M. Demirel Babacanoğlu

Yazar, Şair

Doğum
15 Ocak, 1944
Eğitim
Anadolu Üniversitesi
Burç
Diğer İsimler
Mehmet Demirel, M. Demirel Babacanoğlu

Şair ve yazar. 15 Ocak 1944'te Karaisalı'nın İncirgediği köyünde (1994’de Tarsus’a geçti) doğdu. Asıl adı Mehmet Demirel olup, ürünlerinde M. Demirel Babacanoğlu müstearını kullanmıştır. 1965'te Düziçi İlköğretmen Okulu'nu, 1988'de Anadolu Üniversitesi Önlisans Eğitimi'ni bitirdi. 1965-1996 arası 31 yıl öğretmenlik yaptı, 1996’da  Adana-Toros İlköğretim Okulu'ndan emekli oldu. Karacaoğlan'ı okumakla şiire başladı. Yeni Adana, Hürsöz gazetelerinin, Güney, Klas dergilerinin sanat yönetmenliğini yaptı. 1992’den 2008 yılı başına dek "Aykırısanat" dergisini yayınladı. Birçok gazete ve dergilerde sanat ürünleri yayınlanmaya devam ediyor. Adana’da ikamet eden Babacanoğlu; Şenel hanımla evli olup;  Cankat, Tüzel, Remzi, Estin adlarında; ikisi kız, dört çocuk babasıdır.

İlk yayımlanan ürünü olan Aklı Kara adlı şiiri, Mart 1963’te Adana-Kadirli’de çıkan Heybe dergisinin 3. sayısında yer almıştı. Mart 1963/3. sayı.  Sonraki yıllarda ürüneri; Yeni Adana, Hürsöz, Güney Medya, Ekspres,  Toros, Karaisalı, Bölgenin Sesi, Devrek Postası, İlkhaber, Sincan, Antalya vd. gazetelerde; Güney, Klas, Düşün, Ocak, Sanat Dünyası, Heybe, Yöneliş, Su, Meltem,  Çele,  Eflatun,Akdeniz, Gölge, İmece, Damla, Aykırısanat, Tını, Ozan,  Damar, Öğretmen Dünyası, abece, Kıyı, Maki, Dört Mevsim, İçel Kültürü, İçel Sanat Kulübü,   Minevra, Erensel Kültürü, Beşparmak, Tay, Atatürkçü Yol, Berfinbahar, Turunç, Tersakan Toros, Dört Mevsim, Adana Edebiyat, Çalı, Cumhuriyet Kitap, Alleben, Akköy, Kırkmerdiven, Yazıt, Bulancak, Aksu, İnci, Bay, Edebiyat Gündemi, Çağdaş Türk Dili, Kar, Güncel Sanat, Çıtlık, Gerçemek, Yeniden İmec, Yaşam Sanat vd. dergilerde yayımlandı. Ağustos 1992’de çıkardığı Aykırısanat dergisi, Aralık 2007’ye kadar (87 sayı) devam etti. Dört Oyun adlı oyunu, 1999 yılında Ankara, İzmir, Anamur’da sahnelendi. “Karacaoğlan’dır” adlı şiiri, Mayıs 2013’te besteci Mesut Eray tarafından bestelendi.

1963'te "Aklı Kara" şiiriyle Kadirli-Heybe Dergisi'nden; 1990'da "Sen Bu Türküleri Neden Söylüyorsun" adlı şiiriyle Türkiye-Balıkesir; 1992'de "Karanfil Kırmızıların Soldu mu" adlı kitabıyla İsveç-Stakolm Hümanist Enternasyonel Şiir Ödülü, 2002’de “Derin Duygular” adlı öyküsüyle Adana Edebiyatçılar Derneği öykü ödülünü aldı. 7 Mayıs 2013’de Adana’da 50. Sanat Yılı kutlandı. Ayrıca, kültür sanat etkinliklerine katılım için elli altmış kadar teşekkür belgesi ve plaket almıştır. Çukurova Edebiyatçılar Derneği (1998-2002// 2005-2007 arası yönetici), Edebiyatçılar Derneği,  Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Tarsus Şair Yazarlar Derneği üyeliği ve Adana Yaşam Sanat Derneği üyesidir.

ESERLERİ:

ŞİİR: Parakan (1990), Karanfil Kırmızıların Soldu mu (1992), Gül Sevgisi (1994), Silahlanma (1998), Çukurova Kurtuluş Savaşı Destanı (Destan şiir, 2008), Yüzsüzler Yüzünü Alsın (2013).

ÇOCUK ŞİİRİ: Yedinci Göğün Yıldızı (2006).

ÇOCUK ÖYKÜSÜ: Keman Sesleri (1997), Dört Oyun (1998),  Bülbülün Sonu (2000), Tepedeki Ev (2007).

ÇOCUK MASALI: Teyzemin Köseleri (2013).

DERLEME-İNCELEME: İnsan Hayranıyım  (Aşık Haydar Aslan’ın yaşamı, sanatı, şiirleri; Adana, 1992).

KAYNAKÇA (Seçilmiş): Muharrem Kubat (İstikbal gazetesi 12.10.1991, Eskişehir),

Adanalı Şairler Antolojisi (6. Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali Yayınları, 1992), Güngör Gençay (Damla dergisi, 1992/14. s., Edirne), Arslan Bayır (Gazantep’te Bugün gazetesi, 30.11.1992, Gaziantep), Ü. Şöhret Dirlik (Yeni Söke gazetesi 14.8.1999, Söke-Aydın), TBE Ansiklopedisi (2001), Halim Şafak (Yazıt dergisi Ağustos 1992, Ankara), Osman Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen Dünyası dergisi Haziran 2009/21. s., Ankara), Hasan Akarsu (Gerçemek dergisi  Temmuz-Ağustos 2009/16. s., Aydıncık-Mersin), Feyza Hepçilingirler, Cumhuriyet Kitap 26.11.2009), Abdülkadir Güler (Güncel Sanat, Temmuz-Ağustos 2011, Alanya), Tacim Çiçek (MDB, video kayıt 7.5.2012, Adana), Bilgi Formu (Kendisinden alınan bilgiler, 2015), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2015).

AKLI KARA

dünya kepti üstüme

ah ! ah!

dünya kepti üstüme

çabası kişinin ak-ak, kara-kara

kediler geçti yöremden su içti

hep karaydı kapkara

gözüme karanlık çekildi

suyum indi nehirlere denizlere

dünya parçalandı

paramparça oldu dünya tuz gibi dağıldı

deliklendi pencereler

gözlerimin ağı göğe baktı

gök delindi kırmızıya boyandı evren

dünya kepti

suyum tırnak uçlarımdan boşluğa aktı

ak içti kuşlar penceremden

AYKIRISANAT'IN ÖYKÜSÜ

1/Aykırısanat'ın çıkışı:

Yeni Adana gazetesinin sanat sayfasını yapıyorum. Yazılar gelip gidiyor. Arkadaşlar gelip gidiyor. Sığmıyoruz sayfaya. Bir dergi çıkaralım diyoruz. Bu için 'sormaca' başlatıyorum!

Çukurova, kültür sanatın kaynadığı yer. Herkes yazıyor, çiziyor. Ürünler üretiyor, sürüyor salıyor İstanbul'a/dışarıya. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü,  Ali Püsküllüoğlu.. ayrılar Adana'dan.

Geçmişte Adana, Ortadoğu'nun kültür sanat, ticaret kentiydi. Yüzyıllar içinde bu özelliğini yitirdi. Bu açıdan Adana'yı yeniden canlandıralım diyoruz. Adana nasıl kültür sanat, ticaret kenti olur? Adana'daki sanatçılar nasıl dışarı gitmezler diye soruyoruz? Yanıtlar geliyor, değerlendiriyoruz. Bize düşen görev bir kültür-sanat dergisi çıkarmak oluyor. Bunun için yazar/şairler toplanıyoruz, konuşuyoruz, söyleşiyoruz. Karşımıza ekonomik, bürokratik engeller çıkıyor. Sorunları zamana yayıyoruz...

1992 Yılının 5 Temmuzuydu. Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Bora Alagöz; Devrek Kültür Sanat, Baston Şenliği’ne gidiyoruz. Otobüsteyiz. Tartışıyoruz. Bir dergi çıkarmaya karar veriyoruz. Adı 'Aykırı' , sahibi Şenel Çiçek olacak, bürokratik engelleri Bora aşacak... Dergi uzun ömürlü olacak, okuruna, abonesine ulaşacak. Egemen sanatın dayatmasına, İstanbul dukalık anlayışına karşı olacak, bireyin ve toplumun özgürleşmesine katkıda bulunacak. Sanatın baş eğmez direncini gösterecek. Sanatsal gizilgücü açığa çıkaracak. Eleştirel gerçekçiliği ilke edinecek, kurumlaşacak...

Böylece derginin “manifesto”su belli olmuştu. Dönüşte Tacim Çiçek, kimi dergi ve gazetelere göndererek, “manifesto”yu yayınladı. Bir de duyduk ki, İstanbul'da 'Aykırı' adıyla bir dergi yayınlanmış. Bu; İstanbul'un bize olan ilk dukalık eylemiydi belki de! Biz de dergimizin adını 'Aykırısanat' yaptık.

Cebimizden beşer yüz bin lira ayırdık. Derginin ana parası bu oldu. 1992 Yılının ağustosunda Mersin'de Tacim gözetiminde derginin ilk sayısı yayınlandı.

Dergi üçüncü hamur, kendinden kapaklı yapıya sahipti. Kapağında büyütülmüş küçük harflerle 'aykırısanat' yazılıydı. Başlık üstünde, Oğuz Atay'ın bir kitabından alınmış; 'buradayım sevgili okur sen neredesin' sözü yer alıyordu. Bu sesleniş bana okuru azarlar gibi geldi. Ekim-Kasım 1993/8. sayıda bunu kaldırdık. Kapağın hemen ortalarında özet bir metin, onun altında ise arma olarak yaban kazı deseni; kimliğindeyse kurucular kurulu yer alıyordu. Adresi: PK. 587 Mersin'di. Yıllık abonesi 45 bin, tek sayı 8 bin liraydı. Abone ederi Tacim Çiçek PÇ. No: 648172'ye gönderilmeliydi.

İçerikteyse şunlar bulunuyordu:

Şiir: Osman Yılmaz, Bora Alagöz, Berdan Karagöz, İbrahim Yıldız, Osman Bolulu, Ahmet Bayır, Majakauskij, Adnan Yücel; tartışma-şiir: Tamer Abuşoğlu; deneme-şiir: M. Demirel Babacanoğlu; anlatı-şiir: Çetin Boğa; öykü-şiir: Arslan Bayır; değini: Ahmet Yeşil; kitap tanıtma: İzzet Kılıçlı; deneme: Turan Altuntaş; öykü: Durcan Yaşacan; sunu-inceleme-öykü: Tacim Çiçek Arka kapakta ise kitap dağıtımı listesi vardı.

Derginin ikinci sayısı yine Tacim Çiçek tarafından Mersin'de yayınlandı. İkinci sayıda, kimliğe; H. Hüseyin Yalvaç, İbrahim Yıldız, Durcan Yaşacan, Ali F. Bilir temsilci olarak eklendi.

            2/Aykırısant'ın gelişmesi:

Derginin üçüncü sayıda kimliğine; sahibi  Şenel Çiçek (Tacim’in eşi) yazı işleri müdürü Turan Altuntaş, yazışma adresi  yazıldı. Ama yönetim yeri adresi yoktu.

Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Ben bir kamu kuruluşunda çalıştığımız için, sahip ya da yazı işleri müdürü olamıyorduk! İçimizde sadece serbest çalışan Bora Alagöz vardı; kendince kimi gerekçelerle, sahip, ya da yazı işleri müdürü olmak istemedi..

Tacim, öğretmen olduğu için, eşiyle birlikte Afyon-Sandıklı-Alacami Köyü’ne gidiyor. Bu nedenle derginin üçüncü sayısını ben ve Arslan, Adana'da çıkarıyoruz. Bora ise Mersin'deki muhasebecilik işiyle uğraşıyor. Yalnızca derginin Mersin dağıtımını üstleniyor.

Bu  3. sayı Mersin'de epeyce eleştiri alıyor. Kimi yerleri çiziliyor, karalanıyor. Bu olay da sanıyorum Tacim'in gözü önünde geçiyor. Ama, Tacim, eleştirenleri söylemiyor! Neymiş, dostluklar bozulurmuş(!). Biz tasınlıyoruz kimin neler yaptığını! Eleştireye karşı değiliz. Eleştiri güzel bir olay ama, onların yaptıkları içe sinecek bir olay değil. Ama yine de biz sineye çekiyoruz! Bilmeden yapılan(!) bir dukalık anlayışı bu.

Bizim daha önceden dergi çıkarma deneyimimiz yoktu. İşi, dizgici-yayıncı bir arkadaşa vermiştik. O da derginin kimi yerlerini 'magazin'e benzetmiş. Ben de beğenmedim ama...  ne yapalım olmuş bir kere! Derginin o sayısını yeniden yayınlama olanağımız yok! Biz yokluklar içerisinde varlıklar üretmeye çalışıyoruz.

Tacim Çiçek'le Bora Alagöz her nedense dergiden ayrılma eğilimlerini sezdirmeye başladılar! Bora bir gün, işinin çokluğundan, yetişemediğinden, dergiye yararlı olamadığından söz etti.  Derginin, Mayıs-Ağustos 1994/ 11-12. birleşik sayısında  ayrıldı. Tacim de 'vergi çok çıkıyor, ödemekte güçlük çekiyoruz' diyordu. Eşi sahiplikten çekildi. Dergi resmi kimliğinden sıyrıldı. Dolayısıyla Ali F. Bilir de yayın kurulundan ayrıldı. Bizi yalnız bıraktılar. Oysa dergi çıkarmaya hazırladığımızda böyle konuşmamıştık.. Dergi çıkacak, okuruna abonesine ulaşacaktı..

Benimle Arslan kalmıştık. Dergi artık sahipsizdi, böyle çıkamazdı!  Eylül-Ekim 1994/13. sayısını seçki olarak çıkardık.

Tacim ‘in dergiyi çıkarırken, eşini sahip yapma nedeni, eş durumundan Mersin'e atanmak gibi bir amacını da güdüyordu. Bu nedenle mi, başka nedenle mi bilmiyorum, Tacim, derginin Mart-Nisan 1995/16. sayısında ayrıldı. Ama ona göre o, zaten derginin 3. sayısında edimli olarak ayrılmıştı. Damar’a geçti, orada yazmaya başladı. 'Üçüncü Öyküler-Kış 99' adlı  sayısında yazdığı yaşam öyküsünde Aykırısanat’a karşı  soğukluğu belli oluyordu. Daha sonraki yaşam öykülerinde Aykırısanat’ı yaşam öyküsünden çıkardı!

Aykırısanat’a bir sahip arayıroduk. Onu sevecek, ona uygun bir sahip gerekliydi. Arayış içindeydik. Sonunda şans, Turan Polat'ı çıkardı karşımıza, konuştuk. Eşi Hanife Polat derginin sahipliğini kabul etti. Hiçbir şeyimize karışmadılar, yalnızca kağıt üzerinde üstlendiler derginin sahipliğini. Sonuna dek bu ilkelerini korudular. Böylece derginin resmi yönü tamamlanmış oldu.Yönetim yeri: 'Polart Ajans Reklamcılık-Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti Ziyapaşa Blv. İsotlar İşhanı kat: 6/40' oldu. Haziran 1996'da yer değiştirdiler. Yeni yerlerinin adresleri şöyleydi:: 'Atatürk Cad. Bekir Sapmaz Yurdu Apt. kat 5/17 Adana.'. Eylül Ekim 2002/56. sayıdan beri de ‘Kurtuluş Mah. Ziyapaşa Blv. No:25, Akbenli Apt. Kat 1/1, Seyhan Adana’ adresine taşındık.

Dergiyi, Mart-Nisan 1996/ 22. sayısına kadar kendinden kapaklı olarak yayınladık. 23. Sayı ve sonraki sayıları kuşe kapaklı olarak yayınlamaya başladık. Dergimiz hırkasızdı, ona parlak bir hırka giydirdik. Kimi eski biçimi iyiydi dedi, kimi yeni biçimini beğendi..

Bu sayıdan başlamak üzere, derginin yazıişleri müdürlüğünü de Hanife Polat üstlendi. Çünkü basın masası resmi belgeler istiyordu. Turan Altuntaş, diplomasını kayıp ettiğini ve yenisini çıkaramayacağını belirterek, yazı işleri müdürlüğünden kendi isteğiyle çekildi. Bense, 1996 ağustosunda emekli olmuştum. Artık yazı işleri müdürü olmakta bir sakınca yoktu, ilgili belgeleri ilgili makama verdim, Kasım-Aralık 1996/26. sayısında derginin yazı işleri müdürlüğünü üstlendim.

İyi ve güzel gidiyorduk!

Her şeye zam geliyordu. Abonelerimiz azalıyordu. Ekonomik gücümüz zayıflıyordu. Derginin posta gideri 40, kağıt-basım gideri 60 milyonu buluyordu. Polart Ajans’ın herhalde işleri yeterli değildi, desteğini çekmek istiyordu. Bu yüzden, derginin Mart-Haziran 1998/34-35. sayısını zar zor yayınlayabildik. Derginin yayınına geçici olarak 10 ay  ( 5 sayı) ara vermek zorunda kaldık.

Tam biz bu güçlükler içindeyken Sayın Turan Altuntaş bize bir mektup yazarak, kendince bir gerekçeyle dergiden ayrıldığını belirtiyordu. Bize de; "Güle güle, yolunuz açık olsun" diyordu!

              Tam sırası: İzmir’den kendini Marxsist sanan birinden  bir mektup alıyorum zehir zemberek. 2.4.1993 tarihini taşıyor. Suçumuz, bir pusula yazıp gönderdiğimiz bir derginin içine koyup, temsilcimize yollayıp, satılan dergilerin ederinden % 25 düşülüp, satılmayan dergilerle birlikte tarafımıza yollanmasını istemek.. Sen misin  isteyen. Bizim ne kapitalistliğimiz kaldı, ne bilmem neciliğimiz!  12 yıl geçmesine karşın unutamadığım acı bir anı/olay bu. Tabi bizi onurlandıran, mutlu eden, destekleyen  çok güzel mektuplar da geldi. Sağolsunlar, varolsunlar,  teşekkür ediyoruz.

Bundan sonra da yolumuza gidecektik ama, yolumuzda engeller vardı! Onu aşmaya uğraşıyorduk. Aradan  on aylık bir süre geçti. Turan Polat (Polart Ajans) dergiyi yeniden çıkarma eğilimindeydi, çok sevindik. Dergimize hizmet verdikleri için Polart‘a teşekkür ediyoruz. Böylece Mart-Nisan 1999/36. sayımızı çıkarıyoruz. Birçok sanatsever, yazınsever, yazıncı arkadaşlarımızdan teşekkürler, tebrikler alıyoruz. Bu sayımızda yayın kurulumuza Adnan Gül, Bayram Uğur, Negehan Yalçın katılıyor. Fakat Bayram Uğur 44. sayıda başka bir dergide hizmet vereceğini; Negehan Yalçın'sa bir trafik kazası geçirdiğinden çalışamayacaklarını belirterek 43. sayımızda dergimizden ayrıldılar. 53. Sayımızda Yaşar Yıltan,, 56. sayımızda Göksu Günay yayın kurulumuza katıldılar. Göksu Günay 60. sayıya kadar kalabildi dergide..

Dergimiz, kendi dışındaki sanat olaylarına da destek vermektedir. Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), PEN Yazarlar Derneği, Cumhuriyet Kitap Kulübü (CKK), Edebiyatçılar Derneği'nin ortaklaşa düzenlediği Adana Sanat Günleri'ne (2...8 Ekim 1999 ve 12...15 Ekim 2000) destek vermiştir.

Dergimiz 12. yılında Ocak-Şubat 2004/64. sayısıyla kuşe/ofset kapakla yayınlanmaya başlamıştır.

3/Sosyal Etkinlikler Yarışmalar:

Aykırısanat Yayıncılık, 1'i araştırma-inceleme, 28’iöykü, 30'u şiir olmak üzere 59 kitap yayınlandı.

Aykırısanat üçüncü yaşına geldiğinde sosyal etkinlikler düzenleyebiliyoruz ancak! Bu etkinliklerimiz şunlar oluyor:

. 'Aykırısanat Üçüncü Yaş, Birinci Etkinlikleri'ni 5 kasım 1994 günü, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro giriş salonunda gerçekleştiriyoruz. Arslan Bayır fotoğraf, kabak süslemeleri sergisi açıyor. Ben, Turan Altuntaş, Bora Alagöz, Ali F. Bilir, Arslan Bayır, Tacim Çiçek, Abidin Güneyli, Durmuş Ali Özkale, Adnan Yücel imza günlerine katılıyorlar, kitaplarını imzalıyorlar. Okurlarıyla söyleşiyorlar.

. 'Aykırısanat Dördüncü Yaş İkinci Etkinlikleri'ni 27 kasım 1995 günü Büyükşehir Belediyesi Tiyatro giriş salonunda yapıyoruz. Arslan Bayır Fotoğraf, kabak süslemeleri sergisi açıyor. İlk gün, Bora Alagöz, Tacim Çiçek, Özcan Karabulut, Bilal Kayabay, Zeki Oğuz, Durmuş Ali Özkale; ikinci gün Turan Altuntaş, Ben, Arslan Bayır, Abidin Güneyli, Hikmet Karabucak imza günlerine katılıyoruz. Görkemli bir kalabalık izliyor etkinliği. Şairler yazarlar kitaplarını imzalıyorlar. İzleyenler böyle bir etkinliği; az rastlanır bir etkinlik, olarak değerlendiriyorlar...

. 'Aykırısanat Beşinci Yaş, Üçüncü Etkinlikleri' 23 kasım 1996 günü, Büyükşehir Belediyesi Tiyatro salonunda gerçekleştirildi. Etkinliğin sunuculuğunu Tiyatro oyuncusu Ercan Kont yaptı. Açılış konuşmasını Adana Vali Yardımcısı Dağıstan Kılıçaslan sundu; ardından bir şiirini okudu. Arslan Bayır Aykırısanat'ın dünden bugüne olan gelişmelerini anlattı, bir şiirini okudu. Durmuş Ali Özkale, Bayram Uğur şiirlerini sazlarıyla seslendirdiler. Kadriye Coşkun, Abidin Güneyli, Coşkun Karabulut, Demirel Babacanoğlu, Sabahattin Yalkın kendi şiirlerinden okudular. Zeki Oğuz öykülerinden bir bölüm okudu. Taner Nart, Hasan Hüseyin'in uzun, lirik, ilgi çekici bir şiirini, müzikal tempoyla okudu. Alkış aldı.

           Turan Altuntaş, Adnan Yücel de vardı izlencede ama; Turan Bey sayrı olduğunu, Adnan Yücel İstanbul'a gideceğini belirterek (!) etkinliğimize katılmadılar. Sonradan öğrendik bir yere gitmemişler, buradaymışlar, bir yerde oturup eğlenmişler!

          'Aykırısanat Yedinci Yaş, Dördüncü Etkinlikleri' 20 Mart 1999 günü Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonunda gerçekleştirildi. Açış konuşmasını M.Demirel Babacanoğlu sundu, bir şiirini okudu. Âşık Haydar Aslan, Âşık Kederi, Durmuş Ali Özkale, Bayram Uğur sazıyla türkülerini ve şiirlerini seslendirdiler. Adnan Gül, Arslan Bayır, Ahmet Tolu şiirlerini okudular. Salonda bulunan konuk şairler de birer şiirlerini sundular. Görkemli, unutulmayacak güzel bir gün yaşandı.

         1. Haziran 1999 günü ÇETKO'da (Adana Çevre/Tüketici Koruma Derneği) Orhan Kemal ve Nazım Hikmet'in ölüm yıldönümü nedeniyle mini bir söyleşi düzenlendi. M. D. Babacanoğlu, Orhan Kemal'in yaşamı, sıkıntılarını; Adnan Gül şairliğini; Arslan Bayır Nazım'ın yaşamını anlattı.

         2. 2000 yılında, dergimizin 8. kuruluş yıldönümü  için şiir yarışması açıldı. 29 Nisan 2000 günü  Adana- Halk Kütüphanesi Salonu’nda düzenlenen etkinlikle kazananlara ödülleri verildi. 1.’lik ödülünü Necmettin Çakır –Zemheri Çiçekleri, 2.’lik ödülünü Dursun Özden-Düş Vurgunu, 3.’lük ödülünü Nazım Mutlu- Sen ki Sivas’sın,  mansiyon ödülünü Tamer Öncül-Katiller Özür Diliyor, özendirme ödülünü Abdül Kadir Kaçar-Gözlerimde Nergis Açar adlı şiirleriyle aldılar. Dergimizin karşılıksız abonesi oldular. Etkinlik, Yaz 2000/43. sayımızda haberleştirildi.

        3.Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), PEN Yazarlar Derneği, Cumhuriyet Kitap Kulübü (CKK), Edebiyatçılar Derneği işbirliğiyle  2/8 Ekim 1999 Birinci Adana Sanat Günleri’ne ve 2/8 Ekim 2000 günleri düzenlenen İkinci Adana Sanat Günleri’ne dergimiz destek vermiş, katkıda bulunmuştur;  konu Eylül Ekim 1999 ve 2000 sayılarında haberleştirilmiştir.

       4. 2002 yılı Aykırısanat  Şiir Yarışması’nda 1.’liği Birsen Başaran ‘ın ‘Saat Direncindeki Kavi’ ile Nilüfer Altunkaya’nın Aşka Rapsodi şiiri paylaştı. 2.’liği YunusYaşar’ın ‘Suluboya Zamanlar’, 3.’lüğü Şaban Aktaş’ın ‘Kır Pencere’ adlı şiiri almıştır.Yarışma sonuçları Mayıs-Haziran 2002/54 ve 55. sayımızda yayınlanmıştır.

       5. 2003 Yılı için de kısa öykü yarışması açtık. Yarışmanın ödülleri  Adana İl Halk Kütüphanesi Salonu’nda törenle verildi. 1.’liği  Münevver Ogan ‘Rayların Türküsü’ ile Adnan Gerger’in ‘Yasemin’le O Gece’ adlı öyküleri paylaştılar. 2.’liği Bilge Öngöre ‘Zillerin Ölümü’;  3.’lüğü Filiz Gülmez ‘Düşlerde Aramak’;  mansiyon  Nihat Taydaş ‘Onu Seviyorum’;  Aykırısanat  özel ödülü Pınar Uçkun ‘At Kestanesi’ adlı öyküleriyle aldılar. Ayrıca, Talat Avcı’nın ‘Kendine İyi Bak’, Ayşe Çekiç Yamaç’ın ‘Son Gülümseyiş’, Musa Dinç’in ‘Beri Gel Alanya’, Ahmet Aksoy’un ‘Sıkıcı Bir Gün’, Elif Yiğit’in ‘Sarının Götürdükleri’, Zehra Ünüvar’ın ‘Tuttu Yalnızğın Elinden’, Zeki Oğuz’un  ‘Maskeli Öyküler’ adlı öyküleri  Aykırısanat’ta yayınlanmaya değer görüldüler..

        6. Önce kararlaştırdığımız ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda Şiir ve Yansımalar’ konulu açıkoturumun günü gelmişti.  10 Mayıs 2004, saat l3.15’te Bilfen Okulları Salonu’nda gerçekleştirecektik. O gün Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü beni aradı. Çetin Derdiyok, Zafer Doruk, Mustafa Emre, Orhan Kemal’in çalıştığı Milli Mensucat Fabrikasına gittik, gezdik, Yüreğir’deki  Orhan Kemal Bulvarı’nı  fotografladık Akşam da ÇÜ Sosyal Tesisleri’nde buluştuk. ÇÜEF Dekanı Necmi Yaşar  fıkralarıyla ilgi çekti.

       Açık oturum; belirtilen saatte  ve okulda ,okulun  müdürü  Halil Çetin ve çalışanlarının desteğiyle gerçekleştirildi. Ankara-Bilkent Üniversitesin’nden Mehmet Aydın ‘Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri’, Ahmet Özer 1950-1980 Toplumsal Dönemi ve Şiirimize Etkileri’;  Vedat Yazıcı ‘1980 Sonrası Türk Şiiri’ konularını anlattılar, oturumu Arslan Bayır yönetti. Konu derginin Temmuz-Ağustos 2004/67. sayısında  yer aldı.

2004 Kısa Öykü Yarışmamızın ödülleri, 26.11.2004 günü, ÇÜEF Hasan Ali Yücel Salonu’nda dergimiz kuruluş yıldönümü geleneksel etkinliğinde sunuldu. Şiirde 1.’lik Muzaffer Sarıgül ‘Sustuklarım’;  2.’lik Ahmet Tolu-Esrik Gece Sevisi’;  3.’lük Turgay Değirmenci ‘Sayıklamalar’; Aykırasanat özel ödülü  İbrahim Eroğlu,’Amalia- Haydi Kız’;  Jüri özel ödülü Pelin Onay ‘Lirik Hesaplaşmalar/Dönüyorum’; özendirme ödülü; Necdet Tezcan ‘Istıranca Esini’ şiir ödülü aldılar.

 Kısa öyküde 1.’lik Ferit Sürmeli ‘Yağmur’;  2.’lik Adnan Yüce ‘Kırmızı Yanaklı Türk Köylüleri’;  Sultan Su Akar ‘Alkara’;  Aykırısanat özel ödülü Mustafa Atmaca ‘Berberde’; Jüri özel ödülü Ali Gençli ‘Yüreğim Enkaz Şimdi’; özendirme ödülü Seda Bilger ‘Kırmızıydı Sonbahar’  öykü ödülüne layık görüldüler. Eylül-Ekim 2004/68.s. haberleştirildi.

  7. 2005 Şiir, Kısa  Öykü Yarışması ödülleri, dergimizin 13. Kuruluş Yıldönümü etkinliğinde, 12 Kasım 2005 günü, Adana İl Halk Kütüphanesi  Salonu’nda  dağıtıldı. Şiirde 1.’lik Behçet Yani ‘Renkler Armonisi’; 2.’lik H.İhsan Sönmez ‘Düşlerin Çağrısı’;  3.’lük Atilla Oğuz ‘İnanna’nın Gülüşü’;  Aykırısanat özel ödülü Refik Uğur ‘Kuşatılmış Bir Ülkedeyim’; Jüri özel ödülü Erbay Kara ‘Anadolu’, Eray Korkmazer ‘Kırmızı ve Mavi’ şiirleriyle ;  öyküde 1.’lik Mehmet Fırat Pürselim ‘Bin-Bir’; 2.’lik İnci Gürbüzatik ‘Tuşe’;  3.’lük İncila Çalışkan ‘Cemile’nin Yazgısı’; Aykırısanat özel ödülü Emine M.Azboz ‘Mızıka’; Jüri özel ödülü Güldem Şahan ‘Düet’; Ayşe Çekiç Yamaç ‘İki Güvercin’ öyküleriyle ödüllerini aldılar. Öyküler, Temmuz-Ağustos 2005/73. s., Şiirler, Eylül-Ekim 2005/74. s. Yayınlandı.

8. Aykırısanat 2006 Kısa Öykü/Şiir Yarışması koşulları  Kasım-Aralık 2005/75. sayımız ve sonraki sayılarımızla duyuruldu. Yarışmaya 106 öykücü, 124 şair katıldılar. Yapıtlar, yarışma süresinin sona erdiği 15 Mayıs 2006 tarihi ardından seçici kurul  üyelerimize ulaştırıldı. Sonuçlar dergimizin  Temmuz Ağustos 2006/79. sayısında yayınlandı. 18 Kasım 2006, Cumartesi saat 14.oo’te Sabancı Kültür Sitesi İl Halk Kütüphanesi Salonu’nda, Aykırısanat’ın  14. kuruluş Yıldönümü  etkinliği kapsamında ödüller sahiplerine sunuldu:

Aykırısanat 2006 Kısa Öykü Yarışması Başarı Ödülü  “Eylül Fırtınası” adlı öykü sahibi  Ayşe  Çekiç Yamaç’a; Özel Ödülü “Mutfak Masalı” adlı öykü sahibi  Duygu Gücük’e;  Aykırısanat 2006 Şiir Yarışması Başarı Ödülü “Irak’ta Ana Olmak” adlı şiir sahibi Tahsin Şimşek’e,  Özel Ödülü “Dengbej” adlı  şiir  sahibi Muhammet Akyıldız’a verilmiştir. Duyum, ayrıca Ocak Şubat 2007/82. sayımız “Duyumlar” sayfasında yayınlanmıştır.

4. Aykırısanat’ın Etkileri

Aykırısanat’ın, etkileri azımsanamayacak ölçüde büyük olmuştur. Hemen ardından Adana’da yeni  dergiler çıkmaya başlamış, sayıları on’a yükselmiştir. Hepsi de uzun süre yaşamaya, dukalık anlayışını kırmaya çalışmışlar, bunda da ölçüde başarı sağlamışlardır. Bunlardan bazıları kapanırken. Söylem 115. sayıyı aşmış bulunmaktadır..

Aykırısanat’ın, Anadolu Dergiler Birliği tasarımı, bazı dergiler ve kişiler tarafından gündeme taşınmışsa da yeterli başarı sağlanamamıştır. Biz istiyorduk ki, Anadolu’nun herhangi bir kentinde, daha da çok Adana’da Anadolu Dergiler Birliği gerçekleştirilsin;

birliğe üye olsunlar, birlik matbaasını kursun, Anadolu’nun dergileri burada yayınlansın,  şair yazarlarının kitaplarını burada basılsın; Adana yeniden Ortadoğu’nun  kültür sanat, ticaret kenti olsun.. Şimdilik bu tasar gerçekleştirilmedi, ama gerçekleşmeyecek anlamına gelmez. Bir gün birileri çıkıp bu tasarıyı yaşama geçirecek; Anadolu kültür sanat açısından dünyaya açılacak.. Bu ütopya değildir..

Aykırısanat’ın savunduğu ilkeler büyük ölçüde tutmuştur. Anadolu dergilerinin yetiştirdiği yazar şairlerin büyük bir bölümü kentlerinde kalmışlardır. İçlerinden pek azı kentlerini terk ederek İstanbul, İzmir gibi büyük kentlere yerleşmişlerdir. Ama yine de bu şair yazarlarımız Adana’yla olan ilişkilerini  canlı tutmayı başarmışlardır!. Biz, şair yazar, sanatçılarımızın kendi kentlerinde kalmalarını diliyoruz. Sinema, müzik, tiyatro.. üretim alanlarının, dergi-kitap yayınevlerinin açılmasını bekliyoruz. Unutulmasın ki bir kent, kuruluşlarıyla, kurumlarıyla, sanatçılarıyla şairiyle soluk alabilir..

Aykırısanat’tan birçok şair yazar çıkmıştır; işte kimileri:

M. Demirel babacanoğlu, Tacim Çiçek, Arslan Bayır, Adnan Gül, Yaşar Yıltan, Cemil Okyay, Ahmet Arslan, Ali F. Bilir, Necmettin Çakır, Coşkun Karabulut, Zafer Doruk, İbrahim Tığ, Abidin Güneyli, Şemsettin Murat, Tamer Abuşoğlu,  Efe Güzelgöz, Aşık Haydar Aslan, Nihat Mustul, Hasan Akarsu, Yunus Yaşar, Veli Cuma, Osman Erkan, Musa Dinç, Ali Ozanemre, Ahmet Tolu, Mehmet Babacan, Ali Akdemir, Mehmet Kılıçoğlu, Ünal Şöhret Dirlik, Rehber Aydın, İlhan Kemal Kaplan,  Şaban Akbaba, M. Fikret Ünlüer, İsmail Biçer, Aziz Kemal Hızıroğlu, Hasan Hüseyin Yalvaç, İbrahim İspir, Bekir Dağsever, Seçkin Gündüz, Nevra Çağlayan, Mustafa Atmaca, Behçet Yani, Süleyman Bozdoğan, Ayşe Çekiç Yamaç, Hasan Hüseyin Çabuk, Osman Nuri Poyrazoğlu, Necmettin Bayraktar…

 

 5. Aykırısanat’ın Kapanması:

 

Aykırısanat’ın kapanma olayı, uzun bir öykü. Özetle bir şeyler anlatayım:

Söyleyeceklerim belki de “zülf-ü yâre” dokunacak; ama ne yapalım,  “zülf-ü yâre” dokunmadan  yâr sevilmiyor!

Dergiyi, büyük ölçüde aboneleri, okurları, yazarları ayakta tutuyorlar. Kimilerinden de yardım aldığımız oluyor..  Reklamsa yok denecek kadar az. Ben bir nedenle Ankara’dayım.* Dergiyi uzaktan koruyup kollama yeterli olmuyor! Ülkem ve kentimin ekonomik koşulları bizi etkiliyor. Okurların, abonelerin, yardımseverlerin desteğinde ister istemez azalma oluyor. Ardından da  ekonomik “kriz” geliyor. Tam bu sırada, Sevgili Arslan Bayır’a,  Sayın Yazar Burhan Günel  bir mektup yazıyor. Sen filan yazarın gazetedeki yazısını “intihal” etmişsin, kimbilir başka ne “intihal”ler yapmışsındır, dergiden çekil, çekilmezsen yoksa konuyu kamuya açıklayacağım diyor.

       Ben dergiden çekilmesini istemiyorum. Arslan, bunun üzerine dergiden çekiliyor. Nedense, Sevgili Burhan Günel sözünde durmuyor.. Konuyu, “tanedebiyat, (kasım 2005/1.s.), Damar, (Ocak 2006/178. s.),  Beşparmak, (Ocak-Şubat 2006/131. s.),  Akköy  (Mayıs-Haziran 2006/36. s.)” adlı dergilerde yazıyor.

      Sevgili Burhan Günel, konuyu bir dergide yazmış olsaydı belki de böyle bir yazıya gerek duymayacaktım! Konuyu içeren yazıyı, ilk yayınlayan dergi tanedebiyat’ı anlıyorum!  Sözkonusu yazıyı diğer üç dergi niçin yayınlamıştır, anlamıyorum!

      İşte görülüyor ki, bir Anadolu dergisine dört Anadolu dergisi karşı!.. Aykırısanat olarak ne yapabilirdik? Baltayla sap öyküsüne benziyor olay.

      Dergide tek başıma kalıyorum.. Biz ekonomik sorunlarla  cebelleşirken bir de bu sorunlar ekleniyor..  Bana yardımda, abonede..  söz verenler “kriz” var diyorlar. Herkesin kendine göre ölçüsü var. Bir şey diyemem! 2008 başında, derginin yayınına ara veriyoruz. Yeniden yayınlayabilmek umudunu taşıyoruz. Ama  “kriz”, “teget” geçmiyor!. Dergiyi kapatmak zorunda kalıyoruz.

                                                                                

                                                                                      (Şubat 2010, Adana)

 

 

                                                                          

DERİN DUYGULAR

(Çukurova Edebiyatçılar Derneği 2002 öykü ödülü.)

 

  Yaşlıadam köyüne gitmişti.

  Çoktandır özlemini çekiyordu köyünün.

  Köyleri iki parçaydı. Büyük parçasında babasıgil, küçük parçasında dedesigil oturuyordu. Çevrenin odak köylerinden biriydi. Torosların güneyinde uzanan engebeli topraklar üzerinde kurulmuştu. Okulu, harf devrimi yıllarında yapılmıştı. Bir çok insan burada yetişmişti. Bu konuda öncü sayılıyordu! Ama yıllar kağşatmış, altüst etmişti. Ellili yılların başlarında başlayan, giderek artan göç, köyde birkaç kişiden başka kimseyi bırakmamıştı!..

  Dedesigilin evine doğru yürüdü.

  Bebeklik ve ilk çocukluk yılları burada geçmişti.

  Ev iki katlıydı. "Tabaka" deniyordu. Altı ahırdı. Kuzey sırtında samanlık, batı yönünde ekmekevi vardı. Ahırda öküz, at, eşek, sığır, sıpa besleniyordu. Samanlık ağzına kadar saman doluydu. Ekmekevi kiler ve oturmak için kullanılıyordu. Tabakada ise dedesi, ninesi oturuyordu.

  Yaşlı adam, çocukluk günlerinin geçtiği bu evi ne çok görmek istiyordu. Hızlı hızlı yürüdü. Köy evlerinin arasından geçti. Vardığında evi yıkılmış buldu. Yerinde birkaç tümsek kalmıştı! Yeller esiyordu. Tümseğin üstüne dikildi. Bakındı dört bir yana. Eski günlerin özlemi yangın oldu. Karartılar gerildi gözlerine. Karanlık oldu her yer; sanki güneş tutuldu! Kaldı gecenin içinde (!) Fırtına değmiş gibi sallandı. Yıkılmadı, topladı kendini durdu. Gözlerini açtı, tepede güneş vardı. Yüzünden boşanan terleri sildi. Düşündü; düşleriyle kaldı baş başa. Kabardı duyguları. Zamana açılan tünele aktı gitti!

  Dedesi şehire gitmişti.

  Akşam oluyordu.

  Yemek hazırdı.

  O, olmadan kimse oturamazdı sofraya.

  "Tabaka" kutu gibi bir yerdi. Ocak oyuluydu doğu duvarında. Ateş yanıyordu. Sayacak üstünde tencere kaynıyordu. Yakınında pencere vardı. Önünde yerlikoza yığılıydı. Üstünde kedi yavruları oynaşıyordu. İki gözünü “kaçkaç”ta yitirmiş olan teyzesi gözlüler gibi çevikti. Tencereyi ocaktan indirdi. Koza yığınının önüne koydu. Soğuması için kapağını açtı, güzel kokular yayıldı çevreye. Çorbadan bir tabak doldurdu; ayrıcalıklı yeğeninin önüne koydu. Kesme çorbasıydı bu. Yeğeni iştahla kaşıklıyordu. Namaza durdu teyzesi. Namazın bir bölümünü kıldı kılmadı; yerlikoza üstünde oynaşan kedi yavrularından biri yuvarlandı, düştü tencerenin içine. Zavallı yavrucak çırpındı, kurtulamadı. Teyzesi bıraktı namazı koştu. Döktü çorbayı dışarı.  Tencere onulmaz kirlenmişti. İçine bir şey konamazdı. Kalaylanacak, kırk taşla kırklanacaktı. Sabahleyin gönderildi kalaya. Teyze öfkelenmişti. Kedi yavrularını pencereden aşağı fırlattı. Yavruların kimi yaralanmış, kimi topallıyor, kimi miyavlıyordu! Bir daha eve kedi sokulmadı...

 

 

Dışarıda yağmur yağıyordu.

  Evler ıslanıyordu.

  Ağaçlar, dağlar seviniyordu.

  Yıkanıyordu yeryüzü. Arınıyordu pisliklerinden!

  Çörtenden sular fışkırıyordu. Öyle güzel akıyordu ki, sevgi doluydu. İmrendi çocuk akışına damdaki suyun, devindi hemen, koştu suyun altına durdu. Uzattı ellerini, tuttu suyu. Kaldırdı ayaklarını, salladı suya. Usulca aktı su, incitmedi çocuğu. Ipıslak oldu çocuk. Dedesi gördü içeriden, usu başından sıçradı.

  “Hınzır!”

  Koştu aldı suyun altından torununu.

  “Hasta olacaksın!”

  Birkaç çırpı vurdu sırtına.

  Yandı sırtı.

  “Suyun altında durulur mu?”

  Ağlayımsı oldu torun, büküldü dudakları.

  “Cıbıl olmuşsun bak!”

  Dedesi, yüksek sesle çağırdı teyzesini; gelsin alsın, giysisini değiştirsin diye. Sesi duyunca, yerinden zıpladı, koştu geldi teyzesi, aldı götürdü onu, değiştirdi ekmekevinde ıslanan sırtını. Kuruladı saçlarını...

  “Bak! Islanmışsın.”

  Çorap giydirdi ayaklarına, başına başlık.

  “Bak üşümüşsün, bir daha yapma!”

  Kucakladı onu, ısıttı bedeniyle.

  “Yapmam!”

  “Akıllı çocuklar yapmaz!”

  Götürdü dedesine yeniden.

  “Gel bakayım, yakışıklı olmuşsun!”

  Buruk bir hava içindeydi.

  Anladı dedesi, gönlünü almak istedi hemen onun. Ona çok sevdiği oyunlardan birini önerdi.

  “Atçılık oynayalım mı?”

  Yüzü ışıdı çocuğun, unuttu olanları.

  “Oynayalım!”

  Dedesi at oldu.

  Çocuk mendili kırbaç yaptı. Bindi dedesinin üstüne.

  At gibi kişnedi dedesi:

  “Hayyyyyyy!..”

  Ne güzel atçılık!

  Çocuk sevindi iyice...

 

 

Dedesinin al bir atı vardı.

  “Hayyyyy!” Dedi mi uçardı.

  Görenler ayağa kalkardı. Döner döner bir daha bakardı. Hayran kalırdı, gelinler kızlar... Süzerdi dedesini.

  Torun da sevdi atı.

  At ahırda bağlıydı. Kimseye haber vermeden gitti torun atın yanına. Yavaşça ses etmeden okşadı atı. Tanımadı at onu. Aldı altına, ısırdı belinin ortasından, kaldırdı havaya, tam yere çarpacaktı, bağırdı çocuk:

  “Dedeeeeeeeeee!”

  At onu tanıdı sesinden. Usulca bıraktı yere. Özür diler gibi yaladı yüzünü.

  Çocuk ayağa kalktı.

  Sevdi atı.

 

 

Sırçakelek adında bir kadın vardı köyde. Delidemsek biriydi. Şakalaşırdı herkesle. Hele de çocukları gördü mü takılmadan edemezdi. Gördü dedenin torununu, sevdi biraz.

  “Gel seni eşeğe bindireyim” dedi.

  Bindirdi eşeğe gezdirdi köyün içini. Usandı, getirdi evin önüne bıraktı. Haber de etmedi çocuğunuzu getirdim diye. Çekip gitti. Çocuk kaldı eşeğin üstünde. Eşek gezindi bir ora bir bura; kımtıdı şundan bundan. Kaldırdı başını, tuttu Çaltılı'nın yolunu. “En iyisi bostan yemek” diye geçirdi içinden! Vardı Çaltılı'ya.  Çaltılı kavun karpuz doluydu. Sevinçle, bir kavundan, bir karpuzdan ısırdı, doyurdu karnını, keyfine diyecek yoktu...

  Aradan uzunca bir vakit geçmişti. Ayrımına vardılar çocuğun olmadığının. Telaşla çıktılar tabakadan, dağıldılar her bir yere, aradılar çocuğu. Sordular konu komşuya. Sonunda öğrendiler Sırçakelek'in eşeğe bindirdiğini. Baktılar eşek yok.

  “Eşek alışık, gitmiştir Çaltılı'ya” dediler.     

  Koştular, soluk soluğa vardılar Çaltılı'ya. Eşek oradaydı, torun üstünde duruyordu. Eşek toruna, torun eşeğe uymuştu. Derin bir soluk aldılar. Ohhhh!

  Torunu aldılar eşeğin üstünden, sevdiler iyice. Karpuz kesip yediler, serinlediler. Bir heybe de topladılar, koydular eşeğin üstüne, getirdiler. Çocuğun bulunması onuruna dağıttılar karpuzu konu komşuya.

  Sırçakelek'e de iyi demediler!

 

  Çocuğun ninesi sayrıydı. Yatıyordu yatakta.

  Yatak, Medetsiz Tepesi gibi evin ortasındaydı.

  Aklara bürünmüştü, üzerine kar yağmış gibiydi.

  Eşi, çocukları başucundaydı. İnliyordu ninesi!

  Torununa sesleniyordu ölümcül bir sesle!

  "Gidiyorum yavrum, gidiyorum!"

  Torun gitmenin ne anlama geldiğini kestiremiyordu. Ama bir şeylerin olabileceğini de sezinlemiyor değildi. Baktı ninesine, buğulandı çocuk gözleri. Hemen atıldı ninesinin üzerine.

  "Gitmeeeeeee!! Gitme!" dedi.

  Ninesinin gözlerinde sıralandı yaşlar. Torununu aldı kucağına, siyah saçlarını okşadı, ala gözlerinden öptü, akıttı gözyaşlarını içine (!)

  Bu bir ayrılış töreniydi. Başında olanlar anladı. Onlar da tutamadılar gözyaşlarını. Okşadılar kınalı saçlarını. Öptüler ellerinden.

  Kucaklaştılar torunla nine yeniden. Bir daha bir daha kucaklaştılar. Özlem kalacaktı geride! Kaldı!

  Bir limon gibi olmuştu ninesinin yüzleri. Feri kalmamıştı gözlerinin. Gittikçe sönmüştü ışığı. Hiçbir yeri tutmuyordu artık. Kıpırdamıyordu ayakları kolları. Çekilmişti kanı. Buruş buruş olmuştu bütün teni. Üşüyordu. Üşüdükçe üzerine ak yorganlar örtüyorlardı. Ak yorganların arasından sarkıyordu kınalı saçları.

  Buruşmuş yanaklarından öptü son kez torun.

  Daha fazla direnemedi ninesi.

  Son bir kez daha baktı torununa.

  Sonra eşine ve çocuklarına çevirdi gözlerini.

  Düşüverdi boynu, soluksuz kaldı.

  Yavaşça, incitmeden aldılar ninesini yataktan. Evin önünde kurulmuş tahta sundurmanın üzerine yatırdılar. Kınalı saçları dağıldı, hafifçe esen rüzgarda. Yüzü, geçmişin bütün acılarını taşıyordu. Buna karşın yine de dudaklarında belli belirsiz yaşamsal anlamlar vardı. Yıkayıcı kadınlar geldiler; kazanda ısınmış olan sudan saplıyla döktüler ölünün üzerine. Yıkadılar kuralına uygun. Sardılar ak bezlere, kefenlediler. Koydular kaba tahtadan yapılmış bir tabutun içine. Üzerine çubuklu antik bir savan örttüler. Baylar el üstünde alıp götürdüler. Boylu boyunca uzun ve derin kazılmış gömütüne koydular. Kürekler çalıştı şakur şukur. Örtüldü üzeri toprakla. Kınalı saçları aklında kaldı çocuğun!

 

 

Çok geçmeden, dedesi şehirden törpüsüz bir kadın getirdi. Hoşlanmadı hiç kimse ondan! Düzeni bozuldu evin. Dışlık vermedi beyine, beyinin çocuklarına. Dağıtmak istedi, onların her birini her bir yere; çekişti durdu onlarla. Ezildi arada torun. İzin vermedi cicianne, dedesiyle görüşmesine! Uğrun uğrun görüştüler, saklı saklı konuştular...

  Yüz vermedi cicianne, ekmekevine çekildi çocuklar. Ayak basmadılar bir daha "tabaka"ya. İneği çekip aldılar cicianneden; içirmediler sütünü, yoğurdunu ona. Karışmadılar ekmeğe (!)

  Cilveli biriydi cicianne. Her gün gözlerini sürmeler, taranır, boyanırdı. Sürünürdü güzel kokular... Akşam olunca gülüşmeler, cilveler başlardı "tabaka"da. Kösnül devinimler taşardı dışarı...

  Cicianne, haftada olmazsa, onbeş günde bir kesinlikle giderdi şehire. Giderken koca bir sele ekmek sular, bohçalar götürürdü. Bulgur, yağ... o da cabası!

  Yakın komşular bile yılmıştı ondan iyice. Bir araya geldiler mi çekiştiriverirlerdi!

  "Kendini beğenmiş"

  "Törpüsüz!"

  "Tek başına şehire giden ne yapmaz?"

  "....................."

  Derlerdi.

  Evden ve çevreden baskılar geldi dedesine.

  "Bırak o kadını!"

  "......................"

  Sonra geçimsizlik tabakaya da sıçradı.

  Düşündü bey.

  "Bırakmalı bu kadını!"

  Tartışmalar, geçimsizlik şiddetlendi gittikçe.

  Bir sabah aldı götürdü kadını bey, bıraktı aldığı yere.

  Döndüğünde kurtuluş vardı yüzünde.

Bir daha da evlenmedi.

  Artık toruna bu evde yer yoktu.

  Babasıgile gitmeliydi.

  Babası geldi bir gün, şöyle seslendi:

  "Seni götüreceğim!"

  Tepkisi sert oldu çocuğun:

  "Gitmem!"

  Çocuk dedesini baba, ninesini anne bilmişti.

  Bu da kimdi?

  Bundan hiç söz eden olmamıştı ona.

  Çocuğu hazırladılar.

  Dedesi ona gitmesi gerektiğini söyledi.

  Karşı durdu çocuk:

  "Gitmem!"

  Dedesi babasını gösterdi işaretle.

  "Baban bu! Seni alıp götürecek. Annen de bekliyor evde seni. Bak sana neler almışlar. Ne cici şeyler!"

  Babası aldığı şeyleri gösterdi.

  Ayakkabı, leblebi, şu bu...

  "İstemem!"

  Babası yumuşak sevecen seslerle seslendi oğluna.

  "Haydi evimize gidelim. Bak orada kardeşlerin var. Onlar bekliyor seni. Onlarla oynarsın!"

  "Oynamam! Gitmem!"

  "Ben senin babanım!"

  "Yalancı!"

  "Yalan söylemiyorum!"

  Dedesi, dayısı, teyzeleri, hep birden karıştılar söze:

  "Yalan değil, senin baban vallahi. Gerçek baban bu. Annen de köyün büyük parçasında seni bekliyor. Hani gelip gelip seni sevip giden bir kadın vardı ya işte o senin annendi!..."

  "Yalandırıyorsunuz beni. Bu babam, o annem! Niye söylemediniz şimdiye kadar?"

  "Zamanı değildi. Sırası değildi. Şimdi söylüyoruz. İnanmalısın bize. Bebekken seni burada bıraktık. Alıştın. Nineni anne, dedeni baba bildin..."

  Çocuk yüzlerine baktı onların, denetledi yüzlerini. İkilemli bir duruş gösterdi.

  "İnanmam!"

  Yine hep birlikte diller döktüler, güller verdiler ona. O inanmadı, ayak diredi.

  "Gitmemmmmmmmmm!"

 

Babası kararlıydı. Zorla da olsa götürecekti. Kucakladı bindirdi eşeğe. Çıktılar yola. Çocuk eşeğin üstünde durmuyordu; bağırıyor, ağlıyordu. Kimse bakmadı gözünün yaşına. Köyü çıktılar. Yeriniçi'ne geldiler. Burası tozluk kumluk bir yerdi. Attı eşeğin üstünden kendini çocuk. Toza belendi üstü başı. Babası kaldırdı, yeniden bindirdi eşeğe. O çırpınıyordu. Arkalara, gerilere bakıyordu. Bir fırsatını bulsa kaçacaktı. Çırpınıyor, bağırıyor, çağırıyordu. Ne yapsa, ne etse babası susturamıyordu onu. Sabrı taşıyordu. Elindeki nar çubuğuyla sırtına beline vurdu. Eliyle acıyan yerlerini kavraladı çocuk.

  "Sust!" dedi babası, "sust"

  Çocuk sustu içine kapandı. Hıçkırıklar düğümlendi boğazına. sızladı durdu.

  Eve geldiklerinde yüzü gözü şiş içindeydi. Islanmıştı gözyaşlarından yanakları, boynu...

  Annesi görünce şaşırdı. Çıkıştı babasına:

  "Getir dediysek böyle mi yapılır?"

  Sesini çıkarmadı beyi. Çocuk için için ağlıyordu. Annesi sevecen bir sesle seslendi:

  "Sus yavrum, sus!"

  Onu eşeğin üstünden aldı. Söylendi:

  "Bilsem böyle olacağını kendim gider getirirdim. Alıştıra alıştıra söyle demedim mi? Gelmezse yarın, bir gün, o bir gün gelir demedim mi? Bunca zaman kalmış, birkaç gün daha kalsaydı ne var?..."

  İçeri götürdü. Giyitlerini, değiştirmek için çıkardı. Sırtında, belinde, değnek izlerini gördü. Öfkesi arttı. Bağırdı:

  "Bari öldüreydin!"

  Karşılık vermedi babası.

  Değiştirdi giyitlerini. İpekli yatağına yatırdı. Gömdü başını yorganın içine çocuk. Hıçkırıklara boğuldu. Bekledi başında annesi.

  .................

  Alışması zor oldu yeni yaşama!

  Bir zaman annesine anne, babasına baba demedi. Mavi gözlü bir kardeşi vardı. Onunla oynardı. "Mavin" derlerdi ona gözlerinden dolayı. Annesine "Mavin'in annesi", babasına Mavin'in babası" derdi. Alıştı daha sonra anne demeye, baba demeye...

 

 

 

Yaşlı adam tümsekten indi!

                                                                                                Kasım 2001, Sincan   

KARANFİL KIRMIZILARIN SOLDU MU

karanfil

    karanfil

        karanfil

              ka

                  ran

                       fil

top sesleri yığılıyor Bükreş sokaklarına

ayak sesleri

apoletler

paletler

topların ucunda gördüm seni

Romanyalı darbecilerin yüzünde gördüm seni

vurulmuş yatıyordu Çavuşesku, Elana gözleri açık bakıyordu uzaklara

uzaklar

           rrrrrr

                  uzak

                         uzak değil

Çuvuşesku darbecilere bağırıyordu

işçi sınıfına karşı sorumluyum

ancak onlara hesap veririm

tanımıyorum sizi

 

             -tanıtacaklardı-

                             dommmm

                                         zzzzzzzzzzzzzzz

 

Bükreş sokkalarında şafaklar söküyordu

bir gül

bir karanfil gül başını uzatmış sarkıyordu

kan

     kan

          kan

onuru kanla çizilmişti Esku’nun

bir kan gül, bir karanfil bitiyordu Bükreş sokaklarında

inanarak dölleniyordu Çavuşesku

çoğalarak

       karanfil

             karanfil

                       ka

                          ran

                              fil

                                  fffffffffffffffffffffffff

 

önce krallıklar vardı

sonra tek parti

benciller

hep ben bilirim, ben bilirim

başkaları bilmez

benciller

 

karanlık bir kafadan, karanlık bir kafa türeyerek geldi Malta’ya

Bush ile ‘lambada yaptı’ Gorbaçov, paletlere giydirip zırhı

Vatikan’da papazın elini öptü

yeni papazlar, yeni krallar türettiler Bükreş sokaklarında

işçi sınıfının önderi Esku’ları bir celsede(!) öldürdüler

karanfil

    karanfil

       karanfil

                kar

                    annnnnnnnnn

                        tannnnnnnnnnnnn

                                            fil

                                               fil an fil kar

seni darbecilerin beyninde gördüm yetmişbine sıkarken mermileri

yetmişbin cesetin ağzında gördüm

güneş doğuyor Bükreş sokaklarına

Bükreş’te analar yeniden gebe Eskulara

Eskular doğuyor

bir gül, bir karanfil gül gibi

bütün çiçekler tozlaşıyor

Bükreş dağlarının rahminde

yeni çiçekler açıyor

Çuvuş Esku gibi

anladın mı 

                      karanfil

                             karanfil

                                    karanfil

 

Bükreş sokakları insan dolusu kan ve barut içinde

Roket atar, top atar, mermi atar, can atar... ölür insan can içinde

Bükreş’te bir Esku yatar

onuru kan içinde

gözleri açık bakar

sevgisi can içinde

                     karanfil

                            karanfil

                                 karanfil

kırmızıların soldu mu?.................

                 

                                                Mayıs 1990, Adana

DENEME

İMGE – ŞİİİR (*)

 

                Sözlükler, tinbilimine dayandırıyor imge'nin anlamını. Demek ki imge'nin bizim tinsel  duruşumuzla yakından ilgisi var.

                Sözcük anlamına bakalım imge'nin:

                Sinirlerin, merkezcil uyarımı işe karışmaksızın beyinde kendiliğinden  canlanan duyumsal biçim. Gerçekleşmesine olanak bulunmayan, ya da gerçekleşmesi çok güç olan düşünü.

                Bir de İmge'ye dayalı birkaç sözcüğe daha bakalım:

                İmgelem:İmge yaratabilen yeti. Yani nesnenin anlaktaki biçimlerini oluşturan yeti.

                İmgeleme: Bir şeyi anlık-anda- canlandırmak, düşleyebilmek(1).

                Düş, im, ,imaj, hayal, sanal... sözcükler de imgesel duruşu içerirler! O halde insanlar, var olduğundan beri imgesel bir yaşam sürdürmektedirler.

                Atilla Özkırımlı'nın Türk Edebiyatı Ansiklopedisi(2), imge'yi şöyle anlatıyor.

                İmge:Duyu örgelerinin dıştan algıladığı bir nesnenin bilincine yansıyan benzeri.Duyusal bir uyaran olmaksızın bilinçte beliren nesne ve olaylar...

                İki durumda da bir tasarım beliriyor. Denebilir ki kısaca imge, bir tasarımdır! Her insan veya şair düşündüklerini  değişik biçimlerde tasarlayabilir. Her  tasarım bir diğerine göre değişiktir. Tasarım ya da tasarlama işi, belli bir zamana ve nesneye bağlı olmayabilir. Bu yönüyle imge algı'nın karşıtıdır. (Algı: Belli bir anda, çevrede varolan, nesne ya da olayların, duyumlar yolu ile elde edilen  bilincidir.) Oysa, imgede nesnenin, o anda orada  olması gerekmez. Hatta, imge hiçbir zaman var olmamış, olmayacak bir nesnenin bilinci de olabilir. Yani imge, insan beyninin bir ürünüdür. Buna sanal veriler de diyebiliriz! Jean Paul Satre imge'de dört temel ayırıcı özellik bulunduğunu belirtiyor. 1.'si, İmge'nin bir tasarım içeriği olmayıp, bir bilinç olduğudur. 2.'si, imge yarı bir gözlemdir. [Görül(e)meyen birşeyin veya görüntünün fotografına,resmine bakarak, ya da önceden görülmüş olan bir yerin, bir görüntünün, yahut o yer ve görüntüyü  betimleyen birkaç tümcenin bulunması; o yer ve görüntü hayal edilerek tasarlanabilir, düşlenebilir, sanal veriler ortaya konabilir...]  3.' sü, düşleyen, tasarlayan kişi, nesnenin varolmadığını bilir. 4.'sü, imge kendiliğindendir, istenç dışıdır. Yani, istediğimiz an istediğimiz bir şeyi tasarlayamayız. İmgelem verebilecek bir şey olmalıdır. O şeyi hayal ederek, düşleyerek bir tasarıma ulaşabilmeliyiz...

 

                        "     İlk akşamdan vardım kavil yerine

                                Öne gördüm kömür gözlüm gelmedi

                Bilmem gaflet bastı yattı uyudu

                Bilmem o yar bize küstü gelmedi"(3)

 

                Burada kavil (sözleşme) yeri belli değil. Sözgelimi hemen özdeşleşiyorsunuz Karacaoğlan'la, sözleşme yerini düşünüyorsunuz. Baraj gölü kıyısında bir yer miydi, yoksa  bir aşevi (restoran)’nde çağdaş bir masada mıydı? Birden düşlerimizden kavil yerleri geçiyor. Kömüre benzetiyorsunuz yârin gözlerini. (Ya sizin yârinizin gözleri, yeşil miydi, ela mıydı, kırmızı mıydı? )Görür gibi oluyorsunuz onun gözlerini. Tasarladığınız yâr karşınızda duruyor!

                Kavil yerine varmış beklemişsinizdir. Gelmemiştir yâr. Düşünürsünüz, elli, yüz türlü olasılıklar gelir usunuza; belki uyku basmış yatmış uyumuştur, belki bir suçunuz olmuştur, küsmüştür yâr, gelmemiştir...

          Daha neler tasarlamıştır imgelem'iniz?!

 

 

                "göğsünde volkan

                               kırmızı bir çiçek

                                                               düzleminde

                savrulacak

                               yâre saçların"(4)

 

 

deyince, hemen  usunuza göğüs geliyor! Göğüsün biçimini, güzelliğini, çekiciliğini düşlüyorsunuz. Ona ulaşmak, ona dokunmak gibi şeyler geçiyor usunuzdan. Göğüs ile volkan arasında bir benzerlik kuruyorsunuz. Göğüsten fışkıran sütü, yanardağdan püsküren volkana benzetiyorsunuz belki de... Ama hiç de usunuza gelmiyor, sütün bir bebeği  beslemek için olduğu... Önce aşk, aşk çıkıyor öne kırmızı bir çiçek gibi, baharı anımsıyorsunuz, yârinizle gezdiğiniz, kopardığınız çiçekleri, savrulan saçları, bir tay gibi kişnediğiniz...

 

                "limuzin'de bir kadın

                               ateşlendi bujiler

                               duman sardı bacayı"(5)

 

                Limuzin, bilim teknolojisinin son yıllarda ürettiği her bakımdan donanımlı bir otomobil. Onun içindeki kadın da limuzin kadar donanımlı değil mi? Tersini düşünebilir misiniz? Kimbilir ne ahlar geçiyordur içinizden. Düşleminiz öyle bir işliyor ki, kendiniz oluveriyorsunuz limuzinde... Neyse!

                Limuzin'le kadın eşdeşleşiyor. Kadın limuzine, limuzin kadına benziyor. Limuzin'i ateşleyen buji, kadını ateşleyen bay'la benzeşiveriyor. Ateş sarıyor kadının içini; limuzini üreten fabrikaya benzetiyorsunuz aşka varan bacayı. Kadın, limuzin ve fabrika...

                                                                                                      

          "Kara kömür kara kömür

                 Karadan da kara kömür

                 Saçbağımı kara ettin

                 Karalara gömülesin kömür"(6)

 

                Zonguldak kömür madenlerinde bir zaman büyük bir patlama olmuştu. Birçok işçi göçük altında kalıp ölmüştü, belki  de o günlerde hiç de şair olmayan bir ana o gün bir ağıt söylemişti, yani yakım yakmıştı. Bir dörtlüğü usumda kalmış, etkisi sürer gider başımda.

                Her dizesinde kara geçiyor; her kara ayrı bir anlamda... Zonguldak'ı düşünüyorsunuz, Zonguldak kömür madenlerinde çalışan işçileri. Zonguldaklı çocuklar ve Zonguldaklı insanlar geçiyor içinizden. Bir atlas, bir coğrafya kitabı alıp, Zonguldak'ın  yerini, sosyal yaşamını, kömür madenlerinin işlevini... öğreniyorsunuz... Acılı bir ana ne yapar, acılı bir çocuk nasıl okur?... Her şey karayla açıklanıyor, karayla bağlanıyor... Bir Zonguldak geçiyor içinizden.

 

                "AYDINLIK

 

                Aydın aydınlık ay-dın-lık!..

                Aydın aydınlığım benim.

                Gökte ay gibi değil,

                Gökte yay gibi gerilen ay gibi aydınlatmıyorum tepeden

                                                          toprakta sınıfların kavgasını!,

                Bağlıyım ben:

                                               çamurlu, kanlı, kara

                                              topraklara!

                Ben o topraktaki kavgadan doğdum,

                                   içindeyim o kavganın,

                 içinden aydınlatıyorum o kavgayı.

                Biz görelim

                onlar

                              kör olsunlar

                                                 diye!...

                Evet onlar,

                         On-lar

                                 kof çınarlar gibi karanlıklarda saplanıp

                                                                    yıkılırken

                ateş aydınlığımın altına koyarak

                                                oyarak

                                               gözbebeklerinin deliğini,

                aydınlatıyorum

                               köklerine saplanan baltamızın çeliğini!

                Aydın aydınlık  ay-dın-lık"(7)

 

           Şiire, bütünsel olarak baktığımızda sosyal bir düzenin ne ile sağlanacağını  kavrıyoruz. Aydınlıkla, aydınlık ve karanlık iki zıt kavram. Aydınlık, güzellikleri; karanlık kötülükleri anlatıyor. Savaş ve barış da öyle. Biri öldürüşmeyi, diğeri barış içinde yaşamayı yeğliyor. Bunlar zıtların birliğini anımsatıyor bize. Karanlık aydınlığa, savaş barışa dönüşebilir.

                Egemen sınıflar karanlığı seçiyorlar. Ezilen sınıfların aydınlanmasını istemiyorlar. Bunun için her zaman kötülükleri ve savaşı ayakta tutuyorlar. Açlık ve işsizlik yaratıyorlar.

                O zaman yönetilen, ezilen sınıflar aydınlık için çalışmalılar... Yoksa, barış, aydınlık, nasıl gelir?  Nasıl kurtulur insanlar, işsizlik ve açlıktan. Şairin dediği gibi: Aydınlık, aydınlık diyelim biz de! Sahip çıkalım aydınlara...

İşte imge, şiir böyle bir şey…

__________________

 

(*) ÇÜ Eğ. Fak. İ. Akif Kansu Salonu'nda, 22.03.2004'de düzenlediği "21 Mart Dünya Şiir Günü" izlencesinde tarafımdan sunulmuştur. (MDB)

2. Atilla Özkırımlı- Türk Edebiyatı Ans. Cem Yayınevi,1983, İst.

3.Karacaoğlan

4/5.M.Demirel Babacanoğlu

6.Zonguldaklı bir ana.

7. Nazım Hikmet; şiir Zekeriya Sertel'in Mavi Gözlü Dev (Cem Y.1997, İst.) adlı kitabından,  (s.120).

 

                                                                                                         

 

 

 

 

 

 

 

 

 

M. Demirel Babacanoğlu

EDEBİYATTA  SU

 

Suyun Önemi

Su, yaşamın en önemli ögelerinden biridir. Böylesine önemli bir öge elbette edebiyatta yer alacaktı, aldı da. Su, sıradan bir madde değildir. Hava, güneş, toprak gibi önemlidir. Varlıkların kaynağı sudur. Onsuz yaşanamaz.

 

Kimyada Su

Su, kimyada H2O simgesiyle gösterilir. İki hidrojen, bir oksijen elementi demektir. Yani iki hidrojen bir oksijen elementini birleştirdiğiniz zaman su meydana gelir. Olay, söylediğimiz kadar kolay ve basit değildir. İşlem kimyacıların işidir.

Su temizken saydam, renksiz, tatsız bir maddedir. Suyun, altı metre derinlikten sonra, katmanlarının hafif mavi renk aldığı görülür. Su, (deniz seviyesinde) 760 mm cıva basıncında 100C derecede kaynar, 0C derecede donar. Yoğunluk hava sıcaklığına göre değişir. Artı 4 derecede yoğunluk 1’dir.  Donarken hacmi genişler, bu durumda yoğunluk 1’den azdır.

Yeryüzünün 4 de 3’ü sudur. Ortalama derinliği 5.5 km.’dir. Kutuplarda buz, havada gaz halinde bulunur. Yiyeceklerin % 60’ı, meyvelerin % 95’i, insanların % 70’i sudur. Buharlaşan su gökyüzünde yağmur bulutunu oluşturur; belirli ortamlara girdiğinde yağmur, kar, dolu olarak yağar.(1)

 

Eski İnançlarda Su

Eski inançlarda su, kutsaldır. Kutsallık, suyun yaratılışının ana kaynağından gelir. MÖ 4000 yıllarında, Asur, Mezopotamya’da evrenin sudan oluştuğuna inanılmış, canlılık kaynağı olduğu kabul edilmiştir. Sümerlere göreyse yer-gök, tatlı sudan oluşmuştur. Su, yalnızca eski çağlarda değil her dönemde kutsal kabul edilmiştir. Suya halk çok büyük saygı gösterir. Damlasını boşa harcamaz. Su içerken yere oturur, bir elini başına kor, algış eder, öyle içer suyu. İslamlıkta “zemzem”, Hıristiyanlıkta “ayazma”, Şamanlıkta “göze”dir su.

Kimi dönemlerde su; ruhu temizleyici tapınılacak Tanrı kabul edilmiştir. Mısır’da Nil, Hindistan’da Ganj Irmağı, bu türden örneklerdendir. Bugün bile bu tapınım örnekleri son bulmamıştır. Ölen yakılır, külü Ganj Irmağına serpilir. Böylece cennete gidileceğine inanılır.

Göktürkler, 8. yy.’da su’yu devletin resmi “Kült”ü kabul etmişlerdir. Sözgelimi İrtiş Irmağı, Kemeklerin Tanrısıdır. Işık Gölü de öyledir; yılda bir çevresi dolaşılır, tapınılır. Göçebelik dönemlerinde Türkler, tepelerdeki volkanik dağ gölleri başında kurban keserek tören yaparlardı.

Şamanist Altay ve Yeniseyli Türk boylarına göre yerküreden önce su yaratılmıştır. Göktürk Yazıtlarına göre “ıduk yer-sub”,  kutsal yer, kutsal su, ruh anlamında olup, yurt koruyucularıdırlar.

Oğuz Kaan Destanlarına göre, Oğuz Kaan ikinci eşini bir göl ortasındaki ağacın kovuğunda bulmuştur. Eş, gözü gökten gök, saçı ırmaktan dalgalı, tanrısal bir varlıktır.

Dede Korkut’un öykülerinde Salur Kazan’ın suya karşı durup söylediği şiir oldukça dikkat çekicidir.

 

“Çağıl çağıl kayalardan çıkan su

Ağaç gemileri oynatan su

Hasan ile Hüseyin’in özlemi su

Bağ ve bostanın ziyneti su

Ayşe ile Fatmanın bakışı su

Koç atların gelip içtiği su

Ak koyunların gelip çevresinde yattığı su

Yurdumun haberini biliyor musun söyle bana

Karabaşım kurban olsun suyum sana …”(2)

 

Kur’an’da Su

Kur’an’da bütün varlıkların özü su olarak nitelenir. Tanrı, önce arşı yarattı, sonra suyu. “Ab-ı hayat”, sonsuz yaşam demektir. (Hüd s. 7. ayet). 

Nuh Peygamber’in tufan öyküsünü bilmeyen var mıdır bilmem? Nuh Peygamber, bir gemi yapıyor Tanrı’nın buyruğuyla, her canlıdan bir dişi bir erkek alıyor gemiye; sonra  yağmurlar yağıyor, dağları taşları su kaplıyor, tufan kopuyor; boğuluyor inanmayanlar. Gemiye kalanlardan çoğalıyor insanlar. Su, böylece  ikinci kez yaşam veriyor. (Hüd s. 36…49. ayet).

 

Mtilojide Su

Manzum şiirle anlatılmaktadır:

“Altay Yaratılış Destanı”

“Yerin yer olduğunda, sularla kaplıydı her yer,

Ne gök vardı, ne de ay, ne güneş, ne de bir yer,

Tanrı uçar dururdu, insaoğluysa tekdi,

O da uçar dururdu, sanki Tanrı’yla eşdi

(…)

 

İnsanoğlunun ise durmadı hiç hilesi

Bir rüzgar çıkarmıştı, suları kaynatarak,

Tanrıyı kızdırıp yüzüne sıçratarak

            böbürlendi insanoğlu

            sular gömüldü

            Tanrı’ya yalvardı

            Kurtuldu

Tanrı bir gün insana şöyle bir buyruk verdi,

‘İn, suların dibine bir toprak getir’  dedi

 

İnsan daldı sulara, aldı bir avuç toprak

Sulardan çıkıp verdi Tanrı’sına sunarak

‘Yaratılsın yer’ dedi Tanrı sulara saçtı

Yeryüzü yaratıldı, denizler karalaştı.”

                       

Tanrı yeniden buyurdu insana, insan daldı denize, biraz toprak aldı, sakladı birazını ağzında, kendime yer edineyim dedi. Tanrı’nın isteğiyle toprak kalınlaştı, sığmadı ağzına, boğulacaktı, yalvardı Tanrı’ya.  Tanrı:

İnsanoğlu’na ‘tükürrr’ diye bağırdı. Tükürdü insanoğlu, dağıldı tükürük yere. Yeryüzü dümdüz iken karışıp birden dağlar tepeler oldu. Dünya meydana geldi. (3)

 

Yörüklerde Su

Yörükler kışın güneye inerler, yazın Toroslara çıkarlar. Yaylaların yaylağında yaylarlar, suların göleğinde belenirler; soğuk pınarlardan su içerler.

‘Son Yörük’ kitabının 7. sayfasında şöyle yazıyor Osman Şahin:

“Bolkarlarda bulutlara doğru yükselmiş gibi görünen irili ufaklı buzul gölleri vardır. Ne suyunun aktığı bellidir, ne kaynadığı. Kenarları, otu, yarpız bilmez. Güneş katran karası göllerin yüzünde sıvı biçimlere dönüşür. ‘Karagöl, Çinili Göl, Alagöl, Kapıgöl, Kartal Göl’ adları verilen bu göllerin tümüne; ‘Kartal çimeği’ der yörükler. Kartal sürüleri yazları göle inip konarak kanatlarını genişçe açıp çırpınarak çimerler. Ardından kayalıklara konarak güneşlenirler. Kartalların yıkanmasından sonra incecik yağ kirleri alır gölün yüzünü. Cilt hastalığına iyi geldiği sanılan yağla kaplı bu göllerde çimer yörükler. ‘İktidarsızlık’ çeken kimi erkekler kartal yağına bulanmış göl suyunun erkeklik gücünü artıracağı inanırlar.”(4)

 

Yaşar Kemal’de Su

Yaşar Kemal’in, denebilir ki bütün yaşamı su içinde geçmiştir. Köyünün hemen önünden Ceyhan Irmağı akar. O’nun hangi romanını ele alırsanız alın, büyük bir bölümü su ile ilgilidir. Çukurova’nın bataklıklarını, sazlıklarını görmüş, Fırat’ı görmüş, denizi görmüş, betimlemiştir. Romanlarının adı bile su ile ilgilidir: Fırat Suyu Kan Akıyor Bak, Karıncanın Su içtiği, Deniz Küstü, Yağmurcuk Kuşu..

Forat Suyu Kan Akıyor Bak’ta uzun uzun sudan söz eder.

“… İskelenin önünden arka arkaya tekneler ışıklarını fora etmiş gemiler, ışığa batmış, çıkmış kayıklar geçiyor, tekneler, kayıklar, gemiler köpürmüş bir ışık seli üstünde yüzüyorlardı. Vasili, sırtında ölü, geçtiği dağları, denizleri, akarsuları kokutarak koşuyordu. …”(s.134)

Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde ise hep   hep ‘Sarı yağmur’dan söz eder. Ona göre sarı yağmur tehlikenin işaretedir.

“… Yağmur yağıyordu. Işıklı, sarı. Anavarza kayalıkları yağan yağmurun ardında mor bir duman gibi sallanıyordu. Tüysüz, sarı ağızlı binlerce civciv, çıplak, çamurlu toprağın üstünde debeleniyor, can çekişiyorlardı. …” (s.29)

Bir Bulut Kaynıyor’da, şaşırtıcı, çarpıcı röportajlar var. Yurdun her yeri gezilmiş, sorunlar ortaya konulmuş, sanatsal güzellikler öne çıkarılmış. Toprak aşınmasına değinilmiş. Bir Karadenizli anlatıyor:

“… bizim bir dönümlük tarlanın bütün toprağını bir kış yağmur aldı, aşağıya dereye indirdi. Kupkuru kaya kaldı bayırın yüzünde. Tohum ekecek ilaç için arasan tek bir toprak parçası kalmadı. … Aldım çuvalı sepeti sırtıma. Bayır dik, bıçak sırtı gibi. Başladım sepeti ağzına kadar toprakla doldurmağa. Sabahtan öğleye kadar ancak iki yük götürebildim. … Öteki yıl gene yağmur geldi, tarlamı aldı dereye indirdi.  …” (s.58)

Bu Diyar Baştan Başa’da, Van Gölü öyle bir betimler ki, gözünüzde canlanır görmüş gibi olursunuz; içinizden Van Gölü’ne gitmek geçer.

“…/ Van Gölü’nün mavisi hiçbir maviye benzemiyor. Bir başka mavi. Kalın bir camı kesip, kesitine bakın, işte o maviye azıcık yaklaşıyor. Bir başka mavi ki tarif edilemez./ Yalnız mavi değil, göl günün her anında bir başka renge giriyor. Bu renkler de bildiğimiz, gördüğümüz renklerden değil… Mesala bir an yeşil oluyor. Görülmemiş bir yeşil./ Bir bakıyorsunuz morumsu su, bir bakıyorsunuz açık maviye dönüşüyor. Bir yanı turunculaşıyor durup dururken./ …”(s. 131), (5)

Aşık Veysel’de Su

Aşık Veysel’de su, seldir. “Emeklerim Zay Eyledi Sel Benim’de şöyle anlatıyor:

“Sekizinci ayın yirmikisi/Emeklerim zay eyledi sel benim/ Sele gitti hasılatın hepisi/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Tırtıl geldi de tevekleri taladı/ Sel geldi de elek elek eledi/ Hasılatı çamurlara beledi/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Bu sel bizi ne pek kötü belledi/ Dümdüz etti patatesi milledi/ Ne çapasın vurdu, ne de belledi/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Yağmur yağmış sel bulanık geliyor/ Büyük tüccar her kalemden alıyor/ Parası yok birer marka veriyor/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Deli gönül terk et diyor bostanı/ Dört mısır alınca ne oldun yani/ Sel için söyledim bu destanı/ Emeklerim zay eyledi sel

benim// Üç beş kağnı sap getirdik harmana/ Saradı sapları çürüdü dene/ Beni böyle hali koymaz her sene/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Hava bozuk tehlikeli bu sıra/ Az kaldı ki köyü yerinden süre/ Tamah etti üç beş tane mısıra/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Nice ırmak gördüm akar her yerde/ Selden ırmak yoktur hiçbir diyarda/ Ev yıkanın evi olmaz bir yerde/ Emeklerim zay eyledi sel benim// Sen bilirsin ülke senin el senin/ Veysel derler bu söyleyen kul senin/ Emir senin yağmur senin yel senin/ Emeklerim zay eyledi sel benim” (6)

 

Divan Edebiyatında Su

Divan Edebiyatında su, yaşam verici, güzelleştirici, temizleyici, aşındırıcı, yıkıcı… olarak ele alınır; ekmek ve cömertliğin simgesi olarak değerlendirilir. Akışı ömrü, dalgalı oluşu saçı, saydam-parıltılı oluşu yârin yanağını temsil eder.

Fuzuli’nin kasidesinden örnek

1.“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki adlara su

    Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz su”

 

(Ey göz, gönlümdeki ateşlere göz yaşını saçma

Bu denli tutuşan gönlüme fayda etmez su)

 

2.“Suya versin bağban gülzârı zahmet çekmesin

    Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâra su”

 

(Bahçıvan bir zahmet, gül bahçesini sulasın

Senin gibi bir gül açılmaz,  bin gül bahçesine verse su)

 

3.”Gam günü etme dil-i bîmârdan tîgin dirîg

     Hayrdır vermek karangu gecede bîmâra su”

 

(Gam gününde, sayrı  gönüle bakışını esirgeme

 Hayırlı iştir karanlık gecede sayrıya vermek su)

 

4.”Ravza-i kûyuna her dem duymayıp eyler güzar

   Aşık olmuş gaalibâ serv-i hoş reftara su”

 

(Sevgilinin bahçesine doğru durmadan akıyor su

Galiba güzel yürüyüşlü, servi boylu dilbere aşık olmuş su)

 

5.“Dest bûsî ârzûsuyla ger ölürsem dostlar

    Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su” (7)

 

(Dostlar yarin yanağını öpmek sevgisiyle ölürsem

Toprağımdan desti yapın onunla verin yâre su)

 

 

Atasözlerinde Su

Atasözleri birçok dal için söylenmiş, öğüt verici, eğitici özlü sözlerdir.

Su için söylenenlerden:

 

Su akarken testiyi doldurmalı.

Su bulanmayınca durulmaz.

Su içene yılan bile dokunmaz.

Su testisi su yolunda kırılır.

Su uyur düşman uyumaz.

Dibi görülmedik kuyudan su içilmez.

Suyun yavaş akanı, insanın yere bakanı.

Herkesin bir derdi var, değirmencinin de su.

 

Deyimlerde Su

Deyimler de atasözleri gibi amaçlar yaşamı. 

Bir şeyi uzun uzun anlatmak yerine, atasözü, deyim kullanırız

Şiir gibi, masal gibi işlemiştir içimize.

 

Sudan cevap.

Sudan ucuz.

Su gibi bilmek.

Su gibi okumak.

Su götürmez.

Su katılmamış.

Su koyvermek.

Akan sular durur.

Selin evi olmaz.(8)

 

Karacaoğlan’ın Şiirlerinde Su

Karacaoğlan’ı bilmeyen yoktur. Döneminde ve sonrasında her şairin şiirinde, onun izine rastlamak olası. Kimi 16., kimi 17. yy’da yaşamış diyor. Yaşamı konar göçerlikte geçen ozan, dağlarda, yaylalarda dolaşmış, şiirler söylemiş, güzelleri sevmiş, sevilmiş. Oba kızlarıyla gözelerde, pınarlarda, çeşmelerde buluşmuş. Söylemiş, çığırmış, soğuk sular içmiş; gözeye, suya, kara, sele, çamura, çaya, dereye, ırmağa, kuyuya, denize, yağmura, döle, pınara, güzele şiirler  döktürmüş.

 

Yaz günün suyu böyle mi çağlar

Eşinden ayrılan ah çeker ağlar

Katar katar olmuş yüzünde benler

Dizilmiş kaşının aralarına (s. 56)

                   *

Al kınalı keklik indi pınara

                   *

Acıdı yüreğim yandı pınara (s. 57)

                    *

Sarı edik giymiş koncu kısarak

Geliyor da birim birim basarak

Anası huri, kızı besirek

Emirlerden bir kız indi pınara [4 kez (s. 57)]

                     *

Aladır gözlerin, siyahtır kaşın

Aradım cihanı bulunmaz eşin

Yaylanın karından ak beyaz döşün

Uzanıp üstüne ölesim geldi (s. 69)

                     *

Ala gözlerini sevdiğim dilber

Yurtlarımız çayır çimen pınar mı

Mevlam güzelliğin hep sana vermiş

Seni gören başkasını sever mi (s.72)

                     *

Hakkın kandilinde gizli sır idim

Anamın beline indirdin beni

Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin

Türlü irenklere yandırdın beni (s. 75)

                      *

Yedi derya içinde bir gemim var

Atar m’ola bir kenara sel bizi (s. 75)

                      *

Doldur ver badeyi bir daha uzat

Ayrılık şerbetin ver melil melil (s. 97)

                      *

Yel vursun erisin dağların karı

Yollar çamur kurusun da gidelim (s. 104)

                      *

İmdat umarken akan sellerden

Kendim gibi akan sel bulamadım (s. 113)

                      *

Çıksam Binboğa’ya yayla yaylasam

İçsem sularını namlı buz inen (s. 133)

                       *

Kon, Kozan Pınar’da zülfünü tara (s. 154)

                       *

Samantı Irmağından, Pınarbaşı’ndan (s. 158)

                       *

Yuğmur yağar, mor sümbüller bitirir (s. 159)

                       *

Pınarınız çağlar, akışır dağlar (s. 160)

                       *

Derya nedir, deniz nedir, göl nedir (s. 171)

                       *

Tilbaşar elinde şol ikiz kuyu [s. 183)]  (9)

                       *

Not: Bundan başka 36 yerde daha su anılmıştır..

 

 

Nazım Hikmet’te Su

Nazım Hikmet’in suya yazdığı destanlar da büyüleyici.

O, suyu şiirle özdeşleştirir. Sanki şiir, salkım söğütle birlikte yıkar suda saçlarını. Bahri Hazer’de, dalgalardan dalgaya atlar, olağanüstü kahramana dönüşür su.

 

Salkımsöğüt

Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılıçlar çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

(…)

Rüzgar kanatlı atlılar gibi geçti hayat

Akar suyun sesi dindi

Gölgeler gölgelendi

                  renkler silindi

Siyah örtüler indi

               mavi gözlerine

Sarktı salkımsöğütler

                  sarı saçlarının

                                 üzerine

Ağlama salkımsöğüt

                       ağlama

Kara suyun aynasında el bağlama

                  El bağlama

                             Ağlama (s. 112)

 

Hazer Denizi

Ufuklardan ufuklara

Ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;

Hazer rüzgarların dilini konuşuyordu balam,

Konuşup coşuyordu!

Kim demiş Cort Vazmi!

         Hazer ölü bir göle benzer!

Uçsuz bucaksız başıboş tuzlu bir sudur Hazer!

Hazer’de dost gezer e…y!..

            Düşman gezer!

Dalga bir dağdır

            Kayık bir geyik!

Dalga bir kuyu

            Kayık bir kova!

Çıkıyor kayık

            İniyor kayık,

Devrilen

           bir atın

              sırtından inip,

Şahlanan

          bir ata

biniyor kayık [s. 463]  (10)

(…)

 

Türkülerde Su

Türküler, bizim, başlı başına sosyolojik tarihimizi içerir. Devlet, aile, ağa, aşiret tarihleri, türkülerin yazdığı tarihleri yazmaz.

Türküler, insana özel incelikler taşıyan, bilinmeyen olayları gizleyerek anlatan

Tarihlerdir. Dinleyenleri etkiler;  ama, eksi, haksızlıklara somut cezalar vermez! Vicdanlara seslenir, orada yer alır…

 

Kızılırmak Türküsü

Köprüye geldik de köprü yıkıldı

Beş yüz atlı birden suya döküldü

Koçyiğitlerin orda beli büküldü

 

Kızılırmak aldın allı gelini

Gerdanı beş karış benli gelini

 

Kızılırmak parça parça olasın

Her parçanı bir diyara salasın

Sen de benim gibi yârsız kalasın

 

Kızılırmak nettin allı gelini

Gerdanı beş karış benli gelini

 

Silifke Türküsü

Silike’nin ırmağı akar coşar bulanır

Bizim göçün ucu Akyokuşu dolanır

Bir güzel de Başpınar’dan sulanır

Aşıp gider yaylasına bir gözleri sürmeli

 

Gelin Ayşe

Koyun gelir yata yata

Çamurlara bata bata

Gelin Ayşem sele gitmiş

Yosunları duta duta

 

Koyun gelir kuzuyunan

Ayağının tozuyunan

Gelin Ayşem sele gitmiş

Yanı körpe kuzuyunan (11)

(…)

 

Su Sızıyor

Su sızıyor sızıyor

Taşların arasından

Eğil bir yol öpeyim

Kaşların arasından

(…)

 

Ördek

Ördek suya dalda gel

Yârdan haber al da gel

Eğer yârim gelmezse

Tut kolundan al da gel (12)

(…)

__________________________________________________________________________

Dipnot:

1.Gençlik Ansiklopedisi, Kurtuluş y., 1967, Ank.

2.Prof. Dr. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, Boğaziçi y., 2007, İst.

3.Prof. Dr. Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi, s.453,  TTK y.,  1998, Ank.

4.Osman Şahin, Son Yörük, s. 7, Kaynak y., 1992, İst.

5.Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan akıyor Bak, YKM y. 2005; Karıncanın Su İçtiği,

   YKM y.,  2002;  Demirciler Çarşısı Cinayeti, Tekin y., 1983, İst; Bu Diyar Baştan Başa-3,     YKM y., 2004, İst.

6.Aşık Veysel, Dostlar Beni Hatırlasın, İşbank y., s. 171,  1971, İst.

7.Cevdet Kudret, Divan Şiirinde Üç Büyükler 1, Fuzuli, s.40, İnkılap y., 2003, İst.

8.Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü, TDK y., 1981, Ank.

9.Sadeddin Nüzhet Ergun, Karacaoğlan, Maarif y., 1948, İst.

10.Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan Nazım Geçti, Remzi Kitabevi, 1964, İst.

11.Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Türküleri, Kültür Bakanlığı y., 1999, Ank.

12.Türküler, Bulvar gazetesi y., 1986, İst.

                                                          (Nisan 2008, Adana)

 

 

 

 

 

 

M. Demirel Babacanoğlu

ÖZGÜRLÜK /  ŞİİR

 

GİRİŞ

Şiirle özgürlük kardeş gibidir. Biri olmadan diğeri olamaz.

Olsa da ona özgürlük denemez. Şiirle özgürlük, insanla başlar.

Ses, söz, yaşamak varsa, özgürlük/şiir de vardır. İkisi birden güç oluşturur, önüne çıkacak, ya da çıkmış olan engelleri yıkar, yok eder; kendini korur.

 

İnsanlar bugüne dek birçok aşamalardan geçmişlerdir.

Toplayıcılık döneminde, topladıklarını birlikte tüketiyorlardı. Sonra saklamayı, mal edinmeyi öğrendiler.  Bu aşamada özgürlük kavramı ortaya çıktı. Başkalarına bağlı  olmadan yaşamanın savaşı başladı. Bu savaşlar; ilkel komünal, kölelik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm aşamalarında, şiddetli  biçimde sürdü.

 

SÖZLÜKLER NE DİYOR

1/İlkel Komünal Düzen: Temel üretim araçlarının ortaklaşa kullanıldığı bir düzendir. Üretim çalışmaları, kılanlar tarafından kolektif bir biçimde yürülür.  Üretimin kullanımı birlikte sağlanır. Düşmanlara karşı birlikte savaşılır.

Silah, ev, giyim eşyası gibi eşyalar özel mülkiyete girer. Alışveriş değişim yoluyla yapılır. Sonradan özel mülkiyetçilik gelişir, düzen bozulur.

 

 

 

2/Köleci Düzen: İlkel komünal düzenin yıkımı üstüne kurulmuş, ilk sınıflı toplumdur. Az/çok bütün devlet yönetimlerinde görülür. En yüksek gelişme Antik Yunan, Roma döneminde görülmüştür.  Bunlar, büyük atölye sahipleri, tüccarlar, tefeciler, toprak sahipleridir.  Köleci düzenin ortaya çıkmasıyla devlet doğmuştur. Köle sahibi köleyi dilediği gibi kullanır. Köle alınır, satılır..

 

3/Feodal Düzen: Toprak köleliğine dayanan toprak ağalığı düzenidir. Toprak, soyluların, din adamlarının, savaşçı şeflerin elindedir. Bu düzende emek üretiminden köleye bir pay ayrılır. Köle efendisine bağlıdır ama,kendisi için çalışabilir, az da olsa mal edinmesine izin verilir. Ağa (derebey) angarya, vergi karşılığında köleyi özgür bırakabilir.

 

4/Kapitalist Düzen: 16. yy.’da ortaya çıkmış, anamalcı düzendir. Feodalizmin yıkımı üzerine kurulmuştur. Feodal düzenden sanayi düzenine geçilmiştir. Feodalizme göre, artı değer daha çok üretilmiştir. Giderek azgınlaşmış, artı değeri kendinde toplamıştır. 20. yy’da tekellerin egemenliğini, para erkini anlamlandıran sonuç evresine girmiştir. Tekellerin gücünü devlet gücüyle birleştirmiş, militarizme hız kazandırmıştır. Dünya savaşlarını çıkarmış, dünyayı kana boyamış; dünyayı yeniden paylaşmıştır. 20. yy.’ın son çeyreğinde küresel ekonomi/politikayı gündeme sokmuş; bütün dünyayı avucu içerisinden izlemekte, sömürmektedir. Ulusalcılık, toplumculuk gibi düzenlerin karşısında yer almıştır.

 

5/Kominist Düzen: Marks’ın ortaya çıkışıyla 1840’larda işçi sınıfının kurtuluş savaşlarını başlatmasıyla doğmuştur. Devrimci değişimin öncüsüdür. Toplum üyeleri kendi yeteneğine göre çalışır elde ettiği ürünü, toplumun bütün üyeleriyle paylaşır, sınıfsız topluma doğru yol alır.

 

6/Özgürlük: Zorunluluk karşıtıdır. Zorunluluk olmayan anlamına gelir.

Özgür insan; köle olmayan, başkalarına bağlı olmayan, başkalarına eşit olan insandır. Bu açıdan, insan başkalarının değil kendi istediğini yapan kimsedir. Özgürlük, toplumsal bağlılık karşısında siyasal bir anlam kazanmıştır. Bu anlam giderek cansız sayılan varlıklar için de kullanılmıştır. Sözgelimi bir taşın kendiliğinden bir boşluğa özgürce düşebileceği söylenmiştir.

Daha sonra özgürlük, siyasal anlam bakımından büsbütün gelişmiş; insanların toplumla ve devletle bağlarını düzenlemeye çalışmıştır.  Özgürlüğün iç yapısındaki eşitlik, bu alanda daha da belirmiş; insanlar toplum içinde, eşit olmak özgürlüğünü istemişlerdir.  Özgürlük kavramı, insanların iç bağımsızlığını dile getiren psikolojik ve töresel bir anlama dönüşmesi çok daha sonra olmuştur. İnsan önce eşitliğini yitirerek köleleşmiş, sonra da köleliğini bilincine vararak özgür olmak için savaşım vermiştir.

 

7/Düşüncede Özgürlük: Kime göre, neye göre, nasıl elde edilir? Özgürlüğü elde etmenin başı ekonomiktir. Ekonomi/politika kimin elindeyse egemen odur. Sınıflı toplumlarda egemen/tekeller vardır. Egemen/tekellerin olduğu yerde özgürlük olmaz.

İnsanlar birbirine bağlıdır. Bu bağlılık toplumları oluşturur. Toplumun bireyleri tek başına özgür olamazlar. Ya hep özgür olurlar, ya da değil. Bir aileyi düşünelim: Çocuk babaya anneye karşı özgür olabilir mi? Gelenek, görenek, ekonomik bakımından ona bağlıdır. Eş, beye, işçi patrona, öğrenci öğretmene, yurttaş devlete karşı özgür değildir. Özgürlük zincirleme bir olaydır. Zincirlerin her halkasının, salt özgür olabilmesi için birbirinden kopması gerek. Birbirinden kopan her halka da artık zincir olmaktan çıkar. Toplumsal düzensizlik doğar. Toplumsal düzenin sağlanması da geleneklere yasalara göre olur. Gelenek ve yasaların olduğu yerde özgürlükler eşit pay edilemez. Belli toplumsal, ekonomi/politik eğitimden geçilmesi gerek. Bu açıdan bakınca özgürlük diye bir şey yoktur. Birbirimize olan karşılıklı haklarımızı korumakla özgürlüğümüzü koruyoruz ancak. Bu konuda payımıza düşeni almak için çaba harcamak zorundayız. Şiir de, bu toplumsal düzenin dışında değildir. Çünkü şair de toplumun üyesidir. Toplumdaki bozulmaları gösterir.  Halkın dili, gözü, kulağıdır. Eşitsizliklere, özgürsüzlüklere karşı çıkar. Bundan  egemen/tekeller rahatsızdır. Onun için şairleri toplumun dışına atarlar, içeri sokarlar..

Çağımızda, yeni ekomi/politik baskılar gündeme girdi. Şimdi küresel/bilgi çağındayız. Anamalcılar kapitali tekelde toparlanmayı başardılar. Bugün dünyayı 250 kapitalist yönetiyor! Her devletin hükümeti/meclisi var, onların ipleri 250 kapitalistin elinde.  Halklar yine de savaşımını sürdürüyor.

Zıtların  birliği uzak değil.  Bir gün halklar kapitali ortaklaşa  kullanacaklar.

 

NAMIK KEMAL’DE ÖZGÜRLÜK

1839 Yılında Tanzimat Fermanı okunmuş. Osmanlılarda yenilikler başlamış! Meşrutiyete doğru hızla yol alınıyor. Savaşlar durmuyor, içerde ve dışarıda baskı var. Aydınlar ülkede kalamıyor. Vatan elden gidiyor. Özgürlük yok. Padişahın hafiyeleri kol geziyor. Namık Kemal, Ziya Paşa Fransa’ya, sonra da İngiltere’ye kaçmak zorunda kalıyor. Orada Ali Suavi’in Muhbir gazetesinde yazıyorlar. Anlaşamayınca Hürriyet gazetesini çıkarıyorlar. 1870’te yurda dönüyorlar. Karşıt olmalarından dolayı İstanbul’dan uzaklaştırılıyorlar.

Namık Kemal “Vatan Yahut Silistre”yi yazdığı için Magosa zindanına sürülüyor. 1876’da Abdülaziz tahtan indirilip yerine Abdülhamit geçiriliyor. Kanuni Esasi yapımında görev alıyorlar. Bir yıl sonra Padişah Osmanlı Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek Anayasayı kaldırıyor, meclisi dağıtıyor. Namık Kemal’i Midilli’ye, Ziya Paşa’yı Suriye’ye sürüyor. Mithat Paşa’yı Taif Zindanı’na attırıyor.  

Namık Kemal “Hürriyet Kasidesi”ni yazıyor.

 

 

 

 

HÜRRİYET KASİDESİ

 

Görüp hükkâmı münharif sıdk u selâmetten

Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükmetten

 

Ûsanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten

Mürivvetmend olan mazluma el çekmez ianetten

 

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

(…)

Ne gam pür ateş-i hevl olsa da kavga-yı hürriyet

Kaçar mı mert olan bir can için meydanı-ı gayretten

 

Kemend-i cangüdazı ejderi kahır olsa cellâdın

Mürahcahtır yine bin kere zincir-i esaretten

 

Felek her türlü eshab-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten!

(…,)

Ne mümkün zulm ile bidat ile imha-yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten!

 

Gönülde cevher-i elmasa benzer cevheri-i gayret

Ezilmez şiddet-i tazyikten tesir-i sıkletten

 

Ne efsunkâr imişsin ah ey didar-ı hürriyet

Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten

(…)

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nazende sahralar

Uyan ey yarali şir-i jiyan bu hab-ı gafletten!

 

(hükkâm: Yargıç,  münharif: Sapan,  hevl: Korku,  mürahcah: Beğenilen,  jiyan: Kızgın)

 

 

TEVFİK FİKRET’TE ÖZGÜRLÜK

Abdülhamit dönemi daha da sıkılaştı; özgürlükler, düşünceler, görüşler söylenemez oldu. Kızıl Sultan lakabı takıldı. Hafiyeleriyle ünlendi. Her şeyden nem kapan padişah, aydınları rahat bırakmadı. Asıl adı Mehmet Tevfik olan Tevfik Fikret izlenmekten kurtulamadı. Ne memurlukta, ne öğretmenlikte, ne çalıştığı gazetelerde, dergilerde özgürce düşüncelerini söyleyip yazamadı. Halka ve aydınlara yapılan baskıdan payına düşeni aldı; birkaç kez içeri atıldı. Olumsuzluklardan çok etkilendi. Düşünceleri ve dünya görüşü çağını aştı. Özgürlük ve eşitlik tutkuları içerisindeydi. Ne hafiyeler bıraktı, ne de şeker hastalığı.onu. Dünyamızdan ayrıldı. (1867-1915) “Sis” şiirine bakalım.

Şiirden ortamı çıkarabiliriz.  Simgeler kullanılarak, örtülü kapaklı yazılmış şiir.

Özgürlük kısıtlansa bile yine de özgürlüğü savunan şiirler yazılabiliyor o gün.

Demek bukağı vurulamıyor şiire.

Atilla Özkırımlı yalınlaştırmasından aktaralım:

 

SİS

 

Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman

Bir beyaz karanlık ki durmaksızın artmakta

Basıncının altında silinmiş gibi cisimler

Bir tozlu yoğunluktan oluşmakta bütün görünüm

Bir tozlu ve heybetli yoğunluk ki bakışlar

Özenle işleyemez derinliğine korkar

Ama sana lâyık bu derin karanlık örtü

Lâyık bu örtünme sana, ey zulümler alanı

Ey zulümler alanı… Evet ey parlak sahne

(…)

Ey mezarının mavi kucağında

Ölmüş gibi dalgın uyuyan diri yığın

Ey köhne Bizans, ey koca büyücü bunak

Ey bin kocadan arta kalmış bakir dul

Hâlâ titrer üstüne baygın bakışlar

(…)

Yalnız bu… ve yalnız bunun yükselme umudu

Milyonla barındırdığın cesetler arasından

Kaç alın vardır çıkacak temiz ve parlak?

Örtün evet ey facia… örtün evet ey şehir

Örtün ve sonsuza dek uyu ey dünya orospusu!...

(…)

Ey yararsız gözyaşı ey zehirli gülüş

Ey üzüntü ve güçsüzlük sözleri lânetleyici bakış

Ey efsanelere düşen anı: namus

Ey yükselme kapısına çıkan yol: ayak öpme yolu

Ey silahlı korku, ki zararlarına dönük

(…)

Ey edep ve erdemin payı, ey unutulmuş yüz

Ey korkunun yüküyle iki büklüm gezmeye alışmış

Eşraf ve adamları, koca bir ünlü kesim

Ey eğilmiş baş, ki apak ama iğrenç

Ey taze kadın, ey onu izlemeye koşan genç

Ey ayrılık acısına uğramış ana, ey kırgın eş

Ey kimsesiz başıboş çocuklar… hele sizler

                           Hele sizler…

Örtün evet ey facia… Örtün evet ey şehir

Örtün ve sonsuza dek uyu, ey dünya orospusu!

 

 

 

 

KÖROĞLU’nda ÖZGÜRLÜK

Köroğlu’nun asıl adı Ruşen Ali’dir. Babası, Bolubeyi’nin seyisi Yusuf’tur. Ata meraklı olan Bolubeyi’ne, cılız bir tay bulur, getirir. Bolubeyi, kendisiyle dalga geçildiğini sanar, seyisinin gözüne mil çektirir. Tayı da ona verir, kovar. Oğluyla tayı yetiştirirler. Rüyasında gördüğü bir pir, Aras Çayı’ndan gelecek üç köpüğü içmelerini söyler. Köpüğü, oğlu Ruşen Ali, babasına haber vermeden içer. Olağanüstü bir güce sahip olur. Bolu’nun karşısındaki Çamlı Bel’e yerleşir. Üsküdar Kasapbaşı’nın oğlu Ayvaz’ı kaçırır evlat edinir. Bolu Beyi’nin bacısı  Döne’yi de kaçırır, evlenir. Halkı sömüren, ezen, beyleri, varsılları, bezirganları soyar, yoksullara dağıtır. Bolu’yu basar, yakar yıkar. Bütün bunları, egemen güçleri yenmek, özgür olmak için yapar. Halk Köroğlu’nu çok sever. Bir halk kahramanı olur Köroğlu.

Şöyle seslenir Bolubeyi’ne:

 

Mert dayanır, namert kaçar

Meydan gümbür gümbürlenir

Şahlar şahı divan açar

Divan gümbür gümbürlenir

 

Yiğit kendini övende

Oklar menzilini döğende

Kılıç kalkan değende

Kalkan gümbür gümbürlenir

 

 

 

Ok atılır kalasından

Hak saklasın belasından

Koroğlu’nun narasından

Dağlar gümbür gümbürlenir

                 

                 ***

 

Benden selam olsun Bolu Beyi’ne

Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır

Ok gıcırtısından kalkan sesinden

Dağlar seda verip uslanmalıdır

 

Düşman geldi tabur tabur dizildi

Alnımıza kara yazı yazıldı

Tüfek icat oldu mertlik bozuldu

Eğri kılıç kında paslanmalıdır

 

 

Köroğlu yine düşer mi şanından

Ayırır çoğunu er meydanından

Kırat köpüğünden düşman kanından

Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır

                                      

 

PİR SULTAN’DA ÖZGÜRLÜK

Pir Sultan Abdal 16. yy.’da yaşar. Soyu, Yemen’den Hz. Ali Torunlarından Zeynel Abidin’e dayanır! Horasan’dan Sivas’a gelir. Asıl adı Haydar’dır. Sivas-Banaz Köyü’nde doğar. Yedi yaşında koyun çobanlığı yapar. Düşünde bir pir bade içirir. Ailesi;  bir ağacın dibinde uyurken bulur, ona saz verir. Banaz’da bir taşın üstüne çıkar, saz çalar, deyişler söyler.  Dergah açar. Öğrenciler yetiştirir. Sivas-Hafik Sofular Köyü’nden Hızır adında bir çocuk ondan dersler alır. Daha sonra izin ister, İstanbul’a gider, okur, paşa olur, dünyalık alır.

O yıllar Osmanlılının zor yıllarıdır. Eşkıyalık, hırsızlık, yağma, talan artar. Taht kavgaları olur. Alevileri sünnileştirme politikası izlenir. Sert kovuşturmalar yapılır. Bu sırada Hızır Paşa, Sivas’a vali olarak gelir. Hocası Pir Sultan’ı davet eder. Yemekler çıkartır. Pir Sultan elini sürmez. “Haram var, köpeklerim bile yemez” der. Hızır Paşa kızar, içeri attırır. Şiirlerinde, “Şah” sözünü anmazsa, özgür bırakacağını söyler. O da “Şah”sız söylemez şiirlerini.

 

 

 

 

 

 

Hızır Paşa bizi berdar etmeden

Açılın kapılar Şah’a gidelim

Siyaset günleri gelip yetmeden

Açılın kapılar şaha gidelim

 

Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne

Can boyanmak ister Ali meşkine

Pir’im Ali On ik’imam aşkına

Açılın kapılar şaha gidelim

 

Her nereye gitsem yolum dumandır

Bizi böyle kılan ahd-ü amandır

Zincir Boynum sıktı hayli zamandır

Açılın kapılar Şah’a gidelim

 

Yaz selleri gibi akar çağlarım

Hançer aldım ciğerciğim dağlarım

Garip kaldım şu ara ağlarım

Açılın kapılar şaha gidelim

 

Ilgıt ılgıt eser seher yelleri

Yari selam eylen Urum elleri

Bize peyik geldi Şah bülbülleri

Açılın kapılar şaha gidelim

 

Pir Sultan’ım eydür Mürvetli  Şah’ım

Yaram baş verdi sızlar ciğergahım

Arşa direk direk olmuştur ahım

Açılın kapılar şaha gidelim

                     

             ***

 

Karşıdan görünen ne güzel yayla

Bir dem süremedim giderim böyle

Ala gözlü Pir’im sen himmet eyle

Ben de bu yayladan Şah’a giderim

 

Eğer göğeriben bostan olursam

Şu halkın diline destan olursam

Kara toprak senden üstün olursam

Ben de bu yayladan Şah’a giderim

 

Dost elinden dolu içmiş deliyim

Üstü kan köpüklü meşe seliyim

Ben bir yol oğluyum, yol sefiliyim

Ben de bu yayladan Şah’a giderim

 

Alınmış abdestim aldırırlarsa

Kılınmış namazım kıldırırlarsa

Sizde Şah diyeni öldürürlerse

Ben de bu yayladan Şah’a giderim

 

Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz

Gitti giden ömür geri dönülmez

Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz

Ben de bu yayladan Şah’a giderim

 

 

DADALOĞLU’NDA ÖZGÜRLÜK

Dadaloğlu, (1786-1868) Oğuzların Avşar kolundandır. Sir-Derya bölgesinden, Horasan yoluyla Anadolu’ya gelirler. Çukurova, Toroslar, İskenderun,  kayseri, Tomarza, Sarız, Uzunyayla, Bozok yaşama alanlarıdır. Kışın güneye inerler, yazın yaylaya çıkarlar. Bu sıralarda ekili topraklara zarar verirler. Yerleşik halkla çarpışmalar olur. Halk şikayetçidir. Osmalıllar da şikayetçidir iki yüz yıldır. Asker, vergi alamazlar. Çukurova toprakları boştur, işlenmesi gerek. Toprak yasası çıkarılır, işleyene verilecektir toprak. O yıllarda Osmanlı Rus Savaşı çıkar, Kırım elden gider. Bunun üzerine konar/göçer sorununu çözümlemeyi düşünürler. Fırka-i İslahiye ordusunu kurarlar. Başına Müşir Derviş Paşa’yı, Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’yı verirler. Ordu deniz yoluyla İskenderun’a gelir. (1856-1867) Yayla yollarına karakollar kurar. Çok insan öldürürülür. Zorla yerleştirirler konar/göçer halkı.  Avşarlar direnir. Aralarında çarpışmalar olur. Osmanlı, Avşarların  Uzunyayla’sına Çerkesleri yerleştirir. Toroslardaki kepir dağlar Avşarlara kalır. Yerleşenler de sıtmadan, ishalden ölür. Dadaloğlu olayı şöyle anlatır:

 

Kalktı göç eyledi Avşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

 

Belimizde kılıcımız Kirmani

Taşı deler mızrağımızın temreni

Hakkımızda devlet etmiş fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir

 

Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koçyiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir

 

                 ***

 

Sana derim sana Hasan Kalesi

Alt yanında döğüş oldu hûn oldu

Yiğit olan yiğit çıktı meydana

Koçyiğitler arap ata bin oldu

 

Akşamki gördüğüm şol kara düşler

Hesaba gelmedi kesilen başlar

Eyerlen atımı küçük kardeşler

Hünkar tarafından bize gel oldu

 

Öğle ile ikindinin arası

Aldı beni şu düşmanın yarası

Ecel geldi ölmemizin sırası

Ağladı el-oba gözü kan oldu

 

Dadaloğlu’m der ki belim büküldü

Gözümün cevheri yere döküldü

Üç yüz atlı ile cenge dıkıldı

Yüzü geldi, iki yüzü han’oldu

                 

                

NAZIM’da  ÖZGÜRLÜK

Nazım Hikmet  (15.1.19002, Selanik/ 3.6.1963, Moskova) büyük şair. Şiirde yenilikler yaptı. Putları kırıyoruz diye alışılmış edebiyat düzenini değiştirdi. Sosyalist düzeni savundu. Tekelci düzeni eleştirdi. Bu yüzden egemen güçler özgür yaşamasına izin vermediler. Kovuşturdular, bahaneler buldular. Donanma davası dediler. İsyana teşvik dediler. Toplam 35 yıl hapis cezası verdiler. 28 yıl 4 aya indirdiler. 17.5 yıl yatırdılar. DP iktidarının, 15.7.1950 affıyla özgür kaldı! Ama çevresi kuşatıldı. Kime uğradıysa sorgudan geçirdiler. Mahalle bakkalından bile alış veriş yapmayı engellediler. Yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Egemenler, bunu fırsat bilip, 25.7.1950’de vatandaşlıktan çıkardılar.  Memleket özlemiyle yandı tutuştu Nazım. Halen mezarı Muskova’da. Ölüsüne bile özgürlük tanımadılar. Ama o yine de memleket için, özgürlük için yazdı söyledi.

 

KEREM GİBİ

 

Hava kurşun gibi ağır

Bağır

         bağır

                  bağır

                          bağırıyorum

 

 

 

 

Koşun

          kurşun

                  erit-

                      -meğe

                  çağırıyorum…

O diyor ki bana:

Sen kendi sesinle kül olursun ey!

                                                 Kerem

                                                         gibi

                                                             yana

                                                                  yana…

“Deeeert

             çok,

                  hemdert

                            yok”

Yürek-

        -lerin

kulak-

       -ları

           sağır…

Hava kurşun gibi ağır…

 

Ben diyorum ki ona:

-Kül olayım

                 Kerem

                        gibi

                             yana

                                 yana.

Ben yanmasam

                      sen yanmasan

                                   biz yanmasak,

                        nasıl  

                            çıkar

                                  karan-

                                       -lıklar

                                          aydın-

                                                -lığa…

 

 

 

 

 

Hava toprak gibi gebe

Hava kurşun gibi ağır.

Bağır

        bağır

                bağır

                     bağırıyorum.

Koşun

         kurşun

                erit-

                    -meğe

                          çağırıyorum…

 

 

 

 

AKREP GİBİSİN

 

Akrep gibisin kardeşim

Korkak bir karanlık içindesin akrep gibi

Serçe gibisin kardeşim

Serçenin telaşı içindesin

Midye gibisin kardeşim

Midye gibi kapalı rahat

Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi

Korkunçsun kardeşim

Bir değil

Beş değil

        Milyonlarcasın maalesef

Koyun gibisin kardeşim

Gocuklu celep kaldırınca sopasını

              Sürüye katılıverirsin

Ve adeta mağrur koşarsın salhaneye

Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani

Hani şu derya içinde olup

Deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf

Ve bu dünyada bu zulüm

      Senin sayende

 

 

 

 

 

Ve açsak yorgunsak, al kan içindeysek

Ve hâlâ şarabımızı vermek için

         Üzüm gibi eziliyorsak

Kabahat senin

             Demeye de dilim varmıyor ama

Kabahatin çoğu senin canım kardeşim

 

 

27 MAYIS’TA ÖZGÜRLÜK

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili düzene geçildi. 1950’de DP iktidara geldi. Söz verdiği demokratik ortamı, özgürlükleri sağlamadığı gibi iyice kıstı. Devletin radyosunu partisinin organı haline getirdi. Vatan Cephesini kurdu. Bu cephe bir bakıma partinin yerine geçti. Radyo Vatan Cephesi’ne kayıt olanların haberlerini verdi. Ezan, Arapça’ya çevrildi. Köy Enstitüleri, Halkevelri kapatıldı. Anayasa dili Osmanlıca’ya dönüştürüldü. NATO’ya kabul edilmemiz için Kore’ye asker gönderildi. Kuniri’de çok sayıda şehit verdik. 1952’de kabul edildik. Basına sansür, aydınlara, öğrencilere baskılar uygulandı. Öğrenci olayları çıktı. İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıdık Sami Onar yaralandı. Sıkıyönetim ilan edildi. Özgürlükler iyice daraltıldı. 27 Mayıs devrimi yapıldı. Parti yöneticileri, milletvekilleri yargılandı. Özgürlükçü yeni Anayasa yapıldı. O günler,  “Yeni Çağ Türküleri”nde şöyle anlatıldı.

 

HÜRRİYET TÜRKÜLERİ

                   I

28 Nisan bugün

Cebeci’de bir kıyamet koptu

Atlı polisler Hukuk Fakültesi’ne girdiler

Yüzlerce kurşun birden patladı

Kurşun yağmurlarıydı yağan başımıza

 

Nasıl kıvrılıp kıvrılıp düştüler

Hayalarına inen coplardan yiğit delikanlılar

Alıp götürdüler bir yere cesetlerini ölenlerin

Ne ölen belli şimdi ne kalan

 

İsimsiz bir çukurda yatıyorlar şimdi öyle mi

Ölürken bir damla suya hasret yiğitler

Gözlerden ırak olan gönülden de mi olsun Tanrım

Ötede yeri cennet ölenlerin

Burada anıtlarıyla birlik Hukuk Fakülesi’nin bahçesi

                     

                    II

 

19 Mayıs bugün

Coplu polisler sardı her yanımızı

Bir yanda kendi askerlerimiz

Durur musun Atatürk’üm

Durur musun

 

Yenişehir mahşer gibiydi bir uçtan uca

İşte hürriyet diye bağıran binlerce üniversiteli

İşte tutup aldılar aramızdan birini

Alıp götürdüler isimsiz bir kampa

 

19 Mayıs bugün

Süngülü askerlerimizi saldılar aramıza

Yuvasından atılan kuşlar gibi

Tutup aldılar bizi

 

                    III

20 Mayıs bugün

Hürriyet sesleri Yenişehir göklerinde

Pencerelerde binlerce kadın erkek çoluk çocuk

Alkış tuttular yiğit delikanlılara

Kan yerde kalır mıydı

İki kör kurşunla ölür müydü sırma saçlı kızlarımız

 

Ahınız yerde kalmaz kahraman hürriyet şehitleri

Güneşler gibi aydınlık

Sıcak göğüslerinde çarpan vatan sevgisi

“Asil damarlarında muhtaç olduğunuz kan”

Doğacak diyorum size güneşler gibi bir gün

….

 

                       V

 

Zafer Anıtı’nın önünde başta komutanlarıyla

“Dağbaşını duman almış”ı söyledi Harbiyeliler

Şahlanan hürriyet yiğitlerini kim durdurabilirdi

Onları duymamak elden gelir miydi

 

 

 

….

Tuttular Çankaya’nın yolunu bu koçyiğitler

….

Doğrul Anıtkabirden ülkene bir bak Atatürk’üm

….

                             Abdullah Rıza Ergüven

 

 

 

12 EYLÜL ÖZGÜRLÜĞÜ

27 Mayıs’ın getirdiği Anayasa’yı, özgürlüğü sindiremeyenler “Ben bu anayasayla memleketi yönetemem” dediler. 12 Mart darbesini yaptılar. 27 Mayıs Anayasasını budadılar. Deni Gezmiş ve arkadaşlarını astılar. Daha büyük baskılar uyguladılar. Gençleri birbirlerine düşürdüler. Maraş, Sivas, Çorum’da kıyımlar yaptılar. Binlerce insan-genç öldürüldü. Sıkıyönetim ilan ettiler, gidişi durduramadılar! 12 Eylül darbesini yaptılar. 650 bin kişi gözaltına alındı. 25 bin kişi öldü. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi yurt dışına kaçtı. 171 kişi işkencede öldü. 48 kişi asıldı. “Asmayıp da besleyelim mi” dediler.

Yeni anayasa yaptılar. 82 Anayasası dediler adına. Demokrasi, özgürlük iyice kısıtlandı. 12 Eylül’ü yapanlardan hesap sorulamaz dendi. Üzerinden 28 yıl geçtiği halde bu anayasayı düzelten olmadı. Değişiklikler AB’nin, ABD’nin, batının isteğiyle oldu. Daha bağımlı hale geldik. Dönemin, şiiri, romanı, öyküsü, oyunu, makalesi yazılamadı.

 

ÖZGÜRLÜK

 

hüznü işliyor

son günlerin şairleri

sen de mutluluğu işle

her şeyi alabiliyorsun

yiyebiliyorsun havyarı

ayvayı

giyebiliyorsun kürkü sayvanı

gecekondu kurabiliyorsun dilediğin yere

sevgilinle yatabiliyorsun sokakta

daha ne istiyorsun

Allahtan belanı mı

           

            (Nisan 1987, Adana)

          M. Demirel Babacanoğlu

 

 

 

 

KAYNAKLAR

 

 1.Ahmet Z. Özdemir, Avşarlar ve Dadaloğlu, Ürün y., 2007, Ank.

 2.Atilla Özkırımlı, Tevfik Fikret, Gözlem y., 1982, İst.

 3.Aziz Çalışlar (M.Rosenthal-P. Yudin’den çeviri,)

    Materyalist Felsefe Sözlüğü, Sosyal y., 1975, İst.

 4.İhsan Işık, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ans. Elvan y., 2006, Ank.

 5.Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim y., 7.Cilt, 1983, İst.

 6.M. Demirel Babacanoğlu, Parakan (şiir), Ufuk y., 1990, Adana.

 7.Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 1975, İst.

 8.Öner Yağcı, Köroğlu, İleri y.,  2006, İst.

 9.Öner Yağcı, Pir Sultan, İleri y., 2006, İst.

10.Saime Göksu- Edward Timms, Romantik Komünist, Doğan Kitap y., 2001, İst.

11.Vasfi Mahir Kocatürk, Namık Kemal, Edebiyat y., 1971, Ank.

12.Yeniçağ Türküleri, Varlık Y., 1960, İst.

13. İnternet.  

SEN BU TÜRKÜLERİ NEDEN SÖYLÜYORSUN

                         7 Nisan 1988

                          adana ders araçları merkezinde

                          şiir okuma yarışması var

                          minik bir kız: Esra, Ceyhun Atuf Kansu’nun

                         “Dünyanın Bütün Çiçekleri”ni okuyor

                          sağu törenlerindeki gibi herkesi ağlatıyor

 

“Dünyanın Bütün Çiçekleri”

ancak böyle okunur Esra

hani ağıtçıbaşıları olur ya sagu törenlerinde

herkesi ağlatır ya yüzünü çizerek

kayayı yaş, duyguyu baş yapar ya

işte öyle söylüyorsun Esra

 

ağlanmadık yanı mı kaldı öğretmenin

ne ister çiçekten

gülden sağoldan gayrı

dünyanın bütün çiçekleri diyorsun

kır çiçekleri, bataklık çiçekleri, kondu çiçekleri diyorsun

yazgıları bana benzer çiçekler diyorsun

hepsini alın getirin diyorsun

getirilir mi Esra

dünyanın bütün çiçeklerini istiyorsun

 

incecik parmaklarınla bütün acıyı topluyorsun yüzüne

bütün köy çocuklarını, fatma garıyı, yoluk gocayı, gonca gelini

isparta güllerini, fesleğenleri, nergisleri unutmayıp

eğin, sivas, karadeniz, istanbul adana türkülerini söylüyorsun

bir karakol bahçesinde vurdular Bilgin öğretmeni

alnında karadır bindörtyüz iki, bilmem ne kadar taşınacak

dünyanın bütün işkencelerini diyorsun

filistin askısını

afrika açlığını

o çözümlenemez beyninle, ceyhun atuf ozanı aşıyorsun

sagu törenlerindeki gibi herkesi ağlatıyorsun

 

gülecek yanı mı kaldı öğretmenin

sen bu türküleri neden söylüyorsun

                              Nisan 1988, Adana

 

M. DEMİREL BABACANOĞLU - BİBLİYOGRAFYA

Parakan (şiir kitabı) için:

 

Hasan Hüseyin Yalvaç, Karabük İçin Elele gazetesi 24.7.1990, Karabük.

Adem Akıncıoğlu, Gerçek gazetesi, 27.12. 1990, Bandırma

Çetin Boğa, Hürsöz gazetesi 23-29/ 5./ 1990, Adana

Tacim Çiçek, Hürsüz gazetesi, 23-29/5/ 1990, Adana

Tamer Abuşoğlu, Bugün gazetesi, 25.6.1990,

Tamer Abuşoğlu, Gaziantep, Ülke gazetesi 20.7.1990,, Sivas,

Tamer Abuşoğlu, Kırk Merdiven dergisi Ağustos 1990, Antalya.

Beki L Bahar, Eflatun dergisi Ekim 1990/262. s., İstanbul.

Ahmet Özer, mektup 4.6.1990,  Trabzon

Turan Altuntaş, Klas dergisi Temmuz 1990/22. s., Adana.

Mustafa Aslan, Bugün gazetesi 1.10.1990, Gazantep.

Halil Özden, Gölge dergisi Ağustos 1991/9. s., Antalya.

Halil Özden, Yeni Adana gazetesi 9.9.1991, Adana

Aysel Yenidoğanay, Yeni Adana gazetesi 4.2.1991, Adana.

Muharrem Kubat, İstikbal gazetesi 12.10.1991, Eskişehir.

Güngör Gençay, Damla dergisi 1992/14. s., Edirne.

Arslan Bayır, Bugün gazetesi 30.11.1992, Gaziantep

Güngör Gençay, Demle dergisi 1992/ 14. s, Edirne

 

Karanfil Kırmızıların Soldu mu için:

Arslan Bayır, Gazantep’te Bugün gazetesi, 30.11.1992, Gaziantep.

Ü. Şöhret Dirlik, Yeni Söke gazetesi 14.8.1999, Söke-Aydın

Aysel Yenidoğanay, Damar dergisi, Eylül 2000/114. s., Ankara.

Aysel Yinedoğanay, tın dergisi, Kasım-Aralık 1993/13. s. Adana.

 

 

Gül Sevgisi (şiir kitabı) için:

Güngör Gençay, Damla dergisi 1992/14.s., Edirne.

Halim Şafak, Yazıt dergisi Ağustos 1992, Ankara.

Aydoğan Yavaşlı, mektup 12.1.1993, İzmir.

Aysel Yenidoğanay, Tını dergibsi Kasım-Aralık 1993/13. s., Adana Ünal Şöhret Dirlik, Yeşiyurt gazetesi 23.9.1999, Kırklareli.

Hasan Akarsu, Aykırısanat dergisi Kasım-Aralık 2006/81. s., Adana.

 

Silahlanma (şiir kitabı) için:

Osman Nuri Poyrazoğlu, abece dergisi 1998/ 145. s., Ankara.

Coşkun Karabulut, Maki dergisi Mayıs-Haziran 1999/ 15. s., Mersin.

Kerim Özbekler, Yeni Söke gazetesi, 27.8.1999, Söke-Aydın.

Mustafa Emre, Yüreğir gazetesi 6.10.2000, Adana.

Şemsettin Murat, Aykırısanat dergisi Mayıs-Haziran 2006/78. s., Adana.

 

Yedinci Göğün Yıldızı (şiir kitabı) için:

Mustafa Emre, Kent gazetesi 26.12.2005, Adana.

Erdal Atıcı, Berfinbahar dergisi Mart 2006/97. s, İstanbul.

 

Çukurova Kurtuluş Savaşı Destani (destan-şiir kitabı) için:

İlkhaber gazetesi, 13.1.2009, Adana.

Karaisalı gazetesi, 30.1.2009, Karaisalı.

Osman Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen Dünyası dergisi Haziran 2009/21. s., Ankara.

İsmail Biçer, Kar dergisi Haziran-Temmuz 2009/21. s., İstanbul.

Etem Oruç, Çıtlık dergisi Temmuz-Ağustos 2009/10. s., Mut.

İsa Kayacan, Zafer gazetesi 28.10.2009, Gaziantep.

Hasan Akarsu, Gerçemek dergisi Temmuz-Ağustos 2009/16. s., Aydıncık-Mersin

Hasan Akarsu, Gerçemek dergisi  Temmuz-Ağustos 2009/16. s., Aydıncık-Mersin.

Feyza Hepçilingirler, Cumhuriyet Kitap 26.11.2009, İstanbul.

Kerim Özbekler, Babaeski Söz gazetesi 18.3.2010, Kırklareli.

Mesut Eray, Ses gazetesi 1.7.2010, Adana.

Abdülkadir Güler, Güncel Sanat dergisi  Temmuz-Ağustos 2011, Alanya.

Tamer Abuşoğlu, Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s, Alanya.

Mehmet Aydın, Güncel sanat Dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.

Ahmet Z. Özdemir, Güncel Sanat Dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya

 

Yüzsüzler Yüzünü Alsın (şiir kitabı) için:

Mustafa Özke, Günaydın gazetesi 23.1.2013, Adana.

Tamer Abuşoğlu, Gaziantep gazetesi 19.4.2013, Adana.

Öğretmen Dünyası dergisi Nisan 2013/400. s., Ankara.

Hasan Akarsu, Sanat Yaprağı aylık gazete Nisan 2013, Kadıköy-İst.

Mustafa Okumuş, Çıtlık dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2014/32. S. Mut.

İsmali Biçer, Yurt Kitap (Yurt gazetesi eki) 11.5.2013, İstanbul.

Necmettin Bayraktar, Berfinbahar dergisi Mayıs 2013/183.s., İstanbul.

Osman Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen dünyası dergisi Haziran 2009/354. s. Ankara.

Kar dergisi  Haziran Temmuz 2009/21. s., İstanbul.

Etem Oruç, Çıtlık dergisi Temmuz-Ağustos-Eylül 2009/10. s., Mut.

Ahmet Z. Özdemir,  Öğretmen Dünyası dergisi 2013/400. s., Ankara.

Aziz Kemal Hızıroğlu, Berfinbahar dergisi  ……..2014/…. İstanbul.

 

Yedinci Göğün yıldızı (şiir kitabı) için:

Erdal Atıcı, Berfinbahar dergisi  Mart 2006/97. s., İstanbul.

 

İnsan Hayranıyım (Aşık Haydar Aslan’ın yaşamı, şiirleri) kitabı için:

M. Demirel Babacanoğlu, Yeni Adana gazetesi 4.10.1992, Adana.

Abdülkadir Kaçar, Zirve gazetesi Mart 2001, Adana

Abdülkadir Kaçar, Yenigün gazetesi 8.2.2005, Adana.

Mansur Ekmekçi, Aykırısanat dergisi  Mayıs-Haziran 2005/72. s.,  Adana

Erman Artun, Adana Halk Kültürü kitabı- Kendi y., 2006, Adana.

Yasemin Avan, Aksaraylı Aşıklar kitabı-1995 Aksaray aliliği y., Aksaray.

 

Keman Sesleri (çocuk öykü kitabı) için:

Ali Taş, Yeni Adana 30.12.1996, Adana.

 

Bülbülün Sonu (çocuk öykü kitabı) için:

Hasan Akarsı, Edebiyat Gündemi dergisi Ağustos 2000/6. s., İstanbul.

Aysel Yenidoğanay, Damar dergisi Eylül 2000/114. s., Ankara

Çetin Boğa, Ekspres gazetesi 1.2.2001, Adana

 

Tepedeki Ev (çocuk öykü kitabı) için:

Hasan Akarsu, Aykırısanat Kasım-Aralık 2007/87. s., Adana.

O. Nuri Poyrazoğlu Öğretmen Dünyası dergisi Temmuz 2007/ 43. s., Ankara.

 

Teyzemin Köseleri (çocuk masalı) için:

O.Nuri Poyrazoğlu, Öğretmen dünyası dergisi Şubat 2014/410. s., Ankara.

 

Değişik konular için:

Nuri Kırcıoğlu, MDB- Sanat dünyası dergisi 1968/251. s., İstanbul.

Mustafa Aslan, Sevgi Şiirleri- Haber gazetesi 27.5.1989, Gaziantep.

C. Karataş- Şiir Bahçesi- Özgür Gaziantep gazetesi 16.6.1992, Gaziantep.

Mithat Yaban, MDB- Devrek Postası gazetesi 19.8.1992, Devrek.

C. Karataş,  Şiirler- Yeni Adana 5.9.1992, Adana

İlhan Alper, MDB- Yeni Adana gazetesi 7.3.1994, Adana.

Özer Öztep, Şiir bahçesi- Bölge gazetesi 8.6.1995, Adana.

Remzi Karabulut, MDB- Kardelen dergisi 1997/4. s., Tarsus

O. Nuri Poyrazoğlu, Kitaplar- Öğretmen dünyası dergisi 1997/127. s., Ankara

O. Nuri Poyrazoğlu, Dergi çıkarmak- Kıyı dergisi Haziran 1999/159. s., Trabzon.

Sabahattin Şen, MDB- Aykırısanat dergisi Temmuz-Ağustos 2003/61. s., Adana.

Hasan Akarsu, Şiirler- Aykırısanat Kasım-Aralık 2006/81. s., Adana.

Mesut Eray, MDB- Ses gazetesi 1-7 Şubat 2010, Adana

Arslan Bayır, MDB-Güncel Sanat dergisi  Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.

Tacim Çiçek, söyleşi- Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.

Ali Rıza Kars, Şiirler üstüne konuşma video kayıt  7.5.2012, Adana.

Mustafa Emre, MDB- video kayıt 7.5.2012, Adana.

Tacim Çiçek, MDB, video kayıt 7.5.2012, Adana

Mustafa Emre, söyleşi- Yeni Turunç dergisi Haziran-Eylül/5-6. s., Adana

Yasak Meyve, MDB- Yasak Meyve dergisi Mayıs Haziran 2013/62. s., İstanbul.

Ömer Uluçay, şiir kitapları- Çukurova’da Şiir, s. 322, Gözde y., 2010, Adana.

Mehmet Aydın, MDB- Güncel Sanat dergisi  Mart-Nisan 2012/ 16. s., Alanya

Ahmet Z. Özdemir, MDB-Güncel Sanat Dergisi Mart-Nisan 2012/ 16. s, Alanya.

Hasan Akarsu, MDB Yapıtları- Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.

Musa Dinç, MDB-Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/ 16.s., Alanya.

İsmail Biçer, MDB-Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/ 16. s., Alanya.

O. Nuri Poyrazoğlu, MDB-Güncel Sanat Dergisi Mart Nisan 2012/16. s., Alanya.

Yaşar yıltan, MDB- Güncel Sanat dergisi Mart-Nisan 2012/16. s., Alanya.

Yazar: ÇEŞİTLİ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör