Eğitimci, yazar. 6 Nisan 1973 tarihinde
Diyarbakır'ın Kulp ilçesine bağlı Huruç
(Kaynak) köyünde doğdu. Diyarbakır şehir merkezine ailesiyle birlikte üç
yaşındayken geldi. İlk, orta ve lise eğitimini tamamladıktan sonra, 1992'de Dicle
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandı ve1996
yılında buradan mezun oldu. Fakülte öğrencisi iken, 1995 yılında hocaları
tarafından ünlü araştırmacı yazar Abdüssettar Hayati Avşar ile tanıştırıldı. Bu
tanışma hayatının dönüm noktalarından biri oldu. Abdüssettar Bey’deki
farklılığı, olağanüstü hafızayı, bilgi yoğunluğunu ve insani yönünü fark etmesi
onu çok etkiledi. İlerleyen aylarda Abdüssettar Hayati Avşar Bey’in eşi Müslüme
Avşar Hanım'ın manevi kızı oldu. Avşar ailesi bu manevi kızlarını,
çevrelerindeki dostlarına “Bizim bir kızım var ” diyerek tanıttılar. Zübeyde,
ailenin bu sevgisini karşılıksız bırakmaz aynı duygularla onlara yaklaşır
Yüksek öğrenimini tamamladıktan
sonra, Diyarbakır'da edebiyat öğretmenliği yapan Zübeyde Kırmızı; TRT Ankara
Televizyon Müdürlüğü Eğitim Kültür Programları Müdürlüğü bünyesinde Diyarbakır
Prodüksiyon Merkezince yapım ve yayını gerçekleştirilen altı bölümlük “Anadolu’ya Yolculuk” ve “Göç” adlı programlarda metin yazarlığı yaptı. Ayrıca
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının yayın organı “Ekodiyar” ile yerel dergilerden
“Diyarbakır ve Yaşam”da makaleleri
yayımlandı.
Edebiyat ve tarih araştırmaları
yanı sıra resim ve sporla da ilgilenen Zübeyde Kırmızı, lise yıllarında yaptığı
desenlerle dikkat çekmişti. Yine lise son sınıf öğrencisiyken Taekwon-Do sporuna ilgi duymuş ve
katıldığı yarışmalarda birincilik ve ikincilikler almıştı.
1995 yılında kendisiyle tanıştığı
ve fiilen asistanlığını yaptığı Abdüssettar Hayati Avşar’la ilgili biyografik
ve sözlü tarih çalışması başlığı altında değerlendirilebilecek çalışması Amid-i Nur (2009), Zübeyde Kırmızı'nın ilk
kitabı oldu.
Zübeyde Kırmızı’nın Faruk Nafiz
Çamlıbel’den günümüz Türkçesine çevirdiği Şarkın
Sultanları adlı şiir kitabı ise 2018’de yayımlandı.
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten
Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve
Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12,
2018).
SUZAN SUZİ…
Zübeyde Fidan KIRMIZI
Diyarbekir’in, Diyarbekirlinin uzun
yıllardır dinlerken hüzünlendiği “Suzan
Suzi” türküsünün sözleri her
dinlediğimde etkiler beni.1996 yılında Amid-i Nur adlı kitabımla hayatını
yazdığım Abdüssettar Hayati Avşar Beyle yaptığım sohbette uzun bir konu
başlığım da musiki diyarı Diyarbekir’in sözleriyle iç acıtan şarkısı Suzan Suzi’nin
nasıl ortaya çıktığıydı.
Abdüssettar Bey, küçük radyosunun hoparlöründen
Suzan Suzi’yi dinleyerek, eski bir acının yüzüne vurmasıyla oluşan bakışlar
altında anlatmaya başladı. “Söz uçar yazı kalır.” şiarıyla ben de bu anlatıdan küçük
bir anlatı oluşturdum.
Abdüssettar Bey’in, çocukluğunu,
eğitim hayatının küçük bir bölümünü birlikte geçirdiği, ortaokuldan arkadaşı
Nakif, ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir’e gitmiştir.
İkinci Dünya Savaşının sona ermesini takip
eden günlerde, teknik alanda görev yapacak subay ve astsubayları eğitmek
maksadıyla Eskişehir’de kurulan “Hava Makinist Okulu”u (Hava Uçuş Okulu) bitirerek
pilot olmuştur.
Mesleğinde başarılı biridir. Fakat
asi ruhlu ve kendi doğrusundan şaşmayan biri olması, sürekli sorun yaşamasına
yol açmış, sevip gönül verdiği kızın Eskişehir Lisesi’nde öğrenci olması onun
hata yapmasına yol açmıştır.
Nakif, ilk çılgınlığını Eskişehir
Lisesine halk arasında pırpır diye bilinen tayyaresiyle gelerek yapar. Tayyarenin
kuyruğu voleybol ağına takılması olay olmuştur. Olumsuzluklar peşini bırakmaz,
vukuatları bununla da kalmaz, arkadaşlarıyla kumar (iskambil) oynadığı bir gün
farkına varmadan uçağıyla kumandayı otomatiğe bağlayıp, Rus semalarını işgal
eder. Ruslar tarafından ikaz ateşi (top ateşi) yapılınca geri döner. Meslek
hayatı da bu olayla son bulur. Ana toprağı, Diyarbekir’e döndüğünde Toprak
Mahsülleri Ofisinde ambar memurluğu yapar.
İşte bu dönemde Nakif, 1947 yılının
Cuma gününe denk gelen bir Mayıs günü, arabasıyla Sem’an Köşkü’nün yanındaki
Pamuk Köşkü’ne gelir. Köşkün sahibiyle yaptığı kısa sohbet sırasında ona
alkollü içki teklifinde bulunur.
Köşkün sahibi cevaben:
- “Oğlum
ben içki içmem, bugün mübarek bir gündür, siz de içmeyin” derse de bu söz Nakif’i
etkilemez, söz, söz olur uçar.
O da arabasına aldığı konuklarıyla
içki alemini bir başka mekânda gerçekleştirmek üzere yola çıkar. Kullandığı
arabada, Kolordu Kumandanlığı Personel Subayı Celal Bey, Celal Bey’in hanımı,
baldızı, bir yüzbaşı, yüzbaşının eşi Suzan Hanımla birlikte yedi kişi
bulunmaktadır. Kırklar Dağı’na gider, içkilerini burada içerler. İyice sarhoş
olmuşlardır.
Akşam karanlığında şehre dönerken,
On Gözlü Körünün köprünün batı tarafındaki köşesinden viraj alırken, Nakif
manevrayı yanlış alınca, araba içindekilerle birlikte nehre uçar.
Mevsimin ilkbahar oluşu nedeniyle
karlar erimiş, yağışlar bol olmuş, Dicle nehrinin su seviyesi de artmıştır. Dicle,
akşam karanlığıyla içine çektiği bedenleri bırakmamış, kendi suyunda sabaha
kadar tutmuştur. Anlatılan odur ki suyun dibinde yatanların vücudu nehrin
toprağıyla örtünmüş, özellikle Suzan adındaki güzelliği henüz solmamış kadının
saçlarından çıkan taşlar-kumlar, taş yürekleri bile sızlatmış, arabadan hiç
kimse canlı çıkamamıştır. Abdüssettar Bey, ortaokuldan beri tanıdığı arkadaşı Nakif’i
kendi elleriyle toprağa verir.
İşte, Diyarbekir halkı, bu acı
olayı unutmamış, özellikle genç Suzan’ın ölümüne ağlamış, Dicle nehrinden
cansız çıkan bedenlerin acısını;
…
Köprünün orta gözü
Sular apardı bizi
Nakif gözün kör olsun
Öldürdün hepimizi
Sözlerinin de bulunduğu Suzan Suzi
türküsüyle dillendirmiş, bu acıklı nağmeler günümüze dek söylene gelmiştir.
Suzan’ın garip anası ağlamış, Diyarbekir halkı da Suzan’ı unutmamıştır.
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL ve ŞARKIN SULTANLARI
Zübeyde Fidan KIRMIZI
Şair, yazar (oyun yazarı) ve
siyaset insanı olan Faruk Nafiz Çamlıbel,18 Mayıs1898 yılında İstanbul’da
dünyaya geldi. Ortaokulu Bakırköy Rüştiyesi’nde, lise eğitimini Hadika-i
Meşveret İdadisi’nde tamamladı. Şiire olan merakı öğrencilik yıllarında kendini
göstermiş, yayımladığı şiirler edebi çevrenin dikkatini çekmiştir. Şiir tutkusu,
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni dördüncü sınıfta bırakmasında etkili bir
unsur olmuştur.
“Peyam-ı Edebi (1913–1914)”, “Edebiyat-ı
Umumiye (1916–1919)”, “Yeni Mecmua (1918)”, “Ümid Mecmuası (1919–1921)”, “Şair (1918–1919)”,”Büyük
Mecmua (1919)”, “Nedim (1919)”, “Yarın”
, “Süs” .Birinci kitap, İkinci Kitap gibi isimlerle sekiz kitap halinde çıkan,
şiir, nesir ve hikâyeleri (1921–1922) “Yarın Mecmuası”nda yayımlanır. 1918
yılında Edebiyat-ı Umumiye’de (“1916–1919” yıllarında çıkmış olan edebi,
siyasi, ilmi dergi) çıkan Şark'ın
Sultanları başlıklı şiiri edebi çevrelerde huzme huzme yayılır.
Yahya Kemal şöyle der:
“Bir lübbüdür cihanda elezz-i
lezaizin
Her mısra-ı güzidesi Faruk
Nafiz’in
Birçok şairden benzer övgüleri
alır.1917 yılında, Yusuf Ziya Ortaç ve Fahri Celal Göktulga ile birlikte
Servet-i Fünun dergisinin, 1917–1918 de İleri gazetesinin yayın sorumluları
arasına girer. “İleri” gazetesinin yazım işleri onun Anadolu’yu (Ankara) gezmesine
vesile olur.1922 yılında Ankara’ya yerleşir.1922–1946 yılları arasında Kayseri
Lisesi, Ankara Muallim Mektebi, Ankara Kız Lisesi, İstanbul Kabataş Lisesi,
Amerikan Kız Koleji’nde edebiyat öğretmenliği yapar. Şark Vilayetleri Tetkik
Cemiyeti (1928) üyesi olması sebebiyle Sivas, Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Trabzon,
Kastamonu illerini dolaşır.
Divan edebiyatının olmazsa olmazı
aruz ölçüsünü ilk dönem şiirlerinde büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Divan
şiirini münakaşaların merkezi olarak görülür, yeni şiir tür ve yapılarının
gelişmesi için yapılan çabalar tam anlamıyla Klasik Edebiyatı saf dışı
bırakamaz.
“Hecenin Beş Şairi” olarak
adlandırılan Faruk Nafiz şiirin yüzyıllar süren şiir kaynaklarından
etkilenmiştir.“Hecenin Beş Şairi” kalıbına sığmamıştır. Aruz vezninin Ahmet Haşim,
Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal ve Tevfik Fikret ile birlikte son temsilcileri
arasında Faruk Nafiz Çamlıbel de değerlendirilir.
Ankara’da 1946 yılında Demokrat
Parti’den İstanbul Milletvekili seçilir. Olgunluk döneminde yazdığı şiirlerin
çoğunluğu kitap haline gelmiştir. “Çoban Çeşmesi”, “Suda Halkalar”, “Bir Ömür
Böyle Geçti”, “Elimle Seçtiklerim”, “Akarsu”, “Akıncı Türküleri”. Nesir türünde
“Yıldız Yağmuru” romanı, “Canavar (1926)” ve “Akın (1932)” adlı oyunları
tiyatro dilini kullanışı bakımından önemli eserlerdir.
1960 yılına kadar devam ettiği
milletvekilliği 27 Mayıs’ta biter. Adnan Menderes ve arkadaşları ile birlikte
Yassıada’ya gönderilir. Hapse atılır. Aşk-hayal kırıklığı ve ölüm ikileminden
oluşan “Zindan Duvarları” şiirini yazar.
ŞARK’IN SULTANLARI
Birinci Kitap
İstanbul - Orhaniye Matbaası(1918)
Hazırlayan: Zübeyde Kırmızı, 2018 (YKY)
Şark’ın Sultanları, Faruk Nafiz
Çamlıbel’in ilk eseri,
Yapı Kredi Yayınları tarafından
yayınlanan “Han Duvarları’na (“toplu
şiirler”)” bu kitapçıktan küçük birtakım
değişikliklerle iki şiir alınmış: “Şark’ın Sultanları” ve “Yolcu”. Biz burada
yayımlanışının 100. yılında, ilk hallerini koruyarak verdik.
Yapı Kredi Yayınları:
“Doğu’ya has bir sesi, Doğu’dan aldığı
ilhamlarla yakalamaya, dile getirmeye çalışan şair, kendi ipeğini süzeceği
kozayı bu şiirlerle örmeye başlamış. Gizemli Sultanlar, gönül çelen güzeller,
sakiler, Sadabad, Nedim ve Lale Devri, mevsiminde güzellikler, mevsimsiz
hüzünler.
Ses o ses, koza o koza, ipek o
ipek”
“1915–1917”
1915 -1917 yılları arasında
yazdığı şiirlerini 1918’de Şark’ın Sultanları adlı şiir kitabında toplamıştır.
Şark'ın Sultanları
kitabında bulunan şiirler; “Şark’ın Sultanları”, “Şehriyare Veda”,
“Yollarında”, “Nergis”, “Bir Bağ İçindeki”, “Silva” ,”Yolcu”, “Sara”, “Giden
Sultan”, “Esir” , “Sakiler”, “Nedim’in Ruhuna”, “Nedim’e Dair”, “Sadabad
Kadınları”.
Çok genç yaşta yazdığı şiirleri,
şiir dilinin ustalığı, duyguların, redifin ahengiyle savrulması olarak
değerlendirilebilir. Klasik Edebiyat,
Halk Geleneği, Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünun, Milli Edebiyat’ın
etkileriyle oluşturulan şiirler “1915–1916–1917” yıllarının ürünü olarak
değerlendirilecek eserler olduğunu çeviri çalışmamı yaptığım "1918 İstanbul-Orhaniye Matbaası”
çıkışlı Şarkın Sultanları, Osmanlıca matbu kitapta görmekteyiz. 1916 senesi
tarihli “Sadabad Kadınları” adlı şiiri
bunun en net kanıtıdır.
…
Son söz:
Koparırken saçından aklarını
Bük de kansız, soluk dudaklarını
Ağla ey ğamlı şehriyar, ağla!
Unutulmuş zavallı yar, ağla!..
Arayan yoksa gözyaşıyla sizi
Bürüsün bir karaltı kalbinizi.
Kışı hicran zamanıdır sayınız,
Boş geçen bir bahara ağlayınız!
