Hikâyeci. 31 Mart 1963, Çine / Aydın doğumlu. İlk ve
ortaöğrenimini Eskiçine’de tamamladı. Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1987) mezunu. Bir süre Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk İslâm Sanatları Bölümünde yüksek lisans
programına devam ettiyse de bitirmeden ayrıldı. Yüksek lisans tezi olarak
hazırladığı “Anlatılarda Hoca Tipleri” adlı çalışmasını Tarih ve
Düşünce dergisinde tefrika etti. Panel dergisinin kültür-sanat
sayfasını M. Sabri Aydınlı imzasıyla yönetti. Rize, Çorum, Manisa gibi illerde
öğretmenlik yaptı. Çalışmalarını Ankara’da sürdürdü.
Kâmil Yeşil’in ilk öyküsü “İlgi”, Ankara’da çıkan Aylık
Dergi’de (1988) yayımlandı. Deneme, inceleme ve eleştirileri İzlenim,
Nehir, Bilgi ve Hikmet, İlim ve Sanat, Panel, Altınoluk, Tarih ve Düşünce’de;
öykülerini Ayâne, Kayıtlar, Kardelen, Kaşgar, Yönelişler, Hece, Dergâh,
İkindi Yazıları, Birlik (Üsküp) dergilerinde yayımladı. Ali Kemal’in Paris
Musahebeleri’ni yayına hazırladı. Balın Tuzu Eksik adlı eseriyle
2001 Türkiye Yazarlar BirliğinceYılın Hikâyecisi seçildi.
“K. Yeşil’in hikâyelerinde hafifce absürde giden bir ironi var. Bu
da O’nun hikâyesi için vazıh bir yapı, bir üslûp oluşturuyor. Bütün gücünü
saflığından, açıklığından, iyi niyetinden, aşkından, temiz kalbinden almaktadır
bu. Çocuksu bir tutum ama on ikiden vurunca insanı yaralayan bir tutum.” (Mustafa Kutlu)
“Dingin bir anlatım,
akışkan bir dil, sağlam bir kurgu. Söylem: Nerdeyse Mustafa Kutlu. (...)
Kâmil Yeşil’i izlemeliyiz.” (Ömer Lekesiz)
“Kâmil Yeşil, Türk Edebiyatının Kayzer ve Kisrası firar etmiş
sarayında ağ kuracağa benzer. Fakat bu ağ, haraplık işareti değil, canlılık
işareti olan bir başka ankebûtun bir başka ağıdır.” (Husrev Hatemi)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Ankebût (1998), Balın Tuzu Eksik (2001),
Kayıp Dilin Öyküleri (2003), Tamir Görmüş Aşk (2004).
YAYINA HAZIRLAMA: Yeni İslâm Alemi (Prof. Dr. Lothrop
Stoddard’dan, 2002), Paris Musahabeleri (Ali Kemal’den).
KAYNAK: Anlatılarda Hoca Tipleri (Tarih ve Düşünce, Mart-Nisan
2001, sayı: 3-4), Ankebut Yalnızca Örümcek Değildir (Kırkayak, Mart 2000, sayı:
3), Tahir Yazıcı / Ankebût (Hece dergisi, Şubat-Mart 1999), Musa Taşçı / Tamir
Görmüş Aşk (Kırklar, sayı: 9, 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Yüzünü
karla pudralamış toprağın üstündeyiz ikimiz.
Buluşmamızdan
utanan sadece ben değilim.
Doğunun
hükümdarı güneş de gece ile örtmüştü yüzünü.
Onun
gibi.
Havanın
soğumasını nimet bilerek sokuldum yanına ben de.
Çimenler
gibi yeni çıkmış bıyıklarıma inen karlarla ihtiyar babama dönmüştüm.
Üşüyor
musun, dedim.
Biraz
daha sokuldu kanatlarımın altına.
Evet,
dedi.
Ağaçlardan
kırdığım dalları, kabukları yakarsam emindim ki bedenlerimizle birlikte
duygularımız da ısınacaktı.
Çıra
niyetine bir kağıt, odunların ve kabukların altında kıvrılmış, yanacak
kibritimi bekliyordu.
Kağıdı
tutuşturdum.
Odunlar
ve kabuklar... Kağıdın öncülüğünde Duhan suresi okumaya başladılar.
Ben:
Anestü Nara, diyen bir Musa.
Az
sonra Duhan suresi bitecek, Nur suresini okuyacak ocağımız.
Soğuk
ok gibi bedenimizde.
Senin
bu soğukluğun dedim, havanın karlı oluşunda.
Güzel
yorum, dedi mahçubiyete bürünmüş dudaklarını büzüştürerek.
Ama
ateşini terk eden duman gibi beni bırakıp gitmene ne demeli?
Oysa
ben senin gözüme girmeni beklerdim bunun gibi. Bunun gibi dediği önümüzde tüten
ocak.
Bu
karlı kışta aç kalan ben kuşcağıza arpa olsun yüzündeki ben, dedim, Artık avla
beni ve kafesine kapat.
Tevazumu
göstermek için gölgemi yere düşürmek istedim ki çiğneyip geçmeyesin beni. Yazık
ki güneş küşe-i uzletine çekildi ve gölgesiz bıraktı beni. Toprak olsam gözüne
sürme olurdum.
Dişlerinin
muhafızı dudaklarını biraz araladı. Ağzında sıra sıra beyaz giysiler giyerek
içtimaya çıkmış, süngülerini takmış bahriyeliler gülümseyerek bana
bakıyorlardı.
Yılan
kaşların gözünün bekçisi midir ki bir dem açmana fırsat vermez, dedim.
Gözümü
açmak istiyorum ama dedi, kiracı olarak gelen uyku ev sahibini esir almak istiyor.
Biraz
sonra ayrılacağız.
Vefa
duyguma vade tanımasından hoşnudum. Ten harap, gönül şaşkın, göz hayran.
Gönlüm
onun kuyu gamzesinin içine düşmüş bir Yusuf.
Öpersem
ısınacağım, dedim.
Geciktin
alacağını tahsilde deyip dudağını uzattı.
Geciktimse
alacağımı tahsilde, telafisi faizle mümkündür.
Defterimde
yekunu hesap edilmiştir. Faiz haram ama öpücüğü kapsamaz.
Madem
ki dedi, fetvayı verdin, günahı boynuna. Ver faizimi al öpücüğünü dudağımdan.
Ben
de sabaha kadar faiz tahsil ettim.
Cemal
Kafadar'ın 'Kendine Ait Bir Roma' kitabının mihverinde Roma/Rumeli olsa da
kitap Rumeli neresidir, nerede başlar ve nerede biter, kaç çeşit Roma/Rumeli
var, Türk kimdir soruları üzerinden ilerliyor. Kitabı okuyunca anlıyoruz ki
Anadolu gibi Rumeli de aslında bir gönül coğrafyasıdır. Kâmil Yeşil yazdı.
Birçok
kimse bilgi kaynağını saklar. Konuşurken kitap, yazar, ilim adamı zikretmez.
Ama siz konuşmacının ihtisas sahasını biliyorsanız, yazdıklarını yakından takip
ediyorsanız o bilginin kaynağının bizatihi kendisi olmadığını, bir yerlerden
mutlaka okuduğunu ve fakat kaynağını sakladığını anlarsınız.
Benim
bu konuda tutumum “Hüzünler paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça
çoğalır.” sözünü uyarlamaktır. “Bilgi; bilgi kaynağı paylaşıldıkça çoğalır.”
Bu
bağlamda Cemal Kafadar’ın iki kitabından bahsetmek istiyorum: Kim Var İmiş Biz
Burada Yoğ İken ve Kendine Ait Bir Roma.
Kim
var imiş biz burada yoğ iken
Cemal
Kafadar, Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken adlı kitabını Karacaoğlan’ın bir
dörtlüğü üzerine bina ediyor:
Karac'oğlan
der ki bakın olana
Ömrümün
yarısı gitti talana
Sual
eylen bizden evvel gelene
Kim
var imiş biz burada yoğ iken
Gerek
bu eserde gerekse “Kendine Ait Bir Roma”da şunu açıkça görüyoruz ki edebî eser
(şiir, öykü, roman) sadece estetik haz için yazılmış bir metin değildir. Ya
nedir? Tarihtir, sosyolojidir, psikolojidir, inançlardır, değerlerdir.
Şairin
“Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı” dediği şey aslında bütün edebî eserler
için geçerlidir. Bunun için ne’yin nerede olduğu ve ne için olduğunu bilmek/bulmak-okumak
gerekir.
Bir
kitaba adını veren “Kim var imiş biz burada yoğ iken” dizesi için yapılan
tahlilden hareketle şunu söyleyebiliriz ki bu dizeye Cemal Kafadar gibi bakan
ve açıklayan ne bir münekkit vardı şimdiye kadar ne bir şair ve akademisyen.
“Kim
Var İmiş Biz Burada Yoğ İken”tarih yazıcılığını büyük oranda değiştirecek bir
anlayış ortaya koyuyor; Cemal Kafadar, Fuad Köprülü’nün inşa ettiği tarih
yazıcılığı anlayışına yeni bir boyut getiriyor ve ezberleri bozuyor. Tekil olan
çoğullaşıyor ki bunu önümüzdeki yıllarda tarih yazıcılığında göreceğiz.
Tarih
yazıcılığında tekrar edilen bazı klişelere yeniden bakmak
“Yeniçerilerin
‘bozulma’ devrinden önce askerlik dışında hiçbir işle uğraşmadığını;
uluslararası ticarette Müslümanların rol oynamadığını; modern Batı değerlerini
özümseyene kadar Osmanlı dünyasından kimselerin günce tutmadığını, hatta
kişisel tecrübelerini kaleme almadığını sanıyordum.”
Bu
paragraftaki ‘sanıyordum’ ifadesi şahsı değil, bütün tarihçileri imliyor. Bu
hususlarla ilgili örnek metinler tarihimize ve tarih yazıcılığında tekrar
edilen bazı klişelere yeniden bakmayı gerektiriyor.
Kafadar’ın
“İki Cihan Âresinde” kitabı bu anlayışın geliştirilmesi olarak okunmalıdır.
Şu
satırlara bakalım:
“Sof
ticaretinin 16.-17. yüzyıldaki merkezlerinden Ayaş'ı gezmeye gitmiş, bugünün
Ayaşlılarına sokakta rasgele "sof nedir?" diye sormuştum. Sorduklarım
arasında kimse kelimeyi bilmiyordu.”
Bir
zamanlar Ayaş ve çevresinin sof merkezi olduğunu (Ankara keçisini hatırlayalım
burada), sofu ihraç için işlediğimizi ve Ankara yününün böylece ünlendiğini kaç
kişi biliyor? Sanki tasavvuf ile yün ehli arasında bağ kuran biz değiliz. Sof
ve sufi arasındaki derin bağı kaybeden bir kültür tasavvufu nasıl konuşabilir
ki!
Anadolu
gibi Rumeli de aslında bir gönül coğrafyasıdır
İkinci
olarak bahsedeceğim eser ise “Kendine Ait Bir Roma”.
Eserin
mihverinde Roma/Rumeli olsa da kitap bunu coğrafî olarak Anadolu neresidir,
Rumeli neresidir, nerede başlar ve nerede biter, kaç çeşit Roma/Rumeli var,
Türk kimdir soruları üzerinden sorguluyor. Kitabı okuyunca anlıyoruz ki Anadolu
gibi Rumeli de aslında bir gönül coğrafyasıdır. Necip Fazıl’ın Büyük
Doğu’sundan Remzi Oğuz’un ‘Coğrafyadan Vatana’ kitabına, İsmet Özel’in Türklük
ve milliyetçilik anlayışına kadar birçok güncel açılımı içine alacak şekilde
kurgulanan eser için ayrıntıya girmek bu sayfaları aşar.
Ayrıntılardaki
kültürel İslam
Giriş
sadedinde şunları söylemeliyiz:
Yazılı
ve sözlü kaynaklar bize haber verir ki Devlet-İ Âliye zamanında bir Türk, yaya
veya atlı, yolculuğa çıktığı zaman cebine mutlaka doksan dokuzluk bir tespih,
bir namaz takkesi koyardı. Bunu şunun için yapardı ki yolda ölürse dini belli
olsun ve Müslüman mezarlığına defnedilsin.
Balkanlara
yolculuk yapan ve Hıristiyan memleketlerinden geçerken ölen tüccar, talebe veya
askerler bu incelikten dolayı ya Müslüman mezarlığına gömülmüş ya da
Hıristiyanlara ait mezarlarla karıştırılmasın diye mezar taşına hilal
konmuştur.
Devlet-i
Âliye’nin mezar taşları sadece bir sanat eseri değildir aynı zamanda cinsiyeti,
ait olduğu dini, sınıfı, tarikati vs. gösterir bir belge idi. Modern tabirle
gösterge idi.
Toplumu
bütünüyle şekillendiren bir değer olarak din/İslam, günlük hayatın
ayrıntılarında kendini hemen belli eder/di. Bir kişi ki suyu oturarak ve üç yudumda
içiyor, bir şey yerken veya içerken besmele çekiyor, onun başka dini ritüellere
uyup uymamasına bakılmadan Müslüman olduğuna hükmediliyordu. Günümüzde Batı’da
göçmen, işçi, memur vs. olarak yaşayanlar için bu şiar; domuz eti yememek ve
dinî bayramları kutlamak olarak belirginlik kazanmıştır.
Cami,
minare, kafesli pencere, dış kapı, kapıdaki büyük tokmak, küçük tokmak nasıl
mimari olarak bir İslami gösterge ise kitap okurken satırın üstünü çizmek,
raflarda kitabı yatay dizmek, yazıya sağdan sola doğru başlamak da
ayrıntılardaki kültürel İslam’ı gösterir.
Devlet-i
Âliye devşirmelere, annesi babası bilinmeyenlere dinî ve popüler bir isim
koyar: Abdullah.
Gayrimüslim
iken Müslüman olanlara da verilen bu isim ayırt edici bir özelliktir. Yine buna
göre; günlük dilde ve sözlü gelenekte Müslümanlar “ölür”, “merhûm” olur;
gayrimüslimler vefat eder, “müteveffa” olur. Vatandaşımız, hayat sahibi ve
insanlığından dolayı saygıdeğerdir ve ölü için rahmet okunmaz, “toprağı bol
olsun” denir.
Cemal
Kafadar ayrıca kadı sicillerinde düzenli olarak Müslümanlar için “vefat”,
olmayanlar için ise "helak" ifadesine yer verildiğini ifade ediyor.
Müslümanlar
her zaman “sakin”di, Müslüman olmayanlarsa “mütemekkin”
90’lı
yıllarda İstanbul’da öldürülen bir Musevi vatandaş müteveffa olunca, Cemaat’ten
önemli bir kişi -daha sonra devlet yöneticileri tarafından yalanlandı-
televizyonda kendilerine ait kimliklerin belli bir harf ile başladığını
söylemişti. Böyle bir uygulamanın anlaşılır bir yanı var ve bunun gelenekte
başka bir uygulaması şöyle. Cemal Kafadar’ın tespitlerine göre on beşinci
yüzyılın tahrir sayımlarında, bir Müslüman'ın şu ya da bu "şahsın
oğlu" olduğunu belirtmek için ibn (ya da bin) kelimesi gibi veled kelimesi
de kullanılıyordu. On altıncı yüzyıldan itibaren veled sadece Müslüman
olmayanlar, ibn ise sadece Müslümanlar için kullanılmaya başlar.
Müslümanlar
her zaman “sakin”dir (bir yerde meskun anlamında; tabii "sakin olmak"
anlamı da var), Müslüman olmayanlarsa “mütemekkin”dir (yerleşik). Bir
Müslüman’a aynı belgede ikinci kez ya da (ilave) bir referans vermek
gerektiğinde, erkek ya da kadın olan bu kişiden mezkur(e) (yukarıda adı geçen)
diye bahsediliyordu; Müslüman olmayan birisi söz konusuysa, ikinci gönderme
mesfur(e) (beriki) tabirini kullanacaktı.
Dilin
imkânları içinde farklılıkları imleyen bu tutumdan kimse rahatsız olmaz.
On
sekizinci yüzyıla geldiğimizde, gayrimüslim isimlerinin "yanlış
yazımları" da -eğer bu isim Müslümanlarca paylaşılıyorsa- standartlaşır.
İshak mesela, sürekli olarak, Müslümanlar için doğru kullanım olan “sin” ile,
Yahudiler için doğru olmayan kullanımla “sad”la yazılır. Yani ki Osmanlı
yöneticileri ve kâtipleri, tuttukları defterlere daha da geliştirilmiş kimlik
işaretleri koyarak, fark bildirmenin gitgide daha incelikli yollarını bulmuşlardır.
Birden
fazla dil kullanılarak kaleme alınan metinler (Endülüs deneyiminden ötürü
aljamiado olarak da bilinir) on dördüncü yüzyıldan başlayarak bol miktarda
görülür. İnanış, etnisite, dil, yöresellik ve benzerleriyle ilgili çok ince
ayrımları ifade etmekte kullanılan, bir görünüp bir kaybolan kelimelerin
akıllara durgunluk verecek çeşitliliğini takip etmek hemen hemen imkânsızdır:
İğdiş, türkopuloi, çıtak, potur, torbeş, gacal, manav vb. Hatta bugün etnonim
saydığımız kelimeler bile sadece etnik kategori olmaktan çok uzaktılar; hemen
anlaşılan sosyolojik ve ahlaki çağrışımlar taşıyordu. Modern Türkçede sadece
"çok zor" ya da "karmaşık" anlamına gelen çetrefil, bir
zamanlar bir dili kötü konuşanlara ve böyle birinin yazdığı ya da söylediği
kötü kurulmuş bir cümleye gönderme yapardı.
Görüyorsunuz
tarih, tarih değil, ân’dır, şimdidir, gelecektir.
Kalem
ehli dahil birçok kimsenin atlayıp geçtiği ve her şeyin günlük politik söylem
etrafında tartışıldığı bir ortamda eminim sizler de yeni bakış açıları bulacaksınız
bu eserlerde. Kim bilir sadece edebî, kültürel çevre değil siyasetimiz de belki
bir yol bulur bu yeni anlayıştan.
Yazdığı
eserlerle, 2010 yılının Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık
görülen Cemal Kafadar için belki de şöyle söylemek gerekir: Kim var imiş Cemal
Kafadar yoğ iken…
Cemal
Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, Metis Yayınları
Güncelleme
Tarihi: 22 Kasım 2018
KAYNAK:
Kâmil Yeşil / Ezber Bozan Bir Tarihçi: Cemal Kafadar (dunyabizim.com, 22 Kasım
2018).