 veya 89. Emin Dayım o zaman İstanbul İl Başkanı. Türkeş Edirne’de bir
törene katılacaktı. Geçerken de Çorlu’da şehrin girişinde bir konuşma yapacak.
Eşime rica ettim biz de gittik. Bir sene öncesinde oğlum Ankara’ya gidince
elini öpmüş. Kız kardeşim götürüp takdim etmiş. Yani oğlum Murat’ı bir kere
görmüşlüğü var, kızlarımı ve eşimi hiç görmemişti. Beni de 20 yılı aşkın
zamandır görmemişti. Yanımızda Ali isminde bir bey daha vardı. Askerliğini
yaparken birliğinde Türkeş üsteğmenmiş. Kalabalığın en sonunda kaldık. Sıramızı
bekliyoruz. Murat’ı görür görmez “Muratçığım” deyip öptü. Takdim edilmeden eşime
“Cengiz Bey nasılsınız” dedi kızlarıma da isimleri ile hitap etti. Önemlisi Ali
Beye “O merhaba Ali Çavuş nasılsın” dediği zaman eşim çok şaşırmıştı.
Rahmetliler ne zaman görüşseler bize ismen selâm gelirdi. Ama eşim babamın
mübalağa ettiğini sanırmış. “Hiç tanımadığı bir adamın ismini nasıl aklında
tutacak hele de bu kadar gailenin arasında, kayınpeder bana hoş göstermeye
çalışıyor.” dermiş.
O gün Edirne dönüşü evimi
şereflendirdi. Yanında ki zevatla birlikte. Kahvemizi içtiler, biraz istirahat
edip İstanbul’a döndüler. Daha sonra babamın hastalığı ölümü oldu. Cenaze
namazında ve kabri başında hazır bulundu, toprak attı. Bir yıl sonra kurban
bayramında İstanbul’daydı. Kardeşler ve eşlerimiz toplanıp ziyaretine gittik.
Bayramlaştık çok özel ve güzel bir sohbet oldu. O güne kadar babamın hakkında
bilmediğim bazı şeyleri öğrendim.
Meselâ Komünizmle Mücadele
dergisini babam finanse edermiş bunu ancak o gün öğrendim.
Dergiyi çıkaran ve satan grubun
içinde olduğunu biliyordum ama finanse ettiğini o gün öğrendim. Babam ticaret
yapamadığı için bakkal dükkânımız iflas etti diye bilirdim. Özel sohbetlerde de
aile arasında böyle konuşulurdu sanıyorum. Babamın ölümünün ardından birkaç
anma programı yapıldı. Çok çeşitli isimler konuşma yaptı hatıralarını anlattı.
Hep o bakkal. Serdengeçti’nin dediği gibi veresiye vermiyesiye gitmiş meğerse.
Babamın üzerine aldığı görevlerden biri buymuş. Yaşadığı sürece de hakkıyla
yapmış. Allah rahmet etsin.
Bir çok şeyi etraftan duyup
öğrendik. Çünkü o yaptıklarını eve gelip anlatmazdı.
Seval Hanımefendi’yi de ilk defa o
günkü ziyaretimizde tanıdım. Sonra ki yıllarda iki defa genel merkezde ziyaret
ettim. Kız kardeşim ve kızlarımla beraber. Bir defa da Çankırı’da Kiraz Bayramı
vardı, orada görüştük. Hatta ertesi günü ben kızlarımla Umay Hanım’ı ziyaret
edecektim, bundan bahsettim kendisine memnun olmuştu. Bu son görüşüm oldu.
Cenazesine de gidemedim. Gerçi çocuklarım ve kardeşlerim bu görevi yaptılar.
Ben kendimce bu devrin üç büyük
kahraman lideri olarak Türkeş, İsa Yusuf Alptekin ve Rauf Denktaş’ı kabul
ederdim. İlk ikisini yakından tanıdım. Ellerini öptüm sohbetlerini dinledim.
Fakat Denktaş’ı şahsen tanımak kısmet olmadı. Bir kere uçakta beraber yolculuk
ettik fakat gidip tanışmayı beceremedim cesaret edemedim. Hâlâ hayıflanırım. Türklük
için Türk dünyası için mücadele eden bütün kahramanlardan Allah razı olsun,
Denktaş’a da gayret kuvvet uzun ömür versin. Amin.
KAYNAK: www.sanatalemi.net
İnancın, ahlakın, dürüstlüğün,
arkadaşlığın, fedakârlığın, şefkat ve gözyaşı dünyasının iki anıtı
arkadaşlarım; Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün... Cenab-ı Hakk’ın, şefkat,
merhamet ve Afüvv sıfatlarına laik iki arkadaşım...
Dürüstlüğün, doğruluğun, hak
severliğin, iki anıtı iki insan.
***
Yıl 1951...
Arkadaşım Metin Ören ile Tanrıdağı
dergisini çıkarıyoruz: 22 yaşlarındayız.
Derginin ilk sayısını matbaadan
alır almaz kiraladığımız büroya giderken Nuruosmaniye Caddesinde Mehmet Emin
Alpkan abimize rastladık.
Derginin ilk nüshasını ayaküstü
ona gösterdik. Avucumuza 1 lira sıkıştırdı.
Babıâlide kazandığımız ilk paraydı
bu.
Ben şahsen 60 yıl oldu bu bir
liranın bereketiyle Babıâlide geçinip gidiyorum.
O 1 lirayı saklamadığıma hâlâ
üzülürüm.
Ertesi yıl 1952’de İrfan Atagün
ile Karakedi mizah gazetesini çıkardık. Annemin parasıyla çıkardığımız bu
haftalık iki yapraklı mizah gazetesi daha 5. sayısında 110 bin satmaya
başlamıştı.
***
Bütün bunları şunun için
anlatıyorum. ‘Onların dua ve bereketi’yle Babıâlide tutunduk.
Mehmet Emin Alpkan ve İrfan Atagün
bugünkü sağ basının filizlenmesinde öncü rolü oynamışlardır.
Sevgili Enver Ören’i burada her
iki arkadaşıma gösterdiği yakınlıktan dolayı anmak isterim.
Ona sağlıklı uzun ömürler dilerim.
Burada rahmetli Alpkan’ın
çıkardığı Bizim Anadolu gazetesinin, İrfan Atagün’ün Orta Doğu gazetesindeki
hizmetlerini de hatırlatmak isterim.
Her iki arkadaşımın geride
bıraktıkları eşlerine ve çocuklarına sağlık ve selâmet dilerim.
Nur içinde yatın aziz
arkadaşlarım...
KAYNAK: Ömer Öztürkmen / İki Abide
İnsan: Mehmet Emin Alpkan ve İrfan Atagün (Türkiye gazetesi, 27.6.2008).
Mehmet Emin Alpkan, “Taşkent”
kitabında hayat hikâyesini anlatıyor. Bu anlatımını 1974 yılında 57 yaşında
kaleme almıştır.
“Ulu ceddim, bütün insanların
atası olan Hazreti Adem (A.S.)dir. Ondan sonraki iftiharım da Hz. Nuh (A.S.)ın
oğlu Yafes’in zürriyetinden geldiği rivayet edilen Türk milletine mensub
oluşumdur. Soyumun sürüngenlerden ya da maymunlardan geldiğini kabul edenlerden
değilim. Hür ve müstakil hayatına Orta Asya bozkırlarında başlayan milletim,
şimdi olduğu gibi o zamanlarda da en sebil ve fakat en kindar ve gaddar bir
topluluk olan Çinlileri, meşhur seddi inşa ederek onun arkasına sığınmağa
mecbur bırakan yüksek bir hayatiyet ile tarih sahnesine çıkmıştır. Artık çağlar
boyunca sürüp gelecek olan bu hayatiyet, birbirinden asil ve olağanüstü
tezahürleriyle iftihara lâyık bir tarihi oluşturmuş ve her topluluğa nasip
olmayan yüksek medenî hasletlerin millî hayatımıza bir karakter olarak mal
olmasını hazırlamıştır.
Doğu’da Çin’i hükmüne ram eden
atalarım, batıda büyük Hun İmparatorluğu adına bütün bir Avrupa’yı buyruğu
altına almıştı. Oğuzların Hak dinini kabullerinden sonra İslâmî şuur ve
disiplin ile mücehhez olarak çok ulvî bir istikamet alan yüksek millî
hasletlerimiz, ‘Allah, Vatan, Millet’ parolasının ışığında devamlı
mücahedelerle yücelmiş, ‘at, avrat ve pusat’ı üç ilahî emanet olarak korumayı
mukaddes bir vecibe bilen soylu bir tutku halini almıştır. Kısacası tam bir
ihlas ile Allah’ın askeri olmuşuzdur. Bizi devamlı zaferlerle taltif eden
inayeti Rabbanî, bu ihlasın yegane meşkûr mükâfatını teşkil etmiştir. Böylece
Anadolu’yu ikinci bir yurt olarak açan Selçuklu fetihlerinden sonra, ilâ-yı
kelimetullah için mücahede eden dedelerimiz Osmanlılar, cihan imparatorluğunu
kurarak tarihe medenî hamlenin şahikasını da hakketmişlerdir.
ANA MEKTUBUNDAKİ DUA
Nasıl bir millete mensup olduğumu
şu birkaç naçiz cümle ile dile getirmek benim iftiharım ve şükran borcumdur.
Aileme gelince; dedelerimin 1070’lerde Horasan’dan gelerek Klikya’ya yerleşen
Avşar boyuna dahil bir oba’ya mensup bulundukları meşhurdur. Bir kartal
yuvasını andıran Pirlerkondu karyesine yerleşen bu Türkmen obasına baba tarafım
Alpkanlar’dan Koca Mehmetoğlu Âma Lâtif Hoca ile ana tarafım Hacı Velilerden
Veli kızı Zeliha’dan (1333’de) doğmuşum. Babama yetişemedim, onu ben çok
küçükken kaybetmişim. Beni büyük güçlükler içinde yetiştirip terbiye eden
anneme çok şey borçluyum. Gerek köyde onun nezdinde iken; gerekse küçük yaşta
köyümden ayrıldıktan sonra beni nasihatları ve mektupları ile durmadan aydınlatmaya
çabalamış hayatın türlü muhataralarına karşı beni hazırlamaya gayret ederek
hâlâ yoluma ışık tutan düsturlar telkin etmiştir. Burada rahmete vesile olur
imanı ile onun mektuplarından bir parçayı teberrüken kaydetmek istiyorum:
‘İlahi Mehmedim, iki cihanda yüzün
ak, makamın cennet olsun. Seni okutamadım, bir sanata da veremedim. Gözü kör
olsun yokluğun… Hep dualar ediyorum yavrum, okumadan alim yazmadan kâtipler
olasın. Yâr yüzü dostlarınla dola, düşmanların dizleri kötürüm gözleri kör ola.
Kadir Mevlam yedi iklim dört köşeye hak yolunda hizmetler etmek nasip ve
müyesser eyleye. Bu günlerinde Alperenler, Horasan pîrleri, Şam evliyaları ve
Hızır Aleyhisselamlar yoldaşın ola. Cümle ümmeti Muhammedi her türlü
fenalıklardan saklayı bekleyiver Allah’ım… Habibin hürmetine Rabbim, az verip
şaşırmaya, çok verip taşırmaya, kanattan ayırma, ayırma kim senin kapından
gayriye muhtaç olmasın kuzum… Mehemmedim kuzum, rahmetli deden “ilim sabırla,
insaniyet edeple mümkün olur” diyerek nasihata başlardı. İnşallah sen de
nasihatlara kulak verenlerden olursun Kuzum…’
ON YAŞINDA İŞ HAYATI
On yaşlarında kadardım. Bozkır
pazarına yakın akrabalarımla kiraz satmaya gittim. O pazarın hâli çocukluk
hafızamda yepyeni bir dünya intibaı bırakmıştı. Mahşerî bir kalabalık vardı. İş
hayatına orada başladığımı söyleyebilirim. Ondan sonra, Fethiye’de rahmetli
eniştem Mustafa Nurullahoğlu ile maden seçtim. Daha sonraları katır ile
yolculuk yaptık. Azıksız kaldığımız bir gündü. Çumra’da arkadaşlarım ekmek ve
hayvanlar için saman bulmak üzere beni vazifelendirdiler. Başkalarından bir
şeyler istemek bana zor geliyordu. Arkadaşlarımın ısrarı üzerine mecbur kalarak
mahalleye çıktım. Hiçbir kapıyı çalamadan bir hayli dolaştıktan sonra nihayet
çift kanatlı büyücek bir kapıyı çalarak gözyaşları içinde ekmek ve saman
istedim. Kapıyı aralayan kadının hayretle: ‘Aaa Zeliha halamın Mehmet…’
dediğini duydum. Gözlerimi açtığımda Şerifelerin Abdullah Efendi merhumun
evinde buldum kendimi.
Bu hadiseden sonra Abdullah
Karabacak ile İzmir’e giderek seyyar satıcılığa başladım. Kol düğmesi, jilet ve
sair ufak tefek çeşitlerim vardı. 1930’larda kitapçılığa başlayarak 1938’e
kadar İzmir’de kaldım. Daha sonra İstanbul’a gelerek muhtelif işlerden sonra
Deniz Yollarının Havuzlar Fabrikası’na girdim. 1940 yılında asker oldum.
1943’te terhis olduktan sonra aynı fabrikadaki işime tekrar başladım. 1945’te Cuma
namazına gittiğim için işten çıkarıldım ve bakkallık ederek hayatımı kazanmaya
çalıştım. Ancak 1951 yılında zarar ettiğimden bakkallığı terk ederek
Topbaşların Bahariye Mensucat fabrikasına girdim. 1959’da oradan ayrılıp
biriketçilik yapmaya başladım. 27 Mayıs 1960’da o iş başında dururken, Düşünen
Adam adlı bir mecmuada arkadaşlarımın ısrarı ile idare müdürlüğünü deruhte
ettim. Daha sonra matbaacılığa geçtim. Bilahare Sabah gazetesinin kuruluşuna
önayak oldum. Fakat onu da zenginlere bırakıp mütevazı matbaamda çalışmaya
devam ederken hemşerilerimden, kendisi küçük imânı büyük olan Mehmet
Yurttutmuş’un ısrarı ile halen imtiyaz sahibi bulunduğum Bizim Anadolu
gazetesini yayınlamaya başladık. 57 yaşında olduğum bugün halen bu noktadayım.
Daha ne kadar yaşayıp ne işler yapacağımızı Cenabı Hak bilir.”
Kızı Z. Ruhşen Sevinç Mehmet Emin
Alpkan’dan hatıralar anlatıyor:
1953 veya 1954 yılı mayıs ayı 7
yahut 8 yaşındayım. İstanbul fetih yıldönümü kutlanacak M.T.T.B. de. Ben de
gitmek istedim. Babam “Yarın falan saatte gel” dedi. Beni tembihledi,
Yıldız'dan 24 numaralı belediye otobüsüne bineceğim, biletçinin yanına oturup
Divanyolu durağında beni indirmesini söyleyeceğim. O devirde belediye
otobüslerine arka kapıdan binilip ön kapıdan inilirdi. Biletçiler de arka
kapının yanında otururlardı. Ertesi gün saati geldiği vakit yola çıktım.
Biletçiye Beşiktaş’tan sonraki her durakta “Divanyolu burası mı?” diye sordum.
Şimdi o yaştaki bir çocuk İstanbul'da bu mesafede yalnız yolculuk yapamaz.
Zaten düşünülmez de. O zamanki İstanbul’da olabiliyormuş demek ki.
Divanyolunda otobüsten indim,
biraz ileriye yürüdüm önüme çıkan caddeden sağa doğru bir müddet gidince
M.T.T.B. nin binasını tanıdım. Biraz daha yaklaşınca bazı ağabeyler beni
tanıdılar. Ama şimdi kimdi onlar hiç bilemiyorum. Beni salonda ön tarafta bir
yere oturttular. Bu arada babamı da gördüm. Gelmeyi becerebildiğim için bir
'aferin' aldım. Konuşmalar başladı. Benim için çok heyecanlı ve güzeldi. Laika
Karabey Hanımefendi’nin idaresinde İleri Türk Musikisi Korosu da bir konser verdi.
Bu ilk canlı konser dinlememdir. Laika Hanımı ileriki yıllarda bir kaç kez daha
dinledim. Bir ara kürsüye Mesut Abi geldi. (Mesut Yavuz Bilgin) Kendi yazdığı
bir şiiri okumaya başladı. Nakaratı şöyleydi “Utanıyorum sizin adınıza.”
Salonda bir dalgalanma, bir hareketlenme oldu. Sonrasını net hatırlamıyorum
sadece o kargaşa. Meğer salondaki hükümet komiseri şiiri beğenmemiş, sivil
polisler Mesut Abiyi karakola almak istemişler. Olay buna bağlıymış.
Ertesi günkü gazeteler bu olayı
etraflıca birinci sayfadan verdiler. 30 Mayıs sabahı bir tomar gazete yerde
yayılı. Babam “Hadi bakalım dün gördüğün hadiseler bugün gazetelerde. Sen oku
ben dinleyeyim” dedi. Çok heveslendim. Fakat gazeteyi açık vaziyette elimde
tutmam mümkün değil, gazete benden büyük. Çelimsiz sıska bir çocuktum. Gazeteyi
yere yaydım ben de, yüzüstü uzanıp okumaya başladım. İşte o başlayış. Her gün
4-5 gazeteyi içindeki bütün makaleleri babama okurdum. Kimi zaman hevesli kimi
zaman zoraki ama senelerce. Talihli bir çocuktum ama farkında değildim. Peyami
Safa, Refii Cevat Ulanay, Orhan Seyfi Orhon, Kadircan Kaflı, Cevat Rifat
Atilhan… Kaç çocuk o yaşta bu yazarları her gün muntazaman okurdu. Bazı
kelimeleri telaffuz edemezdim babam düzeltirdi.
Çoğu zaman konuyu anlayamazdım
babam izah ederdi. Bazen de “A dünkü şu yazıyı kastediyor ona cevap vermiş”
derdim, o zaman da aferin alırdım. Babamın bana yaptığı şu nasihat bugün de
herkes için geçerli: “Okudukların asfaltın üstüne yağan yağmur gibi olmasın.
Toprağın üstüne yağan rahmet gibi olsun, beynine zihnine işlesin” derdi.
Maalesef yaşımdan dolayı olsa gerek artık yağmurlar asfalta yağıyor. Babama
gazete okuma görevini benden sonra bütün kardeşlerim ve çocuklarımızda
sürdürdü.
1960 yılı yazında bizim evde garip
bir trafik olmuştu. Normalde günün her saati misafiri olan bir evdi bizimki.
Ama bu bahsettiğim başka türlü bir ziyaret yoğunluğu. Mehmet Emin Alpkan’la
Albay Türkeş'in yakın dostluğu duyulmuş. Aklına gelen bizim kapıyı çalıyor ya
bir valilik ya bir genel müdürlük alabilmek için babamdan tavassut rica
ediyorlardı. Tabi bunların hiçbirini ciddiye alıp Türkeş Bey Amcaya iletmedi
babam. Gerçekten karikatür olacak olaylar oluyordu. Gelip tavassut rica
ettikleri ev çok mütevazı, ev sahibi öyle… Bunu görünce bari derdinizi
söylemeden gidin. Bir keresinde bir bey gelmişti, Devlet Demiryolları Genel
Müdürlüğü’nü istiyor. Ama evimizi görünce de iyilik damarı tutmuş: “Mehmet Emin
Bey, siz bana D.D.Genel Müdürlüğü’nü alın, söz, ben size en yüksek maaşlı
memuriyeti vereceğim.” diyor. Babam beyefendiyi usulünce selametledi. Bu teklif
evimizde mizah malzemesi olmuştu.
İşte bu yaz aylarından sonra 13
Kasım geldi çattı. O gün babam ateşli hasta yatıyordu. Sokağa çıkma yasağına
rağmen bir hayli gelip gidenimiz oldu. Herkes çok üzgündü. Babamın
hastalığından değil “14’ler Olayı” ne olacak, Türkiye'nin hali ne olacak diye.
Ağızları bıçak açmıyor herkes düşünceli dikkatle radyo takip ediliyor. Hatta
14’lerin asılacakları söyleniyordu. Bu sıkıntılı günler bir kaç gün sürdü. İdam
edilmeyip de beş gün içinde sürüldükleri zaman çok sevindik. Türkeş'in 13
arkadaşı ile dünyanın çeşitli başkentlerine güya görevli olarak
gönderilmelerinden sonra onlar da vatanda birçok sıkıntı yaşadı. Bu 13 Kasım da
bir ihtilaldi ve yurda bir ihtilal hasarı vermiştir. Milliyetçiler sıkıntı çekti
işkence gördü.
ALİ FUAT BAŞGİL’İN EVİNİ DİDİK DİDİK ARADILAR
2 Şubat günü akşamı bizim evimizde
arandı ve babam tevkif edildi. İnsanın dizleri nasıl titrermiş o gece öğrendim.
Babam olacakları tahmin ediyormuş veya biliyormuş ki anneme günlük tevkifatları
anlatıyor ve Ali Fuat Başgil Hocanın evinin nasıl didik didik arandığını ama
Hanımefendinin hüviyetleri ve arama iznini görmek istediğini özellikle
tekrarlayarak anlatıyordu. İşte o akşam sıra bizim eve geldi. Kaç gündür sokak
lambamız yanmıyordu ve sokağın başında bir özel otomobil park halindeydi. Meğer
arabada oturan şahıslar değişiyormuş. Babam gelmeden önce kapı çalındı. Latif
açtı. Babam yok dediyse de içeri girmişler. İkisi üniformalı biri sivil üç
kişi. Kapının önünde bir askeri jip şoför resmi tabi. Oturma odasına kadar
geldiler. Annem “Eşim evde yok giremezsiniz” dedi. “Biz gireriz evinizi
arayacağız emir var” dediler. O anda annem babamın ne için olayları anlattığını
farkediyor. Hüviyetlerini ve arama iznini sordu. Anneme karşı çok nazik davrandılar
ve gerekli evrakı gösterdiler. Eşyamıza hasar vermediler ama evimiz didik didik
oldu. Bir taraftan da “Burada çok oyalanmayalım kütüphanede çok iş var,
uzayacak” diyorlardı. Onlar kütüphane odasına geçtiklerinde babam geldi.
Kapının önünde askeri ve jipi görünce anlamış bahçeye girince cebindeki okuyucu
mektuplarını çiçeklerin arkasına atmış. Böyle yapmasa o mektup sahiplerinin de
başı derde girebilirdi. Eve girip kendini tanıttığı zaman elini yüzünü yıkamak
için dahi beriye geçmesine izin vermediler. Yemeğini kütüphanede yemesini
istediler. Kaç saat geçti bilmiyorum. Toplanan kitapları bir çuvala
doldurmuşlar. Çuvalın ağzını da benim ekose tafta kurdelemle bağlamışlardı.
Babam beni bir yere götüreceği zaman saçlarımı kendisi tarar ve örerdi. Uçlarına
da bu ekose tafta kurdeleyi bağlardı. O çuvalın içinde çok değerli kitaplar
vardı. Benim için önemli olansa Hazreti Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatını
bütün detayı ile anlatan ve benim bu konuda ilk okuduğum kitap olan yeşil
ciltli çok kalın eski bir kitap vardı. Sonra henüz yeni bir kaç sayfasını
okuduğum kısa bir süre öncede piyasadan toplatılan Kâzım Karabekir'in hatıratı
vardı. Bir de Atsız'ın 1944’te tutuklu iken başka bir yerde tutuklu olan
Bedriye Hanıma yazdığı manzum mektubun bir nüshası vardı. Okuduğumuz zaman bu
bizi çok duygulandırırdı.
BABAMI ALIP GİTTİLER
Neticede babamı da alıp gittiler.
Giderken babam bize “Allaha emanet olun, Türk Ordusuna Türk Askerine güvenin”
dedi. Jipe binince bermutat 8 ayetel kürsisini okumuş. Her sabah bu 8 ayetel
kürsiyi muhakkak okur sonra çıkardı. Ve o gün akla gelmeyecek işler yapar,
salimen de eve dönerdi. Allaha sonsuz bir güveni bağlılığı vardı. Onun rızası
için mücadele ederken de kimseden korkmazdı. Harbiye’ye geldiklerinde merkez
binanın kapısında aniden burun buruna denilebilecek bir durumda Faruk Güventürk
Paşa ile karşılaşıyorlar. Güventürk Paşa ile babamın arası da 1950’li yılların
sonundan beri siyasal görüşleri yüzünden pek de iyi değildi. Babam sâkin,
kendini Rabbine emanet etmiş, iki subayın arasında binaya giriyor. Bu
beklenmedik burun buruna gelişten Paşa şaşkın. Birden “Mehmet Emin Bey burada
ne işiniz var” diyor. Babam da “Paşam bunu siz bileceksiniz” deyince “Yok
efendim öyle bir şey, Mehmet Emin Beyi evine götürün” demiş. O tarihte Güventürk
Paşa Garnizon Komutanı. Tevkifatları biliyor ve listelerden haberi var. Belki
de bir kaç metre mesafe ile karşılaşsalar babam uzun süre Harbiye’de tutuklu
kalacaktı. O günlerde çok komik sebeplerden aylarca hapis yatanlar vardı. Çoğu
ilk duruşmada serbest bırakılmıştır. Ama o mahkeme günü aylarca gelmezdi. Babam
bir saat içinde eve geldi.
________________________________________
Rahmetli Av. Bekir Berk. 10-12. 8
1990 tarihleri arasında Yeni Nesil gazetesinde yayınlanan, Rahmetli Mehmet Emin
ALPKAN ile ilgili 40 yıllık hatıralarını şöyle anlatıyordu.
1917 yılında Konya'nın Hadim**
kazasının Taşkentinde doğan ve 1990 yılının ortalarında İstanbul'da ahiret
seferine çıkan Mehmet Emin ALPKAN şu anda Ortaköy mezarlığında İstirahat
etmektedir.
Vatanperverliğin bu mümtaz siması
dünyayı değil, ahireti, makamı değil hizmeti, almayı değil vermeyi, ikramı
seçmiş, Yıldızdaki bakkal dükkanım bir ahlak, fazilet, himmet, gayret ve
vatanseverlik okulu haline getirmiş, o civarda okuyan veya ikamet eden
gençlere, Allah, vatan millet tarih sevgisini aşılamış ve Allah için vatan
için, birlik ve beraberlik için yapılan hizmetlere destek olmuş, bu maksatla
yapılan toplantılara iştirak etmiş, aynı mevki değil vazife talep etmiş elinden
gelen her gayreti göstermiş, hizmet için mecmua paketlemeyi, pul yapıştırmayı
dahi şerefli bir vazife kabul etmiş, İsmail Hamid Danişmend Beyefendinin evinde
tertip ettiği toplantılara devam etmiş, Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler
Federasyonu, Milliyetçiler Derneği toplantılarında yerini almış, Nurettin Topçu
Bey'in, Atsız
Bey'in, İsmet Tümtürk Bey'in
sohbetlerine kokmuş, milliyetçi ve vatansever gençlerin kaynaştığı derneklerin
birleşmesi için dinden gelen gayreti göstermiştir.
O devirde Türk milletim uçak gibi
kullanan , onun hürriyetlerini gasp edenlerin karşısında yer alan, boy veren,
şahlanan vatansever ve Allah'a bağlı milliyetçi güçlerin safında yer almıştır.
Kendisiyle tanışmamız Türk Kültür
Ocağı başkanı olduğum sıralarda başlamış ve devam etmiştir.
Bilhassa bazı arkadaşlarımızla el
ele vererek topladığımız 300 lira ile çıkarmaya, meydanlarda ve Karaköv vapur
iskelesinde bizzat satmaya başladığımız ve 15 günde bir yayınladığımız,
sahipliğini, yazı işleri müdürlüğünü ve basımım bizzat yaptırdığım Komünizme
Karşı Mücadele dergisinin 34, 35, 36. sayılarında ise neşriyat müdürlüğünü
merhum Mehmet Emin ALPKAN yapmıştır.
Bu örnek insanın doğduğu Taşkent'e
kadar giderek bir bayramı onun ailesi efradı arasında geçirmenin bahtiyarlığım
yaşadım.
Bu muhterem insan bu aziz dostla
sevdiğim, Allah İçin seven bu vefakar kardeşimin Taşkent'te olduğu 1953 senesi
bayramını Taşkent'e giderek onunla buluştum.
Kartal yuvası köyünde onun
misafiri oldum. Kendisiyle İstanbul'dan ayrıldığım zamanlarda da muhabbetimiz
devam etmiştir.
Yine Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti
1960 yılında yayınladığı A. Rıza Akdemir’in bir gün gelecek adlı kitabının
Önsözünde Taşkent Vakfı'nın kurucusu rahmetli M. Emin ALPKAN' la ilgili bir
hatırasını söyle anlattı:
Bir gündü. İstanbul'da idim.
Zannedersem askerliğimi yapıyordum...
1951 yılında... İstanbul'daki
milliyetçi gençler beni "Yıldız"a davet ettiler, Orada her hafta
toplanıyor, hararetli konuşmalar yapıyorlarmış... Anlattılar, anlattılar...
Şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz... "Peki" dedim, gittim.
Yıldız'a Cedidiye Caddesi... ve
bilmem hangi sokakta bir evin alt katında bir oda... Kalenderce geniş bir
yer... Odayı Üniversiteli gençler doldurmuş. Benim aslan hemşehrim Mehmet Emin
ALPKAN, "Biz, işte böyle, her hafta toplanıyoruz.." diye anlatmaya
başladı. Zaten gençleri buraya toplayan da o. Onun yegane zevki bu... Bu
çocuklar için o neler yapmadı?! Yiyeceklerini kolayca temin etsinler diye
bakkal dükkanına varıncaya kadar açtı.
Hatta bu yüzden Mehmet'e
"Milli bakkal" derlerdi gençler. Veresiye vermeyesiye derken iflas
etti. Her şeyin menfaat ve hırs tarafını tepti; his ve ideal tarafım benimsedi.
Bu yüzden yıllardır İstanbul'da
kaldığı halde hala bir gecekondunun içindedir. Evet, Hadimli (Taşkentli) Mehmet
Emin kardeşimiz,bu davanın vefakar. cefakar, isimsiz bir hadimidir, işte şimdi
de bir ev tutmuş, yurtlarından yuvalarından ayrılmış bu memleket çocuklarım bir
ağabey, bir baba gibi bağrında barındırıyordu.
Taşkent'in bağrından çıkan
kıymetli bir evladının vatanına ve milletine yaptığı hizmetlerin Türkiye
genelinde tanınmış simalar tarafından taktire şayan bil şekilde bahsedilmesi
bizleri gururlandırdı.
Gelecek nesillere örnek teşkil
eden büyüklerimizin takipçisi olmaya çalışacağız.
________________________________________
Babam Mehmet Emin Alpkan’dan
hâtıralar (3) –
Z. Ruhşen Sevinç
Henüz okula gitmediğim
yıllardı.Yeni Sabah gazetesi her gün alınırdı. Başka gazeteler de alınırdı ama
her gün okunmasını istediğim çizgi romanlar Yeni Sabah’taydı. Şövalye Sadık
Demir, Hasbi Tembeller gibi. Bunları bana dayım okurdu. Aksi halde rahat
bırakmazdım. Pazar günleri de 4 sayfalık bir ek verirdi. Bir sayfası tamamen
çizgi roman. Saçları iki örgü başında börk, belinde bıçağı, ayağında çizmeleri
bir Türk kızı vardı bu çizgi romanda. Adı Ayça. Hem güzel hem kahraman. Pazar
sabahları erkenden gider gazeteleri alırdım. Babam ezberletmişti: Yeni Sabah,
Tercüman, Dünya, Vatan, Cumhuriyet, Milliyet. Bir gazetenin fiyatı 15 kuruştu.
Ekmek de 15 kuruştu. Doğruca babamın yanına gider yatağa girer Ayça’nın
maceralarını okuturdum. Pazar sabahları babamın ilk görevi bu idi.
Bir pazar her zamankinden daha az
gazete ısmarladı babam. Okuyup bitirdikten sonra gazeteleri katlayıp kolumun
altına verdi “Git Betül Apartmanı’nın alt katındaki camı çal, önce kendini
tanıt selam söyle, bu gazeteleri ver. O amca da sana başka gazeteler verecek
onları al gel. Sakın oyalanma, içeri girme” dedi.
Betül Apartmanı evimizin tam
karşısındaydı. Gittim. Camlarda sürgülü demir vardı. Camı tıklattım, resmi
gömlek ve pantolonlu bir amca camı açtı. Gazeteleri değiştirmek için geldiğimi
söyleyince “hadi içeri gel” dedi. “Babam bekliyor gelemem” dedim. O zaman beni
bileğimden yakalayıp içeri seslendi “Muzaffer anahtarı ver.” Anahtar geldi,
demirler açıldı beni kucaklayıp içeri aldı. Türkeş Ailesini ilk defa orada ve
topluca gördüm. Bana sıcak bir alaka gösterdiler. Tabi ismimi sordular, “Ayça”
dedim. Onların isimleri çok güzeldi; Ayzıt, Umay, Çağrı, Selcen. “Benimki de
Ayça olsun” dedim her halde. Türkeş Bey Amca kurmay okuluna gidiyormuş. O
zamanlar Harp Akademisi Yıldız Sarayının bir bölümünde idi. Polis Okulu ve
Dilsizler Okulu da aynı meydanda ve sarayın çeşitli binalarında meskundular.
Bugün ki Yıldız Üniversitesi de Yıldız Teknik Okulu adıyla aynı yerdeydi.
Türkeş’in kızlarıyla aşağı yukarı akrandım. Bizim bahçeye oynamaya en çok Çağrı
ile Selcen gelirdi. Ben de onlara giderdim. Bir veya iki yıl sonra
Bağlarbaşı’na taşındılar daha sonra tekrar Yıldız’a geldiler. Kılıçali’de Cevat
Rifat Atilhan ile bitişik evlerde oturdular. Tuğrul’da o evde doğdu. Ailece sık
sık görüşemediğimiz zamanlarda bile Türkeş Bey Amca ile görüşürdük. Özel
görüşmek istediği zaman eve gelirdi. Babamla uzun uzun sohbetleri olurdu. Biz
çocuklara da çok ilgi gösterir hepimizle ayrı ayrı ilgilenirdi. Biz de onu
babama bırakmamaya uğraşırdık. Bizim bahçede çekilmiş bir resim neşredildi.
Altına Türkeş’in Kızları yazmışlar. Halbuki resimdekiler Çağrı, Selcen, ben ve
kızkardeşim Ruhsar. Türkeş Bey amca ile poz vermişiz.
Böyle böyle yıllar geçti.1960
yılının baharına geldik. Ben Beşiktaş Kız Lisesi’nin orta kısmına gidiyorum. O
zamanlar Yıldız’dan Ortaköy’e otobüs yok. Okul Çırağan’da. Sabahları,
Serencebey’den geçer Çitlenbik Sokak’tan Çırağan’a inerdim. Hem kestirme hem
yokuş aşağı. Ama okuldan eve dönerken o yokuş tırmanılmaz, onun için yeni
açılmış olan bugün ki Barbaros Bulvarım’ndan dönerdim. Çarşamba ve
cumartesileri okul yarım gündü. Bu günlerde eve giderken genelde Türkeş Bey
Amca ile rastlaşırdık. Yanında 3-4 subay Beşiktaş’a inerdi. O sıralar ailesi
Ankara’da olmasına rağmen o belki de geçici bir görevle İstanbul’daydı.
Karşılaşınca hemen elini öperdim, o da yanındakileri bekletmek bahasına benimle
sohbet ederdi. Bir cumartesi yine karşılaştık. “Yarın size geleceğim, beybabana
söyle müsait mi acaba” dedi. “Müsait” dedim. Halbuki ben babama bir şey söylemeyeceğim.
Türkeş Bey Amca geldiği zaman babam evde yoksa çok daha iyi olacak. Onun
sohbeti bize kalacak. Çünkü bizi ciddiyetle dinler tabiri caiz ise biz
çocukları adam yerine koyardı. Aynı derecede sevdiğim amcalardan biri de Ziya
Uygur Beydi. Ben koşarak gider onun elini öperdim her seferinde o da benim
elimi öperdi. Hepsi nur içinde yatsın.
Neticede babama Türkeş’in
geleceğini söylemedim. Rahmetli kalktı Sultanbeyli’ye gitti. Orada bir arazimiz
vardı. Zaman zaman gider orayı dolaşırdı. O gün gideceği tuttu. Annem Ahmet
Dayım’la bahçede çiçek ekiyor ben de kardeşlerimle sek sek oynuyorum. Kapı
çaldı. Geleni biliyorum ya koşup açtım. Onu üniforma ile bu son görüşümdür.
Bana sorarsanız bir insana üniforma bu kadar mı yakışırdı. Herhalde en
yakışıklı subay Türkeş Bey Amca idi. İlk gördüğüm sivil resmini çok
yadırgamıştım. Tabii ona kasten söylemedim geleceğinizi diyemezdim. “Unuttum”
dedim. O gün Türkeş Bey Amca ile koyu bir sohbete daldık. Ben, dayım ve
kardeşlerim. Ta ki babam gelinceye kadar. Babamsız ikinci sohbetimiz 1965’te
olacaktı. Bu sefer siyaset konuşacaktık. Babam gelince biz dağıldık ama başka
gelenler oldu. Velhasıl baş başa kalamadılar. Türkeş o gece saat 12’yi
geçiyordu bizden çıktığı zaman. Onu geçirenler arasında ben de vardım tabii.
Yukarı caddeye yürümesi gerekirken o aşağıya doğru yürüdü, gitti. Sanırım 3
hafta sonra. Okulun son günü. Son günlerde bizi Yıldız Parkı’na pikniğe
götürürlerdi. O gün pikniğe gidilecek. Uyandım. Annem iskemlenin üzerinde bir
ayağını toplamış iki koluyla masaya dayanmış ağlıyor. Babam da masanın diğer
ucunda düşünceli, ortaların da radyo. Önce şaşırdım, anneme bir şey oldu
sandım. Babam ‘dur bakalım’ diyordu anneme ‘sakin ol’. Kalktım yatağın içinde
oturdum. Radyoda marş çalıyor. Marşların arasında davudi bir ses “Nato’ya
Cento’ya bağlıyız” diyor. Bu ses çok güzel bir ses hem tanıdık. Bir müddet
dinledim. Sonra çocuk yaygarasıyla bağırdım: “İnönü iktidarı alamaz, bu Türkeş
Bey Amca..” Babam “evet” dedi. Bir darbe yapılmış olmasından üzgündüler ama
kötü şeyler olmayacağına inanmışlardı, bu ses Türkeş’in sesiydi. Annem
kıvırdığı dizini indirdi toparladı gözyaşlarını sildi. Bu işin içinde Türkeş
varsa Türk Devletine Türk Milletine zarar gelmeyecekti. Babamla Menderes
arasında sorunlar, mahkemeler olmuştu. Milliyetçiler Derneği kapatılmıştı. Ama
babam Menderes’i yine de severdi. Türkeş’le Menderes arasında çocuk aklımla ne
olduğunu anlamaya çalışıyordum. Türkeş’in iktidarı İnönü’ye teslim
ettirmeyeceğinden de emindik. Türkiye çok hareketli heyecanlı günler yaşadı.
13 Kasım, diğer darbe girişimleri…
Türkeş Bey Amca Yeni Delhi ye
gönderildi. Ailesi ile beraber gidebilen yalnızca Türkeş’tir. Muzaffer Teyze 5
gün içinde çocuklarının okul nakillerini yaptırdı, evi eşyası ile kiraya verdi,
kayınvalidesi Fatma Hanım Teyze’yi Balıkesir’e kızının yanına götürdü hem
vedalaştı ve 5 çocuğunu alıp Cuma günü Türkeş’i Yeni Delhi’ye götürecek uçağa
yetişti. O
mükemmel bir insan tam bir
hanımefendiydi. Bir Hintliye suikast yaptırılabilir diye endişeyle yaşamıştı
Muzaffer Teyze. Zannımca kalbinde ki rahatsızlık da o günlerin eseriydi.
Hindistan dönüşü Muzaffer Teyze Ahmet Er’in eşi Melahat Hanım’la annemi
ziyarete gelmişlerdi. Sarı ve ipek eşarplar getirmişti hediye. Hediye konusunda
çok hassastı. Amerika’dan dönüşünde de her birimize ayrı ayrı hediyeler
getirmişti. Arkadaşlarının pek çoğuna yapılan bir incelikti bu. Yine yakın
günlerde bir akşam yemeğinde beraber olduk.
Sofrada Rıfat Baykal da vardı.
Hizmeti ben yapmıştım, bana “Kızım büyümüş de hizmet ediyor” diyerek iltifat
etmişti. 1962-1965 arası tutuklamalar devam etti.
Onu yıllarca görmedim.
Çorlu’daydım artık olayların dışındaydım. Ancak basından takip edebiliyordum.
1988 veya 89. Emin Dayım o zaman İstanbul İl Başkanı. Türkeş Edirne’de bir
törene katılacaktı. Geçerken de Çorlu’da şehrin girişinde bir konuşma yapacak.
Eşime rica ettim biz de gittik. Bir sene öncesinde oğlum Ankara’ya gidince
elini öpmüş. Kız kardeşim götürüp takdim etmiş. Yani oğlum Murat’ı bir kere
görmüşlüğü var, kızlarımı ve eşimi hiç görmemişti. Beni de 20 yılı aşkın
zamandır görmemişti. Yanımızda Ali isminde bir bey daha vardı. Askerliğini
yaparken birliğinde Türkeş üsteğmenmiş. Kalabalığın en sonunda kaldık. Sıramızı
bekliyoruz. Murat’ı görür görmez “Muratçığım” deyip öptü. Takdim edilmeden
eşime “Cengiz Bey nasılsınız” dedi kızlarıma da isimleri ile hitap etti.
Önemlisi Ali Beye “O merhaba Ali Çavuş nasılsın” dediği zaman eşim çok
şaşırmıştı. Rahmetliler ne zaman görüşseler bize ismen selâm gelirdi. Ama eşim
babamın mübalağa ettiğini sanırmış. “Hiç tanımadığı bir adamın ismini nasıl
aklında tutacak hele de bu kadar gailenin arasında, kayınpeder bana hoş
göstermeye çalışıyor.” dermiş.
O gün Edirne dönüşü evimi
şereflendirdi. Yanında ki zevatla birlikte. Kahvemizi içtiler, biraz istirahat
edip İstanbul’a döndüler. Daha sonra babamın hastalığı ölümü oldu. Cenaze
namazında ve kabri başında hazır bulundu, toprak attı. Bir yıl sonra kurban
bayramında İstanbul’daydı. Kardeşler ve eşlerimiz toplanıp ziyaretine gittik.
Bayramlaştık çok özel ve güzel bir sohbet oldu. O güne kadar babamın hakkında
bilmediğim bazı şeyleri öğrendim.
Meselâ Komünizmle Mücadele
dergisini babam finanse edermiş bunu ancak o gün öğrendim.
Dergiyi çıkaran ve satan grubun
içinde olduğunu biliyordum ama finanse ettiğini o gün öğrendim. Babam ticaret yapamadığı
için bakkal dükkânımız iflas etti diye bilirdim. Özel sohbetlerde de aile
arasında böyle konuşulurdu sanıyorum. Babamın ölümünün ardından birkaç anma
programı yapıldı. Çok çeşitli isimler konuşma yaptı hatıralarını anlattı. Hep o
bakkal. Serdengeçti’nin dediği gibi veresiye vermiyesiye gitmiş meğerse.
Babamın üzerine aldığı görevlerden biri buymuş. Yaşadığı sürece de hakkıyla
yapmış. Allah rahmet etsin.
Bir çok şeyi etraftan duyup
öğrendik. Çünkü o yaptıklarını eve gelip anlatmazdı.
Seval Hanımefendi’yi de ilk defa o
günkü ziyaretimizde tanıdım. Sonra ki yıllarda iki defa genel merkezde ziyaret
ettim. Kız kardeşim ve kızlarımla beraber. Bir defa da Çankırı’da Kiraz Bayramı
vardı, orada görüştük. Hatta ertesi günü ben kızlarımla Umay Hanım’ı ziyaret
edecektim, bundan bahsettim kendisine memnun olmuştu. Bu son görüşüm oldu.
Cenazesine de gidemedim. Gerçi çocuklarım ve kardeşlerim bu görevi yaptılar.
Ben kendimce bu devrin üç büyük
kahraman lideri olarak Türkeş, İsa Yusuf Alptekin ve Rauf Denktaş’ı kabul
ederdim. İlk ikisini yakından tanıdım. Ellerini öptüm sohbetlerini dinledim.
Fakat Denktaş’ı şahsen tanımak kısmet olmadı. Bir kere uçakta beraber yolculuk
ettik fakat gidip tanışmayı beceremedim cesaret edemedim. Hâlâ hayıflanırım.
Türklük için Türk dünyası için mücadele eden bütün kahramanlardan Allah razı
olsun, Denktaş’a da gayret kuvvet uzun ömür versin. Amin.
________________________________________
HAKKINDA YAZILANLAR
Komünizme Karşı Mücadele (01.08.1950-15.05.1952)
14 Mayıs 1950 seçiminin ortaya
çıkardığı serbestlik ortamı içinde iyice azgınlaşan komünistlerle mücadele
ereğiyle Istanbul'daki milliyetçi üniversite gençlerinin 15 günde bir çıkardığı
“milliyetçi siyasi dergi”. 01 Ağustos 1950 -15 Mayıs 1952 arasında 36 sayı
yayınlandı.
35x25 sm. boyutunda, dört sayfa
olarak tasarlanmış bir yayın organı idi. Başlangıçta 10 kuruş olan fiyatı, 34.
sayıda 15 kuruşa çıkarılmıştı.
İmtiyaz sahipliğini 1-15.
sayılarında Bekir Berk, sonrakilerde F. Berk' üstlendi; “yazı işlerini fiilen
idare eden olarak, sırası ile Bekir Berk, Hüseyinbeyoğlu Nurettin (Özdemir),
Erdoğan Özbenli, Hayrettin Özgüven ve Mehmet Emin Alpkan görev yaptılar.
Tam adı Komünizme karşı mücadele
olan bu gazete-derginin geniş bir yazı kadrosu vardı. Düşünce ağırlıklı
yazıların ve şiirlerin yer aldığı Mücadelenin başlıca yazarları şunlardı:
Nurettin Topçu, Bekir Berk, Mirza Bala, Evliyaoğlu Gökhan, A.T. Kâhyaoğlu, A.
Demirkapılı, Cevat Rifat Atilhan, Fethi Tevetoğlu, Hasan Ferit cansever, İsmet
Tümtürk, Haşim Nahit Erbil, Z. Urazoğlu, Remzi Oğuz Arık, Hüseyin Akkoyunlu,
Mehmet Kaplan, Nejdet Sançar, A. Rıza Akdemir, M. Saffet Engin, Sezai Yılmaz,
Nejat Tahsin Alper, Elmas Yıldırım, Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, Ârif Nihat
Asya, Sofuoğlu M. Zeki, Zeria Karadeniz, Ali Fuat Başgil, Çavuşoğlu M. Turgut,
Fahri Ersavaş, Hayrettin Özgüven, Hüseyinbeyoğlu Nurettin Özdemir, Hayrettin
Özgüven, İzettin Şadan, İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Turgut, Ismail Hâmi
Dânişmend, Kamberoğlu Cahit Aydoğan, Zeki Velidî Togan, vb. Ayrıca, son
sayılarında Jean-Paul Sartre, Alain, Mahatma Gandi, G. Tokayev, Williams C.
Bullit gibi yabancı yazar¬lardan yapılan çeviriler de yayımlandı.
“Ekim ayından itibaren yine
faaliyete geçmek üzere, geçen yaz olduğu gibi yine neşriyatımızı tatil
ettiğimizi muhterem okuyucu ve bayilerimize bildiririz” açıklamasının verildiği
15 Mayıs 1952 günlü 36. sayıdan sonra Mücadele bir daha yayımlanamadı.
KAYNAK: www.sanatalemi.net
Gazeteci, Yazar ve Edebiyat
Araştırmacısı Mehmet Nuri Yardım anlatıyor:
Taşkent’ten gelen kahraman Mehmet Emin Alpkan
O, 1980’li yıllarda çalıştığım
Türkiye gazetesinde yazan anlı şanlı yazarların “ağabeyi” idi. Çevresinde
halkalanan köşe yazarları kümesinin ışığı, dost çehresiydi. İrfan Atagün, Ömer
Öztürkmen, Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Ayhan Songar, Vedat Zeydanlı, Sevinç
Çokum… Cuma günleri o sofralarda konuşulanlar kaydedilebilseydi keşke… Kaleme
dökülebilseydi… O’nun fırtınalı yıllarına yetişememiş, yaşlılık dönemine tanık
olmuştum sadece. Gazeteye girdiğim yıl 68 yaşındaydı. Ama bu ateşîn zekâ,
torununun tabiriyle “Babıâli’nin kabarık saçlı kızgın adamı”, uzak bozkırlardan
Anadolu’ya gelmiş ulu dâvânın gönül eri, yılmayan savaşçısıydı. Ailesi
Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Avşar boyuna bağlı bir obaya mensuptu.
Yıldız’daki efsane adam, milletinin sevgilisi olan “Millî Bakkal”, adıyla
sanıyla Mehmet Emin Alpkan’dı. Bir ahlâk ve fazilet okulu olan bu dükkânda, her
zaman genç nesillerin beslendiği fikir ve iman sofraları kurulurdu.
1917 yılında Konya’nın şimdi ilçe
olan Taşkent (Pirlerkondu) kasabasında dünyaya gelmişti. Babası Alpkanlardan
Koca Mehmedoğlu âmâ Latif Hoca, annesi Hacı Velilerden Zeliha Hanım’dır. Üç yaşında
babasını kaybetmiş, yetim olduğu için düzenli bir eğitim görememişti. Diploması
yoktu. Küçük yaşta çalışmak için gurbete çıkmak zorunda kaldı. Bir müddet
annesinin yanında kalan Mehmed Emin Alpkan, Fethiye'ye eniştesinin yanına gidip
orada maden işinde çalıştı. Daha sonra İzmir'e geçerek seyyar satıcılık yaptı.
1930'larda kitapçılığa başladı. 1938'e kadar İzmir'de kaldı. Daha sonra
İstanbul'a geldi ve çeşitli işlerde çalışıp maişetini temin etti. Deniz
Yollarının Havuzlar Fabrikası’na girdi. 1940'ta asker oldu. 1943'te terhis
olduktan sonra aynı fabrikadaki işine tekrar başladı. 1945'te Cuma namazına
gittiği için işten çıkarıldı. Beşiktaş Yıldız’da bakkallık yaparak hayatını
kazanmaya çalıştı. 1951 yılında zarar ettiği için dükkânı bıraktı. Bir müddet
Bahariye Mensucat Fabrikası’nda çalıştı. 1959'da oradan ayrılıp biriketçilik
yapmaya başladı. İzmir’de seyyar kitapçılık yaparken okuma yazmayı öğrendi.
Kendi kendini yetiştirdi. Askerlik görevini tamamladıktan sonra İstanbul’a
yerleşti ve evlendi. Geçimini sağlamak için çeşitli işler yaptı. Gençliğinden
itibaren memleket meselelerine büyük ilgi duydu. Sağdaki bütün oluşumların
çekirdek kadrosunda yer aldı, bu teşekküllerde kendisine büyük değer verildi,
saygı gösterildi. Milliyetçi maneviyatçı kesimin kanaat önderleri, herhangi bir
teşebbüse geçerken onun fikrini, desteğini ve duasını alırlardı.
İsmail Hami Danişmend’in evindeki
toplantılara katılan Alpkan, Nihal Atsız, Nurettin Topçu, Osman Yüksel
Serdengeçti, Bekir Berk ve İsmet Tümtürk gibi önderlerle birlikte oldu,
toplantılar düzenleyerek Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Federasyonu,
Milliyetçiler Derneği gibi derneklerin faaliyetlerine destek verdi. 1951’de
Komünizmle Mücadele dergisinde, 1960’da Düşünen Adam dergisinde görev aldı. Bu
derginin idare müdürlüğünde bulundu. Daha sonra da matbaacılığa geçti.
Babıali’de Sabah gazetesinin kuruluşunda önderlik yaptı. Mehmed Yurttutmuş'un
ısrarıyla 1969 yılında Bizim Anadolu gazetesini kurarak imtiyaz sahipliğini
yüklendi. Milliyetçi muhafazakâr gazeteleri bir araya getirerek Yurt Ajansı’nın
kurulmasına ön ayak oldu. Bu ajansın genel müdürlüğünü yazarımız Ergun Göze Bey
üstlendi. Alpkan, daha sonra Taşkent Vakfı’nı kurdu. Türkiye gazetesi ile İnsan
ve Kâinat dergisinde vefatına kadar danışmanlık yaptı. 29 Haziran 1990 Cuma
günü sabah ezanı okunurken Beşiktaş Yıldız’daki evinde ruhunu Rahmana teslim
etti ve Ortaköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. 73 yıllık ömrünü gençlere Allah,
vatan, millet, bayrak sevgisini aşılamak için hayırla ve mukaddes bir çaba
içinde geçirmişti.
TAŞKENTLİLER İFTİHAR ETSİN
Konya’yı yıllar önce ziyaret ettim
ama Taşkent’e gitmek kısmet olmadı. Bir gün nasip olur da internet sitesinden
çok güzel olduğunu tahmin ettiğim bu ilçeyi görürsem oradaki yetkililere Mehmet
Emin Alpkan’ı sormak isterim. Acaba tanıyorlar mı? Hayatını, mücadelelerini,
kahramanlığını biliyorlar mı? Türkiye’nin bu seçkin, özge adamının neler
yaptığından tam olarak haberdarlar mı? Taşkentli gençler ilçelerinin bu büyük
şahsiyetini sık sık anıyorlar mı? Taşkentliler Mehmet Emin Alpkan’la iftihar
ediyorlardır mutlaka. Çocuklarına “Bizim ilçede yetişmiş büyük bir adam var:
Adı Mehmet Emin Alpkan’dır. İnşallah siz de büyür onun gibi olursunuz. O
İstanbulluların, Ankaralıların, İzmirlilerin hatta dünyadaki Türklerin tanıdığı
bir ahlâk ve fazilet âbidesidir.” diyorlardır elbette. Taşkent sitesinden
ilçedeki okulların isimlerini göremedim. Ama inanıyorum ki Taşkent Kaymakamı
Huzeyfe Citer ve Belediye Başkanı A. Baki Acet ilçenin en büyük okuluna Mehmet
Emin Alpkan ismini vermişlerdir. Vefalı Taşkentliler, büyüklerini unutmamıştır,
unutmaz. Bunu soracağım ama, merak ediyorum çünkü. Biz hakikaten değerlerimize
sahip çıkıyor muyuz, yoksa vefa konusunda eksiğimiz mi var?
O serdengeçtiler neslinden,
ızdırabı neşe, gamı sevinç edinen kahramanlar zümresindendi. Hayırlı, izzetli
ve şerefli bir ömür yaşadı. Geçen gün sitemizde Mehmet Emin Alpkan’ın kızı Z.
Ruhşen Sevinç Hanımefendi ile torunu Umay Sevinç Hanım’ın çok güzel yazıları ve
hâtıraları yayımlandı. Yürekten kopup gelen bu duygu yüklü ve hüzünlü satırlar,
hayatı destanlaşan ruh mimarını bize daha da yakınlaştırdı. Ruhşen Hanım,
babasının gönül ve fikir dünyasını hatıralar ışığında günümüze taşıyor. Bir
mefkure adamının her türlü çileye, kahra, acıya ve işkenceye karşılık dik ve
onurlu yürüyüşünü, taviz vermez sağlam kişiliğini hatıraların satır aralarında
görebiliyor, hissedebiliyoruz. Bu yazıların devam edeceğine inanıyorum. Elbette
o yıldız adamları en yakınları anlatmalı, yazmalı önce.
Millî hafızamızı sık sık
yoklamalıyız. Çünkü hâfızası olmayan toplumlar şanlı tarihlerini, şerefli
mazilerini de bilemezler. Mehmet Emin Alpkan, dün bir öncüydü, rehberdi,
önderdi. Her zaman hatırlanması gereken bir ideal münevver ve dâvâ adamıydı.
Müslüman Türk’ün ruh köküne bağlı bir millî kahramandı. Bugün Türkiye’de
haysiyetli, namuslu, dürüst ve vatanperver bazı gazeteler var ise, bu çileli
işin ilk bayrak şahsiyetlerinden biri olan Alpkan’ı hatırlamak, rahmetle,
saygıyla anmak zorundayız. Bir gün Türkiye’nin millî basın tarihi yazılırsa,
bir ışık gibi parlayacak ilk isimlerden birisi de şüphesiz ki, Mehmet Emin
Alpkan olacaktır.
Oğlu Dr. Latif R. Alpkan (Bakırköy
Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekim Yardımcısı) babasını Mehmet Emin
Alpkan’ ı anlatıyor:
* Taşkent’in yetiştirdiği dava ve
mücadele adamı babam Merhum Mehmet Emin Alpkan gençliğinden itibaren memleket
meselelerine büyük ilgi duydu. Sağda bütün oluşumların çekirdek kadrosunda yer
aldı. (Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Türk Dünyası Araştırmaları
Vakfı vs.)
* Milliyetçi çevrelerde lider ve
bilim adamları onun reyine ve kanaatine büyük değer verir, herhangi bir
teşebbüse girmeden onun desteğini almaya gayret ederlerdi.
Babam Mehmet Emin Alpkan, 1917’de
Taşkent’te Alpkanlar sokağındaki evlerinde doğmuş. Alpkanlar sülalesinden
Abdüllatif Hoca ile Hacı Velilerden Veli kızı Zeliha Hanımın, dört kızdan sonra
doğan tek erkek evlatlarıdır. 3 yaşında babasını kaybetmiş. Mahalle mektebine
giderken dedesi de vefat edince çalışmak zorunda kalmış. Önce kunduracı
çıraklığı yapmış. Sonra Bozkır, Çumra ve ova köylerine kiraz vs. satmaya gitmiş.
Daha sonra Fethiye’ye madende çalışmaya gitmiş, oradan da İzmir’e. 1930–1938
arası İzmir’de seyyar kitapçılık yaparken yeni harflerle okuma yazmayı
öğrenmiş. Babam, bundan sonra da okumayı hiç bırakmadı.
İkinci cihan savaşında 4 yıllık
askerlikten sonra İstanbul’da Deniz Yolları Havuzlar fabrikasında çalışırken
1945’de Emirler sülalesinden Hasan Hüseyin Efendinin kızı Fatma Ruhan Hanımla
(annemle) evlendi. İşten çıkarılınca, Beşiktaş Yıldız’da bakkallık yapmaya
başladı.
Kendisine “milli bakkal” dendiği
bu dönemdeki hizmetlerini, rahmetli Av. Bekir Berk 10–12/8/1990 tarihleri
arasında Yeni Nesil gazetesinde yayınlanan, Rahmetli Mehmet Emin Alpkan ile
ilgili 40 yıllık hatıralarını şöyle anlatıyordu.
Vatanperverliğin bu mümtaz siması
dünyayı değil, ahireti, makamı değil hizmeti, almayı değil vermeyi, ikramı
seçmiş, Yıldızdaki bakkal dükkanını bir ahlak, fazilet, himmet, gayret ve
vatanseverlik okulu haline getirmiş, o civarda okuyan veya ikamet eden
gençlere, Allah, vatan, millet, tarih sevgisini aşılamış ve Allah için vatan
için, birlik ve beraberlik için yapılan hizmetlere destek olmuş, bu maksatla
yapılan toplantılara iştirak etmiş, mevki değil vazife talep etmiş elinden
gelen her gayreti göstermiştir.
Kendisiyle tanışmamız Türk Kültür
Ocağı başkanı olduğum sıralarda başlamış ve devam etmiştir. 15 günde bir
yayınladığımız, Komünizme Karşı Mücadele Dergisinin 34, 35, 36. sayılarında ise
neşriyat müdürlüğünü merhum Mehmet Emin Alpkan yapmıştır.
Bu örnek insanın doğduğu Taşkent’
e kadar giderek bir bayramı onun ailesi efradı arasında geçirmenin
bahtiyarlığını yaşadım.
Bu muhterem insan bu aziz dostla
sevdiğini, Allah için seven bu vefakar kardeşimin Taşkent’te olduğu 1953 senesi
bayramını Taşkent’e giderek onunla buluştum.
Kartal yuvası köyünde onun
misafiri oldum. Kendisiyle İstanbul’dan ayrıldığım zamanlarda da muhabbetimiz
devam etmiştir.
Yine Rahmetli Osman Yüksel
Serdengeçti 1960 yılında yayınladığı A.Rıza Akdemir’in “Bir gün gelecek” adlı
kitabının önsözünde Taşkent Vakfı’nın kurucusu rahmetli M. Emin Alpkan’ a
ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyordu.
Bir gündü. İstanbul’da idim.
Zannedersem askerliğimi yapıyordum…1951 yılında… İstanbul’daki milliyetçi
gençler beni “Yıldız”a davet ettiler. Orada her hafta toplanıyor, hararetli
konuşmalar yapıyorlarmış… Anlattılar, anlattılar… Şöyle yapıyoruz, böyle
yapıyoruz… “Peki” dedim, gittim.
Yıldız’a Cedidiye Caddesi… ve
bilmem hangi sokakta bir evin alt katında bir oda.. Kalenderce geniş bir yer…
Odayı üniversiteli gençler doldurmuş.
Benim arslan hemşehrim Mehmet Emin
Alpkan, “Biz, işte böyle, her hafta toplanıyoruz…” diye anlatmaya başladı.
Zaten gençleri buraya toplayan da O. Onun yegane zevki bu… Bu çocuklar için o
neler yapmadı?! Yiyeceklerini kolayca temin etsinler diye bakkal dükkanına
varıncaya kadar açtı.
Hatta bu yüzden Mehmet’e “Milli
Bakkal” derlerdi gençler. Veresiye, vermiyesiye derken iflas etti. Her şeyin
menfaat ve hırs tarafını tepti; his ve ideal tarafını benimsedi.
Bu yüzden yıllardır İstanbul’da
kaldığı halde hala bir gecekondunun içindedir. Evet, Taşkentli Mehmet Emin
kardeşimiz, bu davanın vefakar, cefakar, isimsiz bir hadimidir. İşte şimdi de
bir ev tutmuş, yurtlarından yuvalarından ayrılmış bu memleket çocuklarını bir
ağabey, bir baba gibi bağrında barındırıyordu.
Bakkal dükkanı iflas edince
Bahariye Mensucat fabrikasında mubayaa memurluğu daha sonrada briket
imalatçılığı yaptı. 1960’da Düşünen Adam dergisinde görev aldı. Bu derginin
idare müdürlüğünde bulundu. Daha sonra matbaacılığa başladı “Alpkanlar Matbaası”nı
kurdu. Babıâli’de Sabah gazetesinin kuruluşunda önderlik etti. 1969’da Bizim
Anadolu gazetesini, hemşerimiz Mehmet Yurttutmuş ile birlikte kurdu ve imtiyaz
sahipliğini yüklendi. Seksenlerde Türkiye Gazetesi ve İnsan- Kâinat dergisinde
danışmanlık yaptı.
Yukarıda da defalarca belirtildiği
gibi memleket sevgisi ile dolu idi. Bu sebeple doğduğu topraklara da son derece
bağlıydı. Taşkentte hizmet edebilmek için Taşkent Vakfının kuruluşuna önayak
oldu. Vakfı, Mehmet Davutoğlu, Mehmet Yurttutmuş, Ali Kadıoğlu ve Hüseyin
Babalık ile birlikte kurdular. Vefatına kadar vakfın başkanlığını yaptı.
1979’da binasını vakfın yaptığı imam hatip lisesinin açılışı için dönemin
Başbakanı Süleyman Demirel onu kırmayıp Taşkent’e gelmişti.
29 Haziran 1990 Cuma günü Beşiktaş
Yıldız’daki evinde vefat etti.