Şair,
yazar, ressam, dergi yönetmeni. 1 Kasım 1953, Kahramanmaraş doğumlu. Şair ve
yazar Şevket Yücel (1930-2001)’in oğludur. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu
kentte yaptı. 1973 Adana Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünde eğitimini
sürdürdü. 1977 yılında ise Kahramanmaraş
MYO makine-motor bölümünden mezun oldu. 1978-79 Kahramanmaraş’ta ki okullarda
öğretmen olarak görev aldı. 1979-80 askerliğini yedek subay olarak İstanbul’da
yaptı. Askerlik dönüşü Dokumacılar Un Fabrikasında müdür olarak çalıştı. 1981
Devlet Su İşleri XX. Bölge Müdürlüğünde teknik personel olarak çalışmaya
başladı. Yirmi beş yıl makine işletme şefi olarak çalıştıktan sonra, 2006
yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Yalçın
Yücel, ortaokul öğrenciliği yıllarında başlayan yazma uğraşına, lise
öğrenciliği yıllarında resim çalışmalarını da ekledi.
İlk
yazıları 2002 yılında Adana’da çıkan Söylem dergisinde yayımlandı. Daha sonra
aynı derginin yönetiminde de yer aldı. Alkış, Zeytin Dalı, Edebiyat Yaprağı,
Ekin Sanat, Öğretmen Dünyası, Sarı Zeybek ve Yorum Edebiyat Sanat Eki, Avrupa
Olay, Edik, Usare, Güzlek, Mevsimler gibi dergilerde ve Azerbaycan Kültür ve
Edebiyat Portalı’nda şiir, deneme, öykü ve eleştiri yazıları yer aldı.
2010
yılında, Kahramanmaraş Ekspres gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaparak;
bu gazeteye kültür, sanat ve edebiyat ağırlıklı bir nitelik kazandırdı. Bunun
ardından birer yıl ara ile iki şiir kitabı yayımladı.
2013
yılında Yorum gazetesi edebiyat / sanat ekinin genel yayın yönetmenliğini
yapmaya başladı. Bir dönem Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi’nin ve Alkış
dergisinin yönetiminde de görev aldı.
2015
yılında Döş Cebim ve Çocuklar Bir Başka Güzel adlı iki şiir kitabı daha
yayımlandı. Aynı yıl Usare dergisinin (Edebiyat-sanat) yayın yaşamını başlattı.
2016 Güzlek dergisini (Edebiyat-Sanat) çıkardı.
Türkiye
Yazarlar Birliği üyesi olan Yücel, halen bu iki derginin genel yayın
yönetmenliğini de yürütmektedir. Kahramanmaraş’ta ikamet etmekte olup, Selma
Yücel ile evli; Pelin, Yeşim, Batur Kutay adlarında da üç çocuk babasıdır.
ESERLERİ (Şiir):
Yaşamı
Aralamak (2011), İçimde Üşüyor Günlerim (2012), Döş Cebim (2015), Çocuklar Bir
Başka Güzel (2015), Al Fistanlı Gelincikler (20018).
KAYNAKÇA:
Adil Bozkurt / Çok Başlıklı Bir Irmak (Alkış Dergisi, Sayı: 64, 2012), Osman
Nuri Poyrazoğlu (Şair Yalçın Yücel'den İki Yapıt (Öğretmen Dünyası, Sayı:
2012), Bilgi Formu ve Teyidi (2014, 2017), Muhip Süeltürk (Yoksul Cebin Zengin
İnsanı: Yalçın Yücel-Güzlek, Sayı 3), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2019).
İnsan, geçmişinin bilincinde olan, onu
düşünce özünde taşıyan tek varlıktır. Geçmiş, geliştiricilik göstererek kişiyi
daha ötelere taşıyorsa böylesi bir güç yaşamı yararlı kılar. Yaşamı taşınmaz yükler
altına sokan, eylemlerde donukluk yaratan bir geçmiş ise yıkıcı ve
duraksatıcıdır. Geçmiş geleceği yaratamıyorsa bir anlamı, bir değeri de olmaz.
Geçmişin bir anılar birikimi olarak düşünülmesi, onun övünç kaynağı konumuna
getirilmesi bireyin kendisi ile ilgili bir durumdur.
Anılarınızı yazmak, onları unutmamak
üzere bir köşede saklamak, nice yıllar sonra tekrar onlarla buluşmak en büyük
ereğinizdir kaygısız. Hele bu anımsama bir de eksiksiz olursa daha bir
değerlidir sizin için. Yalnızca sizin buluşmanız da yetmez anılara. Onları önce
yakınlarınızdan başlayarak, sonra dostlara ulaşarak anlatmak isteyeceksinizdir.
Bu anlatım belki de sizi rahatlatacak, gönendirecek ve yaşamın ötesine
bağlayacaktır. Ama bana sorarsanız anılarımı kimseyle paylaşmazdım. Düşünürseniz
sizin anılarınız bir başkasını neden ilgilendirsin ki? Onlar sadece size yakın
dururlar. Başkalarının ilgisini ise hiç mi hiç çekmezler.
Anılar elbet ki gökçektir,
yakınlaştırıcı sevinçler bırakırlar yanı başınıza. Onlarla çok sıkı fıkı
olmamalısınız. Zaman zaman belki, ama daha ötesi üzünçler oluşturacak,
yıkacaktır sizi. Unutmamalısınız ki gelecek hep sizinle buluşmak üzere
bekleyecektir orada. Dünya nimetlerinden her zaman büyük bir zevk alarak yaşamınızın
sürmesi de önem gösterir sizin açınızdan. Baharın gelişinde neler sunar doğa?
Bademler, erikler, şeftaliler, kirazlar ve daha niceleri çiçek açacaktır
yeniden. Beyazlı, pembeli o renk renk çiçekler gözünüzün içinde nasıl da bayram
edeceklerdir. Papatyalar, güller, gelincikler sizin için kokacaklardır yine. Sağlıklı
bir dirilikle onlara bakmak ne de gökçektir. Ya yaşlılık öyle midir hiç? Hele
bir de yatağa düşmeyi görün, sıkıntılar içerisinde geçen günlerin sizde
bıraktığı derin izleri o zaman bir düşünün. Sevincinizin doruğa ulaştığı o
anlar nasıl anılar sayfasına düşerse acının izleri de aynen yer alır o
sayfalarda.” Hâlâ hatırlıyorum o günü/ Uzun bir hastalıktan kalkmıştım”(Melih
Cevdet Anday), “Her dakikasını ayrı hatırlarım/ Erenköy’de geçen zamanımın/
Rüyama girer bir arada “ (Oktay Rifat)
Yazarsam kendim için yazarım not
defterime. Bir gün açıp o sayfalarda şöylesine dolaşmak için. Yaşadığım günlere
geri koymak için. Aslında benim için geçmiş ya da gelecek fark etmiyor.
Gelecek
bir yerde anıdır da. Siz bunun tersinde de düşünebilirsiniz elbet. Ya
başkaları, onlar ne düşünürler bilebilir misiniz ki?
Geçenlerde bir yapıtı okurken usuma
gelip takıldı bazı konular. Gelecek günler bana neler getirebilir şöyle bir
düşündüm. Hem öylesine yüzeysel bir düşün durumu da değildi bu. Bana umut
vermedi nedense o günler. Birden karşıma acılar, hüzünler çıktı. Devleşmiş
adımları ile ezeceklerdi az kalsın. Ya sevinçlerim öylemi? Bir köşeye çekilmiş
büzülmüş küçücük şeyler yalnızca. Korkularıma ne desem ki? Gençliğimde kolaydı
bu çekiler, ya şimdi. Kocamışlığım nasıl dayanacak bu çilelere? Dudaklarım tam
bir gülücük atarken, yüzüm kırışıverecek birden. Gözlerim takılıp kalacak bir
noktaya yine. Anılarımız… Gülümseten, düşündüren ve ağlatan anılarımız. “Ah, bu
anılar/ Ne kadar kapasam da kapılarını/ Ne kapı dinliyorlar ne pencere/ Süzülüp
geliyorlar yılların gerisinden/ Ah, bu anılar/ Öylesine sayısız, öylesine
çeşitli/ Birike birike geliyorlar/ Çocukluğumdan beri” (Şevket Yücel)
Anılar deyince nerdeyse hepimiz onları
geçmişin usumuza zaman zaman konuk olması olarak düşünürüz. Öyledir de çoğu
kez. İşin en kötüsü ise gelecek günlerde anılar oluşturmamızdır kendimize. Olur
mu diyeceksiniz? İnsan olarak ileriye dönük nice umutlar koyarız yaşam
dallarımıza. Hatta onları çiçeklendirir, sonrada karşısına geçip bakışırız. Bu
geleceğe konuk olup, onunla bir çay içimliği söyleşmek gibidir. Bir çay
içimliği de olsa size mutluluk katar bu anlar. Aynen geçmişin izlerinin sizinle
ara ara kucaklaşması gibi. Zaten yaşam dediğimiz umutlar ve anıların bir araya
gelmesi değil midir? En önemli anılarımız şüphesiz ki çok isteyip de uzun süre
sonra ulaştığımız o sevincin yüreğimize öpücükler kondurduğu anılardır. Ya da
insanda çok derin yaralar bırakan acılı ve hüzünlü olanlar.
Elbet ki insan olarak tümümüzün kendince
bir yaşam öyküsü vardır. Hepsi de kendi içimizde büyük ve değerlidir. Bu durum,
‘büyük insanın büyük yaşamı şeklinde’ bir davranışla ortaya gelebilir. Böylesi
bir gelişse bence yanlıştır. Çünkü her insan kendince büyüktür. Her kişi yaşam
öyküsünü bir başkası ile paylaşmak ister. Siz bir başkasını dinlemiyor, onunla
duygusallıkları, sızıları paylaşmıyorsanız sizin de birilerine anlatacaklarınız
yoktur demektir. Unutmayınız ki insanlar içlerindeki dünyayı bir sofra gibi
önlerine açtıkları zaman yaşadıklarını anlarlar. Yaşama tutunmaktır bu, hem de
sıkıca tutunmak. Yeryüzüne çıkarılmayan düşünceler, sözcükler, anılar bir gün
gelir ki sizi sıkıca sarıp nefes aldırmaz olurlar.
Anılarım anımsanmıyorlar diye üzülsünler
istemem. Yaşlandıkça çöküntüye uğrayan beynimin bastonla yürüyen hafızama bir
tekme vurmasını da mutlaka engellemem gerekir. Bu yüzden anılarımı aklımda
tutma yerine defterime eklerim. Defterim anılarım için bir uyanış, bir
dürtüdür. “İçinde, gülüyor bana derinden,/ Sanki bir hatıra serinliğinden”(A.Hamdi
Tanpınar) “Hiç olmazsa unutmamak isterdim./ Eski geceler, sevdiklerimle dolu
odalar…/ Yalnız bırakmayın beni hatıralar./ Az yanımda kal, çocukluğum.”(Ziya
Osman Saba) Tanpınar ve Saba’nın dizelerinde anlatmak istedikleri gibi
gelecekte en zor anımsanan şey çocukluğumuzdur. Hangimiz altmışına geldiğinde
çocukluk dönemlerini tam olarak anımsayabilir ki? Oysa yaşamın en gökçek
günleridir onlar. Acılar unutulduğunda güzeldir, ya sevinçler ile mutluluklar…
“Çocukluğunu
düşünüyorum Emilia/ Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin”(Melih Cevdet Anday)
Bir de hatalar vardır, anımsandıkça
çöküş yaşatan, düşündüren. Bu durum yaşamın içinde bazı olumsuzlukların
çıkmasına da sebep olur. Suçluluk duyguları çekiştirip durur günleri. İnsan bu
duyguların altında ezilmemek için kendini savunmaya geçer. Böylece düzlüklere
ulaşır kişi. İçimize çöküp kalmak isteyen o düşünceye, o anı parçasına karşı
ayakta kalmaksa önem gösterir. Bu zor durum karşısında zayıf düşmekte var
elbet. O zaman konuyu başkalarına açmak kaçınılmaz olur.
Ya rüya gibi anılara ne demeli? Usunuza
takılıp kaldıklarında uyumadan uyur olursunuz. O an büyük bir zevk duyarsınız
yaşamdan. Bu anılara rüya gibi anılar demenin de sebebi bu giz dolu duruma
dayanır. “Apansızın anılarımı anımsıyorum, o sevili anılarımı/ Augsburg’daki
çocukluğumu./ Anılarıma düşüyorum tartılarla, uzun süreli dakikalar/ Masaya
doğru iyice yaklaşıp, yeniden yaratsam onları(Bertolt Brecht)
Bunca düşüncelerden sonra bir soru sözcüklerin
arasından parmak kaldırıyor bana. Anılara sığınarak zamanı düşündürebilir
misin? Zaman, yaşamı değişikliğe uğratan kavram. Gün, zaman zaman tez geçmesini
istediğimiz, onu iyice tanıyınca da yürüyüşünü yavaşlatması için yalvardığımız
bir yaşam ayağı. Günler geçip gitmiştir derken hiç düşündünüz mü acaba? Geçip
gitmiş midir, yoksa aynı noktada dönüp duran bir ayna mıdır? Yıllar önce, o gün
dediğimizde bu bir avunma mıdır yoksa? Biraz ötemizde bizi derin uçurumların
beklediğini nerden bilebiliriz ki? Önemli olansa o uçurumlarda neler
bıraktığımız ve yitirdiklerimizdir.
Az kalsın unutuyordum yine.
Erişemediğimiz aşklar, günlerce yanı başımızdan eksik edemediğimiz bakışlar
nerdeyse bir kenarda kalakalacaklardı. Sevdasız
bir yaşamı düşünemeyiz elbet. Asıl anısal derinlikler onun içinde
uzanırlar. Çoğumuz beklemişizdir o kaldırım bitişinde, ya da bir parkın koyu
yeşilinde. Gelsin gelmesin umutlar göğün içi gibi sonsuzdur o bekleyişte.
Yıllar geçse de o bekleyişlerimiz sanki sürer gibidir anılarda. “İşte
hatıralar meyvası bahçe,/ Geçmiş ıstırabın neş’esi evim.”(Şükran Kurdakul)
Anılar olmasaydı, anımsanmasaydı geçen
günler, mutluluk en önemli dostunu yitirmiş olmaz mıydı?
Neruda'nın Madrid'deki evinin adına: “Çiçekler Evi” denmiş. Alberti, Hernandez, bu evde oturup, konuşmaya dalarlarmış. Balkonunda çingene gül, uzaklardan portakal çiçeklerinin kokusu, şiirin özel karışımıyla oturup sabahlara değin sohbet ederlermiş. Birden, nesnel olan, esrikliği uyanıklığa çağıran gerçeğin dalga dalga sesi duyulurmuş uzaktan. Ağaçlar, kuşlar, kımıldayan yapraklar ve akan suyun şırıltısı, katılırmış sözcüklere.
Oldu bitti beni çok etkilemiştir; Neruda, Anday ve Dağlarca. Doğayı, insanı sevdiğimden olsa gerek ki şiirlerinde bulmuşumdur çoğu kez kendimi.
'‘Ağaçlar/Büyüsüdür doğanın/Biri birine benzemez/ Tek ağaç/İkinci görünüşünde bile/İlkine benzemez/ Sevmek ağaçlara benzer." (Dağlarca)
“Sen geceleyin kendine açılmış zambak/ Yalnızlığın mı -çocuksu kösnün mü -/Gelinliğin midir/ Ardında kalan ak”(Dağlarca)
“Çekip gittim, durmadım/Bu çılgın sokağın kıyısından/Usul usul, basarak ayak uçlarıma/Sanki geceden kaçıyor gibiydim/Ya da karanlık, kükreyen taşlardan.”(Neruda)
“Bir dünya daha olmalı, burada/Bir yerde, o kadar yakın ki/Seslensem duyulacak belki/Belki başladım onu yaşamaya”(M.C. Anday)
Okunası şiirler bir öze sürüklüyor sizi. O özde bir dünya daha çıkıyor karşınıza. Daha öteleri, görünmeyen yüzleri düşünür oluyorsunuz. Adil İzci'nin Kır ve Gök adlı şiir yapıtını elinize aldığınızda bir derinlik çöküyor içinize. Şiirlerini okudukça da doğanın içinde yeni bir dünya, başkaca bir sevgi bütünleşmesi karşınıza çıkıyor. Daha ilk şiirlerinde beliren bir özelliği var Adil İzci’nin: arka yüzü görebilme, doğanın parçaları ile yaşamı bütünleştirme, duyumsatma ve güzeli yakalayabilme. İçindeki sevinci hep çevresindekilere sınamak ister. Her an yanıtlanması gereken soru gibidir yaşamak. Ve her şey yanıttır; nesneler, durumlar, biçimler. Doğa içinde nesnelerin birbirleriyle ve insanlarla yakın bağları olduğunun farkına varmış; bir an düşünmeye fırsat bırakmadan yalnızlığını, ezikliğini, sevgisini salıvermiştir günün içine.
"Akşam geldi uçsuz bucaksız bizim/Yıkandık yıkandık yıkandık/Gül dibinde kapanıp birbirimize."
Ömür bir hazan, bir düştür onca. Yitiklikler ise ürpertici. İzci’nin şiirlerini okudukça sanki yeniden doğup, o gizil odalardan yeniden geçiyorsunuz. Bir güz günü ağaçların çıplaklığında zamanın yaşamı nasıl da parçalayıp tükettiğini özünüzde duyuyorsunuz. Bu duyumsama bir an düşünce duraksamasını da birlikte getiriyor. Aslında zaman yaşam telimizin bir müziği bence. Bu müziğin içinde sevgiyi yakalayabilme ise güzel bir yaşam için çok önemli.
Sevgiden ıraksa bir kalem, sözcüklerin en güzeline, en şiirlisine de ulaşsa yaratıcı olamaz, insanla kucaklaşamaz. İnsana ve doğaya açıklık, aşkı doğayla bütünleştirmek Adil İzci’nin şiir boyutunu da genişletmiştir. Sadece bu genişlik de değildir onun şiirindeki; imgesel düzeni, sözcük ve söyleyiş örüntüsü yönünden de özgünlüğü, kendindenliği olan geniş soluklu bir şiirdir.
"Konuşuyorduk sen ve ben/Aramızda çoğu eskil
nice şey/ Ve kuğular süzülüp giriyordu/Unutmuşuz zamanda arınırken/Gördük çimenlerde uyumuşlar."
Geçen zamanda eriyen anılar ve insan yaşamının geçmişte kalan izleri İzci'nin şiirinde o denli duygusal işlenmiştir ki dizelerini okudukça geçmişin derinlerinde yine doğayla birlikte düşün derinliğine dalarsınız. Sonra da bir yaprağın ucundan süzülürken ömrün yine bir hazan imgesi ve düş gerçeğiyle karşılaşırsınız.
"Bir ses... gözlerinden geldi sandım/ Yapraklar toprağa değiyormuş/Ürpertiyle tutunduk birbirimize/ Ömrümüz yine? hazan imge ve düş..."
Öyle de değil midir sanki? Hep gizler uzanmıştır yaşamımızdan. Yalnızlıklar, acılar çökmez mi yanı başımıza. Elbet güzellikler de var yaşamda. Ama ince bir düşünce taşıyorsanız güzdür içiniz. Dökülen hep sizin yapraklarınız olur. Bakışlarınız sevgi de olsa, beyaz güller de açsa sözcüklerinizde yalnızlıktır yine de en büyük dostunuz. Şiir de olmasa yazacak, eksik kalırsınız çoğu kez. Adil İzci şiirlerinde pastoral ve lirik birlikteliğini işlerken kendinden de çok şeyler katmıştır dizelerine. Sıcak ve özlü dostumun zaman zaman bana gönderdiği mektuplarını da ilgiyle okumuşumdur.
Yaşamıyla şiiri arasında tam bir denge kurmuş ozanların sayısı azdır. Bir ozanın, daha doğrusu bir dil işçisinin düşün ve duygu evrenini tanımada en kısa
(İnceleme-Eleştiri, Adil İzci'nin Kır ve Gök adlı yapıtı üzerine.-Alkış Dergisinde yayınlandı.)
Seni
içiyorum çayımda yudum yudum Yağmurlar düşüyor dallarıma
Serin,
nemli Karadeniz havasıyla
Dudaklarım
ıslak
Seninle
koşuyorum ellerimde bulutlar
Biraz
daha uzansam dağları aşacak ayaklarım Kin büyütecek bu
kez göğün içi
Seninle
olduğumda neler oluyor böyle
Duygularım
fırtınalı bir deniz gibi
Sanki
bir korsan gibi girmişsin güverteme
Oysa
sevmenin tam da ortasındaydım Çoğaldıkça çoğalıyorum içimde
Ne
yaparım bilmem ki bu kadar senle
Oyuncağı
elinden alınmış çocuk gibiyim Yüreğimin cebinde ellerim
Bakışlarım
gözlerinden sarkıyor şimdi
İçtiğim
sendin, çayım tükenmek üzere artık Birazdan
görecekler yanı başımda sen
Bilmem
ki ne diyecekler
Bir
sessizlik mi dökülecek bardağıma.
Çocukluğum büyüdü döş cebimde
Yıllar ne de tez geçti böyle
Anılar kaldı tek tük
Yırtık ceplerimden düşmediyse
Şimdi düşünüyorum
Kurgusu tükenmek üzere olan saatler gibi
Nice yoksul kaldırımlar yürüyen yorgun ayaklarım
Ve nasırlaşmış acılarıyla yaşamım
Çocukluğum büyüdü, şu küçük döş cebimde
Umutlarım ne kadar da çoktular o zaman
Hepsi de sıcak bir ekmek gibi güzeldiler
Koparamadım bir parça olsa da
Çocukluğum, dürüp büküp döş cebimde sakladığım
Bir ıtır kokusuyla çıkıyorlar yerlerinden şimdi
Hangisini karşılasam, ne desem ki
Kapım açık ardına kadar
Orada büyüdü diyorum çocukluğum
Şu boynu bükük döş cebimde işte
Ne zaman üşüse, üşüse parmaklarım
Bir arayıştır başlıyor, bir koşuşturma.
Ertesi gün her yeri ağrır durumda kalktı
yatağından. Hazırlanıp ilçeye gitmeliydi. Jandarmadan soracaktı Gülderen ananın
oğlu Halil’i. Giyindi. Çayını yudumlayıp çıktı evden. Bir yılan gibi kıvrıla
kıvrıla uzanan yol daha da uzattı minibüsün yolunu. “Hayırlısı bakalım” diyerek
girdi jandarmaya. Bir yetkilinin yanına götürdüler önce. Sonra bir başka
yetkili…Bütün olanları anlattı karşısındakine. Adam bir dosya çıkardı dolaptan.
Gülderen ananın oğlu Halil Boynubükük’ün bilgilerini gösteren kağıdı aldı
eline. “Oturun lütfen” dedi adam. Sonra telefona uzandı. Hakkari’nin Çukurca
ilçesi karşısında olmalıydı. Benim anlattıklarımı oraya aktardı. Bir süre sonra
bir sessizlik oldu adamın yüzünde. Telefonu kapatırken elleri titriyordu.
“Hayırdır beyefendi, haber kötü mü yoksa?” Bir an yanıt veremedi. Sonra:
“Başınız sağ olsun, vatan sağ olsun; dün geceki çatışmada şehit düşmüş Halil.”
Ne diyeceğini bilemedi. Tüm umutları boğazına tıkanıp kalmıştı. Teşekkür ederek
çıktı oradan .
Kıvrımlı yolları geçerken zaman da akıp
gitti içinden. Köye ulaştığında yıkılmıştı tümden. Ne diyecekti şimdi Gülderen
anaya? Ona: “Gelecek oğlun” demişti üstünde dura dura. Şimdi karşısına geçip:
“Oğlun Halil dün geceki çatışmada şehit düşmüş” diye nasıl söyleyecekti? Köyün
yaşlı insanlarından birkaç kişi daha alıp düştüler yola. Akşam olmak üzereydi
nerdeyse. Gülderen ananın yüzünde ilk kez bir gülümseme vardı. Şaşkın durumda
oturdular karşısına. “Hoş geldiniz, üşümezseniz burada, avluda oturalım.
İçeriler sıkıyor, eziyor beni.” Bir yılan sessizliği gelip yapışmıştı
dudaklarına. Hoş bulduk bile diyemediler. Sözcükler bir yabancı gibiydi sanki.
Neden sonra: “Gülderen ana , biz sana bir konu için gelmiştik.” Diyebildi.
“Biliyorum, ne diyeceğinizi biliyorum hepinizin. Bana yalnızlığın artık sonsuza
kadar seninle diyeceksiniz. Oğlun, biricik yavrun o dağların başında acımasız
kurşunlara boyun bükmüş, kanı toprakla buluşmuş diyeceksiniz. Hepsini biliyorum
dostlar. O, vurulmadan önce geldi yanıma, avluda oturduk bir süre. Bana sarılıp
helalleşti. “Üzülme ana, sana sesleneceğim kapıdan. Allah izin verirse
oturacağız birlikte bu avluda.” “Yedi aydır ne yaptıklarını anlattı bana.
Dinledim, hepsini dinledim, ay ışıkları elime dokununcaya kadar. Şimdi içim
rahat, hiç değilse ona ne olduğunu biliyorum. Vatan sağ olsun. Benim oğlum,
senin oğlun, onun oğlu kötülüğe karşı, kurşunlara karşı yürümezse nice olurdu
şimdi halımız? Şimdi sizden bir
istediğim vardır. Sahte duygular koyan insanlar yanıma gelmesinler. Üzgünüz,
yanındayız, kalanlara sabırlar, vatan sağ olsun sözcükleriyle hiç gelmesinler.
Biliyorum ki bu vatana sahip çıkanlar, yine hor görülen şu yoksul ama saf,
dürüst, mert insanlar bence. Para verip çocuklarına birkaç gün askerlik
yaptıranlara yalnızca acırım ben. Devletin önemli noktalarında bulunup da
çocuklarına askerlikte kolaylık tanıyanlara da. Ya, bizlerin suçu parasızlık mı
ha? Ben şu yaşa geldim, denizi mavi olarak bilirim o kadar. Şehre bir kez
gittim, bir kez gördüm o beton binaları. Yürekleri betonlaşmış insanların da o
binalardan farkı var mıdır? Onu da siz söyleyin.” Artık gözyaşı dökmüyordu.
Gözleri bir genç kızın gözleri gibi pırıl pırıldı. Bir süre sonra tekrar
başladı sözlerine: “Bu vatan yalanlarla, dolanlarla, kul hakkı yemelerle
kurtulmadı beyler. O günleri düşünceye geri koymak ne kadar zor bilseniz. Bir
lokma yemekten yoksun, ayaklarında yırtık potinlerle, üstleri parçalanmış
şekilde koştular cepheye. Onlar yürekleriyle çizdiler o kurtuluşu. Aç kaldılar
ve de susuz. Ama asla vazgeçmediler vatan sevgisinden. Yüzüm gülecek artık,
ağıtta yakmayacağım bu avluda. Yalnızlığım varsa vatanımdayım, yeter ki
unutulmasın oğullar.” Hepimiz bu durum karşısında hayretlere düşmüştük.
Karşımızda ne bulacağımızı, neler olacağını tahmin edip üzülürken, bizi
utandıran ama düşündüren bir dinginlik çıkmıştı ortaya. Birkaç gün ya da daha
uzun yanında olacaktık belki de. Ya sonra?...
Sayrıl bir kapısı var yaşamın
Her açıp girdiğinizde içeri
Bir başka görüntü koyar önünüze
Geçip gidemezsiniz istediğinizce
Sevmeler üzüm salkımları gibi dizilmişken
Üç beş tane düşer avucunuza
Oysa hüzünlerde vardır bir kenarda bekleyen
Bahar yağmurlarıyla ıslanmış
Yamalı göçmen çadırları gibidir onlar
Seslerimiz
Yaşamın sözcük değirmeninde öğütülür durur hep
Bir kelebek olup dağılır yamaçlara
Dallara düşer, çiçeğe düşer sonra da
O çiçeği koklar, çiçekse onu
Ve kıvrılıp duran düşüncemiz
Dürtükler durmadan
Akıp giderken bir şırıltıdır özgürlüğü
Süzülen bir martı gibidir gözleri
Yaşamımız
Yıllar
eskittikçe oyulur içten içe
Tünekte
esneyen bir gece gibidir yaşlılık
Şarkısı okunur günlerin yalnızca
Taşar gelir sesi anıların
Bir yalnızlık çöker o zaman yanı başımıza
Belki bir aşkı anlatır
Belki de açmamış bir umudu
Ama çoğu kez bir sevdadır bizi kucaklayan
Tadı biraz ekşimsi sanki
Ne yaşadım diyebilirsiniz
Ne de yaşamadım
Oysa
günün eteğinden tutup kalktığınızda
Çok
daha değişiktir düşleriniz
Bastona
dayanan bir gölgeniz olsa bile
Yaşam
öykünüz bakar biraz öteden
Ürkek bir geyik gibi
Durmadan
kaçan zamana
Derinsel bir kişiliğe sahip şair Arif
Eren’in ilk kitabı, “Bu Kent Sende Kalsın (1965) “ dışındaki dört şiir kitabını
onu tanıdıktan sonra okudum.Konuşurken şiirsel bir anlatısı var Eren’in.İçindeki
edebiyat sevgisinin büyüklüğü sanki bakışlarına yansımış gibi. Zaman zaman sizi
bırakıp gidiyor bakışları. Sonrasında çok daha dirilikle geliyor karşınıza. Umut
ettiği ortamı bulamamışlığın verdiği bir de tedirginlik var üzerinde. Hep bir
özlem olup büyümüş gittikçe. Okumayı sevmiş, kendi dünyasında bir çevreyi çok
istemiş durmuş hep. Çoğu kez yalnızlığının bir köşesinde kurmuş o dünyayı.
Eren dostlarını seçerken çok ölçülü
hareket ediyor.Kendisini daha da büyük yalnızlıklara götürmeyecek dostluklar
kurmak istiyor bu yüzden.Dostluğumuzun ilk başlangıcında hep tedirgin gördüm
onu.Sonrasında rahatladı,genişletti dostluk sofrasını.Haksız da bulamadım onu
bu konuda.Yazarlar kendi dünyalarını ortaya koyarken, kuralcıdırlar seçimlerinde.Bunu,dünyalarını
hep dingin tutmak için yaparlar.Arif Eren’in yapıtlarını onu tanıdıktan sonra
okudum desem yanlış olmaz sanırım.
Yurt Tespihi,şairin ikinci yapıtı.Mayıs
1975’te basımı yapılmış.İlk sayfayı çevirdiğinizde “Sevgi Yürekte Büyür “ adlı
şiiri çıkıyor karşınıza. Şiirde özdeki sevginin anlamı
yansıdığınca,derinselliği kendi gördüğünce çıkıyor yuvasından.
“Karanlığın
tanı sevgidir/ Işık diyenler çirkinleştiriyor dünyayı /Yüreklere işlemiş renk
körlüğü /Güzellik kanda değil,güldedir. “
Bu
dizelerde oluşturduğu sevginin elini,asıl özde var olan sevginin eline
tutuşturuverir.Eren’deki imgesel bakış da son derece başarılıdır.
“Boş
yere yük etme /Söküp at sevgisiz yüreği”
Dizelerinde
sevgiden yoksun bir yüreğin, hiçbir anlam taşımadığını ortaya koyarak,aslında
sevgi anlayışından uzak kalmış yürekleri çok da anlamlı bir seslenişle uyarır.
“Kuş
seslerinden bir ezgi /Kirazlar gibi sallanır dallardan”
Dallarda
sarkan kirazlar ne de güzel görünürler öyle.Gözlerinizi ayıramazsınız, uzun
süre oradan.Şair kuş seslerinden oluşan ezgiyi, nasıl da daha büyük kılar.Daha
büyük bir güzelliğe eriştirir.Bir an kendinizi bir kiraz ağacı altında bile
hissedersiniz.Bu sıcak dizeler bir arayışa da çekiyor insanı.Üçüncü şiir zaman,
bir ağustos merdiveninde yaşama neler getirip, neler götürdüğünü anlatıyor.
“Zaman
ağustos merdivenini çıkmakta /Sıcağı sırtına yüklenmiş, yorgun /Ağır adımlar
atıyor diye/ Ağustosa söylenmeyin”
“Bir
gülümsemelik ömrü kaldı /Kızgın güneşin, durgun denizin /Her sabah uyanınca/
Gözlere dolan mavinin”
Dizeleriyle
de karamsarlık alır kaleminin ucunu.Tez geçen zaman, merdivenin sonunda bir
ömrü de kısaca özetler.Arif Eren’in yirmi iki şiirinden oluşan bu yapıtta; sevgi,
zaman içindeki ömür, tarihin derinlikleri, günahtan kaçmak, ölüm ve diriliş,
beklentiler, özlemler, anılar Eren’in konuları olmuş bu yapıtında.Serbest
vezinle yazdığı şiirlerinde, ifade sadeliği ve ses çeşitliliği bir yamaçta açan
kır çiçekleri gibidir.Eren aynı zamanda bir vezne saplanıp kalmamıştır.O, her
nebatın kendi istediği toprakta yetişebileceğini de çok iyi bilmektedir.
Şairin üçüncü yapıtı 1985 baskılı olup,
kırk yedi şiirden oluşmuştur.İnancın sevinci, gelenekler,anılar, yaşamın
güzelliği, hüzünler, inancın önemi, sevaplarla gelen mutluluk, tarihsel doku,
iman gücü, içteki sıkıntı, beklentiler, yalnızlık, bir şeyi yürekten istemek,
Eren’in bu kitabında kaleminin sesi olmuşlar.
“Oysa
vadisinde beslenen /Irmak gibi akıyor dilimiz/ Kıyısına yüzükoyun uzanıp /Kana
kana bir içseniz”
Dörtlüğünde
Türkçenin güzelliğini, kalıcılığını, akıcılığını son derece anlamlı bir
anlatımla ortaya koyuyor.Aynı zamanda şiirlerindeki dil yenileşmesi de
sıcacıktır Eren’in.Yürek Sıkıntısı adlı şiirinde :
“Gurub
daldan düşecek bir nar/ Birazdan aralanır kapısı akşamın /Yürekte sıkıntı,
dalda isak, gölde kurbağa /O bitmez feryada tekrar başlarlar /Üç sesten
söylenir hüzün”
Sıkıntısını
doğayla paylaşır.İçindeki hüznü seriverir doğanın kucağına.Böylece sıkıntısının
büyüklüğünü, derinlerden geldiğini koyar önünüze. İkinci kitabında serbest olan
seslenişi, üçüncü kitabında biraz daha ölçüye, uyuma yönlenmiştir.Kişiliğindeki
ağırlık ve kuralcılık sanki şiirlerine de yansımıştır Eren’in.
Dördüncü kitabı Görkemli Denge’de daha
bir genişlik, daha bir özgürce anlayış ortaya çıkar.Özlemleri vardır ; hem
koşullarının yoksunluğunu, hem tutkularının sınırını bilmek için.Bir arının
balını yapmak için, binlerce kez çiçeklere konuşu gibidir Eren’in şiirsel
yanı.Şiirinin kozasını örerken içinde kalmayı düşünmez.Onca,kozanın her yönüyle
seçkin olması önemlidir.
“Üşüyen
çocukların,yaşlıların,hastaların/ Gözlerim üşüyor bakınca gözlerine”
“Gözlerimin
uyku perdesini açtırdı tren düdüğü/ Pencereden birkaç ev ve raylar gözlerimin
gördüğü/ Bulunduğum kompartımanda herkes uyuyor/ Onlara veda etmek mümkün
olmuyor/ İstasyonda inecekleri indirip gitti tren /Bu yolculardan biriydi Arif
Eren”
Arif
Eren,yukarıdaki ayrı ayrı dizelerde de görüldüğü üzere söyleyeceklerini bir
çırpıda ve herkes gibi söylemez.Dizelerinde gördüğümüz bir
başkalıktır.Olgunlaştırılmıştır anlatımlar.Ham bir sunu, onun da kaçtığı bir
noktadır.Ele aldığı konularda yeni açmış bir düşünce gibi gelir yanı başınıza.Sözcüklerin
her biri kelebek kanadı olur sanki. “Renk yarışında görürsün çiçekleri/
Birbirinden taze,birbirinden alımlı/
Kırlarda
seyrana çıkan güzellerin /Burcu burcu çiçek kokar elleri"
Yukarıdaki
dizelerinde bu duygulan nasıl da yaşatır size.Bir anda o kırlarda bulursunuz
kendinizi.Belki de bir çiçek merhaba der yaklaşıp.Eren; her şeyin yerli yerine
oturduğu, ölçülü,simetrik,sarsıntısız,doğal bir aydınlığa,aklın ve uygarlığın
doğayla pekiştirilen düzenine,yozlaşıp bozulan toplum yaşamındaki düzene
öylesine içten uzanır ki,okudukça bütünleşir,kol kola girersiniz sözcüklerinde.
Havuz
şiirinde,doğal yaşamın düzen içerisindeki seyrini aktarırken yine o havuzda
insanın bozukluğa uğrayışım,bir alabalık örneklemesiyle doğadaki giz dolu
yaşamı ustaca sergiler size.
“Bu
havuzun berrak suyunda /Alabalıklar huzur içinde gezinir /Bir başkasına
benzemekten çekinir/ Ayrı bir üslupta yüzer /Hiçbirinin melezlik yok soyunda/
Havuzun
suyu aynı,dağ gölü gözüyle /Gene de has yavrular üretmek /Bir köşeli hüzün
demek/ Sevincin olur onları yüzerken görmek /Dünya gözüyle/
Havuzlar
yapılıyor büyüklü küçüklü /Rasgele sularla doluyor artık /Ustadan nasip almayan
çıraklık /Her suda yaşamaz alabalık/ Onun suyu saf köpüklü”
Kitabının
sonunda yer verdiği Selimiye adlı şiirinde Selimiye’yi bir nesir anlatımıyla
şiirleştirip,yansıtır bize. Şair bu şiirinde aynı zamanda iç dünyasındaki inanç
örüntüsünü de İslam'ın güzelliğinde adeta Selimiyeleştirir.Arif Eren’in
şiirindeki değişimi izlerken,dil beğenisinin bu değişime paralel gittiğine
tanık oluyoruz.Kelimeler onun için yaşanmış durumların çağrışımları olmaktan
çok,yaşanmış durumların yansıyışlarıdır.Eren kelimeleri aklıyla kavradığı için,öztürkçeyi
de korkusuzca kullanıyor.
Arif Eren’in son kitabı,“Zaman Yerinde
Durmaz” 2006 yılında baskıdan çıkmış.Otuz yedi şiirden oluşan yapıtta,içinde
yaşamımızın sürüklenip gittiği “zaman” ilk konu olarak alınmış.Sonra yine
“zaman” sürdürmüş etkisini.Dünyadaki yaşam,ölümlerin ardındaki insan,insan
yaşamındaki değer yargısı,anıların içinden seslenişler,insanca yapı,mutlu
olabilmek,öz değerlerin kaybı,yalnızlık,yürek yalnızlığı,dostluk,doğa
aşkı,Kahramanmaraş üzerine, Afganlıların özgürlük savaşı,Eren’in bu kitabındaki
konularını oluşturmuş.Zaman geçtisi ile başlayıp,genelde yalnızlığı işledikten
sonra ölüme uzanış gerçeği ile son bulmuş.Yazın insanı,sanatçı denince çoğu kez
yalnızlık akla gelir.Yazar bu yalnızlığında üretkendir.Bu yalnızlığında daha
ötelere taşır kendini,yılmadan. Sanatçı yalnızlığını büyütürken,o yalnızlıkta
da büyür durmadan.Bakınız,Eren bir yalnızlık şiirinde nasıl da etkili bir
sesleniş yapıyor köşesinden.Ama öyle bir köşe ki orası,gün hep pırıl pırıl
parlıyor.Gök ve yer kucaklamış düşünceyi...
“Düşün
ki şairsin yeni şiirlerin var/
İnsanları
sağır bir yerde/ Kime okursun/
Yağmadıktan
sonra neye yarar /Diyelim ki gökyüzünde bulutsun"
Şairin
kendisini gizlemesine de karşıdır Eren.Mademki güzel sözleri,dizeleri döküyorsa
şair,o zaman okunmalı,anlaşılmalı diyor.Bulut yağmadıktan sonra bulut olmuş
neye yarar elbet.Yazın insanı ve sanatçı da bir bulut gibi ürettikleri ile
kucaklamalı toplumu.Yazarı, sanatçıyı ölümsüzleştiren de geride kalan
yazıları,resimleri değil midir?
“Harfler,dilimde
sıraya girdiler arkası arkasına /Sana bir hoş geldin demek için"
Sözcüğüyle
şiir unutulur mu dersiniz?Belki yıllar ötesinde bir edebiyat dergisinde,belki
de gelecekte yazılacak denemelerde yer alacaktır bu sözcükler.Ses ipine asılan
sözler belki de hep gülümseyecek Arif Eren’si bir bakışla ufkunuzdan.Bir şey
var ki, Eren’in son kitabının son sayfasındaki “Şimdiden
Allahaısmarladık.”sözüne güle güle demeyeceğim, diyemeyeceğim elbet.Güzel ve
özlü şiirlerini sağlamca uzanan ipine daha nice yıllar asman dileğiyle,düşünce
diline sağlıklar Arif Eren.
Yalçın YÜCEL
(İnceleme-Eleştiri,
Arif Eren Hayatı Eserleri Şiirleri yapıtında yer aldı.)
Ben, yıllar önce, bir yazımın başlığını, TÖMER'in dil ve yazın dergisi; “Ana Dili” adlı derginin Temmuz 1998 günlü sayısında yerini bulan bir denememin başlığını “DÎZÎNÎ OKUMAK YAZMANIN YANINDADIR” biçiminde belirlemiştim. 'Dizini okumak yazmanın yanındadır' demekle o yazının içeriğine en uygun başlığı vermiş oluyordum. Dizin üstüne düşüncelerimin, değerlemelerimin özlü, özlü olduğu kadar da ilk ağızda kimilerine çarpıcı gelebilecek belirlemesiydi yaptığım iş. Gene diyorum: Dizini okumak, yazmanın yanındadır. Dizini okumamız evresindeki gerçeğimiz budur. Ozanın kendi dilinde kurduğu dizini kendi dilimizde yeniden kurarız. O bizim kurduğumuz dizindir sevdiğimiz, anlamlı kıldığımız. Düşünelim bir; dizini eline alıp okuyan kişinin anlamlandırmaları da dizinselliğin içerisinde ulaşabileceği edimleri de onun dil gücünün içinde kalır. Daha ötelere gidemez. Ozanın kendi dilinde kurduğu dizindeki iletisi ile okurun dilinde oluşan duyum ne kadar örtüşür bilinmez. Dizini her kim okursa okusun; “Bu dizelerde denilen şunlardır, bu dediklerimden başka ne bir eksiği ne bir fazlası vardır.” diyebilir mi? Düz yazılar için bile bu türden belirlemeler tez beri göze alınamazken bir dilin yoğunluğunda kurulmuş dizin için bu budur diyebilmek olanaklı mıdır?... Her bir okurun kendi dil gücü, ozanın dizinini kurduğu dilinin neresinde yorulur kalır bilinmesi zor. Okuduğu dizindeki iletisinin neresinde; “benim bundan ötesine gücüm yetmez.” der kalır; ya da dahası bile var çeker o yazılmış dizini ozanın aklının ucundan bile geçirmediği hangi derelere indirir, hangi dorukların yamaçlarında dolandırır durur kestirilebilinir mi? O yazımızda biz bu konuyu enine boyuna etmiştik. Şunu demekten yanayım bu gün; dizin üstüne yazı yazmanın öteki türden yazınsalların üstüne yazı yazmaya benzetilemeyeceğini göz ardı etmemeliyiz. Dizini irdelemek, örselemek, indirip kaldırmak Ahmet Haşim'in demesiyle “bülbülü eti için kesmeye” benzer. Dizin üstüne yazmayı; hele hele iletisi üstüne kesin belirlemeleri iş edinenler günün birinde bir gün; okudukları dizini üstüne değil de kendi dillerinde oluşturdukları dizin üstünde çalıştıklarını kendileri de anlayacaklardır. Bu nedenle ben, dizin üstüne yazı yazacaksam, dizinin dil değeri, kurgulanması ve izleği konularının dışına taşımamaya bakarım diyeceklerimi. Belirttiğim sınırlamanın dışındaki diyeceklerimin, okuduğum dizinin benim algılama ya da yorumlamalarımla benim yazdığım(î) dizin üstünde yazı yazmış olacağımı daha işin başında benimserim. Bu nedenle dizin üstüne yazmaya istekli olmam tez beri...
Gene de ben beni alamıyorum kimi dizinler üstüne yazmaktan. Hele o dizeler Anadolu'dan ise; hele o dizinler toplamı yapıtın ozanı basının üflemesiyle kanatlandırılmamış ise, bir şey söyleyeyim mi, o yapıt üstüne yazı yazmam konusunda ben beni yükümlü bile sayarım. Bir de güzel Türkçe' de kurulmuş ise o dizeler tutma beni yazmaktan öteleyemem kendimi
Kahramanmaraş'ı Çukurova'dan görürüm ben. Nedense öyle düşer algılamalarıma. Bir de Ahırdağı'nın ardı önü bana göre Türkçe'nin harman yeridir. Ozanlar yazanlar diyarıdır oralar. Kahramanmaraş'tan bir ozanın iki yapıtından söz edeceğim: Yalçın Yücel'in “İçimde Üşüyor Günlerim”(1) “Yaşamı Aralamak” (2) yapıtlarında yer alan dizelerine değineceğim.
Yalçın Yücel, çok uzun süremli olmayan zengin gönderimli dizinler kurmuş. Her başlık altına girdirilmiş dizinlerinin her biri bir büyük dizinin basamakları olmuş. Arı duru Türkçenin eline vermiş duyumlarını Ozan. Zorlamasız bir akıcılık eline düşürmüş diyeceklerini. Böyle olunca da okumanız evresinde, destan soluklu dizeler okuyor olmanın tadını alıyorsunuz... Kendimce önemlediğim bir başka özelliği daha fazla bekletemeyeceğim; Yalçın Yücel doğayı ya dizininin ekseninde tutuyor ya da diyeceklerini ağaçların, kuşların, dağın-düzün, yıldızın renklerin imgelemine düşürüyor. Bizim yazın adamlarımızın, romancı olsun, öykü ya da başka bir türden yapıt verenlerimizin dizin yazanlarımızın doğadan, tabiat anamızdan uzak kaldıklarını bildiğimden Yücel'in biçemini daha bir seviyorum. Ozanın, ardı ardına bir destan akışı olan büyük dizininde doğa var, sevgi var, açarı ile açmazı ile insan var; umut var... Umutların tükenmişliği gelip oturuyor okurunun yüreğine: “Kırık sözcüklerle dolmuş gün / Yanık bir gıcırtıyla açılmış günün penceresi” (1/ s.44) Bu dizelerin iletisinde bir de bakıyorsunuz sizin dizininiz de kurulmuş: Bir başına kaldığınız gölgeleniyor yüzünüzde. 'Birey' in, bir başına kalakaldığım, her birimizin her birimizi ötelediği gerçeği gözünüzün içine baka baka dişini gösteriyor. Bir başınalığınız ne kadar da kocamanmış, yamacında süklüm büklümsünüz. Kalakalıyorsunuz yalnızlığınızın orta yerinde. İşte
işin tam burasında dizin okumanın tüketilemezliğine ulaşıyorsunuz. “Bırak kalsın her şey, olduğu gibi” derken de güncel konuşmalarımızın güzelliğine düşürülen dizinsellik bize Türkçemizi sevdiriyor işinin başında. İzleyen dizelerinde Ozan, kimselerin gönül indirmediği güzelliklerin tadına alıyor okuru. İmgelemin dar yollarına, çukuruna dikine uğratmıyor. Gülten Akının dediği; “şiiri (dizini) düzde kuşatıyor.” Kimin aklına gelir, ya da kim oralarda boylandırır diyeceklerini; meğer Yalçın Yücel'in “Çocukluğum büyüdü döş cebimde / Yırtık ceplerimde durmayan diğer anılar (...) Ne zaman arasam döş cebimi / Bir boşluktur ellerimde kalan” / (l.s.47) Buradaki şu “döş cebim” var ya geliyor benim gönlüme kuruluyor. Ahırdağı'nın oraları dolduruyorum o döş cebime nereye bastığımı bilemiyorum.
Ardı ardına iki yılda iki yapıt: 2012* de “İÇİMDE ÜŞÜYOR GÜNLERİM”
Gene aynı dil değeri, gene aynı insan doğa odaklı izlek gene dolandırmasız akışkanlık bu yapıtındaki dizelerde de yerini bulmuş: “Bir sarmaşık büyüttüm göğün içine / Yaz kış açan / Siyah toplayıp beyaz açan / Alımlı mı alımlı” dizeleriyle başlayan dizininde umudu serpeliyor umutsuzların üstüne. Ozan, bir sevgiliyi karşısına almakla kalmıyor ardı ardına gelen dizelerinin izleğinde hep birileri var. Bir de Yücel'in dizini kurmada belki de kendini alamadığı dörtlükler öne çıkıyor. Kısa dizini her ozan göze alamaz. Özlü söz söylemenin içine düşürülmekten çekinirler de ondandır göze alamazlar. Ama “İçimde Üşüyor Günlerim” de yer alan kısacık dizinlerin hiç birinde 'özlü söz’ kokusu yok. Bir de demez mi: “Benim için dolaş / Çiçeklerin açtığı yamacı /Yavaşça dokun gelinciğin yaprağına / İçinde ben olabilirim.(s.5)
Ardı ardına iki yılda iki yapıt. Bir ozanın iki yıl içinde iki yapıt vermesi kimilerince eni boyu elden geçirilmeden kuşkulu karşılanabilir. Acele edilmiş diyenler çıkabilir. Oysa Ozan'ın dizinlerinin öncelere giden bir uzunca zaman diliminden geldikleri belli. Kaldı ki şu kadar dize için şu kadar zaman ister gibi bir genelleme olamaz.
Yalçın Yücel'den beklentimiz şudur: Katışıksız Türkçede kurulmuş; doğayı dizelerinin içine almış daha nice yapıtlar vermesidir. Yukarda da dedim ya Ozan Yalçın Yücel'in dizini; içinde ara başlıkları bulunan uzun soluklu bir ırmak dizindir: Yinelemesiz, döngüsüz, gelişkinleşen...
Alın size Yalçın Yücel'in dizininden bir bölüm, çoktandır dizin okumadıysanız okuyun
“Bir resim asılı duvarda/ Sanki bana benziyor /Nasıl da gencecik, dingin/ Nasıl da gülen yüzü çizgisiz/ Ellerinde bir tutam kırmızı, beyaz/ B ir tutam umut taze/ Günleri eskimemiş omuzlarında/ Bükülmemiş düşünceleri/ Duvar boyanmış, kapatılmış çatlakları /Resim yeni gibi duruyor” (1/ s.75)
(1) İçimde Üşüyor Günlerim /Dizin / Yalçın Yücel /Birinci Baskı 2012 /Can ofset
(2) Yaşamı Aralamak/Dizin / Yalçın Yücel /Birinci baskı 2011 /can ofset