1916, Kanun-i evvel (Aralık Ayı) -
Kanun-i sani (Ocak Ayı)
ŞARK’IN SULTANLARI
Orijinal kitabın kapak kısmında “Şarkın
Sultanları” sülüs hatlı yazının imza kısmında Diyarbakırlı Hattat Hamid Aytaç
Amidi’nin imzası görülmektedir.100 yıl sonra çeviriyi yapıp, hazırlamak bir
Diyarbakırlı olarak bana nasip oldu.
Toplumsal ve siyasal değişimlerin,
toplumun her kesiminde etkisini gösterdiği gibi edebi çevrede de yenilik,
geleneksellik, mahallilik çatışmaları etrafında değişimler kendini göstermiştir.
Nafiz’in çok genç yaşta şiir deryasının derinliklerini yakaladığı aşikârdır.
Bireysel duyguların aruz ölçüsü ve zengin bir dille anlatıldığı şiirleri aşk,
özlem ve kavuşamamanın yansımaları ve Edebiyat-ı Cedide’nin etkileri ile
değerlendirilebilir. Döneminin yazarlarıyla yola çıkış Divan edebiyatının
Nedimane tarzına kadar gazelin, şarkının, rubainin, belki de tasavvufane
musikinin kalemle-kelamla dile gelmesi diyebileceğimiz geniş bir yelpazede
Faruk Nafiz değerlendirilebilir.
Faruk Nafiz kendi döneminin en
başarılı en lirik şairi olarak bilinir. Şiirlerinde bir biçime bağlı kalmamış,
her türlü biçimde eser vermiştir. Eserlerinde ölçülü ve uyaklı olmaya özen
gösterdiği görülür. Dil, içten gelen duyguların iyi bir edebi eğitimin alındığı
bir zeminde kolay anlaşılan bir şekilde kullanılmış. Sanatı bir bütünlük içinde
şiirlerine yansıtmıştır.
İlk (–birinci kitap “Şark’ın
Sultanları”-) şiirlerine konu olan ŞARK, KADIN, SADABAD İstanbul sınırları
içinde yazdığı, romantizmin en uç sınırda olduğu şiirleri desek yanılmamış
oluruz.
1914 yılında Darülbedayi’nin
kurulması tiyatronun gelişmesi yolunda atılan en önemli adım olmuştur. Faruk
Nafiz’in modern tiyatronun trajedisi, müzikli tiyatronun “opera-operet”
türünden etkilendiği “Silva (SYLVA)” adlı şiirinden açıkça anlaşılmaktadır.
İlk dönem şiirlerinden oluşmuş
olan kitap sanki bildik bir sevgiliyi anlatıyor. O sevgili Faruk Nafiz’in edebi,
ruhi dünyasında hemen hemen her şiirinde hissedilmektedir. Sevgili öyle bir
sevgili ki modern, okumuş, fiziki özellikleriyle farklı. Her girdiği ortamda
varlığını hissettiren, edebi çevrenin saygı ve aşk beslediği yalnızlığıyla bu
hayattan ayrılan bir bayan.
Dönemin birçok yazarına ilham
kaynağı aynı hanımefendi olarak karşımıza çıkmaktadır. Asıl olan edebi deryanın
zengin anlatısında sevginin en asil haliyle verilmesidir.
ŞARK’IN SULTANLARI - ŞEHRİYARE
VEDA
ŞARK’IN SULTANLARI
Klasik edebiyatın kalıplaşmış
muhtevasından sıyrılmayan yazar “Şark’ın Sultanları”nda İstanbul mekânsal
dünyasından Şark’a gitmek, Şark’ı anlatmak, kadını, aşkın-şarkın vazgeçilmezi
olarak vermek, “Leyla u Mecnun”, “Yusuf u Züleyha” gibi mesnevilerin belki de
etkisinin kelama gelişidir. Sevgiliye kavuşamama Geleneksel Halk Edebiyatı,
Klasik Edebiyat, Tasavvuf Edebiyatı’nın muhteviyatını oluşturur. Her mısrada
gizli bir sevgiliye olan hasret hissettirilmekte, kavuşamama, özlem
dillendirilmekte. “Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah.” , “Sanki vurmuştu
benim alnıma çöllerdeki sam.”, “Kumların üstüne düşmüştü yılanbaşlı asam!” .Seyyah,
çöl, asa birçok derin edebi düşünceyi mısralarında barındırır. Divan şiirinin
uyak ve redif anlayışı beyit ve bentlerde yansıtılmıştır.
Romantizmin etkisini ilk mısradan
itibaren görmekteyiz. Divan şiirinin kalıplaşmış siyah saçları, örümcek ağı
misali aşığı kendine tutsak eden saçlar, bu kalıptan sıyrılmış “Ayrı bir yüz
düşünürdüm bu güzelliklerden.”, “ Dalıyorken sarışın şaireler beldesine”, “İndi
şarkın sarışın kızlarının en genci”.Klasik şiir şablonu yerine farklı sevgiliyi
tasvir etme durumu söz konusudur. Siyah saç ve siyah gözlerin yerine “Ayrı bir
yüz düşünürdüm bu güzelliklerde” “Akşamın sisleri çökmüştü ela gözlerine.”,ela gözlü,
sarışın sevgiliden söz edilir.
Aşk, benzetmelerle, mazmunlarla
klasik edebiyata ait yapılanmayla zengin bir dil kültürüyle şiirin mısralarına yansıtılmış.
“Bazı bir şüphe parıldardı sönük ruhumda .” , “ Her güzel yüzde arardım o ilahi
kadını”
Tabiat önemli bir unsur olarak
kullanılmış, gözlem ve tasvire yer verilmiş. Tasvirler, kelimelerin resme
dönüşmesi ve hayallerin birlikteliğiyle verilmiştir. Duygular, coşkusal bir
şekilde anlatılmıştır. Ahenk şiirlerde her soluk alış verişti aruzla varlığını
göstermektedir. Kişisel duygular, öznellikle, bireysellikle, hayal gücüyle
harmanlanmıştır. Kalıplaşmış söz dizelerinden sıyrılmış, günlük yaşamın konuşma
dili mısralarda kendini hissettirmiştir. Nesrin ve resmin şiirle dans etmesi
gibi yazmış, giriş, gelişme ve bitişler bunun iskeletini oluşturmuş.
ŞEHRİYARE VEDA
Şark’a yolu düşmeden onu yaşayan
anlatan bir ruh halindedir ,“ yolumuz düşmeden güzel Şarka” , “Sönüyor
kalbimizde son sevda”, “O beyaz tenli Şark ilahesine”, “O derin gözlü şehriyare
veda”
Bir sitem var bir haykırış var
şiirlerin dilinde “Ve bugün bir sarayda bulduk onu”,“Sarışın bir yabancının
haremi.” “ yolumuz düşmeden güzel Şarka”, “Sönüyor kalbimizde son sevda”, “O
beyaz tenli Şark ilahesine”, “O derin gözlü şehriyare veda” ….
Kavuşulamayan sevgili, sevgiliye
olan özlem, Şark, sitem şiirin ana unsurları olarak görülmektedir.
Edebiyatı Cedide ve Fecri
Aticilerden etkilenen yazarımız, Divan şiirinin direğini temsil eden aruz
veznini Türkçeyle uyumlu bir hale getirmiş. Aruz veznini sade söyleyişle,
dörtlüklerle şiire uygulayarak dilin yapısını bozmadan ahenkli bir bütünlük
oluşturmuştur. Yahya Kemal’den etkilendiği, dil sanatını geliştirdiği, yek
ahenkliğe önem verdiği, klasik edebiyatın mazmunlarının hissedildiği, Arapça-Farsça
tamlamalarından arındırılmış bir şiir sanatı oluşturduğu “YOLLARINDA”, “NERGİS”,
“BİR BAĞ İÇİNDEKİ”, “YOLCU”, “GİDEN SULTAN” , “ESİR” şiirlerinde görmekteyiz.
YOLLARINDA
…
Yadigârın ne bir tutam saç var,
Ne soluk bir fidan, ne bir yaprak;
Acı bir zehr akınca kalbimize
Seni mehtaba sorduk ağlayarak.
…
SİLVA - SARA
SİLVA
Dil ve zevk olarak geleneğe
bağlılık kendini bazı şiirlerinde gösterirken, Cenap Şahabettin, Yahya Kemal,
Serveti Fünun, Fecri Ati ve Milli Edebiyat’ın etkileri de görülmektedir.
Şiirin temel konu kaynağı aşktır. Sevgili
Klasik Edebiyat’ın tasvirlerinin dışına çıkmış kumral, dolgun, “Ah o kumral ki
sisli göllerde”, “Dolgun endamı ürperir gamdan”,bir şekilde verilmiştir.
Aşk şairi vasfını taşıyan
şairimiz, romantik, dokunaklı, yanık bir içtenlikle kalemini kullanmış. Dilin
sadeliği, söyleyişin güzelliği, Servet-i Fünun ve Fecri Aticilerin şairane
duygularının etkisinde kalış, gençliğin duygusal yaşanmışlıkları, kırgınlıkları
müthiş bir dille ele alınmıştır. Divan edebiyatının kalıplaşmış manzumlarını Arapça,
Farsça tamlamalardan arındırıp vermiş
Silva şiirinde temel üç kelimeyle
konu toparlanabilir; “Silva (Sylva)” , “Çardaş”, “Miloviç”
SİLVA (SYLVA)
İstanbul’a Avusturya’dan turneye gelen operet,
dönemin birçok yazarının edebi hayatı üzerinde etkisini sonraki yıllarda
göstermiştir.
Nazım Hikmet “Nisan-Haziran 1962
Moskova” (TÜRK TİYATROSU “Üç aylık tiyatro dergisi” Ekim-Aralık 1976 tarihli 422.sayı) yazısında
Çardaş operetinden bahsetmiş:
“…Çardaş operetini ne zaman dinlesem bir
yandan haykırmak, birilerini sövüp saymak gelir içimden, tepeden tırnağa isyan
kesilirim, ateş basar …”
Baş aktrist Miloviç adında
sarışın, etine dolgun, cıvıl cıvıl bir bayandır. Miloviç birçok kişi tarafından
beğenilen bir aktristir.
Çardaş, Macarca “Csardas” yani
“köy hanı (han taverna)” anlamına gelen bir kelimedir. Macaristan’ın ulusal
dansı olarak kabul edilir.18. yüzyıla dayanan dans orkestra eşliğinde (yaylı
çalgılarla) yapılır.
Leo Stein ve Bela Jenbach’ın
yazdığı 1915 yılında Macar operet bestecisi Kalman’ın bestelediği üç perdelik
operettir. Tüm dünyada ve Türkiye’de büyük başarı kazanmış olan yapıt ilk
olarak Viyana’da oynanmıştır.
ÇARDAŞ PRENSESİ
Üç perdelik operet, metin
yazarları “Leo Stein, Bela Jenbach”, besteci “Emmerich Kalman”
Çardaş Prensesi Operet Konusu:
Ses sanatçısı Sylva Varescu’nun
Amerika’ya gitmeye karar vermesi hayranlarını çok üzmüştür. Bu gezi onuruna
“Orfeum” adlı eğlence salonunda büyük bir parti düzenlenir. Budapeşte’nin
tanınmış kişileri Sylva’ya ilgi duymaktadırlar. Ancak Sylva Varescu, Prens
Edwin Ronald’a âşıktır. Prensin babası bu ilişkiyi onaylamamaktadır. Prens
Edwin’in, Kontes Stassi isimli bir kızla evlenmesi kararlaştırılır. Prens bu
duruma çok üzülür, çağırtılan bir noterin hazırladığı belgede “ne olursa olsun
Sylva ile evleneceğini” açıklar, belgeyi imzalar. İşleri için ertesi gün
Viyana’ya gider. Prensi kıskanan Kont Boni birçok komplo kurar. Sylva,
Amerika’ya gider. Genç Prens Amerika’ya giden ve mektuplarına cevap vermeyen
Sylva’dan umudunu keser. Amerika’da Sylva’ya “ÇARDAŞ PRENSESİ” adı verilmiştir.
Gelişen birçok olumsuz durumdan sonra Prens ve Sylva nihayet birleşirler.
“ÇARDAŞ PRENSESİ” sevilen bir anda yaygınlaşan ender parçalar arasındadır.
Bu parçalar duygusal, hüzünlü, sıcak ve etkili melodileriyle seyirciyi etkisi
altına alır. Bazen çok neşeli bazen de çok melankolik karakterleriyle, sahneyi
seyirciyle bütünleştiren opera her dönem etkisini hissettirmiştir,
hissettirmektedir.
Bu kadar bilgiden sonra şiire
baktığımızda, hitap kısmı
Hitab:
…bizi yalnız bakışların büyüler,
Yorma gözyaşlarınla kendini hiç:
Biliriz, servetin önünde güler
Sahne üstünde ağlayan Miloviç
Çık bütün haşmetinle Çardaş’tan,
Yolu hummalı çehreler sarmış!
Bize bildirdiler ki bunlarmış
Çardaş Prensesi Operası’ndaki aşk hikâyesi,
çok içli ve duygusal bir anlatıma sahiptir. Operanın son perdesinde
sevgililerin kavuşması, belki yazarımızın bir nebze isyanını azaltmıştır.
SARA
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sara”
şiirinde yalnızlık içinde olan sevgilinin “Yine Sara yatakta yalnızdı…”, fiziki
özellikleri “Düşünce saçları çıplak, beyaz omuzlarına,”,“Sarıldı akşamın altın
kanatlı rüzgârına” verilmiştir.
Divan şiirinin mazmunları, “ye’s”,
“Ay”, “şule” ,“ilahe”, “semavi”, “mest”, “meclis” “pervasız” kullanılmıştır.
Ümitsizlik, insanda ruhun ölümü, ılık bir nefes ile yaşamak kadar yumuşak
geçişler var.
SARA
Diyor ki Ay :-Yine Sara yatakta
yalnızdı…
Düşünce saçları çıplak, beyaz
omuzlarına,
Sarıldı akşamın altın kanatlı
rüzgârına,
Vücudu gevşedi. Mehtaba dalmadan
sızdı.
Diyor ki ye’s ile Ay: -Bilmedin mi
sara kim?
Bütün gönülleri aşkıyla mest eden
bir kız.
Güler, gezer gece meclislerinde
pervasız,
Ilık vücuduna hiç kimse olmamış
hâkim!
…
NEDİM’İN RUHUNA - NEDİM’E DAİR - SAKİLER
Tanzimat döneminin yenilikçi
yazarları divan edebiyatının yüz yıllara dayanan şiir geleneğini eleştirdikleri
oranda şiir yapılarında yine divan edebiyatından kopamamışlardır. Ses ve ahenk
özelliklerinden yararlanılan klasik edebiyattan uzaklaşmak istenmiş, memleketçi
yaklaşım içine girmeye çalışılmış Daha çok hece vezni ve sade söyleyişi tercih
eden yazarlar halk edebiyatı geleneğine yönelmişlerse de bazı yazar-şairlerin
geleneksel edebiyatın çizgileri içinde kaldığı görülmektedir. Faruk Nafiz
Çamlıbel’in ilk kitap(birinci kitap) çalışması incelendiğinde “Hecenin Beş
Şairi” kalıbına sığmadığı, Divan edebiyatının Nedimane tarzını biraz
açtığımızda; dili kullanmadaki ustalık, söyleyiş mükemmelliği, yerlilik arzusu,
Nedime özgü eda, karşımıza çıkmaktadır.
Nedim, eserlerinde okuyucuya neşe veren,
huzur veren bir üslup ve dille yazmıştır. Her güzelde bir başka güzellik
arayan, İstanbul’u köşkleriyle, mesireleriyle, abideleri ve mimari eserleriyle
tanıtan şiir deryasının şairidir..
Nedim 18.yüzyılın başında, gazelde
Nabi’nin, kasidede Nefi’nin varlığının hissedildiği şiir âleminde yeni bir tarz
geliştirmiş, fark eylemiştir. İstanbul hayatından sahneler, eğlence mekânları,
Sadabat eğlenceleri, yerlilik, millilik, halk edebiyatından unsurlar dikkat
çekmekte. Faruk Nafiz’in şiirlerinde de bunları görmek mümkün.
Memleket temalı şiirleriyle, açık anlatımıyla,
akıcı dil özelliğiyle görülen Faruk Nafiz, Klasik şiirin muhteva ve şiir şekil
özelliklerini şiirlerine yansıtmaktan geri kalmamıştır. Divan şiiri, tasavvufi
şiirinin temel yapı taşı olan aşk klasik edebiyattaki kullanımlarına uygun
düşen nazım biçimleriyle ortaya konmuştur. Şarkı nazım biçiminin özellikleri
nakarat “Şehriyar-ı belde sen sultan-ı Sadabad sen” kısmı ve içerik ile
hissedilmektedir. “Sen ki en çalakısın sahil-nişin ahuların – Açda yüz bin
kalbi titretsin gümüş bazuların”, “Heykel-i sehharı sensin cümle
sevda-cüların.- Şehriyar-ı belde sen sultan-ı Sadabad sen”
Beşeri aşktan yola çıkarak, ilahi
aşkın söylencesiyle seslenen şair, bugünün ruhuyla geçmişin zengin şiir
kültürünü önümüze serebilmiştir.
NEDİM’İN RUHUNA
Her gün alnından serin bir bad-ı
ruh-azad esen
Şehriyar-ı belde sen sultan-ı
Sadabad sen
Sevdiğin her gence ördün
saçlarından bir resen
Şehriyar-ı belde sen sultan-ı
Sadabad sen
…
NEDİM’E DAİR
İnce kızlar dolaşırken bağda
Gülüşürler: Bu geçen şair kim?
Gelir akşamları Sadabada,
Dinlenir bir söğüt altında Nedim:
…
Böyle sevdalı geçen bir demde
Bana nisan gibidir her mevsim
Öyle şuhum ki, Nedim, olsam da
Çınlatır şarkı asırlarca sesim!.”
SAKİLER
Farkı yok bir cennet-abadın bugün
viraneden
Şimdi medhaller karanlık bahçeler
tenha neden
Gizli bir bu yükselirken son kırık
peymaneden
Geçmiş ahu gözlü sakiler bu matem-haneden
…
SADABAD KADINLARI
Dramatik şiire örnektir. Dönemin
kadınlarına sesleniş var. Kadını Doğu ve Batı etkileşiminin yansıması olarak veriyor.
Giysiler, mekân, zengin kelime kültürüyle birleşince yapılan betimlemeler bir
tiyatro sahnesi kadar canlı…
Şiirsel söyleyişin içinde insan
yaşamı eyleme dönüşmüş, kadın ana fügur olarak kaleme alınmıştır. İstanbul’un
güzel mekânı, dillere destan yerine, 3. Ahmed’in katıldığı açılış şöleninde
şairler “mutluluk veren mamur yer” anlamına
gelen Sa’d-abad ismini uygun görürler. Ne güzel bir şey ki ismi bile edebi
düşüncenin tezahüründe oluşmuştur
Yüzyıllarca şairler şiirlerinde
Sadabad’ı ele almıştır. Divan Edebiyatının, Tanzimat Edebiyatı’nın, Milli
Edebiyatın, nazım ve mensur türlerde adını sıkça duyurduğu bir ekol olmuştur.
Osmanlı saray şairlerinin
şiirlerinde İstanbul ve aşk ele alındığında mekân olarak Sadabad verilirdi.18.
yüzyılda mesire alanı olan Kâğıthane semtindeki Sadabad Sarayı, yeniden inşa edilir,
dere yatağı değiştirilerek yeni bir kanal oluşturulur, yapay çağlayanlar ve havuzlar
yapılır. Yapılan havuzun içine otuz mermer sütun üzerine Sa’d-abad Sarayı
kurulur.173 kasır inşa edilir. Kâğıthane mesiresi İstanbul kadınlarının, açık havadaki
en büyük eğlence alanı olarak bilinir. Mesire alanı saray için önemini
kaybettikten sonra 20. yüzyıl başlarına kadar birçok Divan şairinin, aşk –kadın
–mekân, üçgeninde kullandıkları, kasr, camii ve çeşmelerin güzelliği, divan
şairlerini şiir deryasında dillendirmiştir. “Geçirirler hevesle Sadabad -Yolu üstünde
hepsi gündüzünü” “Hepsi Şark’ın bir ince
heykelidir.” , “Mey sunar bir nedime her gence”.
Nedim’in “Dilruba” mazmununu
kullandığı şiirlerinin varlığı “Çünkü şairsin hayal-i tazedir senden murad-Pes
yeni bir dilruba-yımu-miyan lazım sana” (Sen ki şairsin yeni hayalli muradı
olansın.-Yeter, sana ince belli yeni bir gönül yüzü lazım.) Faruk Nafiz’in :
“Anıyor hepsi Dilruba adını” mısrasında hem kadın ismi, hemde gönül yüzüyle
aşıkı aşk deryasına götüren gönül çelen olarak değerlendirebiliriz. Divan
şiirinin sevgilide görülmesi gereken özelliklerinin mazmunlarla verildiği
söylenebilir. “Her dudak nağmeler heceler-Böyle yorgun sürüklenir geceler.”
“Her gün avare gölgeliklerde.” , “Buse, en son ilaç imiş derde…”Faruk Nafiz kalıplaşmış
mazmunları akıcı bir dille sunmuştur.
Doğal güzellikleri ile mimari
yapının oluşturduğu zarafet sevginin-aşkın, zevkin anlatımıyla birçok şair için
ilham kaynağı olmuş. “Ölü bir kalbe can veren sultan,-Bir şifa bekler
erganunundan: - Süzerek ye’s içinde Marmarayı” mısralarında gönül verdiği sevgiliyi klasik
edebiyatın şiir dilinde var olan; aşık, her nefes alış verişinde acı çeken kişi
kalıbına sokmuştur. Bazen suyun sesi, kayığın sudaki ilerleyişi, sevgilinin su
kenarındaki yürüyüşü, ilahi sevgiliye olan özlem, sevgilinin çeşmeden su içmesi,
çeşit çeşit laleler, Haliç, bad, kaybedilen ve özlem duyulan sevgili, Sadabad
Sarayı’nın ve diğer güzelliklerin estetik güzelliği ile dillenir, şiirleşir.
Asrın Kadınlarına
Bir nim neşe say şu cihanın
baharını
Bir sağır-ı keşideye tut
lalezarını
Yine bir sur içinde şimdi Haliç!
Bakıyorken geçen kadınlara hiç
Duymuyor kimse ruh elemlerini.
Taşıyor beldenin haremlerini
Derenin medhalinde sandallar.
Şark işinden feraceler, şallar
Akıyor dalga dalga şimdi kıra…
Halı sermiş melikeler çayıra!
Aşinadır güzel kadınlara bad,
Geçirirler hevesle Sadabad
….
1916, Kanun-i evvel -
Kanun-i sani
DİYARBEKİR İPEKBÖCEKÇİLİĞİ DİYAR-I İPEK
Zübeyde Fidan KIRMIZI
Dünya ticaretine dönemi itibariyle
ayrı bir renk, ayrı bir veçhe ve ayrı bir özellik vermiş olup Çin’den “Orta
Asya’ya” , İran, Anadolu ve Avrupa’ya giden yola, şarkılara, aşklara,
savaşlara, iktidari güç mücadelelerine konu olan, “İPEK YOLU”
Kıta’ları birleştiren yola âlem
(bayrak) olan ve İpek yolu diyerek, bugün de üzerinde kuvvetle durulan İPEK
YOLU ipekçilikten-İpekböceğinden –ticaretten ayrı düşünülemez.
Çinlilerin-Japonların-Avrupalıların
aynı yolu kat ederek sinema filmlerine alıp tanıttıkları İpek Yolu’nun bu
isimle tanınıp yâd edilmesine sebep olan İpek-İpekböcekçiliğinin Diyarbekir
için önemli bir yeri vardır. Bu yüzden “İpeğin Tarihçesi’nden” ve “Diyarbekir İpekçiliği’nden”
biraz da olsa bahsetmek “Karanlıklara ışık saçmak, bilmeyenlere
öğretip tanıtmak bir borçtur.”
Günümüzden dört bin küsur sene
evvel Çin İmparatoru Hoangti’nin saray bahçesinde bir tırtılın dut yaprağı
yediği ve sonrasında koza ördüğü görülür. İmparator bu kurdun hayatının tetkikini,
takibini kızı Kraliçe Shi-ling-shi’ye
verir. Bahçede ağaçlar arasında gördüğü ipek kozalarını alıp sarayda çeşitli
tecrübelerden geçirdikten sonra ipek böcekçiliğini, kozadan ipek
çekilebileceğini, elde edilen ipekten kumaş dokunabileceğini öğrenir ve sanat
haline getirir. Sanat haline getirmesi sebebiyle ipekçiliğin Çin’de doğması
sağlanmıştır. Çin’de Shi-ling-shi
bir ipek ilahesi olarak tanınır. Ağırlığınca altınla takas edilmesi Çin’in
zenginleşmesini sağlamıştır. Bu serveti kaybetmemek ve bu sanatın başka ellere
geçmemesi için çeşitli kanunlar getirilir. Teşebbüs edenlerin idam edilmesi
kanunlaştırılır. Diğer bir husus da ipekçiliğin Çin ile beraber İran’da da aynı
zamanda geliştiği kaydıdır.
Çin prenseslerinden birinin (M.S
149) gelin olarak gittiği Cotan’a
(Türkistan’ın eyaleti) saçlarının örgüleri arasında ipek böceği tohumu ile dut
ağacı tohumunu götürdüğü tarihi bir vakadır. Çin’de asalet ve zenginliğin
nişanesi olarak ipek görülürdü. Türkistan’ın Cotan Ayaleti’nde ipeğin
bulunmaması Çin Prensesi’nin saçları arasında ipekböceği tohumu saklamasına
sebep olarak bilinir. Çin İmparatorluğu tarafından sıkı bir denetimde olan ve
başka ülkelerin elde etmemesi için ölüm cezaları koyduğu ipekböceğinin
imparatorluktan ilk çıkışı olarak bilinir, rivayet edilir. Kore Yarımadasına ve
Japonya’daki KİN-SCHİ adasına ve diğer bölgelere yayılmada Çin seyyahlarının
paylarının yadsınamaz olduğu görülmektedir. Japonlar ipeğin önemine haiz bazı
kanunlar çıkararak tarım ve tarımla birlikte ipek üretimiyle uğraşanlara
askerlik yaptırmıyordu. Tarım, ipekçilikle bağlantılı bir süreci kapsar, ileri
görüş ile oluşturulan kanunlar (M.S.605) Japon ekonomisine zenginlik katmış,
yapılan çalışmalar insanlar arasında sevgiyle-istekle sanayinin gelişmesini
sağlamıştır.
İpekböcekçiliği zengin bir sanayi
olarak görülmüş, Tatar, Hint ve İran tüccarları tarafından Batıya doğru iyi bir
ticari malzeme olarak oluşturulmuştur. Bizanslıların en muhteşem ipekleri
doğudan gelmekteydi. Siyasi ve iktisadi sebeplerden dolayı kervanların Bizans’a
gidememesi üzerine, Bizans imparatoru Justinien ipeğin hakiki mahiyetini
öğrenmek için iki rahibi din giysisi altında Asya’ya göndermiştir. İki rahip
Bizans’tan Çin’e doğru yol almış, uzun süre oralarda kalan rahipler ipek
böceğinin yetiştirilmesi ve kozadan ipek çekilmesi işlemlerini öğrenirler.
Dönüşte bastonlarının içine biraz ipekböceği tohumu ile dut ağacı tohumunu
gizleyerek Bizans’a götürdükleri fakat ipekböceği elde edemedikleri tarihen sabittir.
Şunu unutmamak lazım dut ağacının anavatanı Çin’dir.
İslamın; İran, Asya, Çin
beldelerine girmesi ve ipekçiliği en ince ayrıntısına kadar elde edip
Diyarbekir, Lübnan, Bizans, Sicilya, İtalya, Bağdat, İslam Âlemi, Fransa,
Avrupa ve bütün dünyaya yaydıkları tarihi bir hakikattir. İpeğin lüks ve gösterişe
meyyal bir nesne olması sebebiyle Hazreti Muhammed, Müslümanların ipekli
giymesini yasaklamıştır.
1838 yılına kadar
ipekböcekçiliğinin yayılma alanları, coğrafi varlığı tam olarak bilinmemektedir.
İpeğin evcilleştirilmiş böceğinin tek gıdası dut yaprağıdır. Ilıman, tropik
iklim kuşağı içinde kalan ülkelere yayılmış olan dut, Çin’den hızla birçok
coğrafyaya yayılmış, kurak ve değişik toprak şartlarına uygunluğu, Anadolu’nun
her kesiminde, her köşesinde yetişmesine, gelişmesine ve yayılmasına sebep olmuştur.
Verimli toprakların bitkisi, ipeğin
olmazsa olmazı dut ağacı, BURSA ve çevresinde, Güneydoğu Anadolu’da (DİYARBEKİR)
böceğin gıdası olarak çok güzel değerlendirilmiştir.19. yüzyılın başında(1827)
Diyarbekire gelen seyyahlardan biri olan J.S.Buckingham,
Seyahatnamesinde: “Şehrin imalatları
esas olarak ipekli ve pamuklu mallardır. Diyarbekir’de, Şam’da üretilenlere
benzer, müslin (kalın ipekli) kumaştan yapılmış şallar ve mendiller, her renkte
maroken deriler imal edilmektedir.” , “1500
kadar dokuma işiyle meşgul olan dokuma tezgâhı vardır, yaklaşık 500 tanesi
pamuklu dokuyor ve Hasan Paşa Hanı’nda iş görüyorlar.300 tanesi de deri
imalatçısı olup cilt işinde çalışıyor, ayakkabı, saraçlık ve derinin diğer
tüketim dallarında faaliyet gösteriyorlar.”diye anlatır. Bir başka seyyah Vital Cuinet de Seyahatnamesinde :
“Şehirde 28 maroken fabrikası,21 ipek ve keten kumaş imalathanesi,30 kumaş
boyacısı, iyi kalitede ipek üretimi için ipek böcekçiliği yapılan evler
bulunmaktadır.”der (Ş.Korkusuz, 2003,”Seyahatnamelerde
Diyarbekir)
1845 yılında Bursa’da kurulan
mancınıklı fabrikaların tam sayısını verememekle birlikte, el mancınık ve tezgâhlarında
artış olduğu bilinmektedir. Koza, ipekböceği tohumu, ipek ticaretinde ilerleme
görülmektedir.
1860 senesi ipek sanayinde
gelişmenin olduğu dönem olarak görülmektedir. Şu bilgiyi vermeden geçmek hata
olur.1856 yılında Fransa’da ortaya çıkan “Karataban” (PEDRİN) hastalığı ve
Süveyş Kanalı’nın vasıtasıyla ucuz ipeğin ÇİN ve JAPONYA tarafından Avrupa’ya
ulaştırılması Anadolu’da ipekçiliğin zarar görmesine sebep olmuştur.
Hasta olan ipek böcekleri, ipek
sanayine büyük bir zarar vermekteydi. Louis
Pasteur yoğun çalışmaların ardından, sağlıklı ipek böceklerinin
yumurtalarını seçebilmek için yeni bir üretim teknolojisi geliştirir. “Hayatın Gizemi”,
sorunu (felsefesi) çalışmalarında oluşan bilimsel halkanın asıl odak noktasını oluşturur.
1870’te hastalıksız tohum istihsal
metodunun (Kese Usulü) PASTEUR tarafından pastör usulüyle bulunması,
ipekböcekçiliğinin tekrar canlanmasını sağlamış.
1880 yılında Sirkeci’de bulunan
“Ticaret ve Ziraat Nezareti’nde” yapılan sınavda sekiz kişi başarılı bulunup seçilmiştir.
Bunlar Fransa’ya gönderilmiş, değişik enstitülerde(Mont-Pellier Ziraat
Enstitüsü ) eğitim almaları sağlanmıştır. Fransa’dan 1883 yılında dönen
öğrencilerden yedisi Halkalı Ziraat Mektebi’nde, birisi ise (Kevork Torkumyan) Hazine-i Hassa’ya (İstanbul) ait Çiflikat Dairesi’nde görevlendirilmiştir.
1883 yılında Bursa ipekçiliğini
olumsuz etkileyen Karataban(PEDRİN)* ve
Baygınlık* hastalıklarına çare bulabilmek için Düyun-i Umumiye İdaresi,
Pastör’den yardım talebinde bulunur. Fakat Pasteur çok yoğundur, Mont-Pellier
Ziraat Enstitüsü müdürü o yıl mezun ettikleri okul birincisi Kevork Torkumyan’ın
bu iş için çok uygun olduğunu iletmiştir. İpek Böçekçiliği’nin ıslah işi için
Torkumyan Efendi’ye 14 Şubat 1887 tarihinde teklifte bulunulmuş, titizliği ve
çalışkanlığı ile bilinen Torkumyan “hastalıksız tohum istihlası ve böçekçilik
fenninin öğretilmesi için Duyun-ı Umumiye İdaresi’ne bir layiha (tasarı) vermiş
ve Bursa’da Pasteur usulü ile tohum üretimini yapacak ve eğitimini verecek bir
mektebin açılmasını istemiş, öngörmüştür.26 Şubat 1887 tarihinde takdim olunan
bu layiha ile Pasteur usulüne uygun yerli tohumlar üretilmesi için bir Harir
Darüttalimi açılması eğitim verilmesi beyan edilmiştir. 1 Mart 1887 tarihinde
Duyun-i Umumiyye Meclis İdaresi’nde okunurken ziraat mekteplerinde okumuş bazı
şahıslar bir önceki layihadaki uygulamayı tasvip etmeye devam etmişlerse de,
meclis böcekçilik ve tohumculuğun yaygınlaştırılmasını tek çare olarak görerek
okulun açılmasına kara vermiştir. Böylece 14 Nisan 1888 yılında Bursa Harir
Darüttalimi adıyla açılan okulun müdürlüğüne Kevork Torkomyan Efendi getirilmiştir.
Okulun mali açıdan desteğini Duyun-ı Umumiye İdaresi sağlamıştır.
1888 yılında Bursa’da
ipekböçekçiliği ıslahı, yetiştiriciliği ve pastör usulü hastalıklardan
arındırma çalışmalarının yürütüldüğü Darü’l Harir Mektebi “Enstitü Serıcıcole”
(Bursa Harir Darüttalimi-Tohum Mektebi) açılması, uygulamalı olarak tohum elde
etme ve böcek yetiştiriciliği için derslerin verilmesiyle geçen altı yıldan
sonra 1894’te daha donanımlı bir enstitü kurulmuştur. Otuzbeş yıla yakın bir
sürede enstitü müdürlüğünü Kevork Torkomyan Efendi yürütmüştür. Birkaç yıl boyunca
verilen eğitimden sonra savaşlar birçok şeyi yok ettiği gibi ipekböcekçiliğine
de zarar vermiş, koza üretimi azalmıştır.
İpekböceğinde en büyük hastalık
olan ve böceklerin frengi hastalığı olarak anılan hastalık da Avrupa’dan
Selanik-İstanbul yoluyla Anadolu’ya, buradan Bursa, Bilecik ve civarlarına
sıçramış, ipekçiliği mahvetmiş, yok denecek dereceye düşürmüştür. İpek
böceğinin frengi diye anılan ve “sâri” (nesilden nesile geçen) hastalığının
ilmi ismi “Pedrin” olup halk arasındaki adı “karataban” hastalığıdır. Bu
hastalığın mikrobunun adı “Nozema Bombisi”dir.
Bursa
ipekçiliğinin mahfından kurtuluşunda, Diyarbekir’den götürülen
hastalıksız Bağdat cinsi ipek böcekçiliği tohumlarıyla Bursa ve civarında İpekböcekçiliği
yeniden kalkınmış, can bulmuştur.1921’de Darü’l Harir adı yerine İPEK BÖCEKÇİLİĞİ MEKTEBİ (Ziraat –İktisat Vekâleti)
adı kullanılmıştır. Mektepten mezun olanlara verilen diplomada “ZİRAAT VEKÂLETİ/ İPEK BÖCEKÇİLİĞİ MEKTEBİ
ŞAHADETNAMESİ” başlığı görülmektedir. Diyarbekir, Antalya, Edirne ve
Denizli’de birer İPEK BÖCEKÇİLİĞİ MEKTEBİ, Rize, Hatay ve Amasya’da KONTROLÖRLÜK kurulmuştur. Daha sonradan
Bursa’daki mektebe “İPEK BÖCEKÇİLİĞİ
ENSTİTÜSÜ” adı verilir. 1913’de
Elazığ’da (El’aziz) Dar ül Harir Mektebi (İpekböcekçilik Mektebi)
açılmıştır. Diyarbekir ipekçiliği Bursa ipekçiliğiyle yarışır hale gelmiştir.
Diyarbekir Vakıflar Bölge
Müdürlüğü’nden emekli olan Süleyman Kayaalp(Avşar)
Elazığ’daki Dar’ül Harir Mektebi’nden (iki senelik bir mektep eğitiminden
sonra) birincilikle mezun olmuştur. Diyarbekir’de ilk defa fenni olarak,
mikroskobik muayeneden geçirilen ipekböceği tohumunu elde etmiştir. Elazığ’daki
mektebin Diyarbekir’e naklinden sonra kardeşleri Abdüssamet Kani (Avşar)’ nin 1930( “Diyarbekir İpekböcekçiliği ve
Tohumculuk Mektebi),Abdüssettar Hayati
(Avşar)’ninde ağabeylerinin yolundan giderek 1937 senesinde “ZİRAAT VEKÂLETİ/ İPEK BÖCEKÇİLİĞİ MEKTEBİ
ŞAHADETNAMESİ”ni birincilikle aldığı görülür.1937 yılında Yervant Tırpancıyan’da bu okuldan mezun
olur. Kevork Torkumyan’ın,
İpekböcekçiliği kitabı eğitimlerinin temelini oluşturur.
Resim 1- 1937- İpek Böcekçiliği Mektebi Şahadetnamesi-Abdüssettar
Hayati Avşar, Diyarbekir, Zübeyde
Fidan Kırmızı arşivinden
1940’lı yıllarda Hüsnü İpekçi(Babası Kemalettin “Hoca
Efendi” ipekçilik-puşicilikte ustadır. Bundan dolayı soyadı İPEKÇİ olmuştur.
Hüsnü İpekçi’de baba mesleğine gönül vermiş, soyadına yakışır şekilde mesleğini
icra etmiştir.) ,Kemal Acet (Kitapçı
Kemal Acet Ulu Cami civarında “eski belediye parkının” güney tarafında kitap
satıcılığı yapan Acet, yıllarca Puşi dokumacılığı yapmıştır) ve Sami
Hazinses (Asıl adı Samuel Uluç’tur. Çok iyi bir puşi ustasıdır. “Sami Hazinses,
Hüsnü İpekçi yakın iki arkadaşlar, PUŞİ ustalığından sanatçılığa giden
kaderlerinin dostluklarıyla pekiştiği görülmektedir.) İpek dokumacılığa 1946 yılında başlayan Muharrem Savaş,"üç yıl çırak ve bir o kadar da kalfa olarak Carlo-Nise ustaların yanında
çalışmış,mesleğini en ince detaylarına kadar Ermeni ve Süryani
hemşerilerinden-ustalarından öğrenmiştir.
Puşi – mantin çarşaf dokumacısı, Süryani Lütfi Dokucu yıllarca bu alandaki bilgi ve tecrübelerini yeni
nesillere aktarmış, bu uğurda birçok çalışmaya katılmış, sanayinin şehir
merkezinden başlayarak köylerde gelişmesi, genç kızların, kadınların aile
bireylerinin ticari kazanımlar elde etmesi için uğraşmıştır.
1940’lı yıllarda ve sonrasında Diyarbekir’in Kulp ilçesinde koza
üretimi çok gelişmiş, Kulp’a bağlı
köylere Kaynak, Ağaçlı, Narlıca, Karpuzlu,
İslam Köy’e tohum tüccarlığı yapan Hacı
Halil Barut, Hüsnü Bulut tarafından tohumlar satılırdı. İklim, sıcaklık,
bitki örtüsü her şeyden önemlisi dut ağaçlarının varlığı, yıllarca koza
üretiminin sürmesini, ticari bir hayatın varlığını göstermektedir. Köylerde
yatak örtüleri, perde, seccade, kilim, genç kızların çeyiz hazırlığının envai
çeşit el emeği göz nuru ipeğin ışıltısını yansıtan çeyizlerinin en önemli öğesi
ipek olmuştur.
1988 senesinde, Dört “Tepme Mancınık” tezgâhının ve tezgâh ustasının
(Bursa’dan) Kulp’un Ağaçlı Köyüne getirilmesiyle uğraşmış, nahiyenin genç kız
ve kadınlarının ipek çekme eğitimi almasını sağlamak için kırk gün Ağaçlı'da
kalmış olan Lütfü Dokucu ve (Sonradan
Belediye Başkanı olan) Yusuf Bayram’ın, günümüzde nahiyede sürdürülen ipek
iplik üretiminde payları yadsınamaz.
Daha sonradan Türkiye’de tek ipek
iplik üretimi yapan tesis, “(2009) T.C
Kulp Kaymakamlığı İPEK İPLİK ÜRETİM TESİSİ” Ağaçlı köyünde(mahallesi) kurulmuş.
Günümüzde de ipek tesisi varlığını sürdürmektedir. Fabrikanın tam zamanlı
çalışması ile yılda ortalama 43 tona yakın kozadan 5 tona yakın ipek ipliği
elde edilmeye başlanılmıştır.
Resim 2- Diyarbekir Kulp-Ağaçlı
Köyü (1988) Klasik İpek Çekme Yöntemiyle
ipek iplik üretimi "Tepme Mancınık"(Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden)
Resim 3- Diyarbekir Kulp-Ağaçlı
Köyü (1988) Klasik İpek Çekme Yöntemiyle
ipek iplik üretimi-"Tepme Mancınık" (Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden)
Resim 4- Diyarbekir Kulp-Ağaçlı
Köyü (1988), Flatür Makinası başında
bulunanlar; solda Bursa'dan Lütfü Dokucu'nun girişimleriyle getirilen tezgah
ustası ,sağda (Sonradan Belediye Başkanı
olan) Yusuf Bayram bulunmaktadır. (Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden)
Resim 5- Diyarbekir Kulp-Ağaçlı
Köyü (1988), iknahhaneden (Böceği
boğdurma yeri) çıkarılmış kozalar kontrol
ediliyor (Sonradan Belediye Başkanı olan) Yusuf Bayram ve ipek üreticisi.(Zübeyde
Fidan Kırmızı arşivinden)
Resim 6- Diyarbekir Kulp-Ağaçlı
Köyü (1988) ,Toplanan kozaların yerlere yayılmış Japon bezlerin
üzerine serilip kurutulmaya bırakılması ( Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden)
Resim 7- Diyarbekir-Kulp, Köylerden Toplanmış Kozalar,ipek çekme
dolaplarına götürülürken ( Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden)
İPEKBÖCEĞİ HASTALIKLARI
PEDRİN (KARATABAN)* :Karın ve
ayaklarının yan taraflarında böceklerin siyah lekeler görülür. Gelişme yavaştır
ve derilerini tam olarak atamazlar, eğer ipekböceği son yaşta bu hastalığa
yakalanırsa başkalaşım geçirerek kelebek haline geçer ve yumurta vasıtasıyla
hastalık yeni nesile geçer.
BAYGINLIK HASTALIĞI*:Sıcak ve nemli
ortamlarda ortaya çıkan bu hastalığı bakteriler oluşturur.
SÜTLEME HASTALIĞI: Böceklerin
vücudunun boğumları şişer, içleri irinle dolar, ayaklarından biri
koparıldığında süt renginde bir sıvı akar. Bu hastalığı bir virüs sebep olur.
Bulaşıcı bir hastalıktır.
KİREÇ HASTALIĞI: Tabanı alçak,
havalandırmanın yeterli derecede yapılmadığı, rutubetin %90–100, 24–28 derece
sıcaklığın olduğu beslenme evlerinde oluşan bir hastalıktır.
Yukarda zikrettiğimiz
hastalıklardan korunmak için Pastör usulü ile ipek böceği tohumu elde edilmesi
yasa ile belirlenen bir husustur. Bu Avrupa’da da, Osmanlı’da da ve sonraları
dünyanın her tarafında da uygulanan bir özellik olmuştur.
DİYARBEKİR’DE ...
İpeğin Diyarbekir sanayi ve ticaretinde çok
büyük bir yeri olduğu bilinir. Diyarbekir, ipek yolunun üzerinde oluşundan
dolayı yüzyılları aşan bir süreçte ticari yol güzergâhında olması, beraberinde
önemli yapıların yapılmasına sebep olmuş, bu yapıların başında çarşılar,
bazarlar (pazarlar) ,hanlar gelir. Deliller Hanı, Hasan Paşa Hanı, Çifte Han…
Şehrin sosyal ve ekonomik yapısının
oldukça canlı olduğunu Çömlekçilik, Demircilik, Kuyumculuk, Dericilik, Demircilik,T
elkırma, Telkari, Taşİşlemeciliği, Saraçlık, (şem’hane, kirişhane, ma’cunhane,
darphane, boyahane, başhane, bozahane, tabakhane, dabbağhane) gibi işyerlerinin
bulunduğu söyleyerek kanıtlayabilmekteyiz. Aslında yüze yakın mesleğin
bulunduğu coğrafyada attar, karpuzci, kelekci, cellab, kettani, külabçi,
kürekçi, serger, neccar, bakırci, deri yüzücüsü, altunci “zerger” ,çarıkçı,
hallaç, sabbağ “kumaş boyayanlar”,kalpakçı, gibi mesleklere rastlanılırdı.
Mesleklerin çokluğu şehrin oldukça hareketli bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.
Günümüzde Fatih-Kurşunlu Cami(Bıyıklı Mehmed Paşa),Mesudiye MEDRESESİ, Hasan Paşa,
Meryem Ana Kilisesi, Behram Paşa Camii, Lala Bey Camii, Dağ Kapı (İpekoğlu Hanı
“İskender Paşa Camiinin batısında”),Melek Ahmet Paşa Cami'nin alt katında
caddeye bakan taraf vb. yerlerin canlılığı eskiden kalma bir alış-veriş
canlılığının devamı olsa gerektir. Canlılığın kalbini oluşturan mesleklerin başında
ipek dokumacılığının-ipeğin -puşiciliğin önemli bir yeri vardı.
Resim 8- Melek Ahmet Paşa Camii’nin genel görünüşü ( Balıkçılar Başı )Zübeyde Fidan Kırmızı
arşivinden
Diyarbekir’de ve çevre ilçelerde dut
ağaçları -dut ağacı yaprakları bu sanayinin ana hammaddesi olarak en değerli
yerini alırken, ihtişamıyla –tarihçesiyle süregelen surların çevresindeki
bereketli toprakların içinden bitki örtüsünü oluşturan HEVSEL bahçeleri senelerce dut-çeşitli bitkilere ev sahipliği
yapmıştır. Tezgâh malzemesi olarak kullanılan “meşe, kavak, diş budak, çınar,
dut” ağaçları Diyarbekir bitki örtüsünün en zengin kesimini oluşturur.1930’lı
yıllarda kamçılı tezgâhlar ipek kumaş üretiminde kullanılırken, sonradan
mekikli tezgâhlarında kullanıldığı bilinmektedir. Hevsel bahçeleri demişken;
Ben u Sen, göğsü güzel
Ne şirindir bir bilsen
Ya Hevsel bağçaları
Güzellikler diyarı
Topaltemo, Cin Ali
Dutluklar, Alibali
(Topaltemo, Cin Ali, Dutluklar,
Alibali; Diyarbekirli’nin piknik ve mesire alanları “bağçeler-bahçe isimleri”)
Kamçılı El Dokuma Tezgâhı(Destdar-Dastar “eldeki ağaç”):Bez dokuma tezgâhlarında
çok çeşitli bezler dokunurdu. Hızlı mekik düzeneğini hareket ettiren makara
iplerini çekme hareketi, kamçılama hareketine benzetildiği için bu ad verilmiştir.
Mekik el ile değil de kamçının çekilmesiyle atılır. Bu sistem el tezgâhlarının
hız kazanmasını sağlamış, 1960'lı yıllardan sonra daha çok tercih edilmiştir. Sökülüp
takılır olması sebebiyle bir yerden başka bir yere rahat taşınırdı.
Mekikli El dokuma Tezgâhları (Dikey, Çukur, Yüksek Tezgâhlar):
Dikey, en ilkel tezgâhlardır. Çukur ve yüksek tezgâhların kuruluş biçimlerinde
farklılık vardır. Çukur tezgâhlarda dokuma yapan kişinin oturduğu yer ve
pedalların bulunduğu kısım çukur içindeyken, yüksek tezgâhlar ise yerden yüksek
kurulurdu. jakarlı el dokuma tezgâhlarında her çözgü ipliği ayrı ayrı kalktığı
için bu tezgâhlarda çok karışık desenler dokunurdu.
Resim 9 - Diyarbekir Yedi Kardeş Burcu-Hevsel Bahçelerinden, Zübeyde
Fidan Kırmızı arşivinden
Diyarbekir İpekçiliği
Diyarbekir ipekçiliği, çarşafların
kaldırılıp manto giyilmesi, siyasi sürecin beraberinde getirdiği göçler,
Diyarbekir’deki bazı Ermeni ve Süryani vatandaşların Halep’e, Şam’a, ABD ve
Avrupa’ya gitmesiyle çok şeyler kaybeder. Kozacılık Diyarbekir’de kalan birkaç
Süryani, Müslüman, Hıristiyan,(Az miktarda Yahudi) ve Ermeni vatandaşın
üretimine kalır. Diyarbekir’in ilçeleri; Silvan, Kulp, Lice ve Hazro’da
köylüler tarafından devam ettirilir. Osmanlı imparatorluğunun son devirlerinde
dünya ipekçiliğinde Japonya birinci, Çin ikinci, Fransa üçüncü, İtalya
dördüncü, Osmanlı beşinci sıradadır. O devirlerde yüzseksenaltıbin paket (ons)
ipekböceği tohumu dışarıya ihraç edilirdi
Diyarbekir’de, İstasyon
Caddesi’nde “İpek Böcekçiliği Enstitüsü”
vardı. Enstitüde ipekböceği tohumu üretilir, halka onar gramlık kutular
içerisinde üretilen tohumlar satılırdı. Enstitünün bulunduğu mahalli dut
ağaçları bakımından zengin bir yerdi.
Manto giyilmesi ve çarşafın
kalkması bu büyük sanayinin de yok olmasına sebep olurken, bilhassa köylü
kadınların kofilerinin üzerine sardıkları puşiler özellikle Behram Paşa
mahallesinden Meryem Ana Kilisesi'ne giden sokaktaki puşi tezgâhlarında (destgahlarında) dokunur. Her tarafa
sevk edilirdi. İpek ipliklerde kullanılan boyaların bir kısmı Diyarbekir’de
yapılan hususi kökboyalarıydı. Bir kısmı ise İstanbul-Halep yoluyla Avrupa’dan
gelen boyalardı. Boyaların satıldığı dükkânlar, Şeyh Mattar dört yolundan
Mardin Kapı’ya giden caddenin sağında yani batı tarafında, bulunurdu.
Köylüler getirdikleri iplikleri bu
dükkânlarda boyatıp eve götürüp yıkadıktan sonra kurutup işlerlerdi. Yine o
cadde üzerinde bulunan beş altı dükkân da boyanmış iplikler, ayrı ayrı, renk renk kelef haline getirilip
satılırdı.
Resim 10- Teşiyle (ip örmek için
ağaçtan yapılmış alet, iplik bükmeye ve yün eğirmeye yarardı) çekilmiş daha
boyanmamış, pişirilmemiş ham ipek ip. Yazarımızın annesi Heremsi Fidan’ın
çeyizinden(Kulp-Ağaçlı Köyü) Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden
İPEK BÖCEĞİ TOHUMLARININ EVDE
KULUÇKAYA YATIRILIŞI
Hıristiyan evlerinde tüm aile
fertleri çalıştırılırken, Müslüman evlerinde “aşefçi” denen, bu işten anlayan ustalaşmış kadınlar çalıştırılırdı.
İlkbaharda dut ağaçlarının yaprakları (ipek
böceği yetiştiriciliğinde kullanılan dut ağacının yaprakları incedir ve meyve
vermemektedir) farekulağı kadar olduğu zaman, evlerin birkaç odası
boşaltılır ve koza iskeleleri kurulur, iki-üç katlı yapılan bu iskelelerin
üzerine (mumlu kâğıtlar) yağlı kâğıtlar serilirdi. Aşefçi kadınlar tarafından
ufak ufak kesilen dut yaprakları bu yağlı kâğıtlar üzerine serilirdi. Ziraattan
(“İpek Böcekçiliği Enstitüsü”) alınan koza tohumları bu dut yaprakları üzerine serpilir,
ışık ve hava almayacak şekilde odanın kapı ve pencereleri kapatılır, sessiz
sakin bir ortamda geçen birkaç günden(üç gün) sonra artık tohumlar canlanmış,
uyanmış olur. Şunu unutmamak gerekir, sıcaklık-nem-ışık gibi çevre şartları
kuluçka döneminde çok önem arz eder. Yumurtadan çıkan koyu esmer minnacık
kurtçuklar gayet ince kıyılmış dut yapraklarıyla beslenir, bir hafta sonra
artık dut yaprakları doğranmadan, iskeleler üzerine bırakılır. Böcekler bu dut
yapraklarını yiyerek büyürler.
Resim 11 - Diyarbekir-Kulp Ağaçlı Köyü ipekböceği ,Köy Odası, Zübeyde
Fidan Kırmızı arşivinden
Diyarbekir Askeri Hastanesi’nin
altından başlayıp “Yeni Kapı, Mardin Kapı, Ben û Sen ve Urfa Kapı’daki” dut
ağaçlarından kesilen dut dalları, üst üste konur, iki üç metre boyunda olur,
bir insanın zor taşıyacağı ağırlığa erişirlerdi. Yapraklı dut dalları birkaç
sütun kalınlığında bağlanarak sırtta taşınırdı. Bundan dolayı bu işi yapanlara
“arkacı” denirdi.
Bahçelerden, Mardin Kapı
yokuşundan, Yeni Kapı yokuşundan arka arkaya dizilen, dut dallarını yüklenmiş
arkacılar, elli altmış metrede bir dinlenerek bunları günde birkaç kere
böcekhanelere götürürlerdi. Aşefçi kadınlar ellerindeki küçük dalları kontrol
eder, üzerinde kuş pisliği veya toz olan yaprakları atarlardı. Kontrolden
geçmiş bu yapraklar böceklere verilirdi.
İpek böceklerinin dört uykusu, beş
yaşı vardır. Dut yapraklarının çeşitli yaş ve gelişme devrelerinde toplanması;
küçük yaşlarda (yeni inficar etmiş böcekler) yapraklar kıyılır, böcekler
büyümeye başladıktan sonra (yapraklar kıyılmadan)önce küçük dal(filiz), sonra
büyük dal şeklinde verilir. Bu şekilde dört uyku ve beş yaştan sonra kemale
erer, koza örme zamanına yaklaşırlar. O zaman “çılo” tabir edilen yapraklı meşe(palut) dalcıkları ve bu işe
mahsus süpürge otu, ipekböceği yataklarına dikine konur. Böcekler de koza örmek
için bunların üzerine tırmanıp, yapraklar arasına koza örerler. Örme işlemi
dıştan içe yapılır. Askıda böceklerin koza örme işlemi iki günde tamamlanır.
Kozalar kemale erdikten sonra(sekizinci gün)sökülür. Kozalar toplanır, flatür
fabrikasının yanında bulunan (Fabrika, Gâvur Meydanı,”Hıristiyan
Mahallesi”ndedir.) İknahhaneye (Böceği
boğdurma yerine) götürülür.
Resim 12- Diyarbekir-Kulp,Yapraklı Dut Dalları ,İpekböceğinin gıdası.
Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden
Resim 13- Diyarbekir-Kulp, Yapraklı Dut Dalları, İpekböceğinin gıdası.
Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden
İKNAHHANE
İknahhane şu şekildedir: Dekovil
(küçük ray)döşenmiş meydanın sonunda, içinde büyük su kazanı bulunur, dışardan
altında suyu kaynatmak için yapılan ocakta daimi ateş yakılır. İknahhane çift
kanatlı kapılı bir odadır. Dekovil hattı odanın sonuna kadar döşelidir. Dekovil
hattının üzerinde insanlar tarafından sürülen ve çekilen dört tekerlekli, dört
kanatlı, dört katlı koza konmaya mahsus kerevetlerin bulunduğu koza iskelesine,
kozalar kat kat konarak boğma odasına (iknahhane) sürülür. Odanın iki kanatlı
kapısının her tarafı su buharının dışarı çıkmaması için keçelerle kaplı
bulunur. İki kanatlı kapının üzerinde içerisine koza konmaya mahsus etrafı yine
keçe ile kaplı küçük bir çekmece bulunur. Bu çekmecenin içine o parti kozaya
ait beş-altı koza konur, kapılar kapatılır ve kozaların su buharında boğma
muamelesinin tamamlanması için beş-on dakika bekletilir. Arada bir, küçük
çekmece çekilir, içindeki kozalardan su buharına maruz kalmış birkaç koza
alınıp bıçakla kesilerek koza içindeki krizalit(ipek böceğinden kelebeğe
dönüş)çıkarılıp, bakılır. Boğulmuşsa kapılar açılır, boğulmamışsa birkaç dakika
daha bekletilir.
İşlem tamamlanmışsa dekovil
hattındaki dört katlı kerevetli iskele dışarı çıkarılır. Kozalar yerlere
yayılmış Japon bezlerin üzerine serilir, kurutulmaya bırakılır. Bu durum
geceleri de sürer(Kelebeklerin kozadan çıkmaması için).
DOLAP
Diyarbekir köy ve kazalarında elde edilen
kozaların içindeki krizalitler güneş, kaynarsu ve su buharı ile boğulduktan
sonra Diyarbekir’e getirilip ipekböceği kozası pazarında satışa sunulurdu. Son devirlerde Ermeni vatandaşlardan intikal
eden ipekli kumaş imal eden fabrikalarda kullanılmak üzere “dolap” tabir edilen
ipekçekme dolaplarında ve yine bir Ermeni vatandaşa ait olup New York 1910
tarihini taşıyan Flatür (ipekçekme) fabrikasında kozalardan ipek elde edilirdi.
Diyarbekir’de, elde edilen ipek
kozalarından bir kısmı damızlık koza olarak ayrılıp ipek böceği tohumu elde
edilirken, diğer kısımlarından da dört - beş yüz ipek böceği dolabından ipek
yapılırdı.
İpek dolapları iki çeşittir.
Bunların biri büyük, biri küçüktür. İpek çekme dolaplarının bulunduğu yer şu
şekildedir: İpek çeken ustanın oturduğu yerin önünde büyük bir kavurma kazanı,
kazanın altında ocağı, ipek çekenin yanında kazanın altında yanacak ağaç, yaprak
vb, dumanlarının çıkması için bacası, kazanın önünde ipek çeken usta, ustanın
karşısında ipeklerin geçirildiği dört-beş iğ bulunur. Ve bunlardan alınan ipek,
dört dolaba verilir. Dolabın üzerinde üç ve dört sıra ipek sarılmaya başlanır.
Kadınlar tarafından durmadan dolap çevrilir.
İşte yanık ve yorgun sesin yumuşak
ahengiyle, içten gelen nağmelerle dolabın önünde söylenen dörtlük:
“Vınvın dolabê
Kafır bavê
Ez birçîme
Ber dolabê”
(Kürtçe )
Kazanın altında yakacak olarak da
ipekböceği beslenen böcekhanelerdeki iskelelerden sökülen, ipekböceği
yataklarından elde edilen dut dalları, kuru yaprak ve altı köşeli üç dört milim
boyunda koyu yeşil, siyahımsı kurumuş ipekböceği pisliği kazanın altına atılarak
yakacağı da kendinden temin edilir, dışarıdan yakacak alınmazdı.
Dolaplardan sökülen ipekler, kız
saçı şeklinde bükülerek yumak (keleb-çile)
halinde sahibine teslim edilir. Sahibi ipekleri Ermeni vatandaşlarımızdan
Müslüman hemşerilerimize geçen üç “İpekli
Kumaş ve Çarşaf Dokuma Fabrikası”
sahiplerine satarlardı. Onlar da bunları ayrı ayrı renklerde boyatarak hazırlarlardı.Boyanan
iplerin boyaları kesinlikle akmazdı,kullanılan hakiki boyalara bazen demir tozu
karıştırılır boyanın kalıcılığı artırılırdı . fabrikalarda üretilen ipekler Mantin, Puşi, Atlas, Kutni, Haki, Gezi,
Kirşan Peştamal, Alavala, İpek Xerz,Floş,Afare, Maruken, Vistra,Şermos
Çarşaf,Canfes… Bunlar çeşitli renklere boyanarak, çeşitli şekillerde, desen
ve renklerde (“çarşaf – kumaş”) olarak ipekli kumaşlar dokuturlardı. Bu şekilde
piyasaya arz ederlerdi. Üç fabrikadan
biri cumhuriyetin ilk devirlerinde
Belediye Reisliği de yapan Müftüzâde Hüseyin Uluğ Efendi’nin ,Ermeni Naum (Ermeni
Zeyni ve Naum ustalar en tanınmış ustalardır.) Atölyesi ,diğeri de Direkçi Tahir Efendi’nindir.
Leon, Leon’un amcası oğlu
Yervant Tırpancıyan, Leon’un kardeşi Dikran, ağabeyi Mıgirdiç Mardin Kapı
civarındaki Direkçi Tahir Efendi’nin İpek çarşaf-kumaş imalathanesinde imal
edilen ipekli kumaşları Gazi Caddesi’nden, Melek Ahmet Caddesi’ne sapmadan
birkaç dükkân ilerde satarlardı. Bu fabrikalarda imal edilen kumaşlar ve
çarşaflar Diyarbekir ve komşu vilayetlerde kapışılırdı. Birlikteliğin,
inançların farklılığıyla zenginleştiği Diyarbekir'den küçük bir yaşanmışlık
örneği;
Şafiiler İmamı Halil Efendi’nin
küçük kardeşi (ortaokuldan arkadaşları ) Mahmut, Leon’un babasının ölümü
üzerine şu dörtlüğü yazar:
Dedi ah! Başım başım
Gözüktü mezar taşım
Benim artık bitiyor
Fani dünya savaşım
İPEK (HARİR) KUMAŞ ÇEŞİTLERİ
Resim 14- Diyarbekir-Kulp,Ağaçlı Köyünde Yapılmış İpek Örtü,yazarımızın
annesi Heremsi Fidan’ın çeyizinden(Kulp-Ağaçlı Köyü) Zübeyde Fidan Kırmızı
arşivinden
Şarkılarımızın, manilerimizin birçoğunda ipekli bezden bahsedilmektedir:
Karşıdan görünürsün
Çarşafa bürünürsün
İpek çarşaf içinde
Ne güzel görünürsün
……
Geymiş ipek çarşafı
Ondört onbeştir yaşı
Seni sevdim seveli
Sızlar bağrımın başı
……
Çayın kenarı bostan
Giyinmiş ipek fistan
Kerem eyle gel bana
Kurtar beni bu aşktan
……
Yeşil ipek bükeyim
Derdim kime dökeyim
Yardan
gelen mektubu
Kefenime dikeyim
……
Yeşil ipek yüz dirhem
Gözlerini süzde gel
Senin sevdan değilmi
Beni böyle sevdiren(gezdiren)
1-PUŞİ:
İpekten yapılan ve başa sarılan puşiler
de ayrı bir şöhrete sahip olup her tarafta aranır ve kullanılırdı. Kırmızı, siyah,
yeşil, beyaz, heft renk(yedi renk),dorsor (etrafı kırmızılı), dorsipi (etrafı
beyazlı), telgraf (kırmızı,beyaz,siyah çizgili sık dokunmuş) ,semavi ,elmasi (parlak
ve pahalı bir kumaş) ,turabi (toprak rengi) gibi çeşitli renkte-desende ve çeşitte
puşiler görülmektedir. Ali Paşa ve Lala Bey mahalleleri civarında, ağırlıklı bu
işi Süryaniler yaparlardı. PUŞİ “PA-PUŞ”(Ayağı örten) anlamına gelir.
Günümüzdeki kullanımı ele alındığında “Başı Örten-Başa Bağlanan-Başı Saran”
şeklinde kullanılır. Şarkılara –türkülere dahi geçen;
Resim 15- Diyarbekir-Kulp,Ağaçlı Köyünde yapılmış olan İpek PUŞİ,Zübeyde
Fidan Kırmızı arşivinden
Başındaki puşi mi?
Diyarbekir işi mi?
Belinde Trablus
Bu da pêxwas işi mi?
…...
Esmer bugün ağlamış
Ciğerimi dağlamış
Kara kaşın üstüne
Siyah puşi bağlamış
Beyitleri de bunu açıkça
göstermektedir. Diyarbekir ve komşu vilayetlerdeki kadınların başlarına
taktıkları ve her mahallin kendilerine mahsus tarz ve şekilde giydikleri Kofilerde adı geçen puşilerden birkaç
tanesinin sarılması vazgeçilmez ananevi (geleneksel) bir adettir. (Fes-kofi, genç kızlar başlarına takardı.
Kofiler saç örgülü olurdu, örgülere boncuklar takılır, süslenme amaçlı
kullanılırdı. Kofinin üzerine şaar denilen
puşi, şaarın üstünede diğer renkli puşiler takılırdı. Yaşlılar, saç bağı
olmayan içinde sadece kasnağı olan“fini”yi takarlardı) Manilerde:
Mavi kofi başında
Esir oldum karşında
Sana gönül verenin
Akıl yoktur başında
2. MANTİN ÇARŞAF: İpek çarşafın çeşitlerinden biridir. Manto yerine
mantin çarşaf giyilirdi.Erkek ve kadın giysilerinde,çarşaf üretiminde
kullanılır.Siyah renktedir. Ermeniler üretimde söz sahibiydiler.( jakarlı makinelerde
dokunur-canfese benzer) “Çiçekli Mantin”
çeşidi de vardır.
Haram
sudan atladım
Mantin çarşaf topladım
Muradım olsun diye
Her derdine
katlandım
……
Hilyatlar koltuğunda, mantin çarşaf başında
Arazbara kahmış bemurat daha onbeş yaşında
…..
Güle gider bostana
Gül doldurur fistana
Korkaram yağmur yağa
Mantin çarşaf ıslana
……
Mantin çarşaf başında
Kalem oynar kaşında
Onaltıdan bir eksik
Ondört onbeş yaşında
Haram
su: Urfa kapıda bulunan Simar denilen yerdeki kanalizasyon suyudur.
Hilyat:Takı
Arazbar: Yüksek sesle, çok içten okunan bir musiki makamı
3. KİRŞAN PEŞTEMAL: Sarı, kırmızı çizgilidir. Çizgiler boyuna
çizgilerdir. Hamamda kadınlar kurulandıktan sonra kirşan peştamalı vücutlarına sararlar.
Manilerde:
Başında Keşan senin
Yüzünde Kirşan senin
Bana çok çevretme
Dönerim başan senin
(KİRŞAN: Yüze sürülür, ten rengini açar, pudra vazifesi görür, güzel
görünmek için bayanlar tarafından kullanılır.)
4. ALAVALA ÇARŞAF: Çarşafa bakıldığı zamanki renk ile çarşafı
döndürdüğünüzde ortaya çıkan renk arasında farklılık görülür.
5. GEZİ (Hareli İpek Kumaş): Entarilik parçadır. Erkekler, eskiden
gezi denen ipek kumaştan önü açık entari giyerlerdi.(Sarı-beyaz çizgili,çizgiler
dalgalı)
6. İPEK XERZ: Bayanlar başlarına örterler. Kenarlarına oya işlenir.
7. MARUKEN: Çok kaliteli ipek kumaş
Hacı Üves’in (Akıncılar
Mağazası) dükkânına ipek üzerine yapılan kaliteli kumaşlar (1946–1960) gelir.
Bunlardan özellikle maruken ve vistra halis ipekli kumaşından yapılan giysiler
giyildiği zaman tiril tiril ve dökümlü durardı.
8. VİSTRA: Diyarbekir’de kullanılan çok tüketilen kumaşlardan
biridir.(İstanbul-Bursa’dan gelir.)
9. BİRMAN: İpek birmandan gecelikler yapılır.
Bu kumaştan yatak örtüsü ve karyola
yastıkları evlenecek bayanların çeyizlerinin en önemli parçasını teşkil ederdi.
10. HAKİ (Hâke): Bu kumaşlardan örtüler, çarşaflar yapılırdı.
11, CANFES: Bu kumaşlar düz, desensiz kumaşlardır. Pamuklu
üretenlerden %50 daha fazla gelir elde ediyorlardı.
12. ATLAS: Evliya Çelebi “Seyahatname’sinde”; “Erkekler, benzersiz
samur elbise, zerdava ve samur kürk giyerler. Atlas, kemha ve diğer ipekli
giyen önemli adamlar vardır. Orta halli olanları pirankona, saya, çuha ferace
ve kontuş giyerler. Fakiri renk renk Londra çuha giyerler (Martin Van
Burinessen,Hendirik Boeschoten “Evliya Çelebi in Diyarbekir”)
13. ŞERMOS ÇARŞAF: Şimdiki satene(parlak ve kaygan kumaş)benzer.
Kalın, dökümlü ipekten yapılmış parlak bir kumaştır.
Köylerde(Hazro, Kulp, Lice, Silvan ilçe ve
köyleri) kendi ürettikleri ipekten seccade-kilimler köylü kadınlar tarafından yapılırdı.
Yemenilerde, mendillerde ve yazmalarda da ipekten yaralanılmıştır.
Karşıdan görünürsün
Al yazma bürünürsün
Al yazmanın altında
Ne güzel görünürsün
……
Yemenimin
yeşili
Bulamadım
eşimi
Al mendili
belimden
Sil gözümün
yaşını
Resim 16- Diyarbekir-Kulp,Ağaçlı Köyünde Yapılmış İpek
Seccade,yazarımızın annesi Heremsi Fidan’ın çeyizinden(Kulp-Ağaçlı Köyü)
Zübeyde Fidan Kırmızı arşivinden
Erkek giyiminde kullanılan Şalvarların
şal kuşakları da ipek iplikle dokunurdu. Bayan giyiminde de ipek kumaştan yapılmış,
kuşak takılırdı.(Sarı renklidir)
Bu küçe baş aşaği
Belinde şal kuşaği
Hergün
gel buradan savuş
Çatlasın el uşağı
……
İpek kuşak beldedir
Saçakları yerdedir
Dünya güzelle dolsa
Gene gönlüm sendedir
14- FİLOŞ:Mantin Kumaş sade ipekten yapılırken,Filoş ikinci
sıradadır.Mantin çarşafa ve Filoşa en fazla talep Irak,İran ve Suriye'den
olurdu. Filoş parlak olduğundan daha fazla boya kullanılırdı.
15- AFARE:En
düşük kalitede yapılan kumaştır.Boşlukları olan geniş dokunmuş kumaşlar daha
ucuz olurdu.
İpekli kumaşlarda balık deseni
yaygın olarak kullanılırdı.Balık desenlilere "balıklı" denir ayrıca
çatal şeklide desenlerde kullanılırdı..
İPEK KUMAŞLARIN YANISIRA:
ÇARKENİS: Bu kumaşlar Ermeniler tarafından üretilir, uluslar arası
pazarlarda satılırdı. Pamuklu kumaş çeşididir.
KUNTİ –ÇİTARİ: Bu kumaşlar kırmızı ve beyaz ipliklerle dokunur.
ŞEYTAN BEZİ: Bebeklerin altına kullanılır. Fakir kesim ise bu
parçadan çocuklara entari yapar. Koyu mavi, ince çizgili, çizgiler yukarıdan
aşağı beyaz mavi çizgili.
Ne yapisen, nereye gidisen
Ben bahan geziyem
Sen hala şeytan bezi almadın
Şakalaşmalarda halk arasında
söylenir. “Geziyem” kelimesi iki
anlamda kullanılır, “gezi” İpekten yapılmış kumaş ve “gezmek” anlamında kullanılır.
Diyarbekir Belediyesi’nde kadrolu kadın temizlik işçilerinin şeytan bezinden
yapılmış entariler giydikleri bilinir.
ZÜBEYDE FİDAN KIRMIZI
ŞAİR SIRRI HANIM
Hazırlayan: ZÜBEYDE FİDAN KIRMIZI
92260515-3/A
-Mayıs
1995-
İÇİNDEKİLER
-ÖNSÖZ
-SIRRI
HANIM (Hayatı)
-SIRRI
HANIM(San’atı)
-BİBLİYOGRAFYA
ÖNSÖZ
Birçok şair ve edip yetiştirmekte olan
Diyarbakır’ın önemli bir yeri bulunmaktadır. İlimiz, bütün çağlarda, bölgenin
ilim ve kültür merkezi olmuş, her devirde birçok bilim ve sanat adamı
yetiştirmiştir. Fakat her şey şair ve edip yetişmekle kalmıyor. Asıl olan,
bunları yaşatmak, gereken değeri vermek, haklarında inceleme yapmak ve
kalıcılığı sağlamaktır.
Çalışmada konu olan Sırrı
Hanım’da bunlardan birisidir. Sırrı Hanım hakkında yapılan araştırmalar
eksiklikler ve yanlışlıklar bulunmaktadır. Bunları görmemi sağlayan ve halen
Dicle Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü uzmanı olan Abdüssettar Hayati Avşar
Bey’dir. Sayın Abdüssettar Hayati Avşar Bey’e yardımlarından dolayı
teşekkürlerimi sunarım.(MAYIS 1995)
Zübeyde
Fidan
Abdüssettar Hayati Avşar için
bakınız. Şevket Beysanoğlu, “Diyarbekirli Fikir ve Sanat Adamları” syf.237 3.cilt
ŞAİR SIRRI HANIM
Diyarbekir eşrafından Ahmet Bey’in
kızıdır. (¹)Ahmet Bey ileri görüşlü, aydın bir
kişidir.M.1782 (H.1198) yılında Şehzadeler’den(²)Fatma
Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten iki kız çocuğu olmuştur. Şair İffet (³) ve Şair Sırrı.
Sırrı Hanım M.1814 (H.1230)yılında
doğmuştur. Asıl adı Rahile’dir. Bilgili ve aydın bir aile çevresinde
yetişmiştir. Özel bir eğitim görmüş ve çağının bilim adamlarından ders
almıştır. Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Türk, Arap ve İran Edebiyatı’nı çok iyi
bildiği bilinmektedir.
Kadının dört duvar arasında bir esir
gibi yaşamaya mahkûm olduğu bir devirde Sırrı Hanım ve ablası İffet Hanım’ın
kuvvetli bir kültürle yetişmeleri, hiç şüphe yoktur ki ailesi muhitinin fikir
hürriyetinden ve kültür seviyesinden ileri gelmiştir. İyi okumuş, aruza vakıf
bir hanımefendidir.
Tahsilini tamamladıktan sonra
Gülşeniler’den Tahir Ağazade “Semanoğlu”
Bekir Bey’le (⁴)evlendirilmiştir.Mehmet Emin ve Rif’at isminde iki oğlu
ve Nihal adında bir kızı olduğu bilinmektedir.Bazı kaynaklara göre oğlu
Rif’at’ın bazılarına göre ise kızı Nihal’in (⁵) pek genç yaşta ölümü ,kendisini
büyük bir üzüntüye sokmuş ve ….
(1)
Feragat gelmişem fani cihandan hasmım
canandır.
Ne
bilsin mihribanlık resmin ol kim aslı nadandır.
Diye başlayan meşhur
mersiyesini yavrusunun başında irticalen söylemiştir.(6)
Sırrı Hanım M. 1870 (H.1287) yılında oğlu
Mehmed Emin’le birlikte Bağdat’a gitmiştir. Bağdat valisi Mithat Paşa’yı
ziyaret ederken kendisine bir kaside sunar. Kaside 7 zi'l-Hicce
1287 (28 Mart 1871) tarihlidir. Oradan Müntefik Sancağı’na gider. Çünkü oğlu
M.Emin ,Müntefik Sancağı Muhasebeciliği’ne atanmıştır.1873’te Diyarbakır’a
döner.Bir müddet sonra İstanbul’a hareket etmiştir.İstanbul’da Yusuf Kamil
Paşa’nın konuğu olarak dört yıl kadar orada kalmıştır.Paşanın ve refikaları
Prenses Zeynep Hanım’ın(⁷) sevgi ve saygılarını kazanmıştır ve
konakta o zamanın şairleri arasında tanınmıştır.Açıkgöz bir adam Şair Sırrı
Hanım’ın Divan’ını çalarak “Sırri”yazan kısımları Durri yaparak Sadrazam Yusuf
Kamil Paşa’ya sunmuştur.Fakat şiirlerden birinde Sırri kelimesi unutulduğu için
şiirlerin gerçek sahibinin Şair Sırrı Hanım olduğu Yusuf Kamil Paşa tarafından
ortaya çıkarılmıştır.(⁸)
Şair Sırrı Hanım yaşayışıyla, edebiyle,
tekvasıyla (Allah’a bağlılık);Kadiri ve Rifai mürideliği, bilgisi ve
şairliğiyle İstanbul’da büyük bir şöhret yapmıştır.M.1877 (H.1294) yılında
vefat etmiştir. Kadiri Tarikat’ına mensup olduğundan, Edirne Kapısı dışında
Otakçılar Mahallesi’nde ki Kadiri Dergâhı mezarlığına gömülmüştür.
Şeyh Mustafa Camii isimli bir zat ölümüne
şu iki tarihi düşürmektedir.
(1)
Eyledim müddet-i tarih-i
vücdun itmam
Vah ki şaire Sırrı Bacı
sır oldu bugün
(2)
Can idi şairi Sırrı Bacı
Hakka yürüdü
SAN’ATI
19.yy ortalarına kadar önemini sürdüren
Divan Edebiyatı’nda yüzlerce erkek şair yetiştiği halde, kadın şair sayısı pek
az ve sınırlı olmuştur. Bunun tek nedeni, o çağda kör ve kara bir taassubun
pençesinde evine kapatılması, tahta kafesler arkasında kendisine bir nevi esir
hayatı yaşatılmasından kaynaklanmaktadır.
Divan nazım şekillerinin çoğuyla
şiirleri vardır. Bazı şiirlerini Ziya Paşa, “HARABAT” isimli meşhur
antolojisine almıştır. Eserlerinde sade bir dil kullanmıştır. Kamu, özge, engel
ve amaç gibi öz Türkçe kelimeleri eserlerinde kullanmıştır. Sırrı Hanım’da
Divan kadın şairlerinin çoğu gibi, muhitin gelenek ve inanışlarından
kurtulamamıştır.
MÜSEDDES
Meşhur
mersiyesi
Feragat gelmişem fani cihandan
hasm-i canandır.
Ne bilsün mihribanlık resmin ol
kim ehl-i nadandır.
Felek dil-hanım üzre dönmedi
bergeşte devrandır.
Nihal-i nazenimden cüda
halimperişandır
Benim gönlüm kızılgül goncesi veş
dopdolu kandır
Açılmak ihtiyar etmez eğer yüzbin
bahar olsa
Baharın Rüz-i-Nevruzun duyup şad
olsa hep güller
Derüp giysuların tebrike gelse
bağa sünbüller
Bu esna her taraftan nağmesiz
olsa şirin diller
Dil-i pür derdimi güş etse bülbül
ney gibi inler
Benim gönlüm kızılgül goncesi veş
dopdolu kandır
Açılmak ihtiyar etmez eğer yüzbin
bahar olsa
DİVANÇESİ:
Şair Sırrı Hanım, aynı zamanda velud bir
şairdir. Murretep divanı kaybolmuştur. Toplanılan şiirleri ancak bir Divançe
olarak çoğunluktadır. Rahmetli Ali Emiri, şairimizin bulabildiği şiirlerini bir
araya toplayarak “Divan-ı Sırrı Hanım Amid-i Rahmetü’llah-ı Aleyna” ismini
vermiştir. Bugün (MAYIS 1995)Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Kütüphanesi’nde
“Divançe” bulunmaktadır.
NA’T-I ŞERİF
Olan dil-teşne-i feyz-i kemalin
ya Resullullah
Ne layık kim çeker hicr-i visalın
ya Resullullah
Olupdur caygır bir güne kim
mihrin dil-ü canda
Nümayan şeş-cihatımdan cemalin ya
Resullullah
Hayalin neş’esiyle mest olan
âşıkların görmez
Muhabbet mihr ü mahında zevalin ya Resullulah
Bakarsam gözde cevlanım, uyursam
dilde seyranım
Muvaız cana daim irtihalin ya
Resullulah
Şeft’ül-müzniba dem-be-dem
boran-ı lütfünden
Diler bu SIRRİ-İ teşne, zülâlin
ya Resullullah
BİBLİYOGRAFYA
1)Ahmet Bey için bakınız. Ali
Emiri ,“Diyarbekirli Bazı Zevatın Tercüme-i Halleri” Millet Kütüphanesi Tarih
Yazmaları No:750, S.132
2)Bu aileden birçok bilgin ve
şair yetişmiştir. Bk. Şevket Beysanoğlu “Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları”
c.1,s.271 v.d.aynı cilt, s.371 v.d.
3)Şair İffet’in hayatı ve
eserleri için bakınız. Şevket Beysanoğlu, adı geçen eser c.2, s.12 v.d.
4)Abdüssettar Hayati Avşar
Bey’den sözlü bilgi(TIP TARİHİ UZMANI-ARAŞTIRMACI-GAZETECİ-FAHRİ DOKTOR)
5)Abdüssettar Hayati Avşar Bey
“Yedi yaşındaki oğlunun ölümü üzerine meşhur mersiyesini yazdığını söyler.”
6)Ali Emiri’ye göre
:“Diyarbekirli Sırrı Hanım’ın 1260
tarihinde Nevruz-i Sultani’den (22 Mart 1846)birkaç gün evvel Rif’at Bey
namında bir ciğer paresi henüz sekiz yaşında iken vefat eylediğinden, derya-yı
ye’s ü tehayyirane bir surette yazdığı ……”
Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sayı
16, 2.329
7)Zeynep Hanım, Mısır’daki
“Hidiv” Kavalalı Mehmed Ali Paşa ailesindendir. Abdüssettar Hayati Bey’den
sözlü bilgi.
(-Bir gün İbnül Emin Mahmud Kemal Bey’le Diyarbekir
ve Diyarbekirli şairler hakkında sohbet ederken 1.Dünya Harbinde Kafkas
Cephesi’nde şehit düşen Diyarbekirli Hacı Niyazi Bey’in oğlu Mahmud
Celaleddin’den ve şiirlerinden bahsedip, manzum ve mensur şiirlerinden okudum.
Bu arada Mahmud Celaleddin’in bir mısraındaki “gedelerden” kelimesinin ne
manaya geldiğini anlamayıp bana sordu. Gede kelimesinin farisideki
“gedahlar”dan kelimesi olduğunu ve şiirimizde bu şekilde kullanıldığını
anlattım.”Zevce-i Müstakbeleme” ismindeki manzum şiiri ile diğer şiirlerini çok
beğendiler.)Abdüssettar Hayati Avşar Bey’den sözlü bilgiler(25.05.1995)
YAZARDAN(2020):
1995 yılında Dicle Üniversitesi Eğitim
Fakültesi üçüncü sınıf ikinci döneminde yazmış olduğum “ŞAİR SIRRI HANIM” adlı makalemdir.(Hiçbir
şekilde düzeltme ve ekleme yapılmamıştır.)
Zübeyde Fidan Kırmızı
Hazreti Nuh’dan sonra insanlık
âleminin mehdi, merkezi Diyarbekir; imanın, irfanın, ilmin, sanatın,
edebiyatın, şiirin, musikinin, tıbbın ve diğer ilimlerin nebean ettiği şaşalı
bir mihrak olarak, nimetler, feyzler ve nurlar saçmış bu şehirden, Abdüssettar
Hayati Avşar’ı tanıtmak:
Kalem destinde raks eyler
Neşatından saçar gevher
Budur yekta edip zeyrek
Diyarbekirli tarihçi, edip Abdulgani Fahri Bulduk Beyin onun için söylediği
manzume ile tinnetin taçlandırdığı tılsımlı tarih kapısının, zümrütten şeffaf
iki kanadını açarak, ölüm yıldönümünde hatıralarımın yapraklarında biraz iz
dişimi yaparak gezinmek, bir görevdir.
2 Ekim 1918 yılında Şeyhmus Hayati Bey’in dördüncü hanımı Fatima Zehra
Hanım, altıncı çocuğu Abdüssettar Hayati’yi Musul’da dünyaya getirir.
İngilizler, Musul’u işgal edince işlettikleri Enveriye Gaz Fabrikası’na
İngilizler tarafından el konulur(Gaz Fabrikasına ve petrol tesislerine,
sonradan “Bay Yüzde Beş(Mr. Five Percent)” diye anılan, Kalust Gülbenkyan sahip
olmuştur.)
Aileye,15 gün içinde Musul’u terk etmeleri, yoksa Hindistan’a sürülecekleri
söylenir. Zor şartlar altında aile Nusaybin üzerinden Mardin ve Diyarbekir’e
ulaşır. Abdüssettar Hayati altı yaşında iken Fatima Zehra vefat eder. Annesinin
ölümü Abdüssettar’da derin izler bırakır. Ruhunun derinliklerinde anne sevgisi
daima bir özlem, bir doyamamazlık olarak nükseder.
1925 senesinde Şeyhmus Hayati Bey, Abdüssettar’ı Cumhuriyet İlk Mektebi’ne
kaydettirir. Okulda zekâsı, üstün kavrama yeteneği ile öğretmenlerinin
dikkatini çeker.1931 yılında Diyarbekir Orta Mektebi’nde eğitimini sürdürür.
Diyarbekir Orta Mektebi’nde oluşturduğu arkadaşlık ilişkileri gerçek dostluğun
sualsiz, çıkarsız portresi olacaktır. Orhan Asena, Selahattin Yazıcıoğlu, Orhan
Yapgu… Ortak paylaşımlar doğrultusunda, çocukluk eğlenceleri içinde, Müslüman,
Ermeni, Süryani, Keldani dostluklarla çerçevelenmiş mutluluklar ve üzüntülerle,
zaman akıp geçerken, Abdüssettar için acıların en zor olanı, adı
konulamayanı,1934 yılında Şeyhmus Hayati Bey’in vefatı yaşanır. Diyarbekirli
hekim, yazar, araştırmacı, edip, şair ve tarihçi, “Elcezire’nin Muhtasar
Tarihi” adlı el yazması eserin yazarı, babasının yakın arkadaşı Abdülgani Fahri
Bulduk Bey, 1353 Hicri yılına tekabül eden Şeyhmus Hayati Bey’in ölüm tarihi
için, Ebced hesabıyla 34 tarih düşürür. İşte onlardan biri:
Güher tarihini zinde olanlar söyledi FAHRİ HAYATİ: Geçdi kühsarı mematı
gitti Firdevse (1353)
Ağabeylerinin “Diyarbekir İpekçilik ve Tohumculuk Mektebi’ne gitmeleri
Abdüssettar’ın da bu alana yönelmesine vesile olur.1937 senesinde
“İpekböcekçiliği Mektebi Şahadetnamesi”ni alıp, okulu birincilikle bitirir
Para ve zengin olma hırsıyla gözü dönen bir adamın, helal-haram demeden,
insani ve vicdani hislerden uzak, her türlü hilekârlıkla, vicdansızlıkla zengin
olma hevesinden dolayı yaşadıkları, öldükten sonra otopsi için mezarının
açılışında iki gözünün toprakla dolması kurgusuyla “Bir Avuç Toprak” adını
verdiği ilk ve tek romanını yazar. Okul yıllarında edebi yönüyle kendini
göstermiş, bu yönü ilerleyen zaman içinde bilindik bir özellik olmuştur..
Köprünün orta gözü
Sular apardı bizi
Nakif gözün kör olsun
Öldürdün hepimizi
Sözleri Diyarbekir’i, “Suzan Suzi” türküsünü akıllara getirir. Abdüssettar
için 1947 yılının Mayıs ayı, ortaokuldan arkadaşı Nakif’in altı arkadaşıyla
arabayla ongözlü köprüden nehre uçmalarının acı hatıratı olacaktır. Arabada
bulunanlardan Suzan Hanım işte bu türkünün kahramanıdır. Abdüssettar
ortaokuldan beri tanıdığı Nakif’i kendi elleriyle defneder.
Doktor Selahattin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarıyla “Diyarbekir Verem Savaş
Derneği Eğitim Merkezi’ni” kurar. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda muhasip(muhasebeci)
olarak çalışmaya başlar. 1950 senesi 25 Ocak’ında Müslüme
Özpirinççi’yleevlenir.1952 yılında Abdüssettar, arkadaşı Ahmet Ketencigil’in
kurduğu “Şark Postası” gazetesinin idare ve mesul müdürü olarak çalışmaya
başlar. “Şam, Bağdat, Kıbrıs, Paris, Tahran, Bari” radyolarını dinleyerek
haberleri alır, haberleri önem derecesine göre gazetede İstanbul gazetelerinden
önce yayınlar.
1953 yılında matbaa malzemelerini almak için İstanbul’a gider. Bab-ı Ali
yokuşunda Reşit Efendi Hanı’ndaki bir ticarethaneden matbaa malzemesi satın
alır. Handa tanıştığı hat üstadı Hattat Hamit Aytaç Bey’le güzel bir dostluğun
ilk adımlarını atar. Diyarbekir’e döndüğünde Diyarbekir ve kazalarının içinde
bulunduğu 12 gazete çıkarır.
Diyarbekir’deki “ÜMMİD”, Silvan’daki “MIYAFARKİN”, ÇINAR, BİSMİL, ÇÜNGÜŞ,
LİCE, KULP, HANİ, Ergani’deki “NUR-İ ZÜLKÜF”, EĞİL, ÇERMİK, DİCLE gazetelerinin
idare ve mesul müdürü Abdüsssettar Hayati iken, eşi Müslüme Hanım, “Hani”
gazetesinin sahibi olarak çalışmalarını sürdürür. Toplumsal haberlerin yanı
sıra edebiyat ve tarihe ışık tutacak araştırmalarda bulunup, makaleler
yayınlar. Gazetelerinde birçok mahlas (ikinci ad) kullanır. “Badi” mahlası en
çok kullandığı isimdir.
Daima araştıran yapısı, Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe, Fransızca dillerine
hâkimiyeti, el yazması eserlere olan merakı, tarihin sisli havası içinde yok
olmaya yüz tutmuş birçok tarihi olguyu ortaya çıkarmasına sebep olmuştur.
Yüzlerce makale, fıkra, edebi ve ilmi araştırmalar yapar. Bunlardan bazıları:
“Molla Ahmede Xasi , Ebu Musa Kardeşler , Mardin Tarihi (MAT DİN) , Mevlana
Müslühüddin-i Lari , Diyarbekir Musikisi, Musikişinaslar ,Hattatlar,Şeyh Fasih
DEDE,Mellak Ahmedi Paşa, Refet-i AMİDİ, Hoşap Kalesi,Urfalı Nabi, Seddidin Bini
Rakika AMİDİ,Kemale-i Ümmi, Allame Suphi-i AMİDİ,Ebu Fadl İbni AMİD,İbni
Miskaveyk “MİSKAVEYKHİ”,Ebu Nasr Yusuf Ül Mennazi,Ebul Ula Muarri,Gülşeni
Tarikatının Piri “Şeyh Gülşeni-i AMİDİ”,Ahi Babai AMİDİ,A. HAMİ , Hasan
Vali,Lebib,Seyyid Nuh Çelebi, Rızai AMİDİ,Türkçe Baki Divanı, Diyarbekirli
Nakşibendî Şeği Aziz Mahmud-i Ürmevi-i Amidi’nin “Baba Kelamı”, Diyarbekirli
Abdurrahman Bini Hasan’ın “Kitabi Muaddilüsselat”ı, Süleyman Nazif, Celal
Güzelses, Ali Emiri, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Gökalp…”
Eşi Müslime Hanım hem hayat arkadaşı hem de gazetelerinde çalışan fakat daima
arka planda kalan en büyük destekçisi ve yardımcısıdır.
Hallaçların tokmaklarını, demircilerin çekiçlerini yirmi dört usulde vurup
makamlar oluşturduğu Diyarbekir musikisiz, musiki Diyarbekirsiz
düşünülemez.“Diyarbekir’de Musiki ve Celal Güzelses”, “Diyarbekir Musikisine
Kısa Bir Bakış” başlıkları altında makaleler yazar.
Üniversite kurulması için girişim ve talepleri hep sürmüş, gazetelerinde
Badi(kod ad)mahlası altında sitemli, hicivli yazılar yazmıştır.
23 Haziran 1973’te oğulları havacı er Muhammed Hayati Avşar’ın yanına
gitmek üzere Diyarbekir otobüs terminalinde beklerken, gelen anonsla telefona
çağrılır. Telefonun öteki tarafında Dr. Selahattin Yazıcıoğlu vardır.
Yazıcıoğlu arkadaşı, dostu Avşar’a Tıp Tarihi Uzmanı olarak vazifeye başlama haberini
verir.
Anadolu’nun en eski ve iki katlı medresesi Mesudiye Medresesini “TIP TARİHİ
ENSTİTÜSÜ” olarak kullanmaya başlar. Mesudiye Medresesi’ni bir grupla beraber
ziyaret eden İtalyan Prof. Rabyola:
-“Dünyanın birçok yerini gezdim, galerileri ziyaret ettim. Fakat sizin
enstitünüzdeki resimler ve minyatür fotoğrafları ve bilhassa o kıymetli
yazmaları başka yerde görmedim.”der.
Hollanda’nın Utrecht Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Martin Van
Bruinessen “Evliya Çelebi in Diyarbekir” adlı eserinin hazırlanmasında büyük
yardımları olduğu için eserin giriş bölümünde kendisinin bu katkı ve yardımlarından
sitayişle bahseder,
Türk-İslam Mimarisinde nikâhlı-nikâhsız kemerler, döner sütunlar; eyvanlı,
zir-zeminli, serdaplı, havuzlu, selsebilli Diyarbekir evleri konusunda da
bilgisinden daima yararlanılmıştır.
Dicle Üniversitesi tarafından 1995 yılında “FAHRİ DOKTORLUK DİPLOMASI”
verilir.
1995 yılında Prof. Dr. Önder Göçgün ve Doç. Dr. Münir Erten tarafından
Abdüssettar Beyle tanıştırıldım. Zaman içinde ailenin bir bireyi, Avşar
ailesinin manevi kızı, Abdüssettar Bey’in asistanı oldum. 19 Ocak 2008 yılında
tarifi zor bir acı ile ailenin can damarı eşi, benim için anlatılamayacak yeri
olan Müslüme Hanım hayata gözlerini yumdu.
Hazreti Ali’nin : “ Men allemeni harfen fekad seyyereni abden” (Bana bir
harf öğretenin ebediyen kölesi olurum) sözü bu yaşanmışlıkların nokta kısmıdır.
10 Şubat 2009 yılında Abdüssettar Hayati Avşarla ilgili biyografik ve sözlü
tarih çalışması olan “AMİD-İ NUR” adlı kitabı yazdım.
Gidelim böylesine
Garipler mahlesine
Orda bir garip ölmüş
Gelin gidağ yasına
19 Ocak 2015 yılında Ankara’da vefat etti. Ağacın dalından bir yaprak
düştü, Diyarbekir canlı tarihini, yaşayan kütüphanesini kaybetti.
Her biri, bir şehre, bir ülkeye şeref verecek yüzlerce: Âlim, şair, hattat,
musikişinas, ressam, sanatkâr ve edip yetiştiren Diyarbekir’den bu büyük insanı
tanıtmak, anlatmak, çok zor ama bir o kadar da mutluluk verici.
Satırlarımın son cümlesini bana hitaben söylediği:
İşte geldik gidiyoruz
Şen olasın AMİD-İ NUR…..
Sözleriyle tamamlamak istiyorum.
Yazar: Zübeyde Fidan KIRMIZI
Uzaktan çok uzaktan çümbüş ve defin sesi… Nerden geliyor nasıl
geliyor? Bilemiyorum. Sorguladığım sorgulamaya çalıştığım düşünce
dünyamdan“Hediye ile Medine” yi oluşturup yansıtmak ,onları ele almak istiyorum
….
“Hediye ile Medine”
Kadınlardı.
Yaman bakışlı, alımlı, zarif kadınlar…
Toplumun örf -adetleri ve ananeleri ile yaşamaya çalışan
kadınlar…
Hem musiki icra eden hem Diyarbekir Belediyesi’nin maaşlı
temizlik işçileri Hediye ile Medine…Diclenin kadınları…
Geceleri yakılan onbinlerce fanus ve meşalelerle aydınlatılan
Dicle nehri…
Ut, tanbur, santur, kanun, çarpare, şeştari, berbuti, çeng,
rebab, musikar, nefir, beleban, ney ve diğer aletlerle baykara fasılları
yapılırken, çayda çeraglarla sabah ezanına kadar süren sazlı, sözlü yedi sekiz
ay yapılan musiki ziyafetleri…
Dünyanın çok az yerinde buna benzer musiki âlemleri görülürdü.
Bu musiki ziyafetleri içinde kadınlarda bir dünya oluşturmuşlardı kendilerine,
yaşamlarındaki kesitlerin gölgesinde, düğünlerde…
Düğünlerin kadınlardan oluşmuş kalabalığında bir köşede oturmuş,
def ve cümbüşün Mezopotamya’dan esen ezgilerini, çok sesliliğin sesi olup
yansıtan, yaşatan kadınlarımız…
Diyarbekir’in ipek parçalarından biri olan mantin çarşafın
içinde ne de güzel görünürlerdi. Parmakları her defe ve cümbüşe değende
çıkarttıkları sesler gülen görünen yüzleri içten içe ağlatırdı. Her ses bir
haykırıştı onlar için bir haykırış… Mutlu görünüp mutsuz yaşamak aslında zor
olandı. Onlar düğünlerin sesli korusu, oyunların ritimkarı iki kadın. Etrafta
birçok kadın, alavala çarşaflar içinde kadınlar. Alavalayı “Hediye ile
Medine”ye benzetiyorum, neden mi? Çünkü çarşafa bakıldığı zaman görünen renk
ile çarşafı döndürdüğünüzde ortaya çıkan renk arasında farklılık görülürde
ondan. İşte bu eğlence dünyasında, dışları ile içleri bir olmayan kadınlarımız.
Hacı Üves’in dükkanından alınan maruken , vistra kumaşlarla
tiril tiril ve dökümlü görünen elbiseler kadını nede güzel gösterirdi.Def ve
cümbüşün ritmiyle ritim kazanan bedenler.
Yılı merak ediyorum. Duvardaki miladi takvim 1961’i gösteriyor.
Erkekler ayrı yerde eğlenirken kadınlar ilahilerin, şarkıların, türkülerin
âleminde gezinirlerdi.
Yüzlerdeki çizgiler ele veriyordu yaşlarını 62.Çok değil 62 yıl
çekmişlerdi ezilmeyi, acıyı, hüznü, erkeğin egemen dünyasını. Onlar egemen
değillerdi kendi dünyalarına, eşleri egemendi. Aldıkları birkaç kuruş eve
hizmetten öteye gitmiyordu. Eve hizmet, çocuğa hizmet, topluma hizmet… Nede
çokmuş hizmet alanları… Peki ya kendileri? Önemli değildi kendilerine olması
gereken hizmet yükü. Çünkü onlar hep başkaları için yaşamak zorundaydılar.
Hediye ile Medine’ nin kınalı saçları, kınalı elleri kırmızının en tok, en
haşin rengine sahipti. Parmaklarını def ve cümbüşten çekip, dağılan kalabalıkla
birlikte terk ederler düğün evini. Tarihi bilinmeyen surların gölgesinde
yürüyüp evlerine gitmeye çalışırlarken günün yorgunluğu kendini hissettirmeye
başlamış, ayakları, yorgun bedenlerini taşımakta zorlanırken Meryem Ana
Kilisesi’nin sokağına gelivermişlerdi..
El ele ver gidağ Prothanaya
Kurban olum seni doğan anaya
Seni doğdu, beni saldı belaya
Benim yarim Ermenidir Ermeni
Ermeniyi sevip sevip sarmalı
Nakaratları âşık Müslüman gencin ağzından dökülmektedir. Sevmiş
ermeni kızı, kızda sevmiş onu fakat onları ayıran farklı dinlerin mensubu
olmalarıydı. Mısraları söyleyen bir erkekti fakat acının en zorunu kendini
ifade edememenin acısını çeken ise kadındı. Uzun bir AŞK HİKÂYESİYDİ
mısralardan dökülen, iki kahramanı vardı ... kadın-erkek
(Gayrimüslim-Müslüman)…
Ne aşklar duymuşlardı 62 yıllık yaşamlarında. Ama aşk evlerinin
küçesinden geçmemişti. Görücü usulüyle evlenmişlerdi. Eşleri olacak erkeği imam
nikâhları kıyılırken görmüşlerdi. Ne zor bir durum kadın için… Tanışıp, alışmak
zorunda kalmışlardı. Her biri beş çocuk doğurmuştu. Erkekli, kızlı beş çocuk…
Bedenlerini çocukları, eşleri için törpülemişlerdi. Saatin yel kovanı ve akrebi
sabahın beşini gösterirken işçi sıfatları devreye girerdi.
Yüzlerce yıldan beri Diyarbekir sokakları akşamdan başlanılarak
temizlenirdi. Temizliğe başlayan kadınlar, süzgeçli tenekelerle sokak ve
caddeleri sularlardı. Sulamayı yapan kadınların arkasından gelen diğer kadınlar
buraları süpürür ve çöpleri yol kenarlarına yığarlardı. Kadın eliyle yığılan
çöpler, o kadar duyarlılıkla ayıklanırdı ki, karpuz-kavun kabukları ayrı
konulur böylelikle oluşturulmuş çöp yığınlarını toplamak üzere erkek işçiler
tarafından getirilen eşeklerin yem ihtiyacı karşılanırdı. Onlar Diyarbekir’in
kadın temizlik işçileriydiler. Belediyeden belli bir maaş alan ve işçi
sıfatıyla çalışan kadınlar. Hediye ile Medine’de onlardan biriydi. Aşlarına bu
vasıflarından dolayı katkıda bulunuyorlardı.
1960 ihtilalinden sonra Diyarbekir’e vali olarak gelen
Tümgeneral Nezihi Fırat Paşa’nın eşi, kadınların Diyarbekir temizliğini yapan
Belediye işçileri olduğunu görünce Paşa’ya:
-“Kadınların çöpçülük yapması kadınlara hakarettir.” Diye telkinde
bulunur.
Nezihi Fırat Paşa kadın temizlik işçilerini böylece görevden
alır. Hiçbir tazminat ödenmez. Çoluk-çocuklarını geçindiren kadınların işine
son verilir. Bunun olmasını sağlayan da bir kadındır…
Avuçlarının ortasındaki emek gerektiren işi kaybetmişlerdi.
Kadına hakaret olmasın diye mi?
Ellerime bakıyorum avuç içimde nice kadın hikâyeleri görüyorum
hepsi de ağır bedelli hikâyeler, bedelimiz çok ağır olmasın istedim. Hediye ile
Medine’nin hikâyesini oluşturdum
“Cümbüşün sesi, defin ritmi Hediye ile Medine’nin yaşam ritmi gibi
hızlı, dolu ve toktur…”
Not: Prothane, Protestan kilisesi (Misyoner okulu) demektir.