Yalçın Yücel

Yazar, Şair

Doğum
01 Kasım, 1953
Eğitim
Kahramanmaraş Makine Yüksek Okulu Makine-Motor Bölümü
Burç

Şair, yazar, ressam, dergi yönetmeni. 1 Kasım 1953, Kahramanmaraş doğumlu. Şair ve yazar Şevket Yücel (1930-2001)’in oğludur. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu kentte yaptı. 1973 Adana Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümünde eğitimini sürdürdü.  1977 yılında ise Kahramanmaraş MYO makine-motor bölümünden mezun oldu. 1978-79 Kahramanmaraş’ta ki okullarda öğretmen olarak görev aldı. 1979-80 askerliğini yedek subay olarak İstanbul’da yaptı. Askerlik dönüşü Dokumacılar Un Fabrikasında müdür olarak çalıştı. 1981 Devlet Su İşleri XX. Bölge Müdürlüğünde teknik personel olarak çalışmaya başladı. Yirmi beş yıl makine işletme şefi olarak çalıştıktan sonra, 2006 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.

Yalçın Yücel, ortaokul öğrenciliği yıllarında başlayan yazma uğraşına, lise öğrenciliği yıllarında resim çalışmalarını da ekledi.

İlk yazıları 2002 yılında Adana’da çıkan Söylem dergisinde yayımlandı. Daha sonra aynı derginin yönetiminde de yer aldı. Alkış, Zeytin Dalı, Edebiyat Yaprağı, Ekin Sanat, Öğretmen Dünyası, Sarı Zeybek ve Yorum Edebiyat Sanat Eki, Avrupa Olay, Edik, Usare, Güzlek, Mevsimler gibi dergilerde ve Azerbaycan Kültür ve Edebiyat Portalı’nda şiir, deneme, öykü ve eleştiri yazıları yer aldı.

2010 yılında, Kahramanmaraş Ekspres gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yaparak; bu gazeteye kültür, sanat ve edebiyat ağırlıklı bir nitelik kazandırdı. Bunun ardından birer yıl ara ile iki şiir kitabı yayımladı.

2013 yılında Yorum gazetesi edebiyat / sanat ekinin genel yayın yönetmenliğini yapmaya başladı. Bir dönem Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi’nin ve Alkış dergisinin yönetiminde de görev aldı.

2015 yılında Döş Cebim ve Çocuklar Bir Başka Güzel adlı iki şiir kitabı daha yayımlandı. Aynı yıl Usare dergisinin (Edebiyat-sanat) yayın yaşamını başlattı. 2016 Güzlek dergisini (Edebiyat-Sanat) çıkardı. 

Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Yücel, halen bu iki derginin genel yayın yönetmenliğini de yürütmektedir. Kahramanmaraş’ta ikamet etmekte olup, Selma Yücel ile evli; Pelin, Yeşim, Batur Kutay adlarında da üç çocuk babasıdır.

 

ESERLERİ (Şiir):

 

Yaşamı Aralamak (2011), İçimde Üşüyor Günlerim (2012), Döş Cebim (2015), Çocuklar Bir Başka Güzel (2015), Al Fistanlı Gelincikler (20018).

 

KAYNAKÇA: Adil Bozkurt / Çok Başlıklı Bir Irmak (Alkış Dergisi, Sayı: 64, 2012), Osman Nuri Poyrazoğlu (Şair Yalçın Yücel'den İki Yapıt (Öğretmen Dünyası, Sayı: 2012), Bilgi Formu ve Teyidi (2014, 2017), Muhip Süeltürk (Yoksul Cebin Zengin İnsanı: Yalçın Yücel-Güzlek, Sayı 3), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2019).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ANILAR (Deneme)

       İnsan, geçmişinin bilincinde olan, onu düşünce özünde taşıyan tek varlıktır. Geçmiş, geliştiricilik göstererek kişiyi daha ötelere taşıyorsa böylesi bir güç yaşamı yararlı kılar. Yaşamı taşınmaz yükler altına sokan, eylemlerde donukluk yaratan bir geçmiş ise yıkıcı ve duraksatıcıdır. Geçmiş geleceği yaratamıyorsa bir anlamı, bir değeri de olmaz. Geçmişin bir anılar birikimi olarak düşünülmesi, onun övünç kaynağı konumuna getirilmesi bireyin kendisi ile ilgili bir durumdur.

       Anılarınızı yazmak, onları unutmamak üzere bir köşede saklamak, nice yıllar sonra tekrar onlarla buluşmak en büyük ereğinizdir kaygısız. Hele bu anımsama bir de eksiksiz olursa daha bir değerlidir sizin için. Yalnızca sizin buluşmanız da yetmez anılara. Onları önce yakınlarınızdan başlayarak, sonra dostlara ulaşarak anlatmak isteyeceksinizdir. Bu anlatım belki de sizi rahatlatacak, gönendirecek ve yaşamın ötesine bağlayacaktır. Ama bana sorarsanız anılarımı kimseyle paylaşmazdım. Düşünürseniz sizin anılarınız bir başkasını neden ilgilendirsin ki? Onlar sadece size yakın dururlar. Başkalarının ilgisini ise hiç mi hiç çekmezler.

       Anılar elbet ki gökçektir, yakınlaştırıcı sevinçler bırakırlar yanı başınıza. Onlarla çok sıkı fıkı olmamalısınız. Zaman zaman belki, ama daha ötesi üzünçler oluşturacak, yıkacaktır sizi. Unutmamalısınız ki gelecek hep sizinle buluşmak üzere bekleyecektir orada. Dünya nimetlerinden her zaman büyük bir zevk alarak yaşamınızın sürmesi de önem gösterir sizin açınızdan. Baharın gelişinde neler sunar doğa? Bademler, erikler, şeftaliler, kirazlar ve daha niceleri çiçek açacaktır yeniden. Beyazlı, pembeli o renk renk çiçekler gözünüzün içinde nasıl da bayram edeceklerdir. Papatyalar, güller, gelincikler sizin için kokacaklardır yine. Sağlıklı bir dirilikle onlara bakmak ne de gökçektir. Ya yaşlılık öyle midir hiç? Hele bir de yatağa düşmeyi görün, sıkıntılar içerisinde geçen günlerin sizde bıraktığı derin izleri o zaman bir düşünün. Sevincinizin doruğa ulaştığı o anlar nasıl anılar sayfasına düşerse acının izleri de aynen yer alır o sayfalarda.” Hâlâ hatırlıyorum o günü/ Uzun bir hastalıktan kalkmıştım”(Melih Cevdet Anday), “Her dakikasını ayrı hatırlarım/ Erenköy’de geçen zamanımın/ Rüyama girer bir arada “ (Oktay Rifat)

       Yazarsam kendim için yazarım not defterime. Bir gün açıp o sayfalarda şöylesine dolaşmak için. Yaşadığım günlere geri koymak için. Aslında benim için geçmiş ya da gelecek fark etmiyor.

Gelecek bir yerde anıdır da. Siz bunun tersinde de düşünebilirsiniz elbet. Ya başkaları, onlar ne düşünürler bilebilir misiniz ki?

       Geçenlerde bir yapıtı okurken usuma gelip takıldı bazı konular. Gelecek günler bana neler getirebilir şöyle bir düşündüm. Hem öylesine yüzeysel bir düşün durumu da değildi bu. Bana umut vermedi nedense o günler. Birden karşıma acılar, hüzünler çıktı. Devleşmiş adımları ile ezeceklerdi az kalsın. Ya sevinçlerim öylemi? Bir köşeye çekilmiş büzülmüş küçücük şeyler yalnızca. Korkularıma ne desem ki? Gençliğimde kolaydı bu çekiler, ya şimdi. Kocamışlığım nasıl dayanacak bu çilelere? Dudaklarım tam bir gülücük atarken, yüzüm kırışıverecek birden. Gözlerim takılıp kalacak bir noktaya yine. Anılarımız… Gülümseten, düşündüren ve ağlatan anılarımız. “Ah, bu anılar/ Ne kadar kapasam da kapılarını/ Ne kapı dinliyorlar ne pencere/ Süzülüp geliyorlar yılların gerisinden/ Ah, bu anılar/ Öylesine sayısız, öylesine çeşitli/ Birike birike geliyorlar/ Çocukluğumdan beri” (Şevket Yücel)

       Anılar deyince nerdeyse hepimiz onları geçmişin usumuza zaman zaman konuk olması olarak düşünürüz. Öyledir de çoğu kez. İşin en kötüsü ise gelecek günlerde anılar oluşturmamızdır kendimize. Olur mu diyeceksiniz? İnsan olarak ileriye dönük nice umutlar koyarız yaşam dallarımıza. Hatta onları çiçeklendirir, sonrada karşısına geçip bakışırız. Bu geleceğe konuk olup, onunla bir çay içimliği söyleşmek gibidir. Bir çay içimliği de olsa size mutluluk katar bu anlar. Aynen geçmişin izlerinin sizinle ara ara kucaklaşması gibi. Zaten yaşam dediğimiz umutlar ve anıların bir araya gelmesi değil midir? En önemli anılarımız şüphesiz ki çok isteyip de uzun süre sonra ulaştığımız o sevincin yüreğimize öpücükler kondurduğu anılardır. Ya da insanda çok derin yaralar bırakan acılı ve hüzünlü olanlar.

       Elbet ki insan olarak tümümüzün kendince bir yaşam öyküsü vardır. Hepsi de kendi içimizde büyük ve değerlidir. Bu durum, ‘büyük insanın büyük yaşamı şeklinde’ bir davranışla ortaya gelebilir. Böylesi bir gelişse bence yanlıştır. Çünkü her insan kendince büyüktür. Her kişi yaşam öyküsünü bir başkası ile paylaşmak ister. Siz bir başkasını dinlemiyor, onunla duygusallıkları, sızıları paylaşmıyorsanız sizin de birilerine anlatacaklarınız yoktur demektir. Unutmayınız ki insanlar içlerindeki dünyayı bir sofra gibi önlerine açtıkları zaman yaşadıklarını anlarlar. Yaşama tutunmaktır bu, hem de sıkıca tutunmak. Yeryüzüne çıkarılmayan düşünceler, sözcükler, anılar bir gün gelir ki sizi sıkıca sarıp nefes aldırmaz olurlar.

       Anılarım anımsanmıyorlar diye üzülsünler istemem. Yaşlandıkça çöküntüye uğrayan beynimin bastonla yürüyen hafızama bir tekme vurmasını da mutlaka engellemem gerekir. Bu yüzden anılarımı aklımda tutma yerine defterime eklerim. Defterim anılarım için bir uyanış, bir dürtüdür. “İçinde, gülüyor bana derinden,/ Sanki bir hatıra serinliğinden”(A.Hamdi Tanpınar) “Hiç olmazsa unutmamak isterdim./ Eski geceler, sevdiklerimle dolu odalar…/ Yalnız bırakmayın beni hatıralar./ Az yanımda kal, çocukluğum.”(Ziya Osman Saba) Tanpınar ve Saba’nın dizelerinde anlatmak istedikleri gibi gelecekte en zor anımsanan şey çocukluğumuzdur. Hangimiz altmışına geldiğinde çocukluk dönemlerini tam olarak anımsayabilir ki? Oysa yaşamın en gökçek günleridir onlar. Acılar unutulduğunda güzeldir, ya sevinçler ile mutluluklar…

“Çocukluğunu düşünüyorum Emilia/ Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin”(Melih Cevdet Anday)

       Bir de hatalar vardır, anımsandıkça çöküş yaşatan, düşündüren. Bu durum yaşamın içinde bazı olumsuzlukların çıkmasına da sebep olur. Suçluluk duyguları çekiştirip durur günleri. İnsan bu duyguların altında ezilmemek için kendini savunmaya geçer. Böylece düzlüklere ulaşır kişi. İçimize çöküp kalmak isteyen o düşünceye, o anı parçasına karşı ayakta kalmaksa önem gösterir. Bu zor durum karşısında zayıf düşmekte var elbet. O zaman konuyu başkalarına açmak kaçınılmaz olur.

       Ya rüya gibi anılara ne demeli? Usunuza takılıp kaldıklarında uyumadan uyur olursunuz. O an büyük bir zevk duyarsınız yaşamdan. Bu anılara rüya gibi anılar demenin de sebebi bu giz dolu duruma dayanır. “Apansızın anılarımı anımsıyorum, o sevili anılarımı/ Augsburg’daki çocukluğumu./ Anılarıma düşüyorum tartılarla, uzun süreli dakikalar/ Masaya doğru iyice yaklaşıp, yeniden yaratsam onları(Bertolt Brecht)

       Bunca düşüncelerden sonra bir soru sözcüklerin arasından parmak kaldırıyor bana. Anılara sığınarak zamanı düşündürebilir misin? Zaman, yaşamı değişikliğe uğratan kavram. Gün, zaman zaman tez geçmesini istediğimiz, onu iyice tanıyınca da yürüyüşünü yavaşlatması için yalvardığımız bir yaşam ayağı. Günler geçip gitmiştir derken hiç düşündünüz mü acaba? Geçip gitmiş midir, yoksa aynı noktada dönüp duran bir ayna mıdır? Yıllar önce, o gün dediğimizde bu bir avunma mıdır yoksa? Biraz ötemizde bizi derin uçurumların beklediğini nerden bilebiliriz ki? Önemli olansa o uçurumlarda neler bıraktığımız ve yitirdiklerimizdir.

       Az kalsın unutuyordum yine. Erişemediğimiz aşklar, günlerce yanı başımızdan eksik edemediğimiz bakışlar nerdeyse bir kenarda kalakalacaklardı. Sevdasız  bir yaşamı düşünemeyiz elbet. Asıl anısal derinlikler onun içinde uzanırlar. Çoğumuz beklemişizdir o kaldırım bitişinde, ya da bir parkın koyu yeşilinde. Gelsin gelmesin umutlar göğün içi gibi sonsuzdur o bekleyişte. Yıllar geçse de o bekleyişlerimiz sanki sürer gibidir anılarda.   “İşte hatıralar meyvası bahçe,/ Geçmiş ıstırabın neş’esi evim.”(Şükran Kurdakul)  

       Anılar olmasaydı, anımsanmasaydı geçen günler, mutluluk en önemli dostunu yitirmiş olmaz mıydı?

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

BİR KİTAPLA KUCAKLAŞMAK (Eleştiri)

-KIR ve GOK-

 

Neruda'nın Madrid'deki evinin adına: “Çiçekler Evi” denmiş. Alberti, Hernandez, bu evde oturup, konuşmaya dalarlarmış. Balkonunda çingene gül, uzaklardan portakal çiçeklerinin kokusu, şiirin özel karışımıyla oturup sabahlara değin sohbet ederlermiş. Birden, nesnel olan, esrikliği uyanıklığa çağıran gerçeğin dalga dalga sesi duyulurmuş uzaktan. Ağaçlar, kuşlar, kımıldayan yapraklar ve akan suyun şırıltısı, katılırmış sözcüklere.

Oldu bitti beni çok etkilemiştir; Neruda, Anday ve Dağlarca. Doğayı, insanı sevdiğimden olsa gerek ki şiirlerinde bulmuşumdur çoğu kez kendimi.

'‘Ağaçlar/Büyüsüdür doğanın/Biri birine benzemez/ Tek ağaç/İkinci görünüşünde bile/İlkine benzemez/ Sevmek ağaçlara benzer." (Dağlarca)

“Sen geceleyin kendine açılmış zambak/ Yalnızlığın mı -çocuksu kösnün mü -/Gelinliğin midir/ Ardında kalan ak”(Dağlarca)

“Çekip gittim, durmadım/Bu çılgın sokağın kıyısından/Usul usul, basarak ayak uçlarıma/Sanki geceden kaçıyor gibiydim/Ya da karanlık, kükreyen taşlardan.”(Neruda)

“Bir dünya daha olmalı, burada/Bir yerde, o kadar yakın ki/Seslensem duyulacak belki/Belki başladım onu yaşamaya”(M.C. Anday)

Okunası şiirler bir öze sürüklüyor sizi. O özde bir dünya daha çıkıyor karşınıza. Daha öteleri, görünmeyen yüzleri düşünür oluyorsunuz. Adil İzci'nin Kır ve Gök adlı şiir yapıtını elinize aldığınızda bir derinlik çöküyor içinize. Şiirlerini okudukça da doğanın içinde yeni bir dünya, başkaca bir sevgi bütünleşmesi karşınıza çıkıyor. Daha ilk şiirlerinde beliren bir özelliği var Adil İzci’nin: arka yüzü görebilme, doğanın parçaları ile yaşamı bütünleştirme, duyumsatma ve güzeli yakalayabilme. İçindeki sevinci hep çevresindekilere sınamak ister. Her an yanıtlanması gereken soru gibidir yaşamak. Ve her şey yanıttır; nesneler, durumlar, biçimler. Doğa içinde nesnelerin birbirleriyle ve insanlarla yakın bağları olduğunun farkına varmış; bir an düşünmeye fırsat bırakmadan yalnızlığını, ezikliğini, sevgisini salıvermiştir günün içine.

"Akşam geldi uçsuz bucaksız bizim/Yıkandık yıkandık yıkandık/Gül dibinde kapanıp birbirimize."

Ömür bir hazan, bir düştür onca. Yitiklikler ise ürpertici. İzci’nin şiirlerini okudukça sanki yeniden doğup, o gizil odalardan yeniden geçiyorsunuz. Bir güz günü ağaçların çıplaklığında zamanın yaşamı nasıl da parçalayıp tükettiğini özünüzde duyuyorsunuz. Bu duyumsama bir an düşünce duraksamasını da birlikte getiriyor. Aslında zaman yaşam telimizin bir müziği bence. Bu müziğin içinde sevgiyi yakalayabilme ise güzel bir yaşam için çok önemli.

Sevgiden ıraksa bir kalem, sözcüklerin en güzeline, en şiirlisine de ulaşsa yaratıcı olamaz, insanla kucaklaşamaz. İnsana ve doğaya açıklık, aşkı doğayla bütünleştirmek Adil İzci’nin şiir boyutunu da genişletmiştir. Sadece bu genişlik de değildir onun şiirindeki; imgesel düzeni, sözcük ve söyleyiş örüntüsü yönünden de özgünlüğü, kendindenliği olan geniş soluklu bir şiirdir.

"Konuşuyorduk sen ve ben/Aramızda çoğu eskil

nice şey/ Ve kuğular süzülüp giriyordu/Unutmuşuz zamanda arınırken/Gördük çimenlerde uyumuşlar."

Geçen zamanda eriyen anılar ve insan yaşamının geçmişte kalan izleri İzci'nin şiirinde o denli duygusal işlenmiştir ki dizelerini okudukça geçmişin derinlerinde yine doğayla birlikte düşün derinliğine dalarsınız. Sonra da bir yaprağın ucundan süzülürken ömrün yine bir hazan imgesi ve düş gerçeğiyle karşılaşırsınız.

"Bir ses... gözlerinden geldi sandım/ Yapraklar toprağa değiyormuş/Ürpertiyle tutunduk birbirimize/ Ömrümüz yine? hazan imge ve düş..."

Öyle de değil midir sanki? Hep gizler uzanmıştır yaşamımızdan. Yalnızlıklar, acılar çökmez mi yanı başımıza. Elbet güzellikler de var yaşamda. Ama ince bir düşünce taşıyorsanız güzdür içiniz. Dökülen hep sizin yapraklarınız olur. Bakışlarınız sevgi de olsa, beyaz güller de açsa sözcüklerinizde yalnızlıktır yine de en büyük dostunuz. Şiir de olmasa yazacak, eksik kalırsınız çoğu kez. Adil İzci şiirlerinde pastoral ve lirik birlikteliğini işlerken kendinden de çok şeyler katmıştır dizelerine. Sıcak ve özlü dostumun zaman zaman bana gönderdiği mektuplarını da ilgiyle okumuşumdur.

Yaşamıyla şiiri arasında tam bir denge kurmuş ozanların sayısı azdır. Bir ozanın, daha doğrusu bir dil işçisinin düşün ve duygu evrenini tanımada en kısa

 

(İnceleme-Eleştiri, Adil İzci'nin Kır ve Gök adlı yapıtı üzerine.-Alkış Dergisinde yayınlandı.)


ÇAYIMDA İÇTİĞİM

Seni içiyorum çayımda yudum yudum Yağmurlar düşüyor dallarıma

Serin, nemli Karadeniz havasıyla

Dudaklarım ıslak

 

Seninle koşuyorum ellerimde bulutlar

Biraz daha uzansam dağları aşacak ayaklarım Kin büyütecek bu kez göğün içi

Seninle olduğumda neler oluyor böyle

 

Duygularım fırtınalı bir deniz gibi

Sanki bir korsan gibi girmişsin güverteme

Oysa sevmenin tam da ortasındaydım Çoğaldıkça çoğalıyorum içimde

 

Ne yaparım bilmem ki bu kadar senle

Oyuncağı elinden alınmış çocuk gibiyim Yüreğimin cebinde ellerim

Bakışlarım gözlerinden sarkıyor şimdi

 

İçtiğim sendin, çayım tükenmek üzere artık Birazdan görecekler yanı başımda sen

Bilmem ki ne diyecekler

Bir sessizlik mi dökülecek bardağıma.

 

DÖŞ CEBİM

Çocukluğum büyüdü döş cebimde

Yıllar ne de tez geçti böyle

Anılar kaldı tek tük

Yırtık ceplerimden düşmediyse

 

Şimdi düşünüyorum

Kurgusu tükenmek üzere olan saatler gibi

Nice yoksul kaldırımlar yürüyen yorgun ayaklarım

Ve nasırlaşmış acılarıyla yaşamım

 

Çocukluğum büyüdü, şu küçük döş cebimde

Umutlarım ne kadar da çoktular o zaman

Hepsi de sıcak bir ekmek gibi güzeldiler

Koparamadım bir parça olsa da

 

Çocukluğum, dürüp büküp döş cebimde sakladığım

Bir ıtır kokusuyla çıkıyorlar yerlerinden şimdi

Hangisini karşılasam, ne desem ki

Kapım açık ardına kadar

 

Orada büyüdü diyorum çocukluğum

Şu boynu bükük döş cebimde işte

Ne zaman üşüse, üşüse parmaklarım

Bir arayıştır başlıyor, bir koşuşturma.

            

                                       

 

GÜLDEREN ANA (Öykü)

        Gözleri çakılıp kaldı; Berit’e. Çenesi avuçlarında öylece. Bir gölge gibi geçtim önüne. Seslenmedi. Günlerce ağlamaktan kızarmış gözlerini yere dikti. Bu kez baş örtüsünü kaşlarına kadar indirip yeniden bağladı. “Nasılsın Gülderen Ana?.. Gözlerinin yarısını kaldırdı yerden. Yüzündeki o derin çizgiler biraz gevşemişti. Bakışlarına ürkeklik koyarak baktı yüzüme: “Hoş geldin oğlum, sen nasılsın bakayım? Kusura kalmayasın önce tanıyamadım, otur, otur hele şuraya.” “Seni hep bu avluda Berit Dağları’na bakıp, ağlar görürüm. Yetmez mi be Gülderen Ana, kendini harap edersin. Bak kimsen de yok, hasta olsan ne yaparsın?” Gözleri tekrar yaşardı. Kenarı mor iplikle işlenmiş mendiliyle sildi gözlerini. “İbrahim evladım, sen de benim bir evladım sayılırsın. Ananla nice günlerimiz var geçmişte; acısıyla, tatlısıyla nice yaşanmış günler…Sen ananı hiç aramaz mısın ha? Bir noktaya takılıp, böyle benim gibi düşünmez misin onu hiç?” “Gülderen ana senin durumun benden başka ama…” “Neresi başka bunun oğlum, ikisi de aynı bence. Ayrılık değil mi sonları ha? Biricik evladım yedi aydır askerde ve hiçbir haber alamıyom.” Tekrara ağlamaya, dizlerine vurmaya başladı. Yüzündeki çizgiler tekrar belirmişti; fırsatçı insanlar gibi. “Gülderen ana, o geri gelecek, askerliği sürekli değil ki…” “Ahh! Oğul, keşke sürekli olup da gözel bir yerde yapaydı vatan görevini, orası Hakkari be yavrum, gidip de geri dönülmeyen yerlerden…” “Geri gelecek, o geri gelecek Gülderen ana… Aha şu içim varya, çok derinden geliyor sesi bak, gelecek diyor inan.” “ İçin gözel söylüyor da oğul, sen bir de benim içime bir sorsan ya…” “Bak göreceksin, bir haftaya kalmaz sana ondan haberi ben getireceğim. Sen yeter ki dindir şu acılarını, ağıtlarını.” Yerinden yavaşça kalktı. Gülderen ana da kalkacaktı ki elleriyle durdurdu geri. “Sen rahatsız olma ana, ben yolu biliyorum, kapıyı iyice örter giderim. Bir gereksinimin olursa söyle bana, kesinlikle söyle…” Bu kez bakışlarının tamamını kaldırıp baktı yüzüme: Sağ olasın, muhtar getiriyor ufak tefek, sen heç zahmat etme oğul.” “Olur mu hiç Gülderen ana, ben yabancın değilim, çok emeklerin var üstümde.” “Sen yanıma böyle gel be oğul, yalnızlığımı paylaş yeter. O yalnızlık var ya, ben ondan korkarım, açlıktan, yokluktan değil oğul.” Yutkundu, öylece duraksadı bir süre. “Gecelerden korkarım. Yüreğime ağrılar düştüğünde kalkamayacağımdan, bir bardak su bile alıp içemeyeceğimden korkarım. Onun için avluda oturmayı seviyorum. Aydınlık ve kuşlar, onlara sarılıyorum çoğu kez. Berit bakışlarım, onunla söyleşiyoruz be oğul. Senin gibi karşımda işte, seninle nasıl konuşuyorsak öyle…” Bu kez kendi gözleri yaşarmıştı. Bir zamanlar ne şendi bu ev, şu kadın. Şimdi ise yalnızlığını yalnızlığıyla kucaklayan bir yaşlı kadın. “Hoşça kal Gülderen ana diyerek ayrıldı titreyen sesi oradan.  Tahta merdivenlerin basamaklarından hızla indi. Yola çıktığında içinde gittikçe büyüyen bir acı vardı artık. Yanından havlayıp geçen köpeğe öfkeyle baktı. Gün kararmak üzereydi neredeyse. Kahveye girip, köşedeki masaya oturdu. Kahveci Mümin şaşırmıştı onun bu haline. “Hayırdır İbrahim Bey, bu nice haldır böyle? Selamsız sabahsız daldın içeriye.” “Canım sıkkın biraz, bir sıcak çay ver hele.” Mümin ocaktan demlice bir çay doldurup getirdi masaya. Bir şey demeden yüzüne baktı İbrahim Bey’in. Söylemese olmayacaktı. Mümin kaygılının biriydi. Üstüne üstüne giderdi, biliyordu. “Gülderen anadan geliyorum Mümin. Durumu iyi değil. Köylü çok yalnız bırakıyor onu. Allah başa vermesin, çok kötü bir durum bu. Üzülmekte, ağlamakta haklı o yaşlı kadın.” “Herkes de askere gönderiyor oğlunu.. “ diye karşılık verdi Mümin. “Bak Mümin kardeş, bu herkesinkine benzemiyor. Herkes dediğin yalnız mı onun gibi? Sonra ondan gayrısı haber alıyor askerinden. Yedi ay olmuş be, bir küçük haber bile yok. Bir sesini duysa , bir ulağını okusa o da kaygılanmayacak. Ama yok! O haber yok Mümin.” Mümin hatalı konuştuğunu anlamıştı. “Yok be İbrahim Bey, ben öyle demek istememiştim.” “Ne demek istemiştin Mümin? Hangi gün halini sordun fıkaranın? Oysa kocası az mı dinlemişti seni, az mı çayını içmişti ha?” “Haklısın, dağlar kadar haklısın. İnan bak, yarından başlayıp yanına gideceğim Gülderen ananın. Sen biraz gevşe hele.” Mümin aslında kötü biri değildi. Yeter ki doğrular ona anlatılsın. Köylü de öyleydi. Cehaletin ortaya koyduğu  konu desem, nice cahiller vardı ki insan gibi insan. Çayını bitirdikten sonra kalktı. Mümin hemen koşuverdi yanına. “Acele kalktın, tavşan kanı bir çay daha getirecektim sana. Yeni de dem vermiştim.” Gitmem gerek Mümin, çocuklar kaygılanır sonra..”

       Ertesi gün her yeri ağrır durumda kalktı yatağından. Hazırlanıp ilçeye gitmeliydi. Jandarmadan soracaktı Gülderen ananın oğlu Halil’i. Giyindi. Çayını yudumlayıp çıktı evden. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanan yol daha da uzattı minibüsün yolunu. “Hayırlısı bakalım” diyerek girdi jandarmaya. Bir yetkilinin yanına götürdüler önce. Sonra bir başka yetkili…Bütün olanları anlattı karşısındakine. Adam bir dosya çıkardı dolaptan. Gülderen ananın oğlu Halil Boynubükük’ün bilgilerini gösteren kağıdı aldı eline. “Oturun lütfen” dedi adam. Sonra telefona uzandı. Hakkari’nin Çukurca ilçesi karşısında olmalıydı. Benim anlattıklarımı oraya aktardı. Bir süre sonra bir sessizlik oldu adamın yüzünde. Telefonu kapatırken elleri titriyordu. “Hayırdır beyefendi, haber kötü mü yoksa?” Bir an yanıt veremedi. Sonra: “Başınız sağ olsun, vatan sağ olsun; dün geceki çatışmada şehit düşmüş Halil.” Ne diyeceğini bilemedi. Tüm umutları boğazına tıkanıp kalmıştı. Teşekkür ederek çıktı oradan .

       Kıvrımlı yolları geçerken zaman da akıp gitti içinden. Köye ulaştığında yıkılmıştı tümden. Ne diyecekti şimdi Gülderen anaya? Ona: “Gelecek oğlun” demişti üstünde dura dura. Şimdi karşısına geçip: “Oğlun Halil dün geceki çatışmada şehit düşmüş” diye nasıl söyleyecekti? Köyün yaşlı insanlarından birkaç kişi daha alıp düştüler yola. Akşam olmak üzereydi nerdeyse. Gülderen ananın yüzünde ilk kez bir gülümseme vardı. Şaşkın durumda oturdular karşısına. “Hoş geldiniz, üşümezseniz burada, avluda oturalım. İçeriler sıkıyor, eziyor beni.” Bir yılan sessizliği gelip yapışmıştı dudaklarına. Hoş bulduk bile diyemediler. Sözcükler bir yabancı gibiydi sanki. Neden sonra: “Gülderen ana , biz sana bir konu için gelmiştik.” Diyebildi. “Biliyorum, ne diyeceğinizi biliyorum hepinizin. Bana yalnızlığın artık sonsuza kadar seninle diyeceksiniz. Oğlun, biricik yavrun o dağların başında acımasız kurşunlara boyun bükmüş, kanı toprakla buluşmuş diyeceksiniz. Hepsini biliyorum dostlar. O, vurulmadan önce geldi yanıma, avluda oturduk bir süre. Bana sarılıp helalleşti. “Üzülme ana, sana sesleneceğim kapıdan. Allah izin verirse oturacağız birlikte bu avluda.” “Yedi aydır ne yaptıklarını anlattı bana. Dinledim, hepsini dinledim, ay ışıkları elime dokununcaya kadar. Şimdi içim rahat, hiç değilse ona ne olduğunu biliyorum. Vatan sağ olsun. Benim oğlum, senin oğlun, onun oğlu kötülüğe karşı, kurşunlara karşı yürümezse nice olurdu şimdi halımız? Şimdi  sizden bir istediğim vardır. Sahte duygular koyan insanlar yanıma gelmesinler. Üzgünüz, yanındayız, kalanlara sabırlar, vatan sağ olsun sözcükleriyle hiç gelmesinler. Biliyorum ki bu vatana sahip çıkanlar, yine hor görülen şu yoksul ama saf, dürüst, mert insanlar bence. Para verip çocuklarına birkaç gün askerlik yaptıranlara yalnızca acırım ben. Devletin önemli noktalarında bulunup da çocuklarına askerlikte kolaylık tanıyanlara da. Ya, bizlerin suçu parasızlık mı ha? Ben şu yaşa geldim, denizi mavi olarak bilirim o kadar. Şehre bir kez gittim, bir kez gördüm o beton binaları. Yürekleri betonlaşmış insanların da o binalardan farkı var mıdır? Onu da siz söyleyin.” Artık gözyaşı dökmüyordu. Gözleri bir genç kızın gözleri gibi pırıl pırıldı. Bir süre sonra tekrar başladı sözlerine: “Bu vatan yalanlarla, dolanlarla, kul hakkı yemelerle kurtulmadı beyler. O günleri düşünceye geri koymak ne kadar zor bilseniz. Bir lokma yemekten yoksun, ayaklarında yırtık potinlerle, üstleri parçalanmış şekilde koştular cepheye. Onlar yürekleriyle çizdiler o kurtuluşu. Aç kaldılar ve de susuz. Ama asla vazgeçmediler vatan sevgisinden. Yüzüm gülecek artık, ağıtta yakmayacağım bu avluda. Yalnızlığım varsa vatanımdayım, yeter ki unutulmasın oğullar.” Hepimiz bu durum karşısında hayretlere düşmüştük. Karşımızda ne bulacağımızı, neler olacağını tahmin edip üzülürken, bizi utandıran ama düşündüren bir dinginlik çıkmıştı ortaya. Birkaç gün ya da daha uzun yanında olacaktık belki de. Ya sonra?...

YAŞAM ÖYKÜSÜ


Sayrıl bir kapısı var yaşamın

Her açıp girdiğinizde içeri

Bir başka görüntü koyar önünüze

Geçip gidemezsiniz istediğinizce

Sevmeler üzüm salkımları gibi dizilmişken

Üç beş tane düşer avucunuza

Oysa hüzünlerde vardır bir kenarda bekleyen

Bahar yağmurlarıyla ıslanmış

Yamalı göçmen çadırları gibidir onlar

Seslerimiz

Yaşamın sözcük değirmeninde öğütülür durur hep

Bir kelebek olup dağılır yamaçlara

Dallara düşer, çiçeğe düşer sonra da

O çiçeği koklar, çiçekse onu

Ve kıvrılıp duran düşüncemiz

Dürtükler durmadan

Akıp giderken bir şırıltıdır özgürlüğü

Süzülen bir martı gibidir gözleri

Yaşamımız

Yıllar eskittikçe oyulur içten içe

Tünekte esneyen bir gece gibidir yaşlılık

  

Şarkısı okunur günlerin yalnızca

Taşar gelir sesi anıların

Bir yalnızlık çöker o zaman yanı başımıza

Belki bir aşkı anlatır

Belki de açmamış bir umudu

Ama çoğu kez bir sevdadır bizi kucaklayan

Tadı biraz ekşimsi sanki

Ne yaşadım diyebilirsiniz

Ne de yaşamadım

 

Oysa günün eteğinden tutup kalktığınızda

Çok daha değişiktir düşleriniz

Bastona dayanan bir gölgeniz olsa bile

Yaşam öykünüz bakar biraz öteden

 Ürkek bir geyik gibi

Durmadan kaçan zamana

 

 

ÜŞÜYEN GÖZLERİN İNSANI ARİF EREN

       Derinsel bir kişiliğe sahip şair Arif Eren’in ilk kitabı, “Bu Kent Sende Kalsın (1965) “ dışındaki dört şiir kitabını onu tanıdıktan sonra okudum.Konuşurken şiirsel bir anlatısı var Eren’in.İçindeki edebiyat sevgisinin büyüklüğü sanki bakışlarına yansımış gibi. Zaman zaman sizi bırakıp gidiyor bakışları. Sonrasında çok daha dirilikle geliyor karşınıza. Umut ettiği ortamı bulamamışlığın verdiği bir de tedirginlik var üzerinde. Hep bir özlem olup büyümüş gittikçe. Okumayı sevmiş, kendi dünyasında bir çevreyi çok istemiş durmuş hep. Çoğu kez yalnızlığının bir köşesinde kurmuş o dünyayı.

       Eren dostlarını seçerken çok ölçülü hareket ediyor.Kendisini daha da büyük yalnızlıklara götürmeyecek dostluklar kurmak istiyor bu yüzden.Dostluğumuzun ilk başlangıcında hep tedirgin gördüm onu.Sonrasında rahatladı,genişletti dostluk sofrasını.Haksız da bulamadım onu bu konuda.Yazarlar kendi dünyalarını ortaya koyarken, kuralcıdırlar seçimlerinde.Bunu,dünyalarını hep dingin tutmak için yaparlar.Arif Eren’in yapıtlarını onu tanıdıktan sonra okudum desem yanlış olmaz sanırım.

       Yurt Tespihi,şairin ikinci yapıtı.Mayıs 1975’te basımı yapılmış.İlk sayfayı çevirdiğinizde “Sevgi Yürekte Büyür “ adlı şiiri çıkıyor karşınıza. Şiirde özdeki sevginin anlamı yansıdığınca,derinselliği kendi gördüğünce çıkıyor yuvasından.

“Karanlığın tanı sevgidir/ Işık diyenler çirkinleştiriyor dünyayı /Yüreklere işlemiş renk körlüğü /Güzellik kanda değil,güldedir. “

Bu dizelerde oluşturduğu sevginin elini,asıl özde var olan sevginin eline tutuşturuverir.Eren’deki imgesel bakış da son derece başarılıdır.

“Boş yere yük etme /Söküp at sevgisiz yüreği”

Dizelerinde sevgiden yoksun bir yüreğin, hiçbir anlam taşımadığını ortaya koyarak,aslında sevgi anlayışından uzak kalmış yürekleri çok da anlamlı bir seslenişle uyarır.

“Kuş seslerinden bir ezgi /Kirazlar gibi sallanır dallardan”

Dallarda sarkan kirazlar ne de güzel görünürler öyle.Gözlerinizi ayıramazsınız, uzun süre oradan.Şair kuş seslerinden oluşan ezgiyi, nasıl da daha büyük kılar.Daha büyük bir güzelliğe eriştirir.Bir an kendinizi bir kiraz ağacı altında bile hissedersiniz.Bu sıcak dizeler bir arayışa da çekiyor insanı.Üçüncü şiir zaman, bir ağustos merdiveninde yaşama neler getirip, neler götürdüğünü anlatıyor.

“Zaman ağustos merdivenini çıkmakta /Sıcağı sırtına yüklenmiş, yorgun /Ağır adımlar atıyor diye/ Ağustosa söylenmeyin”

“Bir gülümsemelik ömrü kaldı /Kızgın güneşin, durgun denizin /Her sabah uyanınca/ Gözlere dolan mavinin”

Dizeleriyle de karamsarlık alır kaleminin ucunu.Tez geçen zaman, merdivenin sonunda bir ömrü de kısaca özetler.Arif Eren’in yirmi iki şiirinden oluşan bu yapıtta; sevgi, zaman içindeki ömür, tarihin derinlikleri, günahtan kaçmak, ölüm ve diriliş, beklentiler, özlemler, anılar Eren’in konuları olmuş bu yapıtında.Serbest vezinle yazdığı şiirlerinde, ifade sadeliği ve ses çeşitliliği bir yamaçta açan kır çiçekleri gibidir.Eren aynı zamanda bir vezne saplanıp kalmamıştır.O, her nebatın kendi istediği toprakta yetişebileceğini de çok iyi bilmektedir.

       Şairin üçüncü yapıtı 1985 baskılı olup, kırk yedi şiirden oluşmuştur.İnancın sevinci, gelenekler,anılar, yaşamın güzelliği, hüzünler, inancın önemi, sevaplarla gelen mutluluk, tarihsel doku, iman gücü, içteki sıkıntı, beklentiler, yalnızlık, bir şeyi yürekten istemek, Eren’in bu kitabında kaleminin sesi olmuşlar.

“Oysa vadisinde beslenen /Irmak gibi akıyor dilimiz/ Kıyısına yüzükoyun uzanıp /Kana kana bir içseniz”

Dörtlüğünde Türkçenin güzelliğini, kalıcılığını, akıcılığını son derece anlamlı bir anlatımla ortaya koyuyor.Aynı zamanda şiirlerindeki dil yenileşmesi de sıcacıktır Eren’in.Yürek Sıkıntısı adlı şiirinde :

“Gurub daldan düşecek bir nar/ Birazdan aralanır kapısı akşamın /Yürekte sıkıntı, dalda isak, gölde kurbağa /O bitmez feryada tekrar başlarlar /Üç sesten söylenir hüzün”

Sıkıntısını doğayla paylaşır.İçindeki hüznü seriverir doğanın kucağına.Böylece sıkıntısının büyüklüğünü, derinlerden geldiğini koyar önünüze. İkinci kitabında serbest olan seslenişi, üçüncü kitabında biraz daha ölçüye, uyuma yönlenmiştir.Kişiliğindeki ağırlık ve kuralcılık sanki şiirlerine de yansımıştır Eren’in.

       Dördüncü kitabı Görkemli Denge’de daha bir genişlik, daha bir özgürce anlayış ortaya çıkar.Özlemleri vardır ; hem koşullarının yoksunluğunu, hem tutkularının sınırını bilmek için.Bir arının balını yapmak için, binlerce kez çiçeklere konuşu gibidir Eren’in şiirsel yanı.Şiirinin kozasını örerken içinde kalmayı düşünmez.Onca,kozanın her yönüyle seçkin olması önemlidir.

“Üşüyen çocukların,yaşlıların,hastaların/ Gözlerim üşüyor bakınca gözlerine”

“Gözlerimin uyku perdesini açtırdı tren düdüğü/ Pencereden birkaç ev ve raylar gözlerimin gördüğü/ Bulunduğum kompartımanda herkes uyuyor/ Onlara veda etmek mümkün olmuyor/ İstasyonda inecekleri indirip gitti tren /Bu yolculardan biriydi Arif Eren”

Arif Eren,yukarıdaki ayrı ayrı dizelerde de görüldüğü üzere söyleyeceklerini bir çırpıda ve herkes gibi söylemez.Dizelerinde gördüğümüz bir başkalıktır.Olgunlaştırılmıştır anlatımlar.Ham bir sunu, onun da kaçtığı bir noktadır.Ele aldığı konularda yeni açmış bir düşünce gibi gelir yanı başınıza.Sözcüklerin her biri kelebek kanadı olur sanki. “Renk yarışında görürsün çiçekleri/ Birbirinden taze,birbirinden alımlı/

Kırlarda seyrana çıkan güzellerin /Burcu burcu çiçek kokar elleri"

Yukarıdaki dizelerinde bu duygulan nasıl da yaşatır size.Bir anda o kırlarda bulursunuz kendinizi.Belki de bir çiçek merhaba der yaklaşıp.Eren; her şeyin yerli yerine oturduğu, ölçülü,simetrik,sarsıntısız,doğal bir aydınlığa,aklın ve uygarlığın doğayla pekiştirilen düzenine,yozlaşıp bozulan toplum yaşamındaki düzene öylesine içten uzanır ki,okudukça bütünleşir,kol kola girersiniz sözcüklerinde.

Havuz şiirinde,doğal yaşamın düzen içerisindeki seyrini aktarırken yine o havuzda insanın bozukluğa uğrayışım,bir alabalık örneklemesiyle doğadaki giz dolu yaşamı ustaca sergiler size.

“Bu havuzun berrak suyunda /Alabalıklar huzur içinde gezinir /Bir başkasına benzemekten çekinir/ Ayrı bir üslupta yüzer /Hiçbirinin melezlik yok soyunda/

Havuzun suyu aynı,dağ gölü gözüyle /Gene de has yavrular üretmek /Bir köşeli hüzün demek/ Sevincin olur onları yüzerken görmek /Dünya gözüyle/

Havuzlar yapılıyor büyüklü küçüklü /Rasgele sularla doluyor artık /Ustadan nasip almayan çıraklık /Her suda yaşamaz alabalık/ Onun suyu saf köpüklü”

Kitabının sonunda yer verdiği Selimiye adlı şiirinde Selimiye’yi bir nesir anlatımıyla şiirleştirip,yansıtır bize. Şair bu şiirinde aynı zamanda iç dünyasındaki inanç örüntüsünü de İslam'ın güzelliğinde adeta Selimiyeleştirir.Arif Eren’in şiirindeki değişimi izlerken,dil beğenisinin bu değişime paralel gittiğine tanık oluyoruz.Kelimeler onun için yaşanmış durumların çağrışımları olmaktan çok,yaşanmış durumların yansıyışlarıdır.Eren kelimeleri aklıyla kavradığı için,öztürkçeyi de korkusuzca kullanıyor.

       Arif Eren’in son kitabı,“Zaman Yerinde Durmaz” 2006 yılında baskıdan çıkmış.Otuz yedi şiirden oluşan yapıtta,içinde yaşamımızın sürüklenip gittiği “zaman” ilk konu olarak alınmış.Sonra yine “zaman” sürdürmüş etkisini.Dünyadaki yaşam,ölümlerin ardındaki insan,insan yaşamındaki değer yargısı,anıların içinden seslenişler,insanca yapı,mutlu olabilmek,öz değerlerin kaybı,yalnızlık,yürek yalnızlığı,dostluk,doğa aşkı,Kahramanmaraş üzerine, Afganlıların özgürlük savaşı,Eren’in bu kitabındaki konularını oluşturmuş.Zaman geçtisi ile başlayıp,genelde yalnızlığı işledikten sonra ölüme uzanış gerçeği ile son bulmuş.Yazın insanı,sanatçı denince çoğu kez yalnızlık akla gelir.Yazar bu yalnızlığında üretkendir.Bu yalnızlığında daha ötelere taşır kendini,yılmadan. Sanatçı yalnızlığını büyütürken,o yalnızlıkta da büyür durmadan.Bakınız,Eren bir yalnızlık şiirinde nasıl da etkili bir sesleniş yapıyor köşesinden.Ama öyle bir köşe ki orası,gün hep pırıl pırıl parlıyor.Gök ve yer kucaklamış düşünceyi...

“Düşün ki şairsin yeni şiirlerin var/

İnsanları sağır bir yerde/ Kime okursun/

Yağmadıktan sonra neye yarar /Diyelim ki gökyüzünde bulutsun"

Şairin kendisini gizlemesine de karşıdır Eren.Mademki güzel sözleri,dizeleri döküyorsa şair,o zaman okunmalı,anlaşılmalı diyor.Bulut yağmadıktan sonra bulut olmuş neye yarar elbet.Yazın insanı ve sanatçı da bir bulut gibi ürettikleri ile kucaklamalı toplumu.Yazarı, sanatçıyı ölümsüzleştiren de geride kalan yazıları,resimleri değil midir?

“Harfler,dilimde sıraya girdiler arkası arkasına /Sana bir hoş geldin demek için"

Sözcüğüyle şiir unutulur mu dersiniz?Belki yıllar ötesinde bir edebiyat dergisinde,belki de gelecekte yazılacak denemelerde yer alacaktır bu sözcükler.Ses ipine asılan sözler belki de hep gülümseyecek Arif Eren’si bir bakışla ufkunuzdan.Bir şey var ki, Eren’in son kitabının son sayfasındaki “Şimdiden Allahaısmarladık.”sözüne güle güle demeyeceğim, diyemeyeceğim elbet.Güzel ve özlü şiirlerini sağlamca uzanan ipine daha nice yıllar asman dileğiyle,düşünce diline sağlıklar Arif Eren.

                                                                                                            Yalçın YÜCEL

(İnceleme-Eleştiri, Arif Eren Hayatı Eserleri Şiirleri yapıtında yer aldı.)

ÇOK BAŞLIKLI BÎR IRMAK DİZİN: “İÇİMDE ÜŞÜYOR GÜNLERİM”

Ben, yıllar önce, bir yazımın başlığını, TÖMER'in dil ve yazın dergisi; “Ana Dili” adlı derginin Temmuz 1998 günlü sayısında yerini bulan bir denememin başlığını “DÎZÎNÎ OKUMAK YAZMANIN YANINDADIR” biçiminde belirlemiştim. 'Dizini okumak yazmanın yanındadır' demekle o yazının içeriğine en uygun başlığı vermiş oluyordum. Dizin üstüne düşüncelerimin, değerlemelerimin özlü, özlü olduğu kadar da ilk ağızda kimilerine çarpıcı gelebilecek belirlemesiydi yaptığım iş. Gene diyorum: Dizini okumak, yazmanın yanındadır. Dizini okumamız evresindeki gerçeğimiz budur. Ozanın kendi dilinde kurduğu dizini kendi dilimizde yeniden kurarız. O bizim kurduğumuz dizindir sevdiğimiz, anlamlı kıldığımız. Düşünelim bir; dizini eline alıp okuyan kişinin anlamlandırmaları da dizinselliğin içerisinde ulaşabileceği edimleri de onun dil gücünün içinde kalır. Daha ötelere gidemez. Ozanın kendi dilinde kurduğu dizindeki iletisi ile okurun dilinde oluşan duyum ne kadar örtüşür bilinmez. Dizini her kim okursa okusun; “Bu dizelerde denilen şunlardır, bu dediklerimden başka ne bir eksiği ne bir fazlası vardır.” diyebilir mi? Düz yazılar için bile bu türden belirlemeler tez beri göze alınamazken bir dilin yoğunluğunda kurulmuş dizin için bu budur diyebilmek olanaklı mıdır?... Her bir okurun kendi dil gücü, ozanın dizinini kurduğu dilinin neresinde yorulur kalır bilinmesi zor. Okuduğu dizindeki iletisinin neresinde; “benim bundan ötesine gücüm yetmez.” der kalır; ya da dahası bile var çeker o yazılmış dizini ozanın aklının ucundan bile geçirmediği hangi derelere indirir, hangi dorukların yamaçlarında dolandırır durur kestirilebilinir mi? O yazımızda biz bu konuyu enine boyuna etmiştik. Şunu demekten yanayım bu gün; dizin üstüne yazı yazmanın öteki türden yazınsalların üstüne yazı yazmaya benzetilemeyeceğini göz ardı etmemeliyiz. Dizini irdelemek, örselemek, indirip kaldırmak Ahmet Haşim'in demesiyle “bülbülü eti için kesmeye” benzer. Dizin üstüne yazmayı; hele hele iletisi üstüne kesin belirlemeleri iş edinenler günün birinde bir gün; okudukları dizini üstüne değil de kendi dillerinde oluşturdukları dizin üstünde çalıştıklarını kendileri de anlayacaklardır. Bu nedenle ben, dizin üstüne yazı yazacaksam, dizinin dil değeri, kurgulanması ve izleği konularının dışına taşımamaya bakarım diyeceklerimi. Belirttiğim sınırlamanın dışındaki diyeceklerimin, okuduğum dizinin benim algılama ya da yorumlamalarımla benim yazdığım(î) dizin üstünde yazı yazmış olacağımı daha işin başında benimserim. Bu nedenle dizin üstüne yazmaya istekli olmam tez beri...

Gene de ben beni alamıyorum kimi dizinler üstüne yazmaktan. Hele o dizeler Anadolu'dan ise; hele o dizinler toplamı yapıtın ozanı basının üflemesiyle kanatlandırılmamış ise, bir şey söyleyeyim mi, o yapıt üstüne yazı yazmam konusunda ben beni yükümlü bile sayarım. Bir de güzel Türkçe' de kurulmuş ise o dizeler tutma beni yazmaktan öteleyemem kendimi

Kahramanmaraş'ı Çukurova'dan görürüm ben. Nedense öyle düşer algılamalarıma. Bir de Ahırdağı'nın ardı önü bana göre Türkçe'nin harman yeridir. Ozanlar yazanlar diyarıdır oralar. Kahramanmaraş'tan bir ozanın iki yapıtından söz edeceğim: Yalçın Yücel'in “İçimde Üşüyor Günlerim”(1) “Yaşamı Aralamak” (2) yapıtlarında yer alan dizelerine değineceğim.

Yalçın Yücel, çok uzun süremli olmayan zengin gönderimli dizinler kurmuş. Her başlık altına girdirilmiş dizinlerinin her biri bir büyük dizinin basamakları olmuş. Arı duru Türkçenin eline vermiş duyumlarını Ozan. Zorlamasız bir akıcılık eline düşürmüş diyeceklerini. Böyle olunca da okumanız evresinde, destan soluklu dizeler okuyor olmanın tadını alıyorsunuz... Kendimce önemlediğim bir başka özelliği daha fazla bekletemeyeceğim; Yalçın Yücel doğayı ya dizininin ekseninde tutuyor ya da diyeceklerini ağaçların, kuşların, dağın-düzün, yıldızın renklerin imgelemine düşürüyor. Bizim yazın adamlarımızın, romancı olsun, öykü ya da başka bir türden yapıt verenlerimizin dizin yazanlarımızın doğadan, tabiat anamızdan uzak kaldıklarını bildiğimden Yücel'in biçemini daha bir seviyorum. Ozanın, ardı ardına bir destan akışı olan büyük dizininde doğa var, sevgi var, açarı ile açmazı ile insan var; umut var... Umutların tükenmişliği gelip oturuyor okurunun yüreğine: “Kırık sözcüklerle dolmuş gün / Yanık bir gıcırtıyla açılmış günün penceresi” (1/ s.44) Bu dizelerin iletisinde bir de bakıyorsunuz sizin dizininiz de kurulmuş: Bir başına kaldığınız gölgeleniyor yüzünüzde. 'Birey' in, bir başına kalakaldığım, her birimizin her birimizi ötelediği gerçeği gözünüzün içine baka baka dişini gösteriyor. Bir başınalığınız ne kadar da kocamanmış, yamacında süklüm büklümsünüz. Kalakalıyorsunuz yalnızlığınızın orta yerinde. İşte


işin tam burasında dizin okumanın tüketilemezliğine ulaşıyorsunuz. “Bırak kalsın her şey, olduğu gibi” derken de güncel konuşmalarımızın güzelliğine düşürülen dizinsellik bize Türkçemizi sevdiriyor işinin başında. İzleyen dizelerinde Ozan, kimselerin gönül indirmediği güzelliklerin tadına alıyor okuru. İmgelemin dar yollarına, çukuruna dikine uğratmıyor. Gülten Akının dediği; “şiiri (dizini) düzde kuşatıyor.” Kimin aklına gelir, ya da kim oralarda boylandırır diyeceklerini; meğer Yalçın Yücel'in “Çocukluğum büyüdü döş cebimde / Yırtık ceplerimde durmayan diğer anılar (...) Ne zaman arasam döş cebimi / Bir boşluktur ellerimde kalan” / (l.s.47) Buradaki şu “döş cebim” var ya geliyor benim gönlüme kuruluyor. Ahırdağı'nın oraları dolduruyorum o döş cebime nereye bastığımı bilemiyorum.

Ardı ardına iki yılda iki yapıt: 2012* de “İÇİMDE ÜŞÜYOR GÜNLERİM”

Gene aynı dil değeri, gene aynı insan doğa odaklı izlek gene dolandırmasız akışkanlık bu yapıtındaki dizelerde de yerini bulmuş: “Bir sarmaşık büyüttüm göğün içine / Yaz kış açan / Siyah toplayıp beyaz açan / Alımlı mı alımlı” dizeleriyle başlayan dizininde umudu serpeliyor umutsuzların üstüne. Ozan, bir sevgiliyi karşısına almakla kalmıyor ardı ardına gelen dizelerinin izleğinde hep birileri var. Bir de Yücel'in dizini kurmada belki de kendini alamadığı dörtlükler öne çıkıyor. Kısa dizini her ozan göze alamaz. Özlü söz söylemenin içine düşürülmekten çekinirler de ondandır göze alamazlar. Ama “İçimde Üşüyor Günlerim” de yer alan kısacık dizinlerin hiç birinde 'özlü söz’ kokusu yok. Bir de demez mi: “Benim için dolaş / Çiçeklerin açtığı yamacı /Yavaşça dokun gelinciğin yaprağına / İçinde ben olabilirim.(s.5)

Ardı ardına iki yılda iki yapıt. Bir ozanın iki yıl içinde iki yapıt vermesi kimilerince eni boyu elden geçirilmeden kuşkulu karşılanabilir. Acele edilmiş diyenler çıkabilir. Oysa Ozan'ın dizinlerinin öncelere giden bir uzunca zaman diliminden geldikleri belli. Kaldı ki şu kadar dize için şu kadar zaman ister gibi bir genelleme olamaz.

Yalçın Yücel'den beklentimiz şudur: Katışıksız Türkçede kurulmuş; doğayı dizelerinin içine almış daha nice yapıtlar vermesidir. Yukarda da dedim ya Ozan Yalçın Yücel'in dizini; içinde ara başlıkları bulunan uzun soluklu bir ırmak dizindir: Yinelemesiz, döngüsüz, gelişkinleşen...

Alın size Yalçın Yücel'in dizininden bir bölüm, çoktandır dizin okumadıysanız okuyun

“Bir resim asılı duvarda/ Sanki bana benziyor /Nasıl da gencecik, dingin/ Nasıl da gülen yüzü çizgisiz/ Ellerinde bir tutam kırmızı, beyaz/ B ir tutam umut taze/ Günleri eskimemiş omuzlarında/ Bükülmemiş düşünceleri/ Duvar boyanmış, kapatılmış çatlakları /Resim yeni gibi duruyor” (1/ s.75)

(1)    İçimde Üşüyor Günlerim /Dizin / Yalçın Yücel /Birinci Baskı 2012 /Can ofset

(2)    Yaşamı Aralamak/Dizin / Yalçın Yücel /Birinci baskı 2011 /can ofset

Yazar: Adil BOZKURT

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör