Fehmi Koru

Gazeteci-yazar

Doğum
24 Temmuz, 1950
Eğitim
İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü (Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Burç
Diğer İsimler
Taha Kıvanç

Gazeteci-yazar. 25 Temmuz 1950, İzmir doğumlu. Bazı yazılarında Taha Kıvanç imzasını kullandı. İzmir İmam Hatip Lisesi ve İzmir Yüksek İslâm Enstitüsünü  (1973) bitirdikten sonra Harvard Üniversitesi’nde (ABD) yüksek lisans (1982), Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nde (1980-82) araştırmalar yaptı. Akyanak Yayınları’nda editör (1976-80), Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda (1985) ve DPT İslâm Ülkeleri İşbirliği Başkanlığı’nda müşavir (1985-86) olarak çalıştı. Londra’da City Üniversitesi’nde gazetecilik öğrenimi gördü. Şam’da Darü’s-Selam Yabancı Diller Okulu’nda Arapça okudu. Parlamento Muhabirleri Derneği, Harvard Mezunları Derneği üyesidir.

Millî Gazete (1984) ile Zaman (1986-97) gazetelerinde genel yayın yönetmenliği ve köşe yazarlığı (1986-87) yaptı. 1997’den itibaren Yeni Şafak gazetesinde Ankara temsilciliği yaptı, köşe yazıları yazdı. Sonraki yıllarda Star gazetesinde köşe yazıları yayımlandı. 2014 yılında bu gazeteden de ayrılarak Gazete Habertürk'te yazmaya başladı. 12 Ocak 2016 tarihinde bu gazetedeki yazılarına son verdi. Zaman gazetesindeki yönetim başarısı nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği 1986 Basın Yönetim Ödülünü kazandı. 2016 yılında Fethullah Gülen cemaati ve 17-25 Aralık 2013 olayları hakkında yeni bilgiler verdiği Ben Böyle Gördüm adlı kitabıyla geniş ilgi topladı.

İlkokulu Kemal Reis İlkokulu'nda okuduktan sonra ardından İzmir İmam Hatip Lisesini bitirdi.1973 Yılında İzmir Yüksek İslam Enstitüsünden mezun oldu. İstanbul’a gitti, Fatih Gençlik Vakfı'nın kuruluşunda çalıştı. Sonra sanayi alanıyla iştigal eden özel bir şirkette çalışma hayatını sürdürür. 1975'te Tuzla Piyade Okulu'nda askerliğini kısa dönem olarak yaptı. 1977-78 yıllarında dil öğrenmek için İngiltere’ye gitti. Daha sonra, gazetecilik okumak üzere bir kez daha İngiltere’ye gitti. İngiltere'den dönünce, bu sefer Arapça öğrenmek için 7-8 ay kalmak üzere Suriye'ye gitti. 1982 yılında ABD Harvard Üniversitesi'nde yüksek lisans ve doktora eğitimi aldı. Yüksek lisans derecesini Harvard Üniversitesi Orta Doğu Çalışmaları Merkezi (Center for Middle Eastern Studies)'nden almıştır. Ayrıca MIT kısaltmasıyla bilinen Massachusetts Institute of Technology (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü)'nde araştırma görevlisi olarak bulundu. Sonrasında 1982'de Türkiye'ye döndüğünde 9 Eylül Üniversitesi'ne Arapça okutmanı olarak girecekken, 12 Eylül sürecinin bir yansıması olarak, hakkında hazırlanan rapor yüzünden bu atama gerçekleşemedi.

Arabia ve Crescent adlı dergilerde yazarak, gazetecilik mesleğine ilk adımını attı. Milli Gazete daha sonra ikinci durağı oldu. Hem editörlük, hem de köşe yazarlığı ile uzun süre Milli gazetede çalıştı.  Özal döneminde Ekrem Pakdemirli'nin onu, başında bulunduğu Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığına basın müşaviri yapması ile gazete ve yazı işinden uzak kalmak zorunda kaldı. Devlet Planlama Teşkilatı'nın İslam Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Bölümü'nde de (İSEB) görev yaptı Fehmi Koru. Ama burada uzun süre kalmadı.  Zaman Gazetesi ile yolları kesişmişti çünkü.. . Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı... Tam 13 yılı geçti Ankara Zaman'da... 1998'in Eylül ayında Zaman'la yollarını ayırdı ve Turkish Daily News'te yazmaya başladı.

Yeni Şafak gazetesinde de uzun yıllar hem Fehmi Koru, hem de Taha Kıvanç ismiyle yazılar yazdı. Yeni Şafak yönetimiyle ters düşünce kısa bir mola ve yeniden Zaman serüveni başladı Fehmi Koru için. Ancak Zaman'da eskisi gibi karşılık bulmadığını görünce, Star gazetesine doğru yola çıktı. Star'da yazarken Kanal7'de "Haber Saati"nde yorumlar yapıyordu.

Fehmi Koru, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün okul arkadaşıydı... Star'daki yazıları zaman zaman hoşnutsuzluk yaratınca, ipler yavaş yavaş gevşemeye, hatta kopmaya başlamıştı. Fehmi Koru, Habertürk Televizyonu'nda bir programa katılmıştı. Habertürk'ün CEO'su Kenan Tekdağ'la tınıştı o gün. Teklif alınca hayır demedi, Star'la yollarını ayırdı ve her iki ismiyle Habertürk'te yazmaya başladı.

Arapça ve İngilizce bilgisi çok üst düzeydedir. Fehmi Koru, prensipleri gereği Parlamento Muhabirleri ve Harvard Mezunları Derneği haricinde hiç bir yere üye değildir.

Fehmi Koru, 1980 yılında kimya doktoru olan Nebahat Karagülle ile evlendi. Mehmet Yasin, Zeynep Alemşah, Fatma Şirin, Ahmet Taha, Ömer Faruk adlarında 5 çocuğu vardır.

Fehmi Koru, 3 Nisan 2013 tarihinde Ak Parti Hükümeti tarafından açıklanan ve barış sürecini yönetecek olan 63 kişilik Akil insanlar listesine Ege Bölgesinden girmiştir.

 

ESERLERİ:

 

Deneme-İnceleme:

 

Mekke’de Ne Oldu? (1987), Yeni Dünya Düzeni (1991), Türkiye’de Laiklik ve Fikir Özgürlüğü (1991), Terör ve Güneydoğu Sorunu (1992), Taha Kıvanç’ın Not Defteri (1996), Tabana Kuvvet (2001), 11 Eylül O Kader Sabahı (2002), Yerli ve Özgün: Nobellik Bir Öykü (2004), Ben Böyle Gördüm (2016).

 

İngilizce:

 

One Column Ahead (Türkçesi Bir Sütun İleri, 2000).

 

Çeviri:

 

Bilginin İslâmileştirilmesi (İsmail R. Faruki’den çeviri, 1985), İslâm’ın Uluslararası İlişkiler Kuramı (A. Ebu Süleyman’dan çeviri, 1985).

 

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Fomous People (2013), Fehmi Koru, 17-25 Aralık sürecinin perde arkasını anlattı (hurriyet.com.tr, 3 Nisan 2016), Fehmi Koru kimdir? (gazeteoku.com, 17.03.2022).

CEMAAT YURTDIŞINDA SALDIRIDA… HÜKÜMET NE YAPIYOR, NE YAPMALI?

CEMAAT YURTDIŞINDA SALDIRIDA…

HÜKÜMET NE YAPIYOR, NE YAPMALI?

 

FEHMİ KORU

 

2 Ağustos 2016

 

AB’den sorumlu bakan Egemen Bağış’la gitmiştim Kopenhag’a… Bakan orada hem AB ile ilgili bazı konuları muhataplarıyla konuşacak, hem de artık yerleşik hale gelmiş vatandaşlarımızın düzenlediği bir etkinliğe de katılacaktı.

 

Cemaat’e bağlı bir kuruluşun düzenlediği hemen anlaşılan etkinliğin yapıldığı salonda vatandaşlarımızdan daha çok Danimarkalı politikacı vardı. Yanımda oturan kuruluştan bir yetkili, “Yıllardır burada muhalefet partisine yatırım yapıyoruz; burada gördüğünüz politikacıların çoğu düzenlediğimiz gezilerle Türkiye’ye geldi, ilk seçimde de iktidar oluyorlar” diye kulağıma fısıldamıştı.

 

Helle Thorning-Schmidt’in partisinin çoğu milletvekili, muhalefette bulundukları yıllar içerisinde Türkiye’yi defalarca ziyaret etme imkânı bulmuş, ‘Türkçe Olimpiyatları’ gibi daha global etkinliklere de katılmışlar…

 

Sonunda iktidar da oldular.

 

Girişte okuduklarınız, nisan ayında piyasaya çıkan ‘Ben Böyle Gördüm’ kitabımdan (s. 236-37).

 

Thorning-Schmidt Danimarka’nın ilk kadın başbakanıydı; 2011-2015 yılları arasında ülkesini o yönetti.

 

Cemaat’in o ülkedeki unsurları “Bizimle beraber yönetti” diyorlarsa şaşırmam.

 

Danimarka başbakanı Thorning-Schmidt, eşi İngiliz Milletvekili ve kızları

Danimarka başbakanı Thorning-Schmidt, eşi İngiliz Milletvekili ve kızları

Avrupa’da girift aile ilişkileri de söz konusu oluyor. Danimarka’da başbakanlığa kadar yükselen Helle Thorning-Schmidt’in eşi kimdir biliyor musunuz?

 

Stephen Kinnock…

 

Babası Neil Kinnock bir ara (1983-1992) İngiltere’de İşçi Partisi liderliğine getirilmişti; Stephen da bu dönem İngiltere Parlamentosu’nda, milletvekili…

 

Danimarka’da politika üzerinde etkili olduğunu gözlerimle gördüğüm Cemaat, daha önce hiç ayağını atamamış olsa bile, oradan İngiltere’ye sıçramakta zorluk çekmemiştir.

 

Farid Zakaria, CNN INT

Hangi kanalı açsam Fethullah Gülen, her gazetede yine o…

 

Cemaat’in ABD’de ve özellikle politik hayattaki varlığı daha da muhkem.

 

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, darbenin mimarı olarak suçlanan Fethullah Gülen’e ekranlarını açmayan itibarlı televizyon kanalı yok gibi; BBC’ye konuk olmuştu Gülen, CNN International’da en son Farid Zakaria kendisini konuk etti. Hemen her yabancı gazetede mülâkatları yayımlandığı yetmezmiş gibi, New York Times imzasını taşıyan bir yazıya da yer verdi.

 

Kolay gerçekleşecek bir güç değil bu; kitabımda bolca örneklediğim, yılların çalışmasıyla oluşmuş bir güç…

 

Şimdilerde aleyhlerine atıp tutan bizim gazeteciler, yazarlar, aldıkları her yurtdışı Cemaat davetine koştukları yıllarda, çarşı-pazar ziyaretleri yüzünden dikkatleri dağılmasaydı, uğradıkları ülkelerde, bu arada ABD’de de, o gücün varlığını hemen fark ederlerdi.

 

Fark etmemiş görünüyorlar; çünkü konu bu kadar sıcak ve bu günleri yakından ilgilendiriyorken, olan-biteni okurlarına daha iyi anlatabilecekleri gözlemlerini paylaşmıyorlar.

 

Devlet yeni yeni organize oluyor

 

Vahap Munyar köşesinde bugün yazdı. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş medyada ekonomi alanında kalem oynatanlar ile bazı banka analistlerini Ankara’da biraraya getirmiş. Karşılarına da, Kamu Diplomasisi Koordinatörü Doç. Ali Osman Sönmez’i “Şu anda kurumda kendisinden başka kimse yok” bilgisini vererek oturtmuş…

 

Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, Cemaat denilen yapının yurtdışındaki uzantılarının bulundukları ülkelerde Türkiye veya iktidar karşıtı çalışmalarını boşa çıkartmak ve 15 Temmuz darbe girişimini dünyanın dört bir tarafında anlatmak ile de görevli kurum…

 

Başkanı var, ama onun görev vereceği kimse yok. Belki vardı da, Cemaat irtibatları kokusu yüzünden atıldılar…

 

Numan Bey de ne yapsın, biraraya geldiği gazetecilerden kendilerine yardımcı olmalarını istemiş: “Türk siyasi tarihinin en kara gecesini yaşadık. Ertesi sabah büyük bir kâbustan uyandık. Cumhurbaşkanımızın dirayeti, medyanın darbeye karşı duruşu, siyasette hasret kaldığımız birlik-beraberlik duruşu ve milletimiz darbecileri püskürttü” diyerek…

 

Milli duygularla seferber olunması gerektiğini belirtmiş bundan sonra…

 

Eğer gerçekten menfi propagandayı göğüslemek ve Cemaat’in yurtdışı uzantılarının faaliyetlerinden etkilenmemeyi başarmak istiyorsa hükümet, bunun için ilgili bütün kurumları seferberlik haline getirmek zorunda.

 

Atambayev, balkonda Tayyip Erdoğan’ın yanında

Kırgızistan neden öyle davrandı?

 

Kırgızistan Devlet Başkanı Almazbek Atambayev’in “FETÖ Kırgızistan’da da darbe yapabilir; bunu ilgililere bildirdik” diyen Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na verdiği “Bu iddialar absürd; bizi korkutmaya ve bize bir şeyler öğretmenize gerek yok” cevabı çoğunuzu şaşırtmış olabilir.

 

En başta da devleti yönetenleri…

 

Sebebi şu: Orta Asya’daki ‘Türki Cumhuriyetler’ diye andığımız ülkeler arasında Türkiye’ye en yakın duran Kırgızistan, devlet başkanları arasında da Atambayev’dir…

 

Kaç defa, Türkiye’de katıldığı etkinliklerde mükemmel Türkçesi ile karşımıza çıkmıştı Atambayev; en sonuncusu Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği günün akşamı balkona o da çıkmış ve ‘Tayyip Abi’ diye seslenerek yeni seçilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı övücü bir konuşma yapmıştı.

 

İşte o Atambayev, ülkesindeki okulların kapatılması talebiyle karşılaşınca, şimdi “Durun bakalım” diyor…

 

Neden acaba?

 

Herhalde cevabı bulmak için fazla düşünmeniz gerekmemiştir: Cemaat’in en yoğun faaliyet gösterdiği ve çok sayıda okula sahip olduğu ülkelerdendir Kırgızistan… Başında, birkaç dönem Atatürk Üniversitesi rektörlüğü yapmış Prof. Erol Oral’ın bulunduğu Uluslararası Atatürk Alatoo Üniversitesi de Cemaat tarafından kurulmuştur.

 

Atambayev’in terslemesinin sebebi, Kırgızistan’da 1990’ların başından beri faaliyet gösteren ve sayıları galiba 12’yi bulmuş olan Cemaat’e bağlı Türk okullarından halkın memnuniyet duymasıdır.

 

“Okulları kapatın” dediğinizde, o ülkenin yönetimi sizin tavsiyenize uyacak olsa, kendi halkından tepki görür.

 

Bir ülkede okul varsa, o ülkenin elitlerine kadar ulaşan Cemaat unsurları da vardır ve onlar şimdi uzanabildikleri her yerde, “Türkiye’de darbe filân olmadı; Hollywood filmi gibi bir şey, bir tiyatro sahneye konuldu” görüşünü yaymaktadır.

 

Yapacağınız şey, “Okulları kapatın” aklını vermekten ibaretse, size en yakın bildiğiniz devlet adamı bile itiraz eder.

 

[Prof. İlber Ortaylı’nın da imzasına sahip bir kitap göz açıcı olabilir: ‘Barış Köprüleri: Dünyaya Açılan Türk Okulları’, Ufuk Kitapları, 2005.]

 

Okullar Türkiye’nin değeri, bir yolunu bulup sahip çıkalım

 

Dün gece, kanallar arasında dolaşırken, ülkemizi iyi tanıyan Azeri gazetecilerden Sevil Nuriyeva’nın tam da bu konudaki görüşlerini dinleme fırsatı buldum.

 

Azerbaycan Ankara’nın telkinine uyarak Fethullah Gülen’in yönlendirmesiyle açılmış okulları ilk kapatan ülke oldu: 10 lise, 1 gimnazyum ve Kafkas Üniversitesi…

 

Nuriyeva, “Okulları kapatmak veya faaliyetlerini durdurmak iş değil; onlar bulundukları ülkelerde Türkiye’yi temsil ediyorlar. Kuruluş sermayeleri Türkiye’de toplanan bağışlar. Okulları Türkiye üstlenmeli. Tabii bir FETÖ’den alıp başka bir FETÖ’ye de devretmemeli” diyordu programda.

 

Dönüp ‘Ben Böyle Gördüm’ kitabımdaki hüküm cümlesini okudum (s. 344-45): “Kurtarabilirsem, 1990’lı yıllardan bugüne, fikir ayrılıklarını bir tarafa bırakarak, her eğilimden insanlarımızın fedakârlıklarıyla oluşmuş 120’yi aşkın ülkedeki iki bin kadar okulu kurtarmak isterim. / Okulların, Türkiye’nin, kendisine hoş gözle bakan yabancı nesiller yetiştirme konusundaki en büyük yatırımı olduğuna inandığımdan…”

KAYNAK: Facebook paylaşımı (03.08.2016)

 

 

 

FEHMİ KORU, 17-25 ARALIK SÜRECİNİN PERDE ARKASINI ANLATTI

FEHMİ KORU, 17-25 ARALIK SÜRECİNİN PERDE ARKASINI ANLATTI

 

Zaman gazetesinin kurucu yayın yönetmeniydi. Mensubu olmasa da yıllarca Cemaat’in kalbindeydi.  AK Parti iktidarını da ilk gününden beri çok yakından izledi. Muhafazakâr basının en çok konuşulan isimlerinden oldu. Sadece gazeteciliğiyle değil... Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile öğrencilik yıllarında oda arkadaşlığıyla, Harvard diplomasıyla, basını buluşturduğu fasıl sohbetleriyle... Kendi yorumuyla, “Bir gün bir mektup taşıdı ve hayatı değişti”.

 

Çınar OSKAY - Fotoğraflar: Sebati KARAKURT

 

17 Aralık 2013’te Cemaat’le iktidar arasında kavga patlak vermişti.

AK Partili bakanlarla ilgili yolsuzluk skandalını Cemaat patlatmış gibi görünüyordu.

Ertesi gün Abdullah Gül, Fehmi Koru’yu Ankara’ya çağırdı.

Gül’ün yanında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da onu bekliyordu.

Acilen Pennsylvania’ya gitmesini istiyorlardı.

Koru, yaşadıklarını bir kitapta topladı.

Bu ziyaretle ilgili tüm gerçekleri, iktidar-Cemaat kavgasının perde arkasını ilk kez Hürriyet Pazar’a anlattı.

 

Kamuoyu uzunca bir süredir Abdullah Gül ile Recep Tayyip Erdoğan’ın arasının limoni olduğunu konuşuyor. Oysa Erdoğan’ın 17 Aralık’ta ilk başvurduğu isim Gül olmuş.

 

- Siyasi açıdan farklı bakış açıları olabilir. Bu onların kader arkadaşı olmasını hiçbirzaman engellemedi. 17 Aralık o kaderin en çok paylaşıldığı gündü. O zaman Cumhurbaşkanı Gül’ün ikamet ettiği Dışişleri Konutu’yla, Başbakan’ın resmi konutu yan yana. Arada, dışarıdan görünmeyen, sadece ikilinin ve çok yakınlarının bildiği bir geçit var. O geçidi kullanarak bir araya geldiler.

O akşam vardıkları karar, devlete yönelik bir kuşatma olduğu ve bunun mutlaka durdurulmasıydı.

Abdullah Gül, 17 Aralık iddialarına inanmadı mı? Şöyle yazmışsınız: “Çocukları gözaltına alınan bakanların bir-ikisini gevşek bulsa da rüşvet alabileceklerine ihtimal vermediğini anladım.” ‘Gevşek’ten kastı nedir?

- Bu insanlar, zenginlik alameti olan ne varsa üstlerinde taşıyabiliyor. Bakan olarak biraz mesafeli davranmaları gerekirken büyük işadamlarıyla yakın dostluklar kurabiliyor. Ama rüşvet gibi bir yanlışlığı kendilerine yakıştıramadığını ben o akşam anlattıklarından anladım.

Peki tape’lere inandı mı?

- İnanmadığını söyledi. Bana “Sesler sanki gerçekmiş gibi geliyor ama arada boşluklar var. O boşluklar birileri tarafından teknik olarak doldurulmuş olabilir mi” dedi.

 Dönemin Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan’ı Erdoğan, 18 Aralık’ta sizi çağırıyor ve Pennsylvania’ya gitmenizi istiyor. Arabulucu olmanız mı istendi?

- Ben ‘Bu nedir’ diye merak ediyordum. Onlar aralarında “Nabız yoklaması faydalı olabilir” diye konuşmuş ve benim ismim üzerinde durmuşlar. Bir gidip yoklasa tarzında... Arabuluculuk misyonu değil, daha ziyade ‘Karşı tarafın bu işlerle gerçekten ilgisi var mı’ diye bakmam için... Bu, Cemaat dayanışması içinde mi yoksa bazı kişilerin kendi başlarına yaptıkları bir şey miydi? Bir şeyler öğrenmem gerektiğine inandığım için, kabul etmekte mahsur görmedim.

Ne öğrendiniz orada?

- Olanlardan son derece rahatsız bir Fethullah Gülen’le karşılaştım. Basında, sosyal medyada iki taraflı saldırılar vardı. Bundan çok rahatsızdı. Bir yandan da “Devletin görevlileri yanlışlık yapıyorsa devletin mücadele etmeye hakkı vardır” diyordu. Kuşkunun ortadan kalktığını düşündüm ama 25 Aralık geldiği zaman karşımıza çok farklı bir tablo çıktı.

 

25 ARALIK BARIŞA GİDEN SÜRECİ BİTİRMEK İÇİN BAŞLATILMIŞ GİBİYDİ

 

Gülen gerçek duygularını paylaşmadı mı sizinle?

- Ben paylaştığı kanaatindeyim. Özellikle mektubuna yansıttığı, samimi görüşleriydi. Dershanelerin kapatılmasına yol açacak yasal girişim onu çok rahatsız ediyordu. Bu girişimin ortadan kaldırılması durumunda, siyasetin gördüğü bütün yanlışlıkların ortadan kaldırılmasını düşündüklerini ifade etmişti. Samimi gördüm bunu. Döner dönmez, 25 Aralık’ta, ikinci girişim patlayınca en çok ben şaşırdım. Bunun üç-dört gün önce görüştüğüm kişinin talimatıyla olabileceğinden ciddi kuşku duydum, hâlâ bu kuşkuyu taşıyorum.

Ama siz Pennsylvania’ya ayak basmadan bir gün önce çok hiddetli bir bedduası yayımlandı Gülen’in...

- Beddua olayı ben yoldayken patlamıştı. Sonradan gördüm. O insan değildi karşımdaki. Dini bir cemaat bu. Dua da ediyor, beddua da ediyor. Yapabilecekleri şeylerin azamisi bu, beddua edebilir. Ne yapabilir yani?

Hüseyin Gülerce “Koru’nun iyi niyetlerle Pennsylvania’ya gitmesi hükümeti oyalamak için bir kumpastı” diye yazdı.

- Alakası yok. O zaman girişimi başlatanın Pennsylvania olması gerekirdi. 25 Aralık, sanki Fethullah Gülen’e rağmen, hatta belki barışa doğru giden bu süreci bitirmek için başlatılmış gibime geldi.

 Fethullah Gülen’e rağmen yapabilirler mi?

- Bu tür cemaat yapılanmalarının doğasında olan bir şey var: En tepedeki insan kendisine rağmen başlamış olsa bile böyle kapsamlı, sonuç getireceği belirgin bir operasyonu reddetmekte zorlanabilir. Çünkü çok yakınları da işin içinde olabilir. 25 Aralık’ta ikinci operasyon başladığında Pennsylvania’da değerlendirme yaptıklarını ve sonuna kadar götürme kararı verdiklerini zannediyorum.

 

ERDOĞAN’IN İYİMSERLİK İÇİNDE OLDUĞUNU GÖRDÜM

 

Ya Erdoğan? Onun tepkisi nasıldı?

- 25 Aralık’ta kendisiyle görüştüm. Rahatsızlığı ifade etti. Ama madem böyle bir mektup yazıldı, madem barış aranıyor, acaba bu iş burada durdurulabilir mi diye bir iyimserlik içinde olduğunu gördüm. Fakat parti ‘Bu siyasete darbe girişimidir’ başlığıyla bir rapor hazırladı. Erdoğan bu raporu benimsedi. Sonra savaş sürecine girildi.

 

Siz gittiniz, gördünüz. Nasıl bir yaşam sürülüyor Pennsylvania’da?

- Bir saray, külliye havası içinde yansıtılıyor, doğru. Başlangıçta öyle değildi, ufak bir yerde kalıyordu. Mektup için gittiğimde, “Eşiniz hanımefendiyle gelin, burada kalacak yeriniz var” tarzında bir davette de bulunmuştu. Amerika’daki benzerleri gibi bir çiftlik evi... Girişte topluca namaz kılınan bir yer var. Yukarıda yine büyük bir salon; orası ders, sohbet verdiği yer. Namazı kendisi kıldıracaksa, orada topluca  kılınıyor. Yanında ufacık bir odası var. Orada yerde yatıyor. Tansiyon ve şeker gibi ciddi rahatsızlıkları var. Fazla yiyip içebilen biri değil. Çiftlik içinde bir göl var ama yakınları o göle hiç gitmediğini söyledi. İnsan gitmez mi, orada bir oturmaz mı? Yoğun ziyaretçi trafiğinin olduğu dönemde rahatsızlık duyup “Kimseye randevu vermeyin” dediğini, kendini 10-20 gün orada yaşayanlara da kapattığını, itikafa çektiğini biliyoruz.

 

DİNDARLARIN GELENEĞİ BÖYLE ŞEYLERİ KAPAMAYA YAKINDIR

 

Enteresan bir figür, değil mi? Bu kadar kapalı yaşayan bir insanın 200 ülkeye yayılmış bir hareketi yaratması, polise, yargıya, basına hâkim olma iddiası... Nasıl oluyor?

- Evet, böyle bir kişiliğin bu tür global çapta bir hareketin başında bulunması kolay kolay idrak edilebilecek bir şey değil. Çok büyük başarı olduğu ortada. Uzak görüşlü ve tuttuğunu koparan bir insan. Kafasında bir proje var, o proje için kitleleri ikna eden biri. İnancınız ne olursa olsun, üslubundan etkilenmemeniz elde değil. Formel eğitimi eksik ama din eğitimi var. Haşır neşir oldukları, dini insanlar... Okudukları, dini kitaplar... Ama global bir bakışı var. Taklit etmek mümkün değil. Çok büyük sempatiyle yaklaşmadığım dönemde bile okullarda yapılanların Nobel’lik olduğuna inandım.

Evet, Nobel’e aday göstermiştiniz.

- Rahibe Teresa, Hindistan’da 500 çocuğa hizmet veriyor diye Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Gülen, bunu 200’ü aşan ülkede yaptı.

Bir tezat daha karşımıza çıkıyor. Nobel’e layık bulduğunuz bir eğitim hamlesi... Ama aynı Cemaat’in adı, gizli kameralarla, kasetlerle, şantajla anılıyor.

- Çok büyük bir tezat. Dindarların geleneği böyle şeyleri açmaya değil, kapamaya yakındır. Ensar Vakfı’yla ilgili asla tasvip edilmemesi gereken bir olayı hafife alanlar oldu. Hafife alma muhtemelen bu gelenekle ilgilidir. Hazreti Ömer, halifeliği döneminde bir erkekle bir kadının pek hoş olmayan bir durumda olduklarını görüyor. Gidip üstlerini örtüyor. Böyle bir geleneğin içinden gelen insanların, telefon dinlemesi, odalara kamera yerleştirmesi bizim geleneğimize bütünüyle ters.

Kendisi ne diyor bunlara?

- Son ziyaretimde “Bizim o işlerle hiçbir alakamız yok Fehmi Bey” dedi, o sözü hâlâ kulaklarımda. Bunlar Cemaat’le irtibatlandırılıyor, olabilir. Siyasetle ilgili tape’ler de var. Dışişleri Bakanlığı’nda MİT Müsteşarı, Genelkurmay İkinci Başkanı ve Dışişleri Bakanı görüşmesi... Dönemin başbakanının oğluyla konuşması...  Bunlar kolay bulunabilecek şeyler değil. Yabancı bir el tarafından yapıldığını düşünüyorum. Türkiye’deki istihbarat birimlerinin izleyemeyeceği kadar yakından izleyen ve merakı çok olan ülkeler var. Amerika ve Almanya bunların başında geliyor.

Bunlar yabancı örgütlerin yaptığı dinlemelerse, o zaman bu konuşmalar gerçek mi? Yolsuzluklar, sıfırlamalar vs. 

- Bu, yargının ilgi alanına giriyor. Siyasetin verdiği kararların henüz yargı tarafından onaylandığını düşünmüyorum. Kapanmış görünen dosyalar muhtemelen önümüzdeki dönemde açılacak. Yargı sürecinin içinden önemli bir isimle görüştüm. ‘Sıfırlama’ sözcüğünün geçtiği konuşma dahil olmak üzere önemli birkaç görüşme yargının elinde değil. ‘Cemaat’e mensup’ diye görevlerinden alınan polislerin, savcıların, hâkimlerin bilgisayarlarından, telefonlarından çıkmadı. Bu o tape’nin farklı bir kaynak tarafından kaydedildiğini gösteriyor.

 

BİR SÜRE SONRA SİYASET PEŞİNİZE DÜŞMEYİ BIRAKIR

 

Cemaat CIA ile ilişkili olabilir mi?

- Benim tanıdığım Gülen, bu tür ilişkilere girebilecek biri değil. Yakınındakilerden, Cemaat’e uluslararası ilgi olduğunu fark edip o ilişki içerisine girenler var mıdır? Bence vardır. Bunu nereye kadar sürdürmüşlerdir? Onu ben bilemem.

Peki bu savaş bitti mi? Gülen yakınlarına şöyle demiş: “Merak etmeyin, bir süre sonra sizler bunları tatlı menkıbeler halinde anlatacaksınız. En latif şiirleri dinler gibi dinleyecek, zevkten bayılacaksınız.”

- Dini gruplar, ya dua ederler ya mütesebbiplerini gelecekle ilgili umutlandırırlar ya da beddua ederler. Bu da dua kısmı... Said Nursi’nin bir dönem yaptığı gibi siyasetle ilgilenmeme yönünde kesin dönüş yaparlarsa, bu gerçekleşebilir.

Artık çok geç değil mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan bırakır mı peşlerini?

- Bırakmayabilir. Birileri üzerinize gelir ama varlığınızı sürdürürsünüz. Bir süre sonra siyaset de peşinize düşmeyi bırakır.

Fethullah Gülen’den sonra ne olur? Cemaat’in iki numarası, üç numarası var mı?

- Yakın zamanlara kadar Latif Erdoğan’dı. Ama bugün Gülen’in ve Cemaat’in en sert eleştirmeni. Bu hatalar yapılmasaydı, kim olursa olsun hareketi belli bir noktaya götürürdü. Yapıları buna müsait. Tek adam yönetimi gibi görünse de aşağıdan yukarıya doğru ‘demokratik’ sayılabilecek bir yapılanma. Ama Fethullah Gülen çapında birisi olmadığı için bu sarsıntıdan sonra olumlu bir senaryo göremiyorum. 

 

CEMAAT KENDİ GÜCÜNÜ DOĞRU DEĞERLENDİREMEDİ

 

Kitapta “Henüz parlamamış yangını söndürmek için yollara düştüm. Ankara, İstanbul, Pennsylvania arasında gidip geldim, başaramadım. Başarmama izin vermediler” diyorsunuz. Yangını söndürmeyi başarsaydınız iki tarafla ilgili gerçekleri öğrenemeyecektik. Bunlar örtülü kalsa daha mı iyiydi?

- Hayır, bence iki tarafın gerçekleriyle görülmesi çok daha hayırlı. Elbette üstünün kapalı kalması doğru olmazdı, açığa çıktı... Ama iki taraf açısından baktığımda, zarar gördüler. AK Parti, hareketin özellikle yurtdışındaki faaliyetlerinden yararlanamaz hale geldi. Cemaat ise iktidarın ona sağladığı hareket alanından mahrum kaldı.

Peki yıllarca ‘tuğla üstüne tuğla koyarak’ her şeyi adım adım hesaplayan bu hareket son aşamada neden tufaya geldi?

- Cemaat kendi gücünü doğru değerlendiremedi. Devlet içindeki gücünü siyasete karşı kullanma ihtiyacı duydu.

 

‘ELİMİZDE NE VARSA EN GÜÇLÜ, EN BÜYÜK OLMALI’

 

2011 sonrası Cemaat siyasette ‘altın vuruş’ yapacak deniyormuş. Acaba ilk günlerden beri hedefi iktidarı ele geçirmek miydi? Sonunda zamanın geldiğini, hazır olduklarını düşündüler ama maçı finalde mi kaybettiler?

- Geriye bakınca en doğru genel değerlendirme bu. Güçle irtibatlı olmayı tercih eden bir cemaat bu. ‘Gazete, televizyon, elimizde ne varsa en güçlü, en büyük olmalı.’ Siyasete bakışlarının da böyle olduğu anlaşılıyor.

Nasıl yapacaklardı ‘altın vuruşu’?

- Cemaat’ten çok sayıda milletvekilinin AK Parti içinden Meclis’e geleceği, sonra oradaki varlıklarını partinin bütününü temsil eder şekilde değerlendireceği beklentisi vardı. AK Parti buna müsaade etmeyince, siyasi hareketimizi bir partiyle zirveye ulaştıralım beklentisi içine girdikleri anlaşılıyor.

İktidar Bilal Erdoğan’ın yöneticiliğini yaptığı TÜRGEV ile İnsan ve İrfan Vakfı aracılığıyla kendi cemaatini oluşturmak istedi mi? Cemaat bunu tehdit olarak gördü mü?

- Bence dershaneyi kapatacak girişimi varlıklarına tehdit olarak gördüler. Açılan her yeni okulu, kendilerini dışarıda bırakıp geleneksel olarak işgal ettikleri alana girecek yeni bir hareket olarak algıladılar.

Haklılar mıydı? İktidarın niyeti bu muydu?

- İslami cemaatlerin ilk ilgi duydukları alan, eğitim alanıdır. Bunu filanca cemaati dışlamaya yönelik bir girişim olarak görmemek gerekir. AK Parti’nin, işleri bütün cemaatlerle birlikte yürütmenin yararına inandığını ama özellikle Oslo olayı sonrası tavır değiştirdiğini düşünüyorum.

 

‘NE İSTEDİLERSE VERDİK’ GÜNLERİ

 

Gazetecilerle yapılan toplantılar bittiğinde Erdoğan ile Zaman’ın o dönemki genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı başka bir odada baş başa görüşürmüş. “‘Ne istedilerse verdik’ şeklinde özetlenenler, o görüşmelerde dile getirilen taleplerle yürütüldü” demişsiniz. 

- Ekrem Dumanlı ile her seferinde özel bir görüşme oldu. Mesaj iletme amaçlı görüşmelerdi sanırım. “Ne istedilerse verdik” sözü gerçeği yansıtıyor çünkü iktidar 2012 başına kadar Gülen Cemaati’ni desteklenmesi gereken bir hareket olarak gördü. 

Bu desteğin ana hedefi askeri vesayeti yıkmak mıydı? 

- Askeri vesayetin kaldırılmasında bütün sivil güçlerin kullanılması gerektiğine inanıyorlardı. 12 Eylül 2010 referandumunda da Fethullah Gülen “Gerekiyorsa ölülerinizi mezardan kaldırın ve oy kullanmalarını sağlayın” mesajını vermişti.

Bu dönemlerde iktidarın Cemaat’e ‘cüzi bir fiyata ya da bedava satışını yaptığı’ arazilerin değeri beş trilyon liraymış. Bunu size AK Parti’nin İstanbul’dan bir belediye başkanı söylemiş. Yanlış okumadım değil mi? 5 trilyon TL?

- Evet. Bana böyle aktarıldı.

Bülent Arınç, ‘peşkeş çekilen araziler’ ile bunları mı kastetti?

- Okullara, dershanelere, yurtlara, üniversitelere tahsis edilen yerler. Bunun karşılığı olarak Cemaat siyasi destek verme ihtiyacı hissetti. Karşılıklı alışveriş halinde yürüdü.

Para, makam sahiplerine daha çok değer verildiğinden söz etmişsiniz. Cemaat güçlendikçe tavır mı değiştirdi? 

- Eskiden Arnavutluk’ta yeni açılan bir okula gittiğimizde, buranın müdürü, eşi, çocukların çamaşırlarını yıkardı, ortalığı temizlerdi. Sonra aynı yerlerdeki insanları, o ülkelerin devlet adamlarıyla görüşen, aynı düzeyde adamlarmış havasına bürünür halde bulduk.

Bu tavırda yıllarca kendilerini gizleyerek yaşamanın getirdiği bir bastırılmışlık duygusunun payı olabilir mi?    

- Doğru bir tespit. Özellikle askeri müdahaleler döneminde en çok çeken onlardı. Bu, onları sanki yeraltı faaliyeti yapıyormuş gibi kimliklerini saklamaya yönlendirdi. AK Parti’nin getirdiği farklı ortam, kimyalarını bozan bir etki yaptı.

Bu, Fethullah Gülen için de geçerli mi?

- Olabilir ama o bunları yaşayamadı. 1999’dan beri Amerika’da. Burada rahat hareket eder hale geldiler ama Fethullah Gülen bunu belki de yanlış algıladı. Birilerinin taşıdığı bilgilere dayanmak zorundaydı. Doğru olmayan anekdotlar onu yanlış yönlendirmiş olabilir. Burada olsaydı, o kararları vermezdi diye düşünüyorum. 

 

Fehmi Koru’nun kitabı ‘Ben Böyle Gördüm’ Alfa Yayınları’ndan çıktı.

 

8 MADDEDE SÖYLEŞİNİN ANALİZİ

 

1- Fehmi Koru, Cemaat ile iktidar arasında iletişim sağladığı Pennsylvania ziyaretini ayrıntılarıyla ilk kez anlatıyor.

2- Kendisi ‘arabuluculuk’ tanımlamamızı kabul etmiyor. Ama bu söyleşi dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 17 Aralık olayı sonrası diyalog arayışına girdiğini gösteriyor.

3- İddialarla sendeleyen Erdoğan, kavgaya başlamak yerine çözümü önce Fethullah Gülen ile müzakerede arıyor.  

4- Bunu yaparken Abdullah Gül’ü de yanına alıyor. Süreci ikili bir arada yürütüyor.

5- Fethullah Gülen müdahil olmasının karşılığında dershanelerin kapatılmasıyla ilgili kanunu ‘pazarlık’ unsuru olarak masaya koyuyor.

6- Fakat bu müzakerenin yansıdığı mektup muhatabına ulaştıktan birkaç gün sonra, 25 Aralık’ta Cemaat, Erdoğan’a doğrudan giden esas hamlesini yapıyor.

7- Bu noktada Gülen’in bu hamlenin hazırlığını ve gerçek niyetini Fehmi Koru’dan sakladığı şüphesi beliriyor.

8- Fehmi Koru ise 25 Aralık operasyonunun Gülen’in bilgisinin dışında başlatıldığı kanaatinde.

KAYNAK: Fehmi Koru, 17-25 Aralık sürecinin perde arkasını anlattı

(hurriyet.com.tr, 3 Nisan 2016) http://www.hurriyet.com.tr/fehmi-koru-17-25-aralik-surecinin-perde-arkasini-anlatti-40079855

Yazar: HÜRRİYET

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör