Şair ve yazar. 15 Ocak 1944'te Karaisalı'nın İncirgediği köyünde
(1994’de Tarsus’a geçti) doğdu. Asıl adı Mehmet Demirel olup, ürünlerinde M.
Demirel Babacanoğlu müstearını kullanmıştır. 1965'te Düziçi İlköğretmen Okulu'nu,
1988'de Anadolu Üniversitesi Önlisans Eğitimi'ni bitirdi. 1965-1996 arası 31
yıl öğretmenlik yaptı, 1996’da
Adana-Toros İlköğretim Okulu'ndan emekli oldu. Karacaoğlan'ı okumakla
şiire başladı. Yeni Adana, Hürsöz gazetelerinin, Güney, Klas dergilerinin sanat
yönetmenliğini yaptı. 1992’den 2008 yılı başına dek "Aykırısanat" dergisini yayınladı. Birçok gazete ve dergilerde
sanat ürünleri yayınlanmaya devam ediyor. Adana’da ikamet eden Babacanoğlu;
Şenel hanımla evli olup; Cankat, Tüzel,
Remzi, Estin adlarında; ikisi kız, dört çocuk babasıdır.
İlk yayımlanan ürünü olan Aklı Kara adlı şiiri, Mart 1963’te Adana-Kadirli’de çıkan Heybe
dergisinin 3. sayısında yer almıştı. Mart 1963/3. sayı. Sonraki yıllarda ürüneri; Yeni Adana, Hürsöz, Güney Medya, Ekspres, Toros, Karaisalı, Bölgenin Sesi, Devrek Postası,
İlkhaber, Sincan, Antalya vd. gazetelerde; Güney, Klas, Düşün, Ocak, Sanat Dünyası, Heybe, Yöneliş, Su,
Meltem, Çele, Eflatun,Akdeniz, Gölge, İmece, Damla, Aykırısanat,
Tını, Ozan, Damar, Öğretmen Dünyası,
abece, Kıyı, Maki, Dört Mevsim, İçel Kültürü, İçel Sanat Kulübü, Minevra, Erensel Kültürü, Beşparmak, Tay,
Atatürkçü Yol, Berfinbahar, Turunç, Tersakan Toros, Dört Mevsim, Adana
Edebiyat, Çalı, Cumhuriyet Kitap, Alleben, Akköy, Kırkmerdiven, Yazıt,
Bulancak, Aksu, İnci, Bay, Edebiyat Gündemi, Çağdaş Türk Dili, Kar, Güncel
Sanat, Çıtlık, Gerçemek, Yeniden İmec, Yaşam Sanat vd. dergilerde
yayımlandı. Ağustos 1992’de çıkardığı Aykırısanat dergisi, Aralık 2007’ye kadar
(87 sayı) devam etti. Dört Oyun adlı oyunu, 1999 yılında Ankara, İzmir,
Anamur’da sahnelendi. “Karacaoğlan’dır”
adlı şiiri, Mayıs 2013’te besteci Mesut Eray tarafından bestelendi.
1963'te "Aklı Kara" şiiriyle Kadirli-Heybe Dergisi'nden; 1990'da "Sen Bu Türküleri Neden Söylüyorsun"
adlı şiiriyle Türkiye-Balıkesir; 1992'de "Karanfil Kırmızıların Soldu mu" adlı kitabıyla İsveç-Stakolm
Hümanist Enternasyonel Şiir Ödülü, 2002’de “Derin
Duygular” adlı öyküsüyle Adana Edebiyatçılar Derneği öykü ödülünü aldı. 7
Mayıs 2013’de Adana’da 50. Sanat Yılı kutlandı. Ayrıca, kültür sanat etkinliklerine katılım için elli
altmış kadar teşekkür belgesi ve plaket almıştır. Çukurova Edebiyatçılar
Derneği (1998-2002// 2005-2007 arası yönetici), Edebiyatçılar Derneği, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Tarsus
Şair Yazarlar Derneği üyeliği ve Adana Yaşam Sanat Derneği üyesidir.
ESERLERİ:
ŞİİR:
Parakan (1990), Karanfil Kırmızıların Soldu mu (1992), Gül Sevgisi (1994), Silahlanma
(1998), Çukurova Kurtuluş Savaşı Destanı
(Destan şiir, 2008), Yüzsüzler Yüzünü
Alsın (2013).
ÇOCUK
ŞİİRİ: Yedinci Göğün Yıldızı (2006).
ÇOCUK
ÖYKÜSÜ: Keman Sesleri (1997), Dört Oyun (1998), Bülbülün
Sonu (2000), Tepedeki Ev (2007).
ÇOCUK
MASALI: Teyzemin Köseleri (2013).
DERLEME-İNCELEME:
İnsan Hayranıyım (Aşık Haydar Aslan’ın yaşamı, sanatı,
şiirleri; Adana, 1992).
KAYNAKÇA (Seçilmiş): Muharrem Kubat (İstikbal gazetesi 12.10.1991, Eskişehir),
Adanalı Şairler Antolojisi (6. Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali Yayınları, 1992), Güngör Gençay (Damla dergisi, 1992/14. s., Edirne), Arslan Bayır (Gazantep’te Bugün gazetesi, 30.11.1992, Gaziantep), Ü. Şöhret Dirlik (Yeni Söke gazetesi 14.8.1999, Söke-Aydın), TBE Ansiklopedisi (2001), Halim Şafak (Yazıt dergisi Ağustos 1992, Ankara), Osman Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen Dünyası dergisi Haziran 2009/21. s., Ankara), Hasan Akarsu (Gerçemek dergisi Temmuz-Ağustos 2009/16. s., Aydıncık-Mersin), Feyza Hepçilingirler, Cumhuriyet Kitap 26.11.2009), Abdülkadir Güler (Güncel Sanat, Temmuz-Ağustos 2011, Alanya), Tacim Çiçek (MDB, video kayıt 7.5.2012, Adana), Bilgi Formu (Kendisinden alınan bilgiler, 2015), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).
dünya kepti üstüme
ah ! ah!
dünya kepti üstüme
çabası kişinin ak-ak, kara-kara
kediler geçti yöremden su içti
hep karaydı kapkara
gözüme karanlık çekildi
suyum indi nehirlere denizlere
dünya parçalandı
paramparça oldu dünya tuz gibi dağıldı
deliklendi pencereler
gözlerimin ağı göğe baktı
gök delindi kırmızıya boyandı evren
dünya kepti
suyum tırnak uçlarımdan boşluğa aktı
ak içti kuşlar penceremden
1/Aykırısanat'ın çıkışı:
Yeni Adana gazetesinin sanat sayfasını yapıyorum. Yazılar gelip
gidiyor. Arkadaşlar gelip gidiyor. Sığmıyoruz sayfaya. Bir dergi çıkaralım
diyoruz. Bu için 'sormaca' başlatıyorum!
Çukurova, kültür sanatın kaynadığı yer. Herkes yazıyor, çiziyor.
Ürünler üretiyor, sürüyor salıyor İstanbul'a/dışarıya. Orhan Kemal, Yaşar
Kemal, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü,
Ali Püsküllüoğlu.. ayrılar Adana'dan.
Geçmişte Adana, Ortadoğu'nun kültür sanat, ticaret kentiydi.
Yüzyıllar içinde bu özelliğini yitirdi. Bu açıdan Adana'yı yeniden
canlandıralım diyoruz. Adana nasıl kültür sanat, ticaret kenti olur? Adana'daki
sanatçılar nasıl dışarı gitmezler diye soruyoruz? Yanıtlar geliyor,
değerlendiriyoruz. Bize düşen görev bir kültür-sanat dergisi çıkarmak oluyor.
Bunun için yazar/şairler toplanıyoruz, konuşuyoruz, söyleşiyoruz. Karşımıza
ekonomik, bürokratik engeller çıkıyor. Sorunları zamana yayıyoruz...
1992 Yılının 5 Temmuzuydu. Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Bora Alagöz;
Devrek Kültür Sanat, Baston Şenliği’ne gidiyoruz. Otobüsteyiz. Tartışıyoruz.
Bir dergi çıkarmaya karar veriyoruz. Adı 'Aykırı' , sahibi Şenel Çiçek olacak,
bürokratik engelleri Bora aşacak... Dergi uzun ömürlü olacak, okuruna,
abonesine ulaşacak. Egemen sanatın dayatmasına, İstanbul dukalık anlayışına
karşı olacak, bireyin ve toplumun özgürleşmesine katkıda bulunacak. Sanatın baş
eğmez direncini gösterecek. Sanatsal gizilgücü açığa çıkaracak. Eleştirel
gerçekçiliği ilke edinecek, kurumlaşacak...
Böylece derginin “manifesto”su belli olmuştu. Dönüşte Tacim Çiçek,
kimi dergi ve gazetelere göndererek, “manifesto”yu yayınladı. Bir de duyduk ki,
İstanbul'da 'Aykırı' adıyla bir dergi yayınlanmış. Bu; İstanbul'un bize olan
ilk dukalık eylemiydi belki de! Biz de dergimizin adını 'Aykırısanat' yaptık.
Cebimizden beşer yüz bin lira ayırdık. Derginin ana parası bu
oldu. 1992 Yılının ağustosunda Mersin'de Tacim gözetiminde derginin ilk sayısı
yayınlandı.
Dergi üçüncü hamur, kendinden kapaklı yapıya sahipti. Kapağında
büyütülmüş küçük harflerle 'aykırısanat' yazılıydı. Başlık üstünde, Oğuz
Atay'ın bir kitabından alınmış; 'buradayım sevgili okur sen neredesin' sözü yer
alıyordu. Bu sesleniş bana okuru azarlar gibi geldi. Ekim-Kasım 1993/8. sayıda
bunu kaldırdık. Kapağın hemen ortalarında özet bir metin, onun altında ise arma
olarak yaban kazı deseni; kimliğindeyse kurucular kurulu yer alıyordu. Adresi:
PK. 587 Mersin'di. Yıllık abonesi 45 bin, tek sayı 8 bin liraydı. Abone ederi
Tacim Çiçek PÇ. No: 648172'ye gönderilmeliydi.
İçerikteyse şunlar bulunuyordu:
Şiir: Osman Yılmaz, Bora Alagöz, Berdan Karagöz, İbrahim Yıldız,
Osman Bolulu, Ahmet Bayır, Majakauskij, Adnan Yücel; tartışma-şiir: Tamer
Abuşoğlu; deneme-şiir: M. Demirel Babacanoğlu; anlatı-şiir: Çetin Boğa;
öykü-şiir: Arslan Bayır; değini: Ahmet Yeşil; kitap tanıtma: İzzet Kılıçlı;
deneme: Turan Altuntaş; öykü: Durcan Yaşacan; sunu-inceleme-öykü: Tacim Çiçek Arka
kapakta ise kitap dağıtımı listesi vardı.
Derginin ikinci sayısı yine Tacim Çiçek tarafından Mersin'de
yayınlandı. İkinci sayıda, kimliğe; H. Hüseyin Yalvaç, İbrahim Yıldız, Durcan
Yaşacan, Ali F. Bilir temsilci olarak eklendi.
2/Aykırısant'ın gelişmesi:
Derginin üçüncü sayıda kimliğine; sahibi Şenel Çiçek (Tacim’in eşi) yazı işleri müdürü
Turan Altuntaş, yazışma adresi yazıldı.
Ama yönetim yeri adresi yoktu.
Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Ben bir kamu kuruluşunda çalıştığımız
için, sahip ya da yazı işleri müdürü olamıyorduk! İçimizde sadece serbest
çalışan Bora Alagöz vardı; kendince kimi gerekçelerle, sahip, ya da yazı işleri
müdürü olmak istemedi..
Tacim, öğretmen olduğu için, eşiyle birlikte
Afyon-Sandıklı-Alacami Köyü’ne gidiyor. Bu nedenle derginin üçüncü sayısını ben
ve Arslan, Adana'da çıkarıyoruz. Bora ise Mersin'deki muhasebecilik işiyle
uğraşıyor. Yalnızca derginin Mersin dağıtımını üstleniyor.
Bu 3. sayı Mersin'de epeyce
eleştiri alıyor. Kimi yerleri çiziliyor, karalanıyor. Bu olay da sanıyorum
Tacim'in gözü önünde geçiyor. Ama, Tacim, eleştirenleri söylemiyor! Neymiş,
dostluklar bozulurmuş(!). Biz tasınlıyoruz kimin neler yaptığını! Eleştireye
karşı değiliz. Eleştiri güzel bir olay ama, onların yaptıkları içe sinecek bir
olay değil. Ama yine de biz sineye çekiyoruz! Bilmeden yapılan(!) bir dukalık
anlayışı bu.
Bizim daha önceden dergi çıkarma deneyimimiz yoktu. İşi,
dizgici-yayıncı bir arkadaşa vermiştik. O da derginin kimi yerlerini 'magazin'e
benzetmiş. Ben de beğenmedim ama... ne
yapalım olmuş bir kere! Derginin o sayısını yeniden yayınlama olanağımız yok!
Biz yokluklar içerisinde varlıklar üretmeye çalışıyoruz.
Tacim Çiçek'le Bora Alagöz her nedense dergiden ayrılma
eğilimlerini sezdirmeye başladılar! Bora bir gün, işinin çokluğundan,
yetişemediğinden, dergiye yararlı olamadığından söz etti. Derginin, Mayıs-Ağustos 1994/ 11-12. birleşik
sayısında ayrıldı. Tacim de 'vergi çok
çıkıyor, ödemekte güçlük çekiyoruz' diyordu. Eşi sahiplikten çekildi. Dergi
resmi kimliğinden sıyrıldı. Dolayısıyla Ali F. Bilir de yayın kurulundan
ayrıldı. Bizi yalnız bıraktılar. Oysa dergi çıkarmaya hazırladığımızda böyle
konuşmamıştık.. Dergi çıkacak, okuruna abonesine ulaşacaktı..
Benimle Arslan kalmıştık. Dergi artık sahipsizdi, böyle çıkamazdı!
Eylül-Ekim 1994/13. sayısını seçki
olarak çıkardık.
Tacim ‘in dergiyi çıkarırken, eşini sahip yapma nedeni, eş
durumundan Mersin'e atanmak gibi bir amacını da güdüyordu. Bu nedenle mi, başka
nedenle mi bilmiyorum, Tacim, derginin Mart-Nisan 1995/16. sayısında ayrıldı.
Ama ona göre o, zaten derginin 3. sayısında edimli olarak ayrılmıştı. Damar’a
geçti, orada yazmaya başladı. 'Üçüncü Öyküler-Kış 99' adlı sayısında yazdığı yaşam öyküsünde
Aykırısanat’a karşı soğukluğu belli
oluyordu. Daha sonraki yaşam öykülerinde Aykırısanat’ı yaşam öyküsünden
çıkardı!
Aykırısanat’a bir sahip arayıroduk. Onu sevecek, ona uygun bir
sahip gerekliydi. Arayış içindeydik. Sonunda şans, Turan Polat'ı çıkardı
karşımıza, konuştuk. Eşi Hanife Polat derginin sahipliğini kabul etti. Hiçbir
şeyimize karışmadılar, yalnızca kağıt üzerinde üstlendiler derginin
sahipliğini. Sonuna dek bu ilkelerini korudular. Böylece derginin resmi yönü
tamamlanmış oldu.Yönetim yeri: 'Polart Ajans Reklamcılık-Matbaacılık San. ve
Tic. Ltd. Şti Ziyapaşa Blv. İsotlar İşhanı kat: 6/40' oldu. Haziran 1996'da yer
değiştirdiler. Yeni yerlerinin adresleri şöyleydi:: 'Atatürk Cad. Bekir Sapmaz
Yurdu Apt. kat 5/17 Adana.'. Eylül Ekim 2002/56. sayıdan beri de ‘Kurtuluş Mah.
Ziyapaşa Blv. No:25, Akbenli Apt. Kat 1/1, Seyhan Adana’ adresine taşındık.
Dergiyi, Mart-Nisan 1996/ 22. sayısına kadar kendinden kapaklı
olarak yayınladık. 23. Sayı ve sonraki sayıları kuşe kapaklı olarak yayınlamaya
başladık. Dergimiz hırkasızdı, ona parlak bir hırka giydirdik. Kimi eski biçimi
iyiydi dedi, kimi yeni biçimini beğendi..
Bu sayıdan başlamak üzere, derginin yazıişleri müdürlüğünü de
Hanife Polat üstlendi. Çünkü basın masası resmi belgeler istiyordu. Turan
Altuntaş, diplomasını kayıp ettiğini ve yenisini çıkaramayacağını belirterek,
yazı işleri müdürlüğünden kendi isteğiyle çekildi. Bense, 1996 ağustosunda
emekli olmuştum. Artık yazı işleri müdürü olmakta bir sakınca yoktu, ilgili
belgeleri ilgili makama verdim, Kasım-Aralık 1996/26. sayısında derginin yazı
işleri müdürlüğünü üstlendim.
İyi ve güzel gidiyorduk!
Her şeye zam geliyordu. Abonelerimiz azalıyordu. Ekonomik gücümüz
zayıflıyordu. Derginin posta gideri 40, kağıt-basım gideri 60 milyonu buluyordu.
Polart Ajans’ın herhalde işleri yeterli değildi, desteğini çekmek istiyordu. Bu
yüzden, derginin Mart-Haziran 1998/34-35. sayısını zar zor yayınlayabildik.
Derginin yayınına geçici olarak 10 ay (
5 sayı) ara vermek zorunda kaldık.
Tam biz bu güçlükler içindeyken Sayın Turan Altuntaş bize bir
mektup yazarak, kendince bir gerekçeyle dergiden ayrıldığını belirtiyordu. Bize
de; "Güle güle, yolunuz açık olsun" diyordu!
Tam sırası: İzmir’den
kendini Marxsist sanan birinden bir
mektup alıyorum zehir zemberek. 2.4.1993 tarihini taşıyor. Suçumuz, bir pusula
yazıp gönderdiğimiz bir derginin içine koyup, temsilcimize yollayıp, satılan
dergilerin ederinden % 25 düşülüp, satılmayan dergilerle birlikte tarafımıza
yollanmasını istemek.. Sen misin
isteyen. Bizim ne kapitalistliğimiz kaldı, ne bilmem neciliğimiz! 12 yıl geçmesine karşın unutamadığım acı bir
anı/olay bu. Tabi bizi onurlandıran, mutlu eden, destekleyen çok güzel mektuplar da geldi. Sağolsunlar,
varolsunlar, teşekkür ediyoruz.
Bundan sonra da yolumuza gidecektik ama, yolumuzda engeller vardı!
Onu aşmaya uğraşıyorduk. Aradan on aylık
bir süre geçti. Turan Polat (Polart Ajans) dergiyi yeniden çıkarma
eğilimindeydi, çok sevindik. Dergimize hizmet verdikleri için Polart‘a teşekkür
ediyoruz. Böylece Mart-Nisan 1999/36. sayımızı çıkarıyoruz. Birçok sanatsever,
yazınsever, yazıncı arkadaşlarımızdan teşekkürler, tebrikler alıyoruz. Bu
sayımızda yayın kurulumuza Adnan Gül, Bayram Uğur, Negehan Yalçın katılıyor.
Fakat Bayram Uğur 44. sayıda başka bir dergide hizmet vereceğini; Negehan Yalçın'sa
bir trafik kazası geçirdiğinden çalışamayacaklarını belirterek 43. sayımızda dergimizden
ayrıldılar. 53. Sayımızda Yaşar Yıltan,, 56. sayımızda Göksu Günay yayın
kurulumuza katıldılar. Göksu Günay 60. sayıya kadar kalabildi dergide..
Dergimiz, kendi dışındaki sanat olaylarına da destek vermektedir.
Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), PEN Yazarlar Derneği, Cumhuriyet Kitap Kulübü
(CKK), Edebiyatçılar Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği Adana Sanat Günleri'ne
(2...8 Ekim 1999 ve 12...15 Ekim 2000) destek vermiştir.
Dergimiz 12. yılında Ocak-Şubat 2004/64. sayısıyla kuşe/ofset
kapakla yayınlanmaya başlamıştır.
3/Sosyal Etkinlikler
Yarışmalar:
Aykırısanat Yayıncılık, 1'i araştırma-inceleme, 28’iöykü, 30'u
şiir olmak üzere 59 kitap yayınlandı.
Aykırısanat üçüncü yaşına geldiğinde sosyal etkinlikler
düzenleyebiliyoruz ancak! Bu etkinliklerimiz şunlar oluyor:
. 'Aykırısanat Üçüncü Yaş, Birinci Etkinlikleri'ni 5 kasım 1994
günü, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro giriş salonunda gerçekleştiriyoruz. Arslan
Bayır fotoğraf, kabak süslemeleri sergisi açıyor. Ben, Turan Altuntaş, Bora
Alagöz, Ali F. Bilir, Arslan Bayır, Tacim Çiçek, Abidin Güneyli, Durmuş Ali Özkale,
Adnan Yücel imza günlerine katılıyorlar, kitaplarını imzalıyorlar. Okurlarıyla
söyleşiyorlar.
. 'Aykırısanat Dördüncü Yaş İkinci Etkinlikleri'ni 27 kasım 1995
günü Büyükşehir Belediyesi Tiyatro giriş salonunda yapıyoruz. Arslan Bayır
Fotoğraf, kabak süslemeleri sergisi açıyor. İlk gün, Bora Alagöz, Tacim Çiçek,
Özcan Karabulut, Bilal Kayabay, Zeki Oğuz, Durmuş Ali Özkale; ikinci gün Turan
Altuntaş, Ben, Arslan Bayır, Abidin Güneyli, Hikmet Karabucak imza günlerine
katılıyoruz. Görkemli bir kalabalık izliyor etkinliği. Şairler yazarlar
kitaplarını imzalıyorlar. İzleyenler böyle bir etkinliği; az rastlanır bir
etkinlik, olarak değerlendiriyorlar...
. 'Aykırısanat Beşinci Yaş, Üçüncü Etkinlikleri' 23 kasım 1996
günü, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro salonunda gerçekleştirildi. Etkinliğin
sunuculuğunu Tiyatro oyuncusu Ercan Kont yaptı. Açılış konuşmasını Adana Vali
Yardımcısı Dağıstan Kılıçaslan sundu; ardından bir şiirini okudu. Arslan Bayır
Aykırısanat'ın dünden bugüne olan gelişmelerini anlattı, bir şiirini okudu.
Durmuş Ali Özkale, Bayram Uğur şiirlerini sazlarıyla seslendirdiler. Kadriye
Coşkun, Abidin Güneyli, Coşkun Karabulut, Demirel Babacanoğlu, Sabahattin
Yalkın kendi şiirlerinden okudular. Zeki Oğuz öykülerinden bir bölüm okudu.
Taner Nart, Hasan Hüseyin'in uzun, lirik, ilgi çekici bir şiirini, müzikal
tempoyla okudu. Alkış aldı.
Turan Altuntaş,
Adnan Yücel de vardı izlencede ama; Turan Bey sayrı olduğunu, Adnan Yücel
İstanbul'a gideceğini belirterek (!) etkinliğimize katılmadılar. Sonradan öğrendik
bir yere gitmemişler, buradaymışlar, bir yerde oturup eğlenmişler!
'Aykırısanat Yedinci Yaş, Dördüncü
Etkinlikleri' 20 Mart 1999 günü Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonunda
gerçekleştirildi. Açış konuşmasını M.Demirel Babacanoğlu sundu, bir şiirini
okudu. Âşık Haydar Aslan, Âşık Kederi, Durmuş Ali Özkale, Bayram Uğur sazıyla
türkülerini ve şiirlerini seslendirdiler. Adnan Gül, Arslan Bayır, Ahmet Tolu
şiirlerini okudular. Salonda bulunan konuk şairler de birer şiirlerini
sundular. Görkemli, unutulmayacak güzel bir gün yaşandı.
1. Haziran 1999 günü
ÇETKO'da (Adana Çevre/Tüketici Koruma Derneği) Orhan Kemal ve Nazım Hikmet'in
ölüm yıldönümü nedeniyle mini bir söyleşi düzenlendi. M. D. Babacanoğlu, Orhan
Kemal'in yaşamı, sıkıntılarını; Adnan Gül şairliğini; Arslan Bayır Nazım'ın
yaşamını anlattı.
2. 2000 yılında, dergimizin 8. kuruluş
yıldönümü için şiir yarışması açıldı. 29
Nisan 2000 günü Adana- Halk Kütüphanesi
Salonu’nda düzenlenen etkinlikle kazananlara ödülleri verildi. 1.’lik ödülünü
Necmettin Çakır –Zemheri Çiçekleri, 2.’lik ödülünü Dursun Özden-Düş Vurgunu,
3.’lük ödülünü Nazım Mutlu- Sen ki Sivas’sın,
mansiyon ödülünü Tamer Öncül-Katiller Özür Diliyor, özendirme ödülünü
Abdül Kadir Kaçar-Gözlerimde Nergis Açar adlı şiirleriyle aldılar. Dergimizin
karşılıksız abonesi oldular. Etkinlik, Yaz 2000/43. sayımızda haberleştirildi.
3.Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), PEN
Yazarlar Derneği, Cumhuriyet Kitap Kulübü (CKK), Edebiyatçılar Derneği
işbirliğiyle 2/8 Ekim 1999 Birinci Adana
Sanat Günleri’ne ve 2/8 Ekim 2000 günleri düzenlenen İkinci Adana Sanat
Günleri’ne dergimiz destek vermiş, katkıda bulunmuştur; konu Eylül Ekim 1999 ve 2000 sayılarında
haberleştirilmiştir.
4.
2002 yılı Aykırısanat Şiir Yarışması’nda
1.’liği Birsen Başaran ‘ın ‘Saat Direncindeki Kavi’ ile Nilüfer Altunkaya’nın
Aşka Rapsodi şiiri paylaştı. 2.’liği YunusYaşar’ın ‘Suluboya Zamanlar’, 3.’lüğü
Şaban Aktaş’ın ‘Kır Pencere’ adlı şiiri almıştır.Yarışma sonuçları
Mayıs-Haziran 2002/54 ve 55. sayımızda yayınlanmıştır.
5. 2003 Yılı için de
kısa öykü yarışması açtık. Yarışmanın ödülleri
Adana İl Halk Kütüphanesi Salonu’nda törenle verildi. 1.’liği Münevver Ogan ‘Rayların Türküsü’ ile Adnan
Gerger’in ‘Yasemin’le O Gece’ adlı öyküleri paylaştılar. 2.’liği Bilge Öngöre
‘Zillerin Ölümü’; 3.’lüğü Filiz Gülmez
‘Düşlerde Aramak’; mansiyon Nihat Taydaş ‘Onu Seviyorum’; Aykırısanat
özel ödülü Pınar Uçkun ‘At Kestanesi’ adlı öyküleriyle aldılar. Ayrıca,
Talat Avcı’nın ‘Kendine İyi Bak’, Ayşe Çekiç Yamaç’ın ‘Son Gülümseyiş’, Musa
Dinç’in ‘Beri Gel Alanya’, Ahmet Aksoy’un ‘Sıkıcı Bir Gün’, Elif Yiğit’in
‘Sarının Götürdükleri’, Zehra Ünüvar’ın ‘Tuttu Yalnızğın Elinden’, Zeki Oğuz’un ‘Maskeli Öyküler’ adlı öyküleri Aykırısanat’ta yayınlanmaya değer
görüldüler..
6. Önce
kararlaştırdığımız ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda Şiir ve Yansımalar’
konulu açıkoturumun günü gelmişti. 10
Mayıs 2004, saat l3.15’te Bilfen Okulları Salonu’nda gerçekleştirecektik. O gün
Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü beni aradı. Çetin Derdiyok, Zafer Doruk,
Mustafa Emre, Orhan Kemal’in çalıştığı Milli Mensucat Fabrikasına gittik,
gezdik, Yüreğir’deki Orhan Kemal
Bulvarı’nı fotografladık Akşam da ÇÜ
Sosyal Tesisleri’nde buluştuk. ÇÜEF Dekanı Necmi Yaşar fıkralarıyla ilgi çekti.
Açık oturum;
belirtilen saatte ve okulda ,okulun müdürü
Halil Çetin ve çalışanlarının desteğiyle gerçekleştirildi.
Ankara-Bilkent Üniversitesin’nden Mehmet Aydın ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri’,
Ahmet Özer 1950-1980 Toplumsal Dönemi ve Şiirimize Etkileri’; Vedat Yazıcı ‘1980 Sonrası Türk Şiiri’
konularını anlattılar, oturumu Arslan Bayır yönetti. Konu derginin
Temmuz-Ağustos 2004/67. sayısında yer
aldı.
2004 Kısa Öykü Yarışmamızın ödülleri, 26.11.2004 günü, ÇÜEF Hasan
Ali Yücel Salonu’nda dergimiz kuruluş yıldönümü geleneksel etkinliğinde
sunuldu. Şiirde 1.’lik Muzaffer Sarıgül ‘Sustuklarım’; 2.’lik Ahmet Tolu-Esrik Gece Sevisi’; 3.’lük Turgay Değirmenci ‘Sayıklamalar’;
Aykırasanat özel ödülü İbrahim
Eroğlu,’Amalia- Haydi Kız’; Jüri özel
ödülü Pelin Onay ‘Lirik Hesaplaşmalar/Dönüyorum’; özendirme ödülü; Necdet
Tezcan ‘Istıranca Esini’ şiir ödülü aldılar.
Kısa öyküde 1.’lik Ferit
Sürmeli ‘Yağmur’; 2.’lik Adnan Yüce
‘Kırmızı Yanaklı Türk Köylüleri’; Sultan
Su Akar ‘Alkara’; Aykırısanat özel ödülü
Mustafa Atmaca ‘Berberde’; Jüri özel ödülü Ali Gençli ‘Yüreğim Enkaz Şimdi’;
özendirme ödülü Seda Bilger ‘Kırmızıydı Sonbahar’ öykü ödülüne layık görüldüler. Eylül-Ekim
2004/68.s. haberleştirildi.
7. 2005 Şiir, Kısa Öykü Yarışması ödülleri, dergimizin 13.
Kuruluş Yıldönümü etkinliğinde, 12 Kasım 2005 günü, Adana İl Halk
Kütüphanesi Salonu’nda dağıtıldı. Şiirde 1.’lik Behçet Yani ‘Renkler
Armonisi’; 2.’lik H.İhsan Sönmez ‘Düşlerin Çağrısı’; 3.’lük Atilla Oğuz ‘İnanna’nın Gülüşü’; Aykırısanat özel ödülü Refik Uğur ‘Kuşatılmış
Bir Ülkedeyim’; Jüri özel ödülü Erbay Kara ‘Anadolu’, Eray Korkmazer ‘Kırmızı
ve Mavi’ şiirleriyle ; öyküde 1.’lik
Mehmet Fırat Pürselim ‘Bin-Bir’; 2.’lik İnci Gürbüzatik ‘Tuşe’; 3.’lük İncila Çalışkan ‘Cemile’nin Yazgısı’;
Aykırısanat özel ödülü Emine M.Azboz ‘Mızıka’; Jüri özel ödülü Güldem Şahan
‘Düet’; Ayşe Çekiç Yamaç ‘İki Güvercin’ öyküleriyle ödüllerini aldılar. Öyküler,
Temmuz-Ağustos 2005/73. s., Şiirler, Eylül-Ekim 2005/74. s. Yayınlandı.
8. Aykırısanat 2006 Kısa Öykü/Şiir Yarışması koşulları Kasım-Aralık 2005/75. sayımız ve sonraki
sayılarımızla duyuruldu. Yarışmaya 106 öykücü, 124 şair katıldılar. Yapıtlar,
yarışma süresinin sona erdiği 15 Mayıs 2006 tarihi ardından seçici kurul üyelerimize ulaştırıldı. Sonuçlar
dergimizin Temmuz Ağustos 2006/79.
sayısında yayınlandı. 18 Kasım 2006, Cumartesi saat 14.oo’te Sabancı Kültür Sitesi
İl Halk Kütüphanesi Salonu’nda, Aykırısanat’ın
14. kuruluş Yıldönümü etkinliği
kapsamında ödüller sahiplerine sunuldu:
Aykırısanat 2006 Kısa Öykü Yarışması Başarı Ödülü “Eylül Fırtınası” adlı öykü sahibi Ayşe
Çekiç Yamaç’a; Özel Ödülü “Mutfak Masalı” adlı öykü sahibi Duygu Gücük’e; Aykırısanat 2006 Şiir Yarışması Başarı Ödülü
“Irak’ta Ana Olmak” adlı şiir sahibi Tahsin Şimşek’e, Özel Ödülü “Dengbej” adlı şiir
sahibi Muhammet Akyıldız’a verilmiştir. Duyum, ayrıca Ocak Şubat
2007/82. sayımız “Duyumlar” sayfasında yayınlanmıştır.
4. Aykırısanat’ın Etkileri
Aykırısanat’ın, etkileri azımsanamayacak ölçüde büyük olmuştur. Hemen
ardından Adana’da yeni dergiler çıkmaya
başlamış, sayıları on’a yükselmiştir. Hepsi de uzun süre yaşamaya, dukalık
anlayışını kırmaya çalışmışlar, bunda da ölçüde başarı sağlamışlardır.
Bunlardan bazıları kapanırken. Söylem 115. sayıyı aşmış bulunmaktadır..
Aykırısanat’ın, Anadolu Dergiler Birliği tasarımı, bazı dergiler
ve kişiler tarafından gündeme taşınmışsa da yeterli başarı sağlanamamıştır. Biz
istiyorduk ki, Anadolu’nun herhangi bir kentinde, daha da çok Adana’da Anadolu
Dergiler Birliği gerçekleştirilsin;
birliğe üye olsunlar, birlik matbaasını kursun, Anadolu’nun
dergileri burada yayınlansın, şair
yazarlarının kitaplarını burada basılsın; Adana yeniden Ortadoğu’nun kültür sanat, ticaret kenti olsun.. Şimdilik
bu tasar gerçekleştirilmedi, ama gerçekleşmeyecek anlamına gelmez. Bir gün
birileri çıkıp bu tasarıyı yaşama geçirecek; Anadolu kültür sanat açısından
dünyaya açılacak.. Bu ütopya değildir..
Aykırısanat’ın savunduğu ilkeler büyük ölçüde tutmuştur. Anadolu
dergilerinin yetiştirdiği yazar şairlerin büyük bir bölümü kentlerinde
kalmışlardır. İçlerinden pek azı kentlerini terk ederek İstanbul, İzmir gibi
büyük kentlere yerleşmişlerdir. Ama yine de bu şair yazarlarımız Adana’yla olan
ilişkilerini canlı tutmayı
başarmışlardır!. Biz, şair yazar, sanatçılarımızın kendi kentlerinde
kalmalarını diliyoruz. Sinema, müzik, tiyatro.. üretim alanlarının, dergi-kitap
yayınevlerinin açılmasını bekliyoruz. Unutulmasın ki bir kent, kuruluşlarıyla,
kurumlarıyla, sanatçılarıyla şairiyle soluk alabilir..
Aykırısanat’tan birçok şair yazar çıkmıştır; işte kimileri:
M. Demirel babacanoğlu, Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Adnan Gül,
Yaşar Yıltan, Cemil Okyay, Ahmet Arslan, Ali F. Bilir, Necmettin Çakır, Coşkun
Karabulut, Zafer Doruk, İbrahim Tığ, Abidin Güneyli, Şemsettin Murat, Tamer
Abuşoğlu, Efe Güzelgöz, Aşık Haydar
Aslan, Nihat Mustul, Hasan Akarsu, Yunus Yaşar, Veli Cuma, Osman Erkan, Musa
Dinç, Ali Ozanemre, Ahmet Tolu, Mehmet Babacan, Ali Akdemir, Mehmet Kılıçoğlu,
Ünal Şöhret Dirlik, Rehber Aydın, İlhan Kemal Kaplan, Şaban Akbaba, M. Fikret Ünlüer, İsmail Biçer,
Aziz Kemal Hızıroğlu, Hasan Hüseyin Yalvaç, İbrahim İspir, Bekir Dağsever,
Seçkin Gündüz, Nevra Çağlayan, Mustafa Atmaca, Behçet Yani, Süleyman Bozdoğan,
Ayşe Çekiç Yamaç, Hasan Hüseyin Çabuk, Osman Nuri Poyrazoğlu, Necmettin Bayraktar…
5. Aykırısanat’ın Kapanması:
Aykırısanat’ın kapanma olayı, uzun bir öykü. Özetle bir şeyler
anlatayım:
Söyleyeceklerim belki de “zülf-ü yâre” dokunacak; ama ne yapalım, “zülf-ü yâre” dokunmadan yâr sevilmiyor!
Dergiyi, büyük ölçüde aboneleri, okurları, yazarları ayakta
tutuyorlar. Kimilerinden de yardım aldığımız oluyor.. Reklamsa yok denecek kadar az. Ben bir nedenle
Ankara’dayım.* Dergiyi uzaktan koruyup kollama yeterli olmuyor! Ülkem ve
kentimin ekonomik koşulları bizi etkiliyor. Okurların, abonelerin,
yardımseverlerin desteğinde ister istemez azalma oluyor. Ardından da ekonomik “kriz” geliyor. Tam bu sırada,
Sevgili Arslan Bayır’a, Sayın Yazar
Burhan Günel bir mektup yazıyor. Sen
filan yazarın gazetedeki yazısını “intihal” etmişsin, kimbilir başka ne
“intihal”ler yapmışsındır, dergiden çekil, çekilmezsen yoksa konuyu kamuya
açıklayacağım diyor.
Ben dergiden çekilmesini
istemiyorum. Arslan, bunun üzerine dergiden çekiliyor. Nedense, Sevgili Burhan
Günel sözünde durmuyor.. Konuyu, “tanedebiyat, (kasım 2005/1.s.), Damar, (Ocak
2006/178. s.), Beşparmak, (Ocak-Şubat
2006/131. s.), Akköy (Mayıs-Haziran 2006/36. s.)” adlı dergilerde
yazıyor.
Sevgili Burhan Günel,
konuyu bir dergide yazmış olsaydı belki de böyle bir yazıya gerek
duymayacaktım! Konuyu içeren yazıyı, ilk yayınlayan dergi tanedebiyat’ı
anlıyorum! Sözkonusu yazıyı diğer üç
dergi niçin yayınlamıştır, anlamıyorum!
İşte görülüyor ki, bir
Anadolu dergisine dört Anadolu dergisi karşı!.. Aykırısanat olarak ne
yapabilirdik? Baltayla sap öyküsüne benziyor olay.
Dergide tek başıma
kalıyorum.. Biz ekonomik sorunlarla
cebelleşirken bir de bu sorunlar ekleniyor.. Bana yardımda, abonede.. söz verenler “kriz” var diyorlar. Herkesin
kendine göre ölçüsü var. Bir şey diyemem! 2008 başında, derginin yayınına ara
veriyoruz. Yeniden yayınlayabilmek umudunu taşıyoruz. Ama “kriz”, “teget” geçmiyor!. Dergiyi kapatmak
zorunda kalıyoruz.
(Şubat 2010, Adana)
(Çukurova Edebiyatçılar Derneği 2002 öykü ödülü.)
Yaşlıadam köyüne gitmişti.
Çoktandır özlemini
çekiyordu köyünün.
Köyleri iki parçaydı. Büyük
parçasında babasıgil, küçük parçasında dedesigil oturuyordu. Çevrenin odak
köylerinden biriydi. Torosların güneyinde uzanan engebeli topraklar üzerinde
kurulmuştu. Okulu, harf devrimi yıllarında yapılmıştı. Bir çok insan burada
yetişmişti. Bu konuda öncü sayılıyordu! Ama yıllar kağşatmış, altüst etmişti. Ellili
yılların başlarında başlayan, giderek artan göç, köyde birkaç kişiden başka
kimseyi bırakmamıştı!..
Dedesigilin evine doğru
yürüdü.
Bebeklik ve ilk çocukluk
yılları burada geçmişti.
Ev iki katlıydı.
"Tabaka" deniyordu. Altı ahırdı. Kuzey sırtında samanlık, batı
yönünde ekmekevi vardı. Ahırda öküz, at, eşek, sığır, sıpa besleniyordu.
Samanlık ağzına kadar saman doluydu. Ekmekevi kiler ve oturmak için
kullanılıyordu. Tabakada ise dedesi, ninesi oturuyordu.
Yaşlı adam, çocukluk
günlerinin geçtiği bu evi ne çok görmek istiyordu. Hızlı hızlı yürüdü. Köy
evlerinin arasından geçti. Vardığında evi yıkılmış buldu. Yerinde birkaç tümsek
kalmıştı! Yeller esiyordu. Tümseğin üstüne dikildi. Bakındı dört bir yana. Eski
günlerin özlemi yangın oldu. Karartılar gerildi gözlerine. Karanlık oldu her
yer; sanki güneş tutuldu! Kaldı gecenin içinde (!) Fırtına değmiş gibi
sallandı. Yıkılmadı, topladı kendini durdu. Gözlerini açtı, tepede güneş vardı.
Yüzünden boşanan terleri sildi. Düşündü; düşleriyle kaldı baş başa. Kabardı
duyguları. Zamana açılan tünele aktı gitti!
Dedesi şehire gitmişti.
Akşam oluyordu.
Yemek hazırdı.
O, olmadan kimse oturamazdı
sofraya.
"Tabaka" kutu
gibi bir yerdi. Ocak oyuluydu doğu duvarında. Ateş yanıyordu. Sayacak üstünde
tencere kaynıyordu. Yakınında pencere vardı. Önünde yerlikoza yığılıydı.
Üstünde kedi yavruları oynaşıyordu. İki gözünü “kaçkaç”ta yitirmiş olan teyzesi
gözlüler gibi çevikti. Tencereyi ocaktan indirdi. Koza yığınının önüne koydu.
Soğuması için kapağını açtı, güzel kokular yayıldı çevreye. Çorbadan bir tabak
doldurdu; ayrıcalıklı yeğeninin önüne koydu. Kesme çorbasıydı bu. Yeğeni
iştahla kaşıklıyordu. Namaza durdu teyzesi. Namazın bir bölümünü kıldı kılmadı;
yerlikoza üstünde oynaşan kedi yavrularından biri yuvarlandı, düştü tencerenin
içine. Zavallı yavrucak çırpındı, kurtulamadı. Teyzesi bıraktı namazı koştu.
Döktü çorbayı dışarı. Tencere onulmaz
kirlenmişti. İçine bir şey konamazdı. Kalaylanacak, kırk taşla kırklanacaktı.
Sabahleyin gönderildi kalaya. Teyze öfkelenmişti. Kedi yavrularını pencereden
aşağı fırlattı. Yavruların kimi yaralanmış, kimi topallıyor, kimi miyavlıyordu!
Bir daha eve kedi sokulmadı...
Dışarıda yağmur yağıyordu.
Evler ıslanıyordu.
Ağaçlar, dağlar
seviniyordu.
Yıkanıyordu yeryüzü.
Arınıyordu pisliklerinden!
Çörtenden sular
fışkırıyordu. Öyle güzel akıyordu ki, sevgi doluydu. İmrendi çocuk akışına
damdaki suyun, devindi hemen, koştu suyun altına durdu. Uzattı ellerini, tuttu
suyu. Kaldırdı ayaklarını, salladı suya. Usulca aktı su, incitmedi çocuğu.
Ipıslak oldu çocuk. Dedesi gördü içeriden, usu başından sıçradı.
“Hınzır!”
Koştu aldı suyun altından
torununu.
“Hasta olacaksın!”
Birkaç çırpı vurdu sırtına.
Yandı sırtı.
“Suyun altında durulur mu?”
Ağlayımsı oldu torun,
büküldü dudakları.
“Cıbıl olmuşsun bak!”
Dedesi, yüksek sesle
çağırdı teyzesini; gelsin alsın, giysisini değiştirsin diye. Sesi duyunca,
yerinden zıpladı, koştu geldi teyzesi, aldı götürdü onu, değiştirdi ekmekevinde
ıslanan sırtını. Kuruladı saçlarını...
“Bak! Islanmışsın.”
Çorap giydirdi ayaklarına,
başına başlık.
“Bak üşümüşsün, bir daha
yapma!”
Kucakladı onu, ısıttı
bedeniyle.
“Yapmam!”
“Akıllı çocuklar yapmaz!”
Götürdü dedesine yeniden.
“Gel bakayım, yakışıklı
olmuşsun!”
Buruk bir hava içindeydi.
Anladı dedesi, gönlünü
almak istedi hemen onun. Ona çok sevdiği oyunlardan birini önerdi.
“Atçılık oynayalım mı?”
Yüzü ışıdı çocuğun, unuttu
olanları.
“Oynayalım!”
Dedesi at oldu.
Çocuk mendili kırbaç yaptı.
Bindi dedesinin üstüne.
At gibi kişnedi dedesi:
“Hayyyyyyy!..”
Ne güzel atçılık!
Çocuk sevindi iyice...
Dedesinin al bir atı vardı.
“Hayyyyy!” Dedi mi uçardı.
Görenler ayağa kalkardı.
Döner döner bir daha bakardı. Hayran kalırdı, gelinler kızlar... Süzerdi
dedesini.
Torun da sevdi atı.
At ahırda bağlıydı. Kimseye
haber vermeden gitti torun atın yanına. Yavaşça ses etmeden okşadı atı.
Tanımadı at onu. Aldı altına, ısırdı belinin ortasından, kaldırdı havaya, tam
yere çarpacaktı, bağırdı çocuk:
“Dedeeeeeeeeee!”
At onu tanıdı sesinden.
Usulca bıraktı yere. Özür diler gibi yaladı yüzünü.
Çocuk ayağa kalktı.
Sevdi atı.
Sırçakelek adında bir kadın vardı köyde. Delidemsek biriydi.
Şakalaşırdı herkesle. Hele de çocukları gördü mü takılmadan edemezdi. Gördü
dedenin torununu, sevdi biraz.
“Gel seni eşeğe bindireyim”
dedi.
Bindirdi eşeğe gezdirdi
köyün içini. Usandı, getirdi evin önüne bıraktı. Haber de etmedi çocuğunuzu
getirdim diye. Çekip gitti. Çocuk kaldı eşeğin üstünde. Eşek gezindi bir ora
bir bura; kımtıdı şundan bundan. Kaldırdı başını, tuttu Çaltılı'nın yolunu. “En
iyisi bostan yemek” diye geçirdi içinden! Vardı Çaltılı'ya. Çaltılı kavun karpuz doluydu. Sevinçle, bir
kavundan, bir karpuzdan ısırdı, doyurdu karnını, keyfine diyecek yoktu...
Aradan uzunca bir vakit
geçmişti. Ayrımına vardılar çocuğun olmadığının. Telaşla çıktılar tabakadan,
dağıldılar her bir yere, aradılar çocuğu. Sordular konu komşuya. Sonunda
öğrendiler Sırçakelek'in eşeğe bindirdiğini. Baktılar eşek yok.
“Eşek alışık, gitmiştir
Çaltılı'ya” dediler.
Koştular, soluk soluğa
vardılar Çaltılı'ya. Eşek oradaydı, torun üstünde duruyordu. Eşek toruna, torun
eşeğe uymuştu. Derin bir soluk aldılar. Ohhhh!
Torunu aldılar eşeğin
üstünden, sevdiler iyice. Karpuz kesip yediler, serinlediler. Bir heybe de
topladılar, koydular eşeğin üstüne, getirdiler. Çocuğun bulunması onuruna
dağıttılar karpuzu konu komşuya.
Sırçakelek'e de iyi
demediler!
Çocuğun ninesi sayrıydı.
Yatıyordu yatakta.
Yatak, Medetsiz Tepesi gibi
evin ortasındaydı.
Aklara bürünmüştü, üzerine
kar yağmış gibiydi.
Eşi, çocukları
başucundaydı. İnliyordu ninesi!
Torununa sesleniyordu
ölümcül bir sesle!
"Gidiyorum yavrum,
gidiyorum!"
Torun gitmenin ne anlama
geldiğini kestiremiyordu. Ama bir şeylerin olabileceğini de sezinlemiyor
değildi. Baktı ninesine, buğulandı çocuk gözleri. Hemen atıldı ninesinin
üzerine.
"Gitmeeeeeee!!
Gitme!" dedi.
Ninesinin gözlerinde
sıralandı yaşlar. Torununu aldı kucağına, siyah saçlarını okşadı, ala
gözlerinden öptü, akıttı gözyaşlarını içine (!)
Bu bir ayrılış töreniydi.
Başında olanlar anladı. Onlar da tutamadılar gözyaşlarını. Okşadılar kınalı
saçlarını. Öptüler ellerinden.
Kucaklaştılar torunla nine
yeniden. Bir daha bir daha kucaklaştılar. Özlem kalacaktı geride! Kaldı!
Bir limon gibi olmuştu
ninesinin yüzleri. Feri kalmamıştı gözlerinin. Gittikçe sönmüştü ışığı. Hiçbir
yeri tutmuyordu artık. Kıpırdamıyordu ayakları kolları. Çekilmişti kanı. Buruş
buruş olmuştu bütün teni. Üşüyordu. Üşüdükçe üzerine ak yorganlar örtüyorlardı.
Ak yorganların arasından sarkıyordu kınalı saçları.
Buruşmuş yanaklarından öptü
son kez torun.
Daha fazla direnemedi
ninesi.
Son bir kez daha baktı
torununa.
Sonra eşine ve çocuklarına
çevirdi gözlerini.
Düşüverdi boynu, soluksuz
kaldı.
Yavaşça, incitmeden aldılar
ninesini yataktan. Evin önünde kurulmuş tahta sundurmanın üzerine yatırdılar.
Kınalı saçları dağıldı, hafifçe esen rüzgarda. Yüzü, geçmişin bütün acılarını
taşıyordu. Buna karşın yine de dudaklarında belli belirsiz yaşamsal anlamlar
vardı. Yıkayıcı kadınlar geldiler; kazanda ısınmış olan sudan saplıyla döktüler
ölünün üzerine. Yıkadılar kuralına uygun. Sardılar ak bezlere, kefenlediler.
Koydular kaba tahtadan yapılmış bir tabutun içine. Üzerine çubuklu antik bir
savan örttüler. Baylar el üstünde alıp götürdüler. Boylu boyunca uzun ve derin
kazılmış gömütüne koydular. Kürekler çalıştı şakur şukur. Örtüldü üzeri
toprakla. Kınalı saçları aklında kaldı çocuğun!
Çok geçmeden, dedesi şehirden törpüsüz bir kadın getirdi.
Hoşlanmadı hiç kimse ondan! Düzeni bozuldu evin. Dışlık vermedi beyine, beyinin
çocuklarına. Dağıtmak istedi, onların her birini her bir yere; çekişti durdu
onlarla. Ezildi arada torun. İzin vermedi cicianne, dedesiyle görüşmesine!
Uğrun uğrun görüştüler, saklı saklı konuştular...
Yüz vermedi cicianne,
ekmekevine çekildi çocuklar. Ayak basmadılar bir daha "tabaka"ya.
İneği çekip aldılar cicianneden; içirmediler sütünü, yoğurdunu ona.
Karışmadılar ekmeğe (!)
Cilveli biriydi cicianne.
Her gün gözlerini sürmeler, taranır, boyanırdı. Sürünürdü güzel kokular... Akşam
olunca gülüşmeler, cilveler başlardı "tabaka"da. Kösnül devinimler
taşardı dışarı...
Cicianne, haftada olmazsa,
onbeş günde bir kesinlikle giderdi şehire. Giderken koca bir sele ekmek sular,
bohçalar götürürdü. Bulgur, yağ... o da cabası!
Yakın komşular bile
yılmıştı ondan iyice. Bir araya geldiler mi çekiştiriverirlerdi!
"Kendini
beğenmiş"
"Törpüsüz!"
"Tek başına şehire
giden ne yapmaz?"
"....................."
Derlerdi.
Evden ve çevreden baskılar
geldi dedesine.
"Bırak o kadını!"
"......................"
Sonra geçimsizlik tabakaya
da sıçradı.
Düşündü bey.
"Bırakmalı bu
kadını!"
Tartışmalar, geçimsizlik
şiddetlendi gittikçe.
Bir sabah aldı götürdü
kadını bey, bıraktı aldığı yere.
Döndüğünde kurtuluş vardı
yüzünde.
Bir daha da evlenmedi.
Artık toruna bu evde yer
yoktu.
Babasıgile gitmeliydi.
Babası geldi bir gün, şöyle
seslendi:
"Seni
götüreceğim!"
Tepkisi sert oldu çocuğun:
"Gitmem!"
Çocuk dedesini baba,
ninesini anne bilmişti.
Bu da kimdi?
Bundan hiç söz eden
olmamıştı ona.
Çocuğu hazırladılar.
Dedesi ona gitmesi
gerektiğini söyledi.
Karşı durdu çocuk:
"Gitmem!"
Dedesi babasını gösterdi
işaretle.
"Baban bu! Seni alıp
götürecek. Annen de bekliyor evde seni. Bak sana neler almışlar. Ne cici
şeyler!"
Babası aldığı şeyleri gösterdi.
Ayakkabı, leblebi, şu bu...
"İstemem!"
Babası yumuşak sevecen
seslerle seslendi oğluna.
"Haydi evimize
gidelim. Bak orada kardeşlerin var. Onlar bekliyor seni. Onlarla
oynarsın!"
"Oynamam!
Gitmem!"
"Ben senin
babanım!"
"Yalancı!"
"Yalan söylemiyorum!"
Dedesi, dayısı, teyzeleri,
hep birden karıştılar söze:
"Yalan değil, senin
baban vallahi. Gerçek baban bu. Annen de köyün büyük parçasında seni bekliyor.
Hani gelip gelip seni sevip giden bir kadın vardı ya işte o senin
annendi!..."
"Yalandırıyorsunuz
beni. Bu babam, o annem! Niye söylemediniz şimdiye kadar?"
"Zamanı değildi.
Sırası değildi. Şimdi söylüyoruz. İnanmalısın bize. Bebekken seni burada
bıraktık. Alıştın. Nineni anne, dedeni baba bildin..."
Çocuk yüzlerine baktı
onların, denetledi yüzlerini. İkilemli bir duruş gösterdi.
"İnanmam!"
Yine hep birlikte diller
döktüler, güller verdiler ona. O inanmadı, ayak diredi.
"Gitmemmmmmmmmm!"
Babası kararlıydı. Zorla da olsa götürecekti. Kucakladı bindirdi
eşeğe. Çıktılar yola. Çocuk eşeğin üstünde durmuyordu; bağırıyor, ağlıyordu.
Kimse bakmadı gözünün yaşına. Köyü çıktılar. Yeriniçi'ne geldiler. Burası
tozluk kumluk bir yerdi. Attı eşeğin üstünden kendini çocuk. Toza belendi üstü
başı. Babası kaldırdı, yeniden bindirdi eşeğe. O çırpınıyordu. Arkalara,
gerilere bakıyordu. Bir fırsatını bulsa kaçacaktı. Çırpınıyor, bağırıyor,
çağırıyordu. Ne yapsa, ne etse babası susturamıyordu onu. Sabrı taşıyordu.
Elindeki nar çubuğuyla sırtına beline vurdu. Eliyle acıyan yerlerini kavraladı
çocuk.
"Sust!" dedi
babası, "sust"
Çocuk sustu içine kapandı.
Hıçkırıklar düğümlendi boğazına. sızladı durdu.
Eve geldiklerinde yüzü gözü
şiş içindeydi. Islanmıştı gözyaşlarından yanakları, boynu...
Annesi görünce şaşırdı.
Çıkıştı babasına:
"Getir dediysek böyle
mi yapılır?"
Sesini çıkarmadı beyi.
Çocuk için için ağlıyordu. Annesi sevecen bir sesle seslendi:
"Sus yavrum,
sus!"
Onu eşeğin üstünden aldı.
Söylendi:
"Bilsem böyle
olacağını kendim gider getirirdim. Alıştıra alıştıra söyle demedim mi? Gelmezse
yarın, bir gün, o bir gün gelir demedim mi? Bunca zaman kalmış, birkaç gün daha
kalsaydı ne var?..."
İçeri götürdü. Giyitlerini,
değiştirmek için çıkardı. Sırtında, belinde, değnek izlerini gördü. Öfkesi
arttı. Bağırdı:
"Bari
öldüreydin!"
Karşılık vermedi babası.
Değiştirdi giyitlerini.
İpekli yatağına yatırdı. Gömdü başını yorganın içine çocuk. Hıçkırıklara
boğuldu. Bekledi başında annesi.
.................
Alışması zor oldu yeni
yaşama!
Bir zaman annesine anne,
babasına baba demedi. Mavi gözlü bir kardeşi vardı. Onunla oynardı.
"Mavin" derlerdi ona gözlerinden dolayı. Annesine "Mavin'in
annesi", babasına Mavin'in babası" derdi. Alıştı daha sonra anne
demeye, baba demeye...
Yaşlı adam tümsekten indi!
Kasım
2001, Sincan
karanfil
karanfil
karanfil
ka
ran
fil
top sesleri yığılıyor Bükreş sokaklarına
ayak sesleri
apoletler
paletler
topların ucunda gördüm seni
Romanyalı darbecilerin yüzünde gördüm seni
vurulmuş yatıyordu Çavuşesku, Elana gözleri açık bakıyordu uzaklara
uzaklar
rrrrrr
uzak
uzak değil
Çuvuşesku darbecilere bağırıyordu
işçi sınıfına karşı sorumluyum
ancak onlara hesap veririm
tanımıyorum sizi
-tanıtacaklardı-
dommmm
zzzzzzzzzzzzzzz
Bükreş sokkalarında şafaklar söküyordu
bir gül
bir karanfil gül başını uzatmış sarkıyordu
kan
kan
kan
onuru kanla çizilmişti Esku’nun
bir kan gül, bir karanfil bitiyordu Bükreş sokaklarında
inanarak dölleniyordu Çavuşesku
çoğalarak
karanfil
karanfil
ka
ran
fil
fffffffffffffffffffffffff
önce krallıklar vardı
sonra tek parti
benciller
hep ben bilirim, ben bilirim
başkaları bilmez
benciller
karanlık bir kafadan, karanlık bir kafa türeyerek geldi Malta’ya
Bush ile ‘lambada yaptı’ Gorbaçov, paletlere giydirip zırhı
Vatikan’da papazın elini öptü
yeni papazlar, yeni krallar türettiler Bükreş sokaklarında
işçi sınıfının önderi Esku’ları bir celsede(!) öldürdüler
karanfil
karanfil
karanfil
kar
annnnnnnnnn
tannnnnnnnnnnnn
fil
fil an fil kar
seni darbecilerin beyninde gördüm yetmişbine sıkarken mermileri
yetmişbin cesetin ağzında gördüm
güneş doğuyor Bükreş sokaklarına
Bükreş’te analar yeniden gebe Eskulara
Eskular doğuyor
bir gül, bir karanfil gül gibi
bütün çiçekler tozlaşıyor
Bükreş dağlarının rahminde
yeni çiçekler açıyor
Çuvuş Esku gibi
anladın mı
karanfil
karanfil
karanfil
Bükreş sokakları insan dolusu kan ve barut içinde
Roket atar, top atar, mermi atar, can atar... ölür insan can içinde
Bükreş’te bir Esku yatar
onuru kan içinde
gözleri açık bakar
sevgisi can içinde
karanfil
karanfil
karanfil
kırmızıların soldu mu?.................
Mayıs
1990, Adana
İMGE – ŞİİİR (*)
Sözlükler, tinbilimine dayandırıyor imge'nin anlamını. Demek ki imge'nin bizim tinsel duruşumuzla yakından ilgisi var.
Sözcük anlamına bakalım imge'nin:
Sinirlerin, merkezcil uyarımı işe karışmaksızın beyinde kendiliğinden canlanan duyumsal biçim. Gerçekleşmesine olanak bulunmayan, ya da gerçekleşmesi çok güç olan düşünü.
Bir de İmge'ye dayalı birkaç sözcüğe daha bakalım:
İmgelem:İmge yaratabilen yeti. Yani nesnenin anlaktaki biçimlerini oluşturan yeti.
İmgeleme: Bir şeyi anlık-anda- canlandırmak, düşleyebilmek(1).
Düş, im, ,imaj, hayal, sanal... sözcükler de imgesel duruşu içerirler! O halde insanlar, var olduğundan beri imgesel bir yaşam sürdürmektedirler.
Atilla Özkırımlı'nın Türk Edebiyatı Ansiklopedisi(2), imge'yi şöyle anlatıyor.
İmge:Duyu örgelerinin dıştan algıladığı bir nesnenin bilincine yansıyan benzeri.Duyusal bir uyaran olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar...
İki
durumda da bir tasarım beliriyor. Denebilir ki kısaca imge, bir tasarımdır! Her
insan veya şair düşündüklerini değişik
biçimlerde tasarlayabilir. Her tasarım
bir diğerine göre değişiktir. Tasarım ya da tasarlama işi, belli bir zamana ve
nesneye bağlı olmayabilir. Bu yönüyle imge algı'nın karşıtıdır. (Algı: Belli bir anda, çevrede varolan,
nesne ya da olayların, duyumlar yolu ile elde edilen bilincidir.) Oysa, imgede nesnenin, o
anda orada olması gerekmez. Hatta, imge
hiçbir zaman var olmamış, olmayacak bir nesnenin bilinci de olabilir. Yani
imge, insan beyninin bir ürünüdür. Buna sanal veriler de diyebiliriz! Jean Paul
Satre imge'de dört temel ayırıcı özellik bulunduğunu belirtiyor. 1.'si,
İmge'nin bir tasarım içeriği olmayıp, bir bilinç olduğudur. 2.'si, imge yarı
bir gözlemdir. [Görül(e)meyen birşeyin
veya görüntünün fotografına,resmine bakarak, ya da önceden görülmüş olan bir
yerin, bir görüntünün, yahut o yer ve görüntüyü
betimleyen birkaç tümcenin bulunması; o yer ve görüntü hayal edilerek
tasarlanabilir, düşlenebilir, sanal veriler ortaya konabilir...]
" İlk
akşamdan vardım kavil yerine
Öne
gördüm kömür gözlüm gelmedi
Bilmem gaflet bastı
yattı uyudu
Bilmem
o yar bize küstü gelmedi"(3)
Burada kavil (sözleşme) yeri belli değil. Sözgelimi hemen özdeşleşiyorsunuz Karacaoğlan'la, sözleşme yerini düşünüyorsunuz. Baraj gölü kıyısında bir yer miydi, yoksa bir aşevi (restoran)’nde çağdaş bir masada mıydı? Birden düşlerimizden kavil yerleri geçiyor. Kömüre benzetiyorsunuz yârin gözlerini. (Ya sizin yârinizin gözleri, yeşil miydi, ela mıydı, kırmızı mıydı? )Görür gibi oluyorsunuz onun gözlerini. Tasarladığınız yâr karşınızda duruyor!
Kavil yerine varmış beklemişsinizdir. Gelmemiştir yâr. Düşünürsünüz, elli, yüz türlü olasılıklar gelir usunuza; belki uyku basmış yatmış uyumuştur, belki bir suçunuz olmuştur, küsmüştür yâr, gelmemiştir...
Daha neler tasarlamıştır imgelem'iniz?!
"göğsünde
volkan
kırmızı
bir çiçek
düzleminde
savrulacak
yâre
saçların"(4)
deyince, hemen usunuza göğüs geliyor! Göğüsün biçimini, güzelliğini, çekiciliğini düşlüyorsunuz. Ona ulaşmak, ona dokunmak gibi şeyler geçiyor usunuzdan. Göğüs ile volkan arasında bir benzerlik kuruyorsunuz. Göğüsten fışkıran sütü, yanardağdan püsküren volkana benzetiyorsunuz belki de... Ama hiç de usunuza gelmiyor, sütün bir bebeği beslemek için olduğu... Önce aşk, aşk çıkıyor öne kırmızı bir çiçek gibi, baharı anımsıyorsunuz, yârinizle gezdiğiniz, kopardığınız çiçekleri, savrulan saçları, bir tay gibi kişnediğiniz...
"limuzin'de
bir kadın
ateşlendi
bujiler
duman sardı bacayı"(5)
Limuzin, bilim teknolojisinin son yıllarda ürettiği her bakımdan donanımlı bir otomobil. Onun içindeki kadın da limuzin kadar donanımlı değil mi? Tersini düşünebilir misiniz? Kimbilir ne ahlar geçiyordur içinizden. Düşleminiz öyle bir işliyor ki, kendiniz oluveriyorsunuz limuzinde... Neyse!
Limuzin'le kadın eşdeşleşiyor. Kadın limuzine, limuzin kadına benziyor. Limuzin'i ateşleyen buji, kadını ateşleyen bay'la benzeşiveriyor. Ateş sarıyor kadının içini; limuzini üreten fabrikaya benzetiyorsunuz aşka varan bacayı. Kadın, limuzin ve fabrika...
"Kara kömür kara kömür
Karadan da kara kömür
Saçbağımı kara ettin
Karalara gömülesin kömür"(6)
Zonguldak kömür madenlerinde bir zaman büyük bir patlama olmuştu. Birçok işçi göçük altında kalıp ölmüştü, belki de o günlerde hiç de şair olmayan bir ana o gün bir ağıt söylemişti, yani yakım yakmıştı. Bir dörtlüğü usumda kalmış, etkisi sürer gider başımda.
Her dizesinde kara geçiyor; her kara ayrı bir anlamda... Zonguldak'ı düşünüyorsunuz, Zonguldak kömür madenlerinde çalışan işçileri. Zonguldaklı çocuklar ve Zonguldaklı insanlar geçiyor içinizden. Bir atlas, bir coğrafya kitabı alıp, Zonguldak'ın yerini, sosyal yaşamını, kömür madenlerinin işlevini... öğreniyorsunuz... Acılı bir ana ne yapar, acılı bir çocuk nasıl okur?... Her şey karayla açıklanıyor, karayla bağlanıyor... Bir Zonguldak geçiyor içinizden.
"AYDINLIK
Aydın aydınlık
ay-dın-lık!..
Aydın aydınlığım
benim.
Gökte ay gibi
değil,
Gökte yay gibi
gerilen ay gibi aydınlatmıyorum tepeden
toprakta sınıfların kavgasını!,
Bağlıyım ben:
çamurlu,
kanlı, kara
topraklara!
Ben o topraktaki
kavgadan doğdum,
içindeyim o kavganın,
içinden aydınlatıyorum o kavgayı.
Biz görelim
onlar
kör olsunlar
diye!...
Evet onlar,
On-lar
kof çınarlar gibi karanlıklarda saplanıp
yıkılırken
ateş aydınlığımın
altına koyarak
oyarak
gözbebeklerinin
deliğini,
aydınlatıyorum
köklerine
saplanan baltamızın çeliğini!
Aydın aydınlık ay-dın-lık"(7)
Şiire, bütünsel olarak baktığımızda sosyal bir düzenin ne ile sağlanacağını kavrıyoruz. Aydınlıkla, aydınlık ve karanlık iki zıt kavram. Aydınlık, güzellikleri; karanlık kötülükleri anlatıyor. Savaş ve barış da öyle. Biri öldürüşmeyi, diğeri barış içinde yaşamayı yeğliyor. Bunlar zıtların birliğini anımsatıyor bize. Karanlık aydınlığa, savaş barışa dönüşebilir.
Egemen sınıflar karanlığı seçiyorlar. Ezilen sınıfların aydınlanmasını istemiyorlar. Bunun için her zaman kötülükleri ve savaşı ayakta tutuyorlar. Açlık ve işsizlik yaratıyorlar.
O zaman yönetilen, ezilen sınıflar aydınlık için çalışmalılar... Yoksa, barış, aydınlık, nasıl gelir? Nasıl kurtulur insanlar, işsizlik ve açlıktan. Şairin dediği gibi: Aydınlık, aydınlık diyelim biz de! Sahip çıkalım aydınlara...
İşte imge, şiir böyle bir şey…
__________________
(*) ÇÜ Eğ. Fak. İ. Akif Kansu Salonu'nda, 22.03.2004'de
düzenlediği "21 Mart Dünya Şiir Günü" izlencesinde tarafımdan
sunulmuştur. (MDB)
2. Atilla Özkırımlı- Türk Edebiyatı Ans. Cem
Yayınevi,1983, İst.
3.Karacaoğlan
4/5.M.Demirel Babacanoğlu
6.Zonguldaklı bir ana.
7. Nazım Hikmet; şiir Zekeriya Sertel'in Mavi Gözlü Dev
(Cem Y.1997, İst.) adlı kitabından,
(s.120).
M. Demirel Babacanoğlu
EDEBİYATTA SU
Suyun Önemi
Su, yaşamın en önemli
ögelerinden biridir. Böylesine önemli bir öge elbette edebiyatta yer alacaktı,
aldı da. Su, sıradan bir madde değildir. Hava, güneş, toprak gibi önemlidir. Varlıkların
kaynağı sudur. Onsuz yaşanamaz.
Kimyada Su
Su, kimyada H2O simgesiyle
gösterilir. İki hidrojen, bir oksijen elementi demektir. Yani iki hidrojen bir
oksijen elementini birleştirdiğiniz zaman su meydana gelir. Olay, söylediğimiz
kadar kolay ve basit değildir. İşlem kimyacıların işidir.
Su temizken saydam, renksiz,
tatsız bir maddedir. Suyun, altı metre derinlikten sonra, katmanlarının hafif
mavi renk aldığı görülür. Su, (deniz seviyesinde)
Yeryüzünün 4 de 3’ü sudur.
Ortalama derinliği
Eski İnançlarda Su
Eski inançlarda su, kutsaldır.
Kutsallık, suyun yaratılışının ana kaynağından gelir. MÖ 4000 yıllarında, Asur,
Mezopotamya’da evrenin sudan oluştuğuna inanılmış, canlılık kaynağı olduğu
kabul edilmiştir. Sümerlere göreyse yer-gök, tatlı sudan oluşmuştur. Su,
yalnızca eski çağlarda değil her dönemde kutsal kabul edilmiştir. Suya halk çok
büyük saygı gösterir. Damlasını boşa harcamaz. Su içerken yere oturur, bir
elini başına kor, algış eder, öyle içer suyu. İslamlıkta “zemzem”,
Hıristiyanlıkta “ayazma”, Şamanlıkta “göze”dir su.
Kimi dönemlerde su; ruhu
temizleyici tapınılacak Tanrı kabul edilmiştir. Mısır’da Nil, Hindistan’da Ganj
Irmağı, bu türden örneklerdendir. Bugün bile bu tapınım örnekleri son bulmamıştır.
Ölen yakılır, külü Ganj Irmağına serpilir. Böylece cennete gidileceğine
inanılır.
Göktürkler, 8. yy.’da su’yu
devletin resmi “Kült”ü kabul etmişlerdir. Sözgelimi İrtiş Irmağı, Kemeklerin Tanrısıdır.
Işık Gölü de öyledir; yılda bir çevresi dolaşılır, tapınılır. Göçebelik
dönemlerinde Türkler, tepelerdeki volkanik dağ gölleri başında kurban keserek
tören yaparlardı.
Şamanist Altay ve Yeniseyli
Türk boylarına göre yerküreden önce su yaratılmıştır. Göktürk Yazıtlarına göre
“ıduk yer-sub”, kutsal yer, kutsal su,
ruh anlamında olup, yurt koruyucularıdırlar.
Oğuz Kaan Destanlarına göre,
Oğuz Kaan ikinci eşini bir göl ortasındaki ağacın kovuğunda bulmuştur. Eş, gözü
gökten gök, saçı ırmaktan dalgalı, tanrısal bir varlıktır.
Dede Korkut’un öykülerinde Salur
Kazan’ın suya karşı durup söylediği şiir oldukça dikkat çekicidir.
“Çağıl çağıl kayalardan çıkan su
Ağaç gemileri oynatan su
Hasan ile Hüseyin’in özlemi su
Bağ ve bostanın ziyneti su
Ayşe ile Fatmanın bakışı su
Koç atların gelip içtiği su
Ak koyunların gelip çevresinde yattığı su
Yurdumun haberini biliyor musun söyle bana
Karabaşım kurban olsun suyum sana …”(2)
Kur’an’da Su
Kur’an’da bütün varlıkların
özü su olarak nitelenir. Tanrı, önce arşı yarattı, sonra suyu. “Ab-ı hayat”,
sonsuz yaşam demektir. (Hüd s. 7. ayet).
Nuh Peygamber’in tufan öyküsünü
bilmeyen var mıdır bilmem? Nuh Peygamber, bir gemi yapıyor Tanrı’nın buyruğuyla,
her canlıdan bir dişi bir erkek alıyor gemiye; sonra yağmurlar yağıyor, dağları taşları su
kaplıyor, tufan kopuyor; boğuluyor inanmayanlar. Gemiye kalanlardan çoğalıyor
insanlar. Su, böylece ikinci kez yaşam
veriyor. (Hüd s. 36…49. ayet).
Mtilojide Su
Manzum şiirle
anlatılmaktadır:
“Altay Yaratılış Destanı”
“Yerin yer olduğunda, sularla
kaplıydı her yer,
Ne gök vardı, ne de ay, ne
güneş, ne de bir yer,
Tanrı uçar dururdu,
insaoğluysa tekdi,
O da uçar dururdu, sanki
Tanrı’yla eşdi
(…)
İnsanoğlunun ise durmadı hiç
hilesi
Bir rüzgar çıkarmıştı, suları
kaynatarak,
Tanrıyı kızdırıp yüzüne
sıçratarak
böbürlendi insanoğlu
sular gömüldü
Tanrı’ya yalvardı
Kurtuldu
Tanrı bir gün insana şöyle
bir buyruk verdi,
‘İn, suların dibine bir
toprak getir’ dedi
İnsan daldı sulara, aldı bir
avuç toprak
Sulardan çıkıp verdi
Tanrı’sına sunarak
‘Yaratılsın yer’ dedi Tanrı
sulara saçtı
Yeryüzü yaratıldı, denizler
karalaştı.”
Tanrı yeniden buyurdu insana,
insan daldı denize, biraz toprak aldı, sakladı birazını ağzında, kendime yer
edineyim dedi. Tanrı’nın isteğiyle toprak kalınlaştı, sığmadı ağzına, boğulacaktı,
yalvardı Tanrı’ya. Tanrı:
İnsanoğlu’na ‘tükürrr’ diye
bağırdı. Tükürdü insanoğlu, dağıldı tükürük yere. Yeryüzü dümdüz iken karışıp
birden dağlar tepeler oldu. Dünya meydana geldi. (3)
Yörüklerde Su
Yörükler kışın güneye
inerler, yazın Toroslara çıkarlar. Yaylaların yaylağında yaylarlar, suların
göleğinde belenirler; soğuk pınarlardan su içerler.
‘Son Yörük’
kitabının 7. sayfasında şöyle yazıyor Osman Şahin:
“Bolkarlarda bulutlara doğru
yükselmiş gibi görünen irili ufaklı buzul gölleri vardır. Ne suyunun aktığı
bellidir, ne kaynadığı. Kenarları, otu, yarpız bilmez. Güneş katran karası
göllerin yüzünde sıvı biçimlere dönüşür. ‘Karagöl, Çinili Göl, Alagöl, Kapıgöl,
Kartal Göl’ adları verilen bu göllerin tümüne; ‘Kartal çimeği’ der yörükler.
Kartal sürüleri yazları göle inip konarak kanatlarını genişçe açıp çırpınarak
çimerler. Ardından kayalıklara konarak güneşlenirler. Kartalların yıkanmasından
sonra incecik yağ kirleri alır gölün yüzünü. Cilt hastalığına iyi geldiği
sanılan yağla kaplı bu göllerde çimer yörükler. ‘İktidarsızlık’ çeken kimi
erkekler kartal yağına bulanmış göl suyunun erkeklik gücünü artıracağı
inanırlar.”(4)
Yaşar Kemal’de Su
Yaşar Kemal’in, denebilir ki
bütün yaşamı su içinde geçmiştir. Köyünün hemen önünden Ceyhan Irmağı akar. O’nun
hangi romanını ele alırsanız alın, büyük bir bölümü su ile ilgilidir. Çukurova’nın
bataklıklarını, sazlıklarını görmüş, Fırat’ı görmüş, denizi görmüş,
betimlemiştir. Romanlarının adı bile su ile ilgilidir: Fırat Suyu Kan Akıyor
Bak, Karıncanın Su içtiği, Deniz Küstü, Yağmurcuk Kuşu..
Forat Suyu Kan Akıyor Bak’ta uzun uzun sudan söz eder.
“… İskelenin önünden arka
arkaya tekneler ışıklarını fora etmiş gemiler, ışığa batmış, çıkmış kayıklar
geçiyor, tekneler, kayıklar, gemiler köpürmüş bir ışık seli üstünde yüzüyorlardı.
Vasili, sırtında ölü, geçtiği dağları, denizleri, akarsuları kokutarak
koşuyordu. …”(s.134)
Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde ise hep
hep ‘Sarı yağmur’dan söz eder. Ona göre sarı yağmur tehlikenin
işaretedir.
“… Yağmur yağıyordu. Işıklı,
sarı. Anavarza kayalıkları yağan yağmurun ardında mor bir duman gibi
sallanıyordu. Tüysüz, sarı ağızlı binlerce civciv, çıplak, çamurlu toprağın
üstünde debeleniyor, can çekişiyorlardı. …” (s.29)
Bir Bulut Kaynıyor’da, şaşırtıcı, çarpıcı röportajlar var. Yurdun her
yeri gezilmiş, sorunlar ortaya konulmuş, sanatsal güzellikler öne çıkarılmış.
Toprak aşınmasına değinilmiş. Bir Karadenizli anlatıyor:
“… bizim bir dönümlük
tarlanın bütün toprağını bir kış yağmur aldı, aşağıya dereye indirdi. Kupkuru
kaya kaldı bayırın yüzünde. Tohum ekecek ilaç için arasan tek bir toprak
parçası kalmadı. … Aldım çuvalı sepeti sırtıma. Bayır dik, bıçak sırtı gibi.
Başladım sepeti ağzına kadar toprakla doldurmağa. Sabahtan öğleye kadar ancak iki
yük götürebildim. … Öteki yıl gene yağmur geldi, tarlamı aldı dereye indirdi. …” (s.58)
Bu Diyar Baştan Başa’da, Van Gölü öyle bir betimler ki, gözünüzde canlanır
görmüş gibi olursunuz; içinizden Van Gölü’ne gitmek geçer.
“…/ Van Gölü’nün mavisi
hiçbir maviye benzemiyor. Bir başka mavi. Kalın bir camı kesip, kesitine bakın,
işte o maviye azıcık yaklaşıyor. Bir başka mavi ki tarif edilemez./ Yalnız mavi
değil, göl günün her anında bir başka renge giriyor. Bu renkler de bildiğimiz,
gördüğümüz renklerden değil… Mesala bir an yeşil oluyor. Görülmemiş bir yeşil./
Bir bakıyorsunuz morumsu su, bir bakıyorsunuz açık maviye dönüşüyor. Bir yanı
turunculaşıyor durup dururken./ …”(s. 131), (5)
Aşık Veysel’de Su
Aşık Veysel’de su, seldir. “Emeklerim
Zay Eyledi Sel Benim’de şöyle anlatıyor:
“Sekizinci ayın yirmikisi/Emeklerim
zay eyledi sel benim/ Sele gitti hasılatın hepisi/ Emeklerim zay eyledi sel
benim// Tırtıl geldi de tevekleri taladı/ Sel geldi de elek elek eledi/
Hasılatı çamurlara beledi/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Bu sel bizi ne pek
kötü belledi/ Dümdüz etti patatesi milledi/ Ne çapasın vurdu, ne de belledi/
Emeklerim zay eyledi sel benim// Yağmur yağmış sel bulanık geliyor/ Büyük
tüccar her kalemden alıyor/ Parası yok birer marka veriyor/ Emeklerim zay
eyledi sel benim// Deli gönül terk et diyor bostanı/ Dört mısır alınca ne oldun
yani/ Sel için söyledim bu destanı/ Emeklerim zay eyledi sel
benim// Üç beş kağnı sap
getirdik harmana/ Saradı sapları çürüdü dene/ Beni böyle hali koymaz her sene/
Emeklerim zay eyledi sel benim// Hava bozuk tehlikeli bu sıra/ Az kaldı ki köyü
yerinden süre/ Tamah etti üç beş tane mısıra/ Emeklerim zay eyledi sel benim//
Nice ırmak gördüm akar her yerde/ Selden ırmak yoktur hiçbir diyarda/ Ev
yıkanın evi olmaz bir yerde/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Sen bilirsin ülke
senin el senin/ Veysel derler bu söyleyen kul senin/ Emir senin yağmur senin
yel senin/ Emeklerim zay eyledi sel benim” (6)
Divan Edebiyatında Su
Divan Edebiyatında su, yaşam
verici, güzelleştirici, temizleyici, aşındırıcı, yıkıcı… olarak ele alınır;
ekmek ve cömertliğin simgesi olarak değerlendirilir. Akışı ömrü, dalgalı oluşu
saçı, saydam-parıltılı oluşu yârin yanağını temsil eder.
1.“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki
adlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz su”
(Ey göz, gönlümdeki ateşlere göz yaşını saçma
Bu denli tutuşan gönlüme fayda etmez su)
2.“Suya versin bağban gülzârı
zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâra
su”
(Bahçıvan bir zahmet, gül bahçesini sulasın
Senin gibi bir gül açılmaz, bin gül bahçesine verse su)
3.”Gam günü etme dil-i
bîmârdan tîgin dirîg
Hayrdır vermek karangu gecede bîmâra su”
(Gam gününde, sayrı
gönüle bakışını esirgeme
Hayırlı iştir
karanlık gecede sayrıya vermek su)
4.”Ravza-i kûyuna her dem
duymayıp eyler güzar
Aşık olmuş gaalibâ serv-i hoş reftara su”
(Sevgilinin bahçesine doğru durmadan akıyor su
Galiba güzel yürüyüşlü, servi boylu dilbere aşık olmuş
su)
5.“Dest bûsî ârzûsuyla ger ölürsem
dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su” (7)
(Dostlar yarin yanağını öpmek sevgisiyle ölürsem
Toprağımdan desti yapın onunla verin yâre su)
Atasözlerinde Su
Atasözleri birçok dal için
söylenmiş, öğüt verici, eğitici özlü sözlerdir.
Su için söylenenlerden:
Su akarken testiyi
doldurmalı.
Su bulanmayınca durulmaz.
Su içene yılan bile dokunmaz.
Su testisi su yolunda
kırılır.
Su uyur düşman uyumaz.
Dibi görülmedik kuyudan su
içilmez.
Suyun yavaş akanı, insanın
yere bakanı.
Herkesin bir derdi var,
değirmencinin de su.
Deyimlerde Su
Deyimler de atasözleri gibi amaçlar
yaşamı.
Bir şeyi uzun uzun anlatmak yerine,
atasözü, deyim kullanırız
Şiir gibi, masal gibi işlemiştir
içimize.
Sudan cevap.
Sudan ucuz.
Su gibi bilmek.
Su gibi okumak.
Su götürmez.
Su katılmamış.
Su koyvermek.
Akan sular durur.
Selin evi olmaz.(8)
Karacaoğlan’ın Şiirlerinde Su
Karacaoğlan’ı bilmeyen
yoktur. Döneminde ve sonrasında her şairin şiirinde, onun izine rastlamak
olası. Kimi 16., kimi 17. yy’da yaşamış diyor. Yaşamı konar göçerlikte geçen
ozan, dağlarda, yaylalarda dolaşmış, şiirler söylemiş, güzelleri sevmiş,
sevilmiş. Oba kızlarıyla gözelerde, pınarlarda, çeşmelerde buluşmuş. Söylemiş,
çığırmış, soğuk sular içmiş; gözeye, suya, kara, sele, çamura, çaya, dereye,
ırmağa, kuyuya, denize, yağmura, döle, pınara, güzele şiirler döktürmüş.
Yaz günün suyu böyle mi
çağlar
Eşinden ayrılan ah çeker
ağlar
Katar katar olmuş yüzünde
benler
Dizilmiş kaşının aralarına
(s. 56)
*
Al kınalı keklik indi pınara
*
Acıdı yüreğim yandı pınara
(s. 57)
*
Sarı edik giymiş koncu
kısarak
Geliyor da birim birim
basarak
Anası huri, kızı besirek
Emirlerden bir kız indi
pınara [4 kez (s. 57)]
*
Aladır gözlerin, siyahtır
kaşın
Aradım cihanı bulunmaz eşin
Yaylanın karından ak beyaz
döşün
Uzanıp üstüne ölesim geldi
(s. 69)
*
Ala gözlerini sevdiğim dilber
Yurtlarımız çayır çimen pınar
mı
Mevlam güzelliğin hep sana
vermiş
Seni gören başkasını sever mi
(s.72)
*
Hakkın kandilinde gizli sır
idim
Anamın beline indirdin beni
Ak mürekkep idim, kızıl kan
ettin
Türlü irenklere yandırdın
beni (s. 75)
*
Yedi derya içinde bir gemim
var
Atar m’ola bir kenara sel
bizi (s. 75)
*
Doldur ver badeyi bir daha
uzat
Ayrılık şerbetin ver melil
melil (s. 97)
*
Yel vursun erisin dağların
karı
Yollar çamur kurusun da
gidelim (s. 104)
*
İmdat umarken akan sellerden
Kendim gibi akan sel
bulamadım (s. 113)
*
Çıksam Binboğa’ya yayla
yaylasam
İçsem sularını namlı buz inen
(s. 133)
*
Kon, Kozan Pınar’da zülfünü
tara (s. 154)
*
Samantı Irmağından,
Pınarbaşı’ndan (s. 158)
*
Yuğmur yağar, mor sümbüller
bitirir (s. 159)
*
Pınarınız çağlar, akışır
dağlar (s. 160)
*
Derya nedir, deniz nedir, göl
nedir (s. 171)
*
Tilbaşar elinde şol ikiz kuyu
[s. 183)] (9)
*
Not: Bundan başka 36 yerde daha su
anılmıştır..
Nazım Hikmet’te Su
Nazım Hikmet’in suya yazdığı
destanlar da büyüleyici.
O, suyu şiirle özdeşleştirir.
Sanki şiir, salkım söğütle birlikte yıkar suda saçlarını. Bahri Hazer’de,
dalgalardan dalgaya atlar, olağanüstü kahramana dönüşür su.
Salkımsöğüt
Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt
ağaçlarını
Salkımsöğütler yıkıyordu suda
saçlarını!
Yanan yalın kılıçlar çarparak
söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar
güneşin battığı yere!
(…)
Rüzgar kanatlı atlılar gibi
geçti hayat
Akar suyun sesi dindi
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine
Sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine
Ağlama salkımsöğüt
ağlama
Kara suyun aynasında el
bağlama
El bağlama
Ağlama (s. 112)
Hazer Denizi
Ufuklardan ufuklara
Ordu ordu köpüklü mor
dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgarların dilini
konuşuyordu balam,
Konuşup coşuyordu!
Kim demiş Cort Vazmi!
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başıboş tuzlu
bir sudur Hazer!
Hazer’de dost gezer e…y!..
Düşman gezer!
Dalga bir dağdır
Kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
Kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
İniyor kayık,
Devrilen
bir atın
sırtından inip,
Şahlanan
bir ata
biniyor kayık [s. 463] (10)
(…)
Türkülerde Su
Türküler, bizim, başlı başına
sosyolojik tarihimizi içerir. Devlet, aile, ağa, aşiret tarihleri, türkülerin
yazdığı tarihleri yazmaz.
Türküler, insana özel
incelikler taşıyan, bilinmeyen olayları gizleyerek anlatan
Tarihlerdir. Dinleyenleri
etkiler; ama, eksi, haksızlıklara somut
cezalar vermez! Vicdanlara seslenir, orada yer alır…
Kızılırmak Türküsü
Köprüye geldik de köprü
yıkıldı
Beş yüz atlı birden suya
döküldü
Koçyiğitlerin orda beli
büküldü
Kızılırmak aldın allı gelini
Gerdanı beş karış benli
gelini
Kızılırmak parça parça olasın
Her parçanı bir diyara
salasın
Sen de benim gibi yârsız
kalasın
Kızılırmak nettin allı gelini
Gerdanı beş karış benli
gelini
Silifke Türküsü
Silike’nin ırmağı akar coşar
bulanır
Bizim göçün ucu Akyokuşu
dolanır
Bir güzel de Başpınar’dan
sulanır
Aşıp gider yaylasına bir
gözleri sürmeli
Gelin Ayşe
Koyun gelir yata yata
Çamurlara bata bata
Gelin Ayşem sele gitmiş
Yosunları duta duta
Koyun gelir kuzuyunan
Ayağının tozuyunan
Gelin Ayşem sele gitmiş
Yanı körpe kuzuyunan (11)
(…)
Su Sızıyor
Su sızıyor sızıyor
Taşların arasından
Eğil bir yol öpeyim
Kaşların arasından
(…)
Ördek
Ördek suya dalda gel
Yârdan haber al da gel
Eğer yârim gelmezse
Tut kolundan al da gel (12)
(…)
__________________________________________________________________________
Dipnot:
1.Gençlik
Ansiklopedisi, Kurtuluş y., 1967, Ank.
2.Prof. Dr. Muharrem Ergin,
Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi y., 2007, İst.
3.Prof. Dr. Bahattin
Ögel, Türk Mitolojisi, s.453, TTK y., 1998, Ank.
4.Osman Şahin, Son
Yörük, s. 7, Kaynak y., 1992, İst.
5.Yaşar Kemal, Fırat
Suyu Kan akıyor Bak, YKM y. 2005; Karıncanın Su İçtiği,
YKM
y., 2002; Demirciler Çarşısı Cinayeti, Tekin y., 1983,
İst; Bu Diyar Baştan Başa-3, YKM y.,
2004, İst.
6.Aşık Veysel, Dostlar
Beni Hatırlasın, İşbank y., s. 171,
1971, İst.
7.Cevdet Kudret, Divan
Şiirinde Üç Büyükler 1, Fuzuli, s.40, İnkılap y., 2003, İst.
8.Ömer Asım Aksoy,
Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, TDK y., 1981, Ank.
9.Sadeddin Nüzhet
Ergun, Karacaoğlan, Maarif y., 1948, İst.
10.Vâlâ Nureddin, Bu
Dünyadan Nazım Geçti, Remzi Kitabevi, 1964, İst.
11.Ahmet Şükrü Esen,
Anadolu Türküleri, Kültür Bakanlığı y., 1999, Ank.
12.Türküler, Bulvar
gazetesi y., 1986, İst.
(Nisan 2008, Adana)
M. Demirel Babacanoğlu
ÖZGÜRLÜK / ŞİİR
GİRİŞ
Şiirle özgürlük kardeş
gibidir. Biri olmadan diğeri olamaz.
Olsa da ona özgürlük denemez.
Şiirle özgürlük, insanla başlar.
Ses, söz, yaşamak varsa,
özgürlük/şiir de vardır. İkisi birden güç oluşturur, önüne çıkacak, ya da
çıkmış olan engelleri yıkar, yok eder; kendini korur.
İnsanlar bugüne dek birçok
aşamalardan geçmişlerdir.
Toplayıcılık döneminde,
topladıklarını birlikte tüketiyorlardı. Sonra saklamayı, mal edinmeyi
öğrendiler. Bu aşamada özgürlük kavramı
ortaya çıktı. Başkalarına bağlı olmadan
yaşamanın savaşı başladı. Bu savaşlar; ilkel komünal, kölelik, feodalizm,
kapitalizm, sosyalizm aşamalarında, şiddetli biçimde sürdü.
SÖZLÜKLER NE DİYOR
1/İlkel Komünal Düzen: Temel üretim araçlarının ortaklaşa kullanıldığı bir
düzendir. Üretim çalışmaları, kılanlar tarafından kolektif bir biçimde
yürülür. Üretimin kullanımı birlikte
sağlanır. Düşmanlara karşı birlikte savaşılır.
Silah, ev, giyim eşyası gibi
eşyalar özel mülkiyete girer. Alışveriş değişim yoluyla yapılır. Sonradan özel
mülkiyetçilik gelişir, düzen bozulur.
2/Köleci Düzen: İlkel komünal düzenin yıkımı üstüne kurulmuş, ilk sınıflı toplumdur.
Az/çok bütün devlet yönetimlerinde görülür. En yüksek gelişme Antik Yunan, Roma
döneminde görülmüştür. Bunlar, büyük
atölye sahipleri, tüccarlar, tefeciler, toprak sahipleridir. Köleci düzenin ortaya çıkmasıyla devlet
doğmuştur. Köle sahibi köleyi dilediği gibi kullanır. Köle alınır, satılır..
3/Feodal Düzen:
Toprak köleliğine dayanan toprak ağalığı düzenidir. Toprak, soyluların, din
adamlarının, savaşçı şeflerin elindedir. Bu düzende emek üretiminden köleye bir
pay ayrılır. Köle efendisine bağlıdır ama,kendisi için çalışabilir, az da olsa
mal edinmesine izin verilir. Ağa (derebey) angarya, vergi karşılığında köleyi
özgür bırakabilir.
4/Kapitalist Düzen: 16. yy.’da ortaya çıkmış, anamalcı düzendir. Feodalizmin yıkımı üzerine
kurulmuştur. Feodal düzenden sanayi düzenine geçilmiştir. Feodalizme göre, artı
değer daha çok üretilmiştir. Giderek azgınlaşmış, artı değeri kendinde
toplamıştır. 20. yy’da tekellerin egemenliğini, para erkini anlamlandıran sonuç
evresine girmiştir. Tekellerin gücünü devlet gücüyle birleştirmiş, militarizme
hız kazandırmıştır. Dünya savaşlarını çıkarmış, dünyayı kana boyamış; dünyayı
yeniden paylaşmıştır. 20. yy.’ın son çeyreğinde küresel ekonomi/politikayı
gündeme sokmuş; bütün dünyayı avucu içerisinden izlemekte, sömürmektedir.
Ulusalcılık, toplumculuk gibi düzenlerin karşısında yer almıştır.
5/Kominist Düzen: Marks’ın ortaya çıkışıyla 1840’larda işçi sınıfının kurtuluş
savaşlarını başlatmasıyla doğmuştur. Devrimci değişimin öncüsüdür. Toplum
üyeleri kendi yeteneğine göre çalışır elde ettiği ürünü, toplumun bütün
üyeleriyle paylaşır, sınıfsız topluma doğru yol alır.
6/Özgürlük:
Zorunluluk karşıtıdır. Zorunluluk olmayan anlamına gelir.
Özgür insan; köle olmayan,
başkalarına bağlı olmayan, başkalarına eşit olan insandır. Bu açıdan, insan başkalarının
değil kendi istediğini yapan kimsedir. Özgürlük, toplumsal bağlılık karşısında
siyasal bir anlam kazanmıştır. Bu anlam giderek cansız sayılan varlıklar için
de kullanılmıştır. Sözgelimi bir taşın kendiliğinden bir boşluğa özgürce
düşebileceği söylenmiştir.
Daha sonra özgürlük, siyasal
anlam bakımından büsbütün gelişmiş; insanların toplumla ve devletle bağlarını
düzenlemeye çalışmıştır. Özgürlüğün iç
yapısındaki eşitlik, bu alanda daha da belirmiş; insanlar toplum içinde, eşit
olmak özgürlüğünü istemişlerdir. Özgürlük
kavramı, insanların iç bağımsızlığını dile getiren psikolojik ve töresel bir
anlama dönüşmesi çok daha sonra olmuştur. İnsan önce eşitliğini yitirerek
köleleşmiş, sonra da köleliğini bilincine vararak özgür olmak için savaşım
vermiştir.
7/Düşüncede Özgürlük: Kime göre, neye göre, nasıl elde edilir? Özgürlüğü
elde etmenin başı ekonomiktir. Ekonomi/politika kimin elindeyse egemen odur. Sınıflı
toplumlarda egemen/tekeller vardır. Egemen/tekellerin olduğu yerde özgürlük
olmaz.
İnsanlar birbirine bağlıdır.
Bu bağlılık toplumları oluşturur. Toplumun bireyleri tek başına özgür
olamazlar. Ya hep özgür olurlar, ya da değil. Bir aileyi düşünelim: Çocuk
babaya anneye karşı özgür olabilir mi? Gelenek, görenek, ekonomik bakımından
ona bağlıdır. Eş, beye, işçi patrona, öğrenci öğretmene, yurttaş devlete karşı
özgür değildir. Özgürlük zincirleme bir olaydır. Zincirlerin her halkasının, salt
özgür olabilmesi için birbirinden kopması gerek. Birbirinden kopan her halka da
artık zincir olmaktan çıkar. Toplumsal düzensizlik doğar. Toplumsal düzenin
sağlanması da geleneklere yasalara göre olur. Gelenek ve yasaların olduğu yerde
özgürlükler eşit pay edilemez. Belli toplumsal, ekonomi/politik eğitimden
geçilmesi gerek. Bu açıdan bakınca özgürlük diye bir şey yoktur. Birbirimize
olan karşılıklı haklarımızı korumakla özgürlüğümüzü koruyoruz ancak. Bu konuda
payımıza düşeni almak için çaba harcamak zorundayız. Şiir de, bu toplumsal
düzenin dışında değildir. Çünkü şair de toplumun üyesidir. Toplumdaki
bozulmaları gösterir. Halkın dili, gözü,
kulağıdır. Eşitsizliklere, özgürsüzlüklere karşı çıkar. Bundan egemen/tekeller rahatsızdır. Onun için
şairleri toplumun dışına atarlar, içeri sokarlar..
Çağımızda, yeni ekomi/politik
baskılar gündeme girdi. Şimdi küresel/bilgi çağındayız. Anamalcılar kapitali
tekelde toparlanmayı başardılar. Bugün dünyayı 250 kapitalist yönetiyor! Her
devletin hükümeti/meclisi var, onların ipleri 250 kapitalistin elinde. Halklar yine de savaşımını sürdürüyor.
Zıtların birliği uzak değil. Bir gün halklar kapitali ortaklaşa kullanacaklar.
NAMIK KEMAL’DE ÖZGÜRLÜK
1839 Yılında Tanzimat Fermanı
okunmuş. Osmanlılarda yenilikler başlamış! Meşrutiyete doğru hızla yol
alınıyor. Savaşlar durmuyor, içerde ve dışarıda baskı var. Aydınlar ülkede
kalamıyor. Vatan elden gidiyor. Özgürlük yok. Padişahın hafiyeleri kol geziyor.
Namık Kemal, Ziya Paşa Fransa’ya, sonra da İngiltere’ye kaçmak zorunda kalıyor.
Orada Ali Suavi’in Muhbir gazetesinde yazıyorlar. Anlaşamayınca Hürriyet
gazetesini çıkarıyorlar. 1870’te yurda dönüyorlar. Karşıt olmalarından dolayı
İstanbul’dan uzaklaştırılıyorlar.
Namık Kemal “Vatan Yahut
Silistre”yi yazdığı için Magosa zindanına sürülüyor. 1876’da Abdülaziz tahtan
indirilip yerine Abdülhamit geçiriliyor. Kanuni Esasi yapımında görev
alıyorlar. Bir yıl sonra Padişah Osmanlı Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek
Anayasayı kaldırıyor, meclisi dağıtıyor. Namık Kemal’i Midilli’ye, Ziya Paşa’yı
Suriye’ye sürüyor. Mithat Paşa’yı Taif Zindanı’na attırıyor.
Namık Kemal “Hürriyet
Kasidesi”ni yazıyor.
HÜRRİYET KASİDESİ
Görüp hükkâmı münharif sıdk u
selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile
bab-ı hükmetten
Ûsanmaz kendini insan
bilenler halka hizmetten
Mürivvetmend olan mazluma el
çekmez ianetten
Hakir olduysa millet şanına
noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt
olmaz kadr ü kıymetten
(…)
Ne gam pür ateş-i hevl olsa
da kavga-yı hürriyet
Kaçar mı mert olan bir can
için meydanı-ı gayretten
Kemend-i cangüdazı ejderi
kahır olsa cellâdın
Mürahcahtır yine bin kere
zincir-i esaretten
Felek her türlü eshab-ı
cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet
yolunda bir azimetten!
(…,)
Ne mümkün zulm ile bidat ile
imha-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır
muktedirsen âdemiyetten!
Gönülde cevher-i elmasa
benzer cevheri-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten
tesir-i sıkletten
Ne efsunkâr imişsin ah ey
didar-ı hürriyet
Esir-i aşkın olduk gerçi
kurtulduk esaretten
(…)
Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin
nazende sahralar
Uyan ey yarali şir-i jiyan bu
hab-ı gafletten!
(hükkâm: Yargıç, münharif: Sapan, hevl: Korku,
mürahcah: Beğenilen, jiyan:
Kızgın)
TEVFİK FİKRET’TE ÖZGÜRLÜK
Abdülhamit dönemi daha da
sıkılaştı; özgürlükler, düşünceler, görüşler söylenemez oldu. Kızıl Sultan
lakabı takıldı. Hafiyeleriyle ünlendi. Her şeyden nem kapan padişah, aydınları
rahat bırakmadı. Asıl adı Mehmet Tevfik olan Tevfik Fikret izlenmekten
kurtulamadı. Ne memurlukta, ne öğretmenlikte, ne çalıştığı gazetelerde,
dergilerde özgürce düşüncelerini söyleyip yazamadı. Halka ve aydınlara yapılan
baskıdan payına düşeni aldı; birkaç kez içeri atıldı. Olumsuzluklardan çok
etkilendi. Düşünceleri ve dünya görüşü çağını aştı. Özgürlük ve eşitlik
tutkuları içerisindeydi. Ne hafiyeler bıraktı, ne de şeker hastalığı.onu. Dünyamızdan
ayrıldı. (1867-1915) “Sis” şiirine bakalım.
Şiirden ortamı çıkarabiliriz.
Simgeler kullanılarak, örtülü kapaklı
yazılmış şiir.
Özgürlük kısıtlansa bile yine
de özgürlüğü savunan şiirler yazılabiliyor o gün.
Demek bukağı vurulamıyor
şiire.
Atilla Özkırımlı
yalınlaştırmasından aktaralım:
SİS
Sarmış yine ufuklarını bir
inatçı duman
Bir beyaz karanlık ki
durmaksızın artmakta
Basıncının altında silinmiş
gibi cisimler
Bir tozlu yoğunluktan
oluşmakta bütün görünüm
Bir tozlu ve heybetli
yoğunluk ki bakışlar
Özenle işleyemez derinliğine
korkar
Ama sana lâyık bu derin
karanlık örtü
Lâyık bu örtünme sana, ey
zulümler alanı
Ey zulümler alanı… Evet ey
parlak sahne
(…)
Ey mezarının mavi kucağında
Ölmüş gibi dalgın uyuyan diri
yığın
Ey köhne Bizans, ey koca
büyücü bunak
Ey bin kocadan arta kalmış
bakir dul
Hâlâ titrer üstüne baygın
bakışlar
(…)
Yalnız bu… ve yalnız bunun
yükselme umudu
Milyonla barındırdığın
cesetler arasından
Kaç alın vardır çıkacak temiz
ve parlak?
Örtün evet ey facia… örtün
evet ey şehir
Örtün ve sonsuza dek uyu ey
dünya orospusu!...
(…)
Ey yararsız gözyaşı ey
zehirli gülüş
Ey üzüntü ve güçsüzlük
sözleri lânetleyici bakış
Ey efsanelere düşen anı:
namus
Ey yükselme kapısına çıkan
yol: ayak öpme yolu
Ey silahlı korku, ki
zararlarına dönük
(…)
Ey edep ve erdemin payı, ey
unutulmuş yüz
Ey korkunun yüküyle iki
büklüm gezmeye alışmış
Eşraf ve adamları, koca bir
ünlü kesim
Ey eğilmiş baş, ki apak ama
iğrenç
Ey taze kadın, ey onu
izlemeye koşan genç
Ey ayrılık acısına uğramış
ana, ey kırgın eş
Ey kimsesiz başıboş çocuklar…
hele sizler
Hele sizler…
Örtün evet ey facia… Örtün
evet ey şehir
Örtün ve sonsuza dek uyu, ey
dünya orospusu!
KÖROĞLU’nda ÖZGÜRLÜK
Köroğlu’nun asıl adı Ruşen
Ali’dir. Babası, Bolubeyi’nin seyisi Yusuf’tur. Ata meraklı olan Bolubeyi’ne,
cılız bir tay bulur, getirir. Bolubeyi, kendisiyle dalga geçildiğini sanar,
seyisinin gözüne mil çektirir. Tayı da ona verir, kovar. Oğluyla tayı
yetiştirirler. Rüyasında gördüğü bir pir, Aras Çayı’ndan gelecek üç köpüğü
içmelerini söyler. Köpüğü, oğlu Ruşen Ali, babasına haber vermeden içer.
Olağanüstü bir güce sahip olur. Bolu’nun karşısındaki Çamlı Bel’e yerleşir.
Üsküdar Kasapbaşı’nın oğlu Ayvaz’ı kaçırır evlat edinir. Bolu Beyi’nin bacısı Döne’yi de kaçırır, evlenir. Halkı sömüren,
ezen, beyleri, varsılları, bezirganları soyar, yoksullara dağıtır. Bolu’yu
basar, yakar yıkar. Bütün bunları, egemen güçleri yenmek, özgür olmak için
yapar. Halk Köroğlu’nu çok sever. Bir halk kahramanı olur Köroğlu.
Şöyle seslenir Bolubeyi’ne:
Mert dayanır, namert kaçar
Meydan gümbür gümbürlenir
Şahlar şahı divan açar
Divan gümbür gümbürlenir
Yiğit kendini övende
Oklar menzilini döğende
Kılıç kalkan değende
Kalkan gümbür gümbürlenir
Ok atılır kalasından
Hak saklasın belasından
Koroğlu’nun narasından
Dağlar gümbür gümbürlenir
***
Benden selam olsun Bolu
Beyi’ne
Çıkıp şu dağlara
yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan
sesinden
Dağlar seda verip
uslanmalıdır
Düşman geldi tabur tabur
dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik
bozuldu
Eğri kılıç kında
paslanmalıdır
Köroğlu yine düşer mi
şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kırat köpüğünden düşman
kanından
Çevrem dolup şalvar
ıslanmalıdır
PİR SULTAN’DA ÖZGÜRLÜK
Pir Sultan Abdal 16. yy.’da
yaşar. Soyu, Yemen’den Hz. Ali Torunlarından Zeynel Abidin’e dayanır!
Horasan’dan Sivas’a gelir. Asıl adı Haydar’dır. Sivas-Banaz Köyü’nde doğar.
Yedi yaşında koyun çobanlığı yapar. Düşünde bir pir bade içirir. Ailesi; bir ağacın dibinde uyurken bulur, ona saz
verir. Banaz’da bir taşın üstüne çıkar, saz çalar, deyişler söyler. Dergah açar. Öğrenciler yetiştirir.
Sivas-Hafik Sofular Köyü’nden Hızır adında bir çocuk ondan dersler alır. Daha
sonra izin ister, İstanbul’a gider, okur, paşa olur, dünyalık alır.
O yıllar Osmanlılının zor
yıllarıdır. Eşkıyalık, hırsızlık, yağma, talan artar. Taht kavgaları olur. Alevileri
sünnileştirme politikası izlenir. Sert kovuşturmalar yapılır. Bu sırada Hızır Paşa,
Sivas’a vali olarak gelir. Hocası Pir Sultan’ı davet eder. Yemekler çıkartır.
Pir Sultan elini sürmez. “Haram var, köpeklerim bile yemez” der. Hızır Paşa
kızar, içeri attırır. Şiirlerinde, “Şah” sözünü anmazsa, özgür bırakacağını
söyler. O da “Şah”sız söylemez şiirlerini.
Hızır Paşa bizi berdar
etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar şaha gidelim
Gönül çıkmak ister Şah’ın
köşküne
Can boyanmak ister Ali
meşkine
Pir’im Ali On ik’imam aşkına
Açılın kapılar şaha gidelim
Her nereye gitsem yolum
dumandır
Bizi böyle kılan ahd-ü
amandır
Zincir Boynum sıktı hayli
zamandır
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Yaz selleri gibi akar
çağlarım
Hançer aldım ciğerciğim
dağlarım
Garip kaldım şu ara ağlarım
Açılın kapılar şaha gidelim
Ilgıt ılgıt eser seher
yelleri
Yari selam eylen Urum elleri
Bize peyik geldi Şah
bülbülleri
Açılın kapılar şaha gidelim
Pir Sultan’ım eydür
Mürvetli Şah’ım
Yaram baş verdi sızlar
ciğergahım
Arşa direk direk olmuştur
ahım
Açılın kapılar şaha gidelim
***
Karşıdan görünen ne güzel
yayla
Bir dem süremedim giderim
böyle
Ala gözlü Pir’im sen himmet
eyle
Ben de bu yayladan Şah’a
giderim
Eğer göğeriben bostan olursam
Şu halkın diline destan
olursam
Kara toprak senden üstün
olursam
Ben de bu yayladan Şah’a
giderim
Dost elinden dolu içmiş
deliyim
Üstü kan köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum, yol
sefiliyim
Ben de bu yayladan Şah’a
giderim
Alınmış abdestim aldırırlarsa
Kılınmış namazım
kıldırırlarsa
Sizde Şah diyeni öldürürlerse
Ben de bu yayladan Şah’a
giderim
Pir Sultan Abdal’ım dünya
durulmaz
Gitti giden ömür geri
dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan
ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şah’a
giderim
DADALOĞLU’NDA ÖZGÜRLÜK
Dadaloğlu, (1786-1868)
Oğuzların Avşar kolundandır. Sir-Derya bölgesinden, Horasan yoluyla Anadolu’ya
gelirler. Çukurova, Toroslar, İskenderun,
kayseri, Tomarza, Sarız, Uzunyayla, Bozok yaşama alanlarıdır. Kışın
güneye inerler, yazın yaylaya çıkarlar. Bu sıralarda ekili topraklara zarar
verirler. Yerleşik halkla çarpışmalar olur. Halk şikayetçidir. Osmalıllar da
şikayetçidir iki yüz yıldır. Asker, vergi alamazlar. Çukurova toprakları boştur,
işlenmesi gerek. Toprak yasası çıkarılır, işleyene verilecektir toprak. O
yıllarda Osmanlı Rus Savaşı çıkar, Kırım elden gider. Bunun üzerine konar/göçer
sorununu çözümlemeyi düşünürler. Fırka-i İslahiye ordusunu kurarlar. Başına
Müşir Derviş Paşa’yı, Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’yı verirler. Ordu deniz yoluyla
İskenderun’a gelir. (1856-1867) Yayla yollarına karakollar kurar. Çok insan
öldürürülür. Zorla yerleştirirler konar/göçer halkı. Avşarlar direnir. Aralarında çarpışmalar
olur. Osmanlı, Avşarların Uzunyayla’sına
Çerkesleri yerleştirir. Toroslardaki kepir dağlar Avşarlara kalır. Yerleşenler
de sıtmadan, ishalden ölür. Dadaloğlu olayı şöyle anlatır:
Kalktı göç eyledi Avşar
elleri
Ağır ağır giden eller
bizimdir
Arap atlar yakın eyler ırağı
Yüce dağdan aşan yollar
bizimdir
Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımızın
temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar
bizimdir
Dadaloğlu’m yarın kavga
kurulur
Öter tüfek davlumbazlar
vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar
bizimdir
***
Sana derim sana Hasan Kalesi
Alt yanında döğüş oldu hûn
oldu
Yiğit olan yiğit çıktı
meydana
Koçyiğitler arap ata bin oldu
Akşamki gördüğüm şol kara
düşler
Hesaba gelmedi kesilen başlar
Eyerlen atımı küçük kardeşler
Hünkar tarafından bize gel
oldu
Öğle ile ikindinin arası
Aldı beni şu düşmanın yarası
Ecel geldi ölmemizin sırası
Ağladı el-oba gözü kan oldu
Dadaloğlu’m der ki belim
büküldü
Gözümün cevheri yere döküldü
Üç yüz atlı ile cenge dıkıldı
Yüzü geldi, iki yüzü han’oldu
NAZIM’da ÖZGÜRLÜK
Nazım Hikmet (15.1.19002, Selanik/ 3.6.1963, Moskova)
büyük şair. Şiirde yenilikler yaptı. Putları kırıyoruz diye alışılmış edebiyat
düzenini değiştirdi. Sosyalist düzeni savundu. Tekelci düzeni eleştirdi. Bu
yüzden egemen güçler özgür yaşamasına izin vermediler. Kovuşturdular, bahaneler
buldular. Donanma davası dediler. İsyana teşvik dediler. Toplam 35 yıl hapis
cezası verdiler. 28 yıl 4 aya indirdiler. 17.5 yıl yatırdılar. DP iktidarının,
15.7.1950 affıyla özgür kaldı! Ama çevresi kuşatıldı. Kime uğradıysa sorgudan
geçirdiler. Mahalle bakkalından bile alış veriş yapmayı engellediler. Yurtdışına
çıkmak zorunda kaldı. Egemenler, bunu fırsat bilip, 25.7.1950’de vatandaşlıktan
çıkardılar. Memleket özlemiyle yandı
tutuştu Nazım. Halen mezarı Muskova’da. Ölüsüne bile özgürlük tanımadılar. Ama
o yine de memleket için, özgürlük için yazdı söyledi.
KEREM GİBİ
Hava kurşun gibi ağır
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…
O diyor ki bana:
Sen kendi sesinle kül olursun
ey!
Kerem
gibi
yana
yana…
“Deeeert
çok,
hemdert
yok”
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır…
Hava kurşun gibi ağır…
Ben diyorum ki ona:
-Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz
yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa…
Hava toprak gibi gebe
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…
AKREP GİBİSİN
Akrep gibisin kardeşim
Korkak bir karanlık içindesin
akrep gibi
Serçe gibisin kardeşim
Serçenin telaşı içindesin
Midye gibisin kardeşim
Midye gibi kapalı rahat
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı
gibi
Korkunçsun kardeşim
Bir değil
Beş değil
Milyonlarcasın maalesef
Koyun gibisin kardeşim
Gocuklu celep kaldırınca
sopasını
Sürüye katılıverirsin
Ve adeta mağrur koşarsın
salhaneye
Dünyanın en tuhaf mahlukusun
yani
Hani şu derya içinde olup
Deryayı bilmeyen balıktan da
tuhaf
Ve bu dünyada bu zulüm
Senin sayende
Ve açsak yorgunsak, al kan
içindeysek
Ve hâlâ şarabımızı vermek
için
Üzüm gibi eziliyorsak
Kabahat senin
Demeye de dilim varmıyor ama
Kabahatin çoğu senin canım
kardeşim
27 MAYIS’TA ÖZGÜRLÜK
İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra çok partili düzene geçildi. 1950’de DP iktidara geldi. Söz verdiği
demokratik ortamı, özgürlükleri sağlamadığı gibi iyice kıstı. Devletin
radyosunu partisinin organı haline getirdi. Vatan Cephesini kurdu. Bu cephe bir
bakıma partinin yerine geçti. Radyo Vatan Cephesi’ne kayıt olanların haberlerini
verdi. Ezan, Arapça’ya çevrildi. Köy Enstitüleri, Halkevelri kapatıldı. Anayasa
dili Osmanlıca’ya dönüştürüldü. NATO’ya kabul edilmemiz için Kore’ye asker
gönderildi. Kuniri’de çok sayıda şehit verdik. 1952’de kabul edildik. Basına
sansür, aydınlara, öğrencilere baskılar uygulandı. Öğrenci olayları çıktı.
İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıdık Sami Onar yaralandı. Sıkıyönetim ilan
edildi. Özgürlükler iyice daraltıldı. 27 Mayıs devrimi yapıldı. Parti
yöneticileri, milletvekilleri yargılandı. Özgürlükçü yeni Anayasa yapıldı. O
günler, “Yeni Çağ Türküleri”nde şöyle
anlatıldı.
HÜRRİYET TÜRKÜLERİ
I
28 Nisan bugün
Cebeci’de bir kıyamet koptu
Atlı polisler Hukuk
Fakültesi’ne girdiler
Yüzlerce kurşun birden patladı
Kurşun yağmurlarıydı yağan
başımıza
Nasıl kıvrılıp kıvrılıp
düştüler
Hayalarına inen coplardan
yiğit delikanlılar
Alıp götürdüler bir yere
cesetlerini ölenlerin
Ne ölen belli şimdi ne kalan
İsimsiz bir çukurda
yatıyorlar şimdi öyle mi
Ölürken bir damla suya hasret
yiğitler
Gözlerden ırak olan gönülden
de mi olsun Tanrım
Ötede yeri cennet ölenlerin
Burada anıtlarıyla birlik
Hukuk Fakülesi’nin bahçesi
II
19 Mayıs bugün
Coplu polisler sardı her
yanımızı
Bir yanda kendi askerlerimiz
Durur musun Atatürk’üm
Durur musun
Yenişehir mahşer gibiydi bir
uçtan uca
İşte hürriyet diye bağıran
binlerce üniversiteli
İşte tutup aldılar aramızdan
birini
Alıp götürdüler isimsiz bir
kampa
19 Mayıs bugün
Süngülü askerlerimizi saldılar
aramıza
Yuvasından atılan kuşlar gibi
Tutup aldılar bizi
III
20 Mayıs bugün
Hürriyet sesleri Yenişehir
göklerinde
Pencerelerde binlerce kadın
erkek çoluk çocuk
Alkış tuttular yiğit
delikanlılara
Kan yerde kalır mıydı
İki kör kurşunla ölür müydü
sırma saçlı kızlarımız
Ahınız yerde kalmaz kahraman
hürriyet şehitleri
Güneşler gibi aydınlık
Sıcak göğüslerinde çarpan
vatan sevgisi
“Asil damarlarında muhtaç
olduğunuz kan”
Doğacak diyorum size güneşler
gibi bir gün
….
V
Zafer Anıtı’nın önünde başta
komutanlarıyla
“Dağbaşını duman almış”ı
söyledi Harbiyeliler
Şahlanan hürriyet yiğitlerini
kim durdurabilirdi
Onları duymamak elden gelir
miydi
….
Tuttular Çankaya’nın yolunu
bu koçyiğitler
….
Doğrul Anıtkabirden ülkene
bir bak Atatürk’üm
….
Abdullah
Rıza Ergüven
12 EYLÜL ÖZGÜRLÜĞÜ
27 Mayıs’ın getirdiği
Anayasa’yı, özgürlüğü sindiremeyenler “Ben bu anayasayla memleketi yönetemem”
dediler. 12 Mart darbesini yaptılar. 27 Mayıs Anayasasını budadılar. Deni
Gezmiş ve arkadaşlarını astılar. Daha büyük baskılar uyguladılar. Gençleri
birbirlerine düşürdüler. Maraş, Sivas, Çorum’da kıyımlar yaptılar. Binlerce
insan-genç öldürüldü. Sıkıyönetim ilan ettiler, gidişi durduramadılar! 12 Eylül
darbesini yaptılar. 650 bin kişi gözaltına alındı. 25 bin kişi öldü. 14 bin
kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi yurt dışına kaçtı. 171 kişi işkencede
öldü. 48 kişi asıldı. “Asmayıp da besleyelim mi” dediler.
Yeni anayasa yaptılar. 82
Anayasası dediler adına. Demokrasi, özgürlük iyice kısıtlandı. 12 Eylül’ü
yapanlardan hesap sorulamaz dendi. Üzerinden 28 yıl geçtiği halde bu anayasayı
düzelten olmadı. Değişiklikler AB’nin, ABD’nin, batının isteğiyle oldu. Daha
bağımlı hale geldik. Dönemin, şiiri, romanı, öyküsü, oyunu, makalesi
yazılamadı.
ÖZGÜRLÜK
hüznü işliyor
son günlerin şairleri
sen de mutluluğu işle
her şeyi alabiliyorsun
yiyebiliyorsun havyarı
ayvayı
giyebiliyorsun kürkü sayvanı
gecekondu kurabiliyorsun
dilediğin yere
sevgilinle yatabiliyorsun sokakta
daha ne istiyorsun
Allahtan belanı mı
(Nisan
1987, Adana)
M. Demirel Babacanoğlu
KAYNAKLAR
1.Ahmet
Z. Özdemir, Avşarlar ve Dadaloğlu, Ürün y., 2007, Ank.
2.Atilla
Özkırımlı, Tevfik Fikret, Gözlem y., 1982, İst.
3.Aziz Çalışlar (M.Rosenthal-P. Yudin’den
çeviri,)
Materyalist Felsefe Sözlüğü,
Sosyal y., 1975, İst.
4.İhsan
Işık, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ans. Elvan y., 2006, Ank.
5.Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ans., İletişim y., 7.Cilt, 1983, İst.
6.M.
Demirel Babacanoğlu, Parakan (şiir), Ufuk y., 1990, Adana.
7.Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi
Kitabevi, 1975, İst.
8.Öner
Yağcı, Köroğlu, İleri y., 2006, İst.
9.Öner
Yağcı, Pir Sultan, İleri y., 2006, İst.
10.Saime Göksu- Edward Timms, Romantik
Komünist, Doğan Kitap y., 2001, İst.
11.Vasfi Mahir Kocatürk, Namık Kemal,
Edebiyat y., 1971, Ank.
12.Yeniçağ Türküleri, Varlık Y., 1960,
İst.
13. İnternet.
7 Nisan 1988
adana ders araçları merkezinde
şiir okuma yarışması var
minik bir kız: Esra, Ceyhun Atuf Kansu’nun
“Dünyanın Bütün Çiçekleri”ni okuyor
sağu törenlerindeki gibi herkesi ağlatıyor
“Dünyanın Bütün Çiçekleri”
ancak böyle okunur Esra
hani ağıtçıbaşıları olur ya sagu törenlerinde
herkesi ağlatır ya yüzünü çizerek
kayayı yaş, duyguyu baş yapar ya
işte öyle söylüyorsun Esra
ağlanmadık yanı mı kaldı öğretmenin
ne ister çiçekten
gülden sağoldan gayrı
dünyanın bütün çiçekleri diyorsun
kır çiçekleri, bataklık çiçekleri, kondu çiçekleri diyorsun
yazgıları bana benzer çiçekler diyorsun
hepsini alın getirin diyorsun
getirilir mi Esra
dünyanın bütün çiçeklerini istiyorsun
incecik parmaklarınla bütün acıyı topluyorsun yüzüne
bütün köy çocuklarını, fatma garıyı, yoluk gocayı, gonca gelini
isparta güllerini, fesleğenleri, nergisleri unutmayıp
eğin, sivas, karadeniz, istanbul adana türkülerini söylüyorsun
bir karakol bahçesinde vurdular Bilgin öğretmeni
alnında karadır bindörtyüz iki, bilmem ne kadar taşınacak
dünyanın bütün işkencelerini diyorsun
filistin askısını
afrika açlığını
o çözümlenemez beyninle, ceyhun atuf ozanı aşıyorsun
sagu törenlerindeki gibi herkesi ağlatıyorsun
gülecek yanı mı kaldı öğretmenin
sen bu türküleri neden söylüyorsun
Nisan 1988, Adana
Parakan (şiir kitabı) için:
Hasan Hüseyin Yalvaç, Karabük
İçin Elele gazetesi 24.7.1990, Karabük.
Adem Akıncıoğlu, Gerçek
gazetesi, 27.12. 1990, Bandırma
Çetin Boğa, Hürsöz gazetesi
23-29/ 5./ 1990, Adana
Tacim Çiçek, Hürsüz gazetesi,
23-29/5/ 1990, Adana
Tamer Abuşoğlu, Bugün
gazetesi, 25.6.1990,
Tamer Abuşoğlu, Gaziantep,
Ülke gazetesi 20.7.1990,, Sivas,
Tamer Abuşoğlu, Kırk Merdiven
dergisi Ağustos 1990, Antalya.
Beki L Bahar, Eflatun dergisi
Ekim 1990/262. s., İstanbul.
Ahmet Özer, mektup 4.6.1990, Trabzon
Turan Altuntaş, Klas dergisi
Temmuz 1990/22. s., Adana.
Mustafa Aslan, Bugün gazetesi
1.10.1990, Gazantep.
Halil Özden, Gölge dergisi
Ağustos 1991/9. s., Antalya.
Halil Özden, Yeni Adana gazetesi
9.9.1991, Adana
Aysel Yenidoğanay, Yeni Adana
gazetesi 4.2.1991, Adana.
Muharrem Kubat, İstikbal
gazetesi 12.10.1991, Eskişehir.
Güngör Gençay, Damla dergisi
1992/14. s., Edirne.
Arslan Bayır, Bugün gazetesi
30.11.1992, Gaziantep
Güngör Gençay, Demle dergisi
1992/ 14. s, Edirne
Karanfil Kırmızıların Soldu mu için:
Arslan Bayır, Gazantep’te
Bugün gazetesi, 30.11.1992, Gaziantep.
Ü. Şöhret Dirlik, Yeni Söke
gazetesi 14.8.1999, Söke-Aydın
Aysel Yenidoğanay, Damar
dergisi, Eylül 2000/114. s., Ankara.
Aysel Yinedoğanay, tın
dergisi, Kasım-Aralık 1993/13. s. Adana.
Gül Sevgisi (şiir kitabı) için:
Güngör Gençay, Damla dergisi
1992/14.s., Edirne.
Halim Şafak, Yazıt dergisi
Ağustos 1992, Ankara.
Aydoğan Yavaşlı, mektup
12.1.1993, İzmir.
Aysel Yenidoğanay, Tını
dergibsi Kasım-Aralık 1993/13. s., Adana Ünal Şöhret Dirlik, Yeşiyurt gazetesi
23.9.1999, Kırklareli.
Hasan Akarsu, Aykırısanat
dergisi Kasım-Aralık 2006/81. s., Adana.
Silahlanma (şiir kitabı) için:
Osman Nuri Poyrazoğlu, abece
dergisi 1998/ 145. s., Ankara.
Coşkun Karabulut, Maki
dergisi Mayıs-Haziran 1999/ 15. s., Mersin.
Kerim Özbekler, Yeni Söke
gazetesi, 27.8.1999, Söke-Aydın.
Mustafa Emre, Yüreğir
gazetesi 6.10.2000, Adana.
Şemsettin Murat, Aykırısanat
dergisi Mayıs-Haziran 2006/78. s., Adana.
Yedinci Göğün Yıldızı (şiir kitabı) için:
Mustafa Emre, Kent gazetesi
26.12.2005, Adana.
Erdal Atıcı, Berfinbahar
dergisi Mart 2006/97. s, İstanbul.
Çukurova Kurtuluş Savaşı
Destani (destan-şiir kitabı) için:
İlkhaber gazetesi, 13.1.2009,
Adana.
Karaisalı gazetesi,
30.1.2009, Karaisalı.
Osman Nuri Poyrazoğlu,
Öğretmen Dünyası dergisi Haziran 2009/21. s., Ankara.
İsmail Biçer, Kar dergisi
Haziran-Temmuz 2009/21. s., İstanbul.
Etem Oruç, Çıtlık dergisi
Temmuz-Ağustos 2009/10. s., Mut.
İsa Kayacan, Zafer gazetesi
28.10.2009, Gaziantep.
Hasan Akarsu, Gerçemek
dergisi Temmuz-Ağustos 2009/16. s., Aydıncık-Mersin
Hasan Akarsu, Gerçemek
dergisi Temmuz-Ağustos 2009/16. s.,
Aydıncık-Mersin.
Feyza Hepçilingirler,
Cumhuriyet Kitap 26.11.2009, İstanbul.
Kerim Özbekler, Babaeski Söz
gazetesi 18.3.2010, Kırklareli.
Mesut Eray, Ses gazetesi
1.7.2010, Adana.
Abdülkadir Güler, Güncel
Sanat dergisi Temmuz-Ağustos 2011,
Alanya.
Tamer Abuşoğlu, Güncel Sanat
dergisi Mart-Nisan 2012/16. s, Alanya.
Mehmet Aydın, Güncel sanat Dergisi
Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.
Ahmet Z. Özdemir, Güncel
Sanat Dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya
Yüzsüzler Yüzünü Alsın (şiir kitabı) için:
Mustafa Özke, Günaydın
gazetesi 23.1.2013, Adana.
Tamer Abuşoğlu, Gaziantep
gazetesi 19.4.2013, Adana.
Öğretmen Dünyası dergisi
Nisan 2013/400. s., Ankara.
Hasan Akarsu, Sanat Yaprağı
aylık gazete Nisan 2013, Kadıköy-İst.
Mustafa Okumuş, Çıtlık
dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2014/32. S. Mut.
İsmali Biçer, Yurt Kitap
(Yurt gazetesi eki) 11.5.2013, İstanbul.
Necmettin Bayraktar,
Berfinbahar dergisi Mayıs 2013/183.s., İstanbul.
Osman Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen
dünyası dergisi Haziran 2009/354. s. Ankara.
Kar dergisi Haziran Temmuz 2009/21. s., İstanbul.
Etem Oruç, Çıtlık dergisi
Temmuz-Ağustos-Eylül 2009/10. s., Mut.
Ahmet Z. Özdemir, Öğretmen Dünyası dergisi 2013/400. s., Ankara.
Aziz Kemal Hızıroğlu,
Berfinbahar dergisi ……..2014/….
İstanbul.
Yedinci Göğün yıldızı (şiir kitabı) için:
Erdal Atıcı, Berfinbahar
dergisi Mart 2006/97. s., İstanbul.
İnsan Hayranıyım (Aşık Haydar Aslan’ın yaşamı,
şiirleri) kitabı için:
M. Demirel Babacanoğlu, Yeni
Adana gazetesi 4.10.1992, Adana.
Abdülkadir Kaçar, Zirve
gazetesi Mart 2001, Adana
Abdülkadir Kaçar, Yenigün
gazetesi 8.2.2005, Adana.
Mansur Ekmekçi, Aykırısanat
dergisi Mayıs-Haziran 2005/72. s., Adana
Erman Artun, Adana Halk
Kültürü kitabı- Kendi y., 2006, Adana.
Yasemin Avan, Aksaraylı
Aşıklar kitabı-1995 Aksaray aliliği y., Aksaray.
Keman Sesleri (çocuk öykü kitabı) için:
Ali Taş, Yeni Adana
30.12.1996, Adana.
Bülbülün Sonu (çocuk öykü kitabı) için:
Hasan Akarsı, Edebiyat
Gündemi dergisi Ağustos 2000/6. s., İstanbul.
Aysel Yenidoğanay, Damar
dergisi Eylül 2000/114. s., Ankara
Çetin Boğa, Ekspres gazetesi
1.2.2001, Adana
Tepedeki Ev (çocuk öykü
kitabı) için:
Hasan Akarsu, Aykırısanat
Kasım-Aralık 2007/87. s., Adana.
O. Nuri Poyrazoğlu Öğretmen
Dünyası dergisi Temmuz 2007/ 43. s., Ankara.
Teyzemin Köseleri (çocuk masalı) için:
O.Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen
dünyası dergisi Şubat 2014/410. s., Ankara.
Değişik konular için:
Nuri Kırcıoğlu, MDB- Sanat
dünyası dergisi 1968/251. s., İstanbul.
Mustafa Aslan, Sevgi
Şiirleri- Haber gazetesi 27.5.1989, Gaziantep.
C. Karataş- Şiir Bahçesi-
Özgür Gaziantep gazetesi 16.6.1992, Gaziantep.
Mithat Yaban, MDB- Devrek
Postası gazetesi 19.8.1992, Devrek.
C. Karataş, Şiirler- Yeni Adana 5.9.1992, Adana
İlhan Alper, MDB- Yeni Adana
gazetesi 7.3.1994, Adana.
Özer Öztep, Şiir bahçesi-
Bölge gazetesi 8.6.1995, Adana.
Remzi Karabulut, MDB-
Kardelen dergisi 1997/4. s., Tarsus
O. Nuri Poyrazoğlu, Kitaplar-
Öğretmen dünyası dergisi 1997/127. s., Ankara
O. Nuri Poyrazoğlu, Dergi
çıkarmak- Kıyı dergisi Haziran 1999/159. s., Trabzon.
Sabahattin Şen, MDB-
Aykırısanat dergisi Temmuz-Ağustos 2003/61. s., Adana.
Hasan Akarsu, Şiirler-
Aykırısanat Kasım-Aralık 2006/81. s., Adana.
Mesut Eray, MDB- Ses gazetesi
1-7 Şubat 2010, Adana
Arslan Bayır, MDB-Güncel
Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s.,
Alanya.
Tacim Çiçek, söyleşi- Güncel
Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.
Ali Rıza Kars, Şiirler üstüne
konuşma video kayıt 7.5.2012, Adana.
Mustafa Emre, MDB- video
kayıt 7.5.2012, Adana.
Tacim Çiçek, MDB, video kayıt
7.5.2012, Adana
Mustafa Emre, söyleşi- Yeni
Turunç dergisi Haziran-Eylül/5-6. s., Adana
Yasak Meyve, MDB- Yasak Meyve
dergisi Mayıs Haziran 2013/62. s., İstanbul.
Ömer Uluçay, şiir kitapları-
Çukurova’da Şiir, s. 322, Gözde y., 2010, Adana.
Mehmet Aydın, MDB- Güncel
Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/ 16. s.,
Alanya
Ahmet Z. Özdemir, MDB-Güncel
Sanat Dergisi Mart-Nisan 2012/ 16. s, Alanya.
Hasan Akarsu, MDB Yapıtları-
Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.
Musa Dinç, MDB-Güncel Sanat
dergisi Mart-Nisan 2012/ 16.s., Alanya.
İsmail Biçer, MDB-Güncel
Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/ 16. s., Alanya.
O. Nuri Poyrazoğlu,
MDB-Güncel Sanat Dergisi Mart Nisan 2012/16. s., Alanya.
Yaşar yıltan, MDB- Güncel
Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.