İş adamı, melek yatırımcı ve mentor, Endeavor Girişimcisi ve Türkiye’nin ilk ve en büyük online yemek sipariş sitesi Yemeksepeti’nin CEO’su ve kurucu ortağı. Eş: Melis Pekand (e. 2011–2017).
8
Mart 1976, İstanbul doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra San Francisco Üniversitesi’nden MBA derecesini almak
üzere Silikon Vadisi’ne gitmiş ve “yemeksepeti.com” projesini hayata geçirmek
üzere Türkiye’ye dönmüştür.
Yemeksepeti
Mayıs 2015’de Türk Internet Tarihinin en büyük değerlemesiyle global sektör
lideri Delivery Hero tarafından satın alınmıştır. Nevzat Aydın Türkiye’deki
girişimciliğe olan katkılarından ötürü 2010 yılında ABD Başkanı Barack
Obama’nın gerçekleştirdiği Girişimcilik Zirvesi’ne çağrılan dünya çapındaki 150
girişimciden biridir. Ayrıca, 2013 ve 2015 yılında Fortune Türkiye Dergisi
tarafından “40 Yaş Altı 40” listesinde 1. seçilmiş, 2017’de ise American Turkish
Society Galası’nda Hayırseverlik Ödülü’ne layık görülmüştür.
Endeavor,
TOBB Genç Girişimciler ve American Turkish Society’da Yönetim Kurulu
Üyeliklerini sürdüren Aydın aynı zamanda Galata Business Angels Kurucu
Üyesidir. Nevzat Aydın’ın bugün toplam 28 yatırımı bulunmaktadır. Bu
görevlerinin yanı sıra, Nevzat Aydın Mavi Giyim Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi
ve Allianz Danışma Kurulu Üyesidir.
KAYNAK:
Nevzat Aydın (endeavor.org.tr, erişim 04.11.2018), Nevzat Aydın (yemeksepeti.com,
26.02.2021), Nevzat Aydın (Linkedin, 26.02.2021).
Tarihsel değer
taşıyan büyük kentlerin yaşamı, insan yaşamı gibi gelip geçici değildir,
insanlar doğar, yaşar ve ölürler; büyük kentler ise sonsuza kadar yaşamlarını
sürdürürler. Çünkü bu tür kentlerin harcı, tarihle birlikte oluşmuştur. Tarih,
kimi kentlerin üzerinden akıp geçer, kimi kentlerin ise yapısına karışır,
onların eti kemiği olur. Bu tür kentler, tarihle birlikte soluk alıp verirler;
o nedenle doğası bir başka olur, toprağı bir başka kokar, ekinleri bir başka
yeşerir; tarihsel yapılarından çevreye dağılan tılsımlı ışık, insanlarının
yaşamını etkiler. Dünü bugüne bağlayan kültürel kökenler, geleceğe doğru uzanan
yaşamın biçimlenmesinde önemli birer etken olmaya başlar. Toplumsal yaşamın
diyalektik yasaları hükmünü icra ederken, yöreye özgü karakterler de, yüzlerce
yıllık tarihsel ve kültürel birikimin ürünleri olarak toprağa kök salmaya devam
ederler.
Eski bir yakın
doğu kenti olarak Diyarbakır, böyle bir beldedir. Orada yaşanmış tarih, kentin
taşına toprağına sinmiş, insanlarının yüzlerine kazınmış, davranışlarına yön
vermiştir.
Ne var ki bu
kente kimliğini kazandıran şeylerin, zaman içinde bir bir elimizden kaçıp
gitmekte olduğunu görmek de üzücüdür. Hızla artan nüfus, çarpık büyüme ve
gecekondulaşma, kültürel değerlerin acımasızca yok edilişi, göreneklerin
giderek yozlaşması, kent dokusunun insafsızca tahribi, Diyarbakır’ı bugün,
sıradan bir kent görüntüsüne doğru koşar adım sürüklemektedir. Bir mücevher
gibi korunması yaşatılması gereken, suriçi kent, bugün, belediye hizmetlerinin
ulaşamadığı, derbederliğin ve kendi haline terkedilmişliğin girdabında
bocalayan garip bir kaosa dönüşmekte, bir zamanlar içinde gezinmekten,
evlerinin serin avlularına dalıp çıkmaktan zevk duyduğumuz sokaklar, iki
yakasında yükselen ne idüğü belirsiz yapılarla tanınmaz hale gelmektedir, insan
sevgisi ve incelikle dokunmuş olan çevreler, üzerinde hoyrat bir elin gezindiği,
olumlu ne varsa alıp götürdüğü birer virane görüntüsüne bürünmektedir.
Kentin bugün varmış olduğu olumsuz
çizgide, yediden yetmişe hepimizin az ya da çok bir sorumluluk payı
bulunduğunu düşünüyorum. Ama nasıl sorumluluk yükü, Diyarbakır’ın tarihsel
dokusuna, kültürüne, gelenek ve göreneklerine sahip çıkması yönetici
kadrolarda olsa gerek. Çok değil, bir otuz yıl geriden bugünlere doğru
baktığımızda, olumsuz değişimin varmış olduğu noktayı kavramakta güçlük
çekiyorsunuz. Dicle Üniversitesi’nin iki yıl kadar önce Diyarbakır’da
düzenlediği sempozyumda, bir ağabey hemşehrimizin ağlamaklı bir sesle dile
getirdiği serzenişi, şimdi yeniden duyar gibi oluyorum. O ağabeyimiz,
Diyarbakır'ın sokaklarında, caddelerinde tanımadığı bir kenti gezer gibi
dolaştığını, bir zamanların uygar ve saygın kentinden günümüze kalanların hızla
tükendiğini görmek bahtsızlığını yaşadığını anlatırken, ortak bir acımıza parmak
basıyordu. Diyarbakır’ın otuz - kırk yıl öncesini bilmeyen, bu kentte o
dönemin yaşamına karışmamış olanlar için, bu yakınmanın kuşkusuz hiçbir anlamı
yoktu. Ama bizler, yeniyetmelik ve ilk gençlik yıllarım bu kentin havasım
soluyarak yaşamış olanlar için, bu sözler aynı zamanda bir ağıttı.
Diyarbakır’a son birkaç kez gidişimde,
hep bu ağıtın yankılan yansıdı kulaklarıma. Bir zamanlar heybetiyle gurur
duyduğumuz, sırası geldikçe dünya üzerinde Çin şeddinden sonra ikinci sırayı
aldığını övünçle söylediğimiz surların çevresinin, birer mezbelelik haline
geldiğini, ele güne karşı Diyarbakır evi olarak göstereceğimiz mekânların,
neredeyse tümüyle ortadan kalktığını göre göre dolaşıp durdum Diyarbakır’ın sokaklarında.
Bana geçmişi anımsatacak, bu kenti yeniden yaşatacak her şeyin, alıp başını
gittiği bir ortamda düş kırıklığını yaşayıp durdum. Her şey, uzak bir geçmişte,
anıların düşlere, düşlerin anılara karışıp gittiği bilinmez bir zamanda kalmış
gibiydi.
Bir daha geri gelmesi mümkün olmayan bu
şeyleri düşlemekten ve gerçek Diyarbakır’ı anılarda yaşatmaktan başka ne
yapılabilir?
Evet, Diyarbakır’ı dinliyorum gözlerim
kapalı.
KAYNAK: Şevket
Beysanoğlu / DFSA (2. bas. c. 3, s. 411-412, 1997).