Şair ve yazar (D. 1 Aralık 1922, İstanbul - Ö.
9 Aralık 2002, İstanbul). Saint Joseph İlkokulu (yatılı), Saint Joseph Lisesi
(1928), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümü
(1942) mezunu. Pertevniyal Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği (1944-49) yaptı,
özel dersler verdi. Gazeteler, şirketler ve ansiklopedilerde çevirmen olarak
çalıştı.
İlk şiiri (Tahta At), Gündüz
dergisinde yer almıştı (1936). Şiir ve hikâyeleri 1943’ten itibaren Varlık
dergisinde yayımlandı. Sancı Meydanı kitabıyla 1969 Sait Faik Hikâye
Armağanını Orhan Kemal’le paylaştı. 1984’te İnanç dergisince yılın
hikâyecisi seçildi. Kavanozdaki Adam adlı eseri beş bölümden oluşan dizi
film olarak filme çekildi ve 1988’de TRT’de gösterildi.
“Faik Baysal, kırklı yıllarda, önceki
dönemlerden ayrımlı, yerleşik şiir anlayışını yıkan çok değişik şiirler
yayımlıyordu. Ben, onun şiirlerini
okurken değişikliğe şaşar ve ondan hiç kimsenin söz açmamasına daha çok
şaşardım. Sonra kendime yorumladım: Faik Baysal, yalnız bir adamdır, arkadaşı,
gönüldeşi pek yoktur, bu yüzden buluşlarını da kimse görmek istemiyor diyordum.
Öbürleri sık sık birbirlerini pohpohlayarak dikkat çekebiliyorlardı. (...)
Faik Baysal da hakkı yenmiş yazarlardan biridir. Bir gün, gerçek, bilimsel
tutumlu ve sezgisi güçlü yazarlar yetişecek, bütün yanlışlar düzeltilecek. Buna
inanıyorum. (...) Sürekli olarak
yenilik ardında koşma, yalın bir anlatım ve topluma değer verme eğilimi içinde
şiirler yayımlayan Faik Baysal, başarılı romanlar, öyküler de yazdı; çok sayıda
çeviri yapıtı yayımladı. Kuşku yoktur ki çevresini, kuşağını, çağını etkilemiş
ve kendisi de onlardan etkilenmiştir.” (Ahmet Miskioğlu)
ESERLERİ:
ŞİİR: İlk Defa (1957), Uyy
(1986), Beyaz Şiirler (1990), Ayın Ucunda (1994).
ROMAN: Sarduvan (1944), Rezil Dünya
(1955), Drina’da Son Gün (1972), Babasının Oğlu (1977), Kavanozdaki
Adam (1987; sinemaya uyarlandı 1992), Ateşi Yakanlar (1996), Voli
(1998), Madam Bambu (2002).
HİKÂYE: Perşembe Adası (1955), Sancı
Meydanı (1968), Nuni (1985), Militan (1986), Tota (1991),
Güller Kanıyordu (1992), Ilgaz Teyze Öldü (1993), Elleri
Sesimin Rengindeydi (1999), Beni Bırakma Doktor (2000).
Ayrıca kırktan fazla çevirisi vardır.
HAKKINDA: Ayın Şairi Faik Baysal (Kültür
Dünyası, Ağustos 1999); Mehrizat Poyraz / Yazın Yaşamının 60. Yılında Faik
Baysal ve Şiirleri: Dizelerle Gelen - Hasan Akarsu / Faik Baysal’ın
Anlattıkları (Cumhuriyet Kitap, 19.11.1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü
(gen. 6. bas. 1999), Mehmet Nuri Yardım / Romancılar Konuşuyor (2000; Edebiyat
Adasının Yalnız Adamı Faik Baysal: Her Roman Yeni Bir Dünya, s. 79-88) - Yazar
Olacak Çocuklar (2004), TBE Ansiklopedisi (c.1, 2001), Doğan Hızlan / Rezil
Dünya (Hürriyet, 12.12.2002), Oylum Yılmaz / Madam Bambu (Radikal Kitap,
26.11.2002), Yılmaz Çongar / Sevgili Faik Baysal Yapıtları ile Yaşayacak -
Madam Bambu (Cumhuriyet Kitap, 19.12.2002), Ahmet Miskioğlu / Yitirdiğimiz Faik
Baysal Üzerine (Türk Dili Dergisi, Ocak-Şubat 2003), Tansu Bele / Faik Baysal’ı
Anmak (Türk Dili Dergisi, Mart-Nisan 2003), Atilla Aşut / 2002 Yılında
Kaybettiğimiz Gazeteci, Yazar ve Yayıncılar (Çağdaş gazetesi, Haziran 2003).
O
gün yine akşam serinliğinde geldi. Çürümüş kavun karpuzun, acı acı kokan
ısırgan otlarının doluştuğu kireç kuyusunun başına oturdu. Sağlam bacağını
altına kıvırdı, tahta olan solunu çerçöpün ortasına sallandırdı. Garip bir
uğultu koptu, hava sarsıldı. Yeşil yeşil kanatlı bir sinek ordusu dutlaşan
günün en altına vızıldayarak dağıldı. Kokuyu alan yarasalar hemen uçuşmaya
başladılar. Et meydanının yağlı yağlı, kapkara, kanatları tozlu akşamın giderek
koyulaşan kızılcık rengine bulanan yarasaları. Bu sessiz, amansız ve acımasız
savaşı bütün gece soluk almadan sürdüreceklerdi. İsli paçavra kokan gece bitip
de kahveci Sülo'nun minare boyundaki bacasından tüten çay ve telve kokulu
marsık dumanının arasından güneş iri bir örümcek gibi tırmanıp Kurşuncu
Çıkmazının toz kümelerine sıçrayınca sinekler yenik düşeceklerdi. Yaşamın bu
katı kuralı hiç bir yerde değişmiyordu. Kurşuncu Çıkmazı’nda da insanlarla
hayvanların dünyasında pes eden hep sineklerdi.
— Merhaba Azap Baba.
— Merhaba be!
Çok
canı sıkılıyordu galiba bugün de. Üzüntüden boğulacak bir gününde olsa bile
bana asla 'be' demezdi çünkü. En çok sevdiği bendim mahallede. Başka hiç
kimseyle selamlaşmazdı bile. Çocukların çirkin saldırılarından hep ben
kurtarırdım onu. Bazen saatlerce konuştuğumuz olurdu. Akşam bastırıverirdi
çabucak. Güneş İspiro'nun tarlasında kocaman bir domatese dönüşür, biraz sonra
dalından kopar, toprağa döne döne düşer de öyle ayrılırdık birbirimizden. Azap
Baba tahta bacağını tozun içinde sürüye sürüye karanlıklara dalar, bilmediğim
bir yerlere savuşur, ben de evime giderdim. Kafamın içinden geçerdi renkli bir
filim gibi bütün anlattıkları. Boğuk sesi, eliyle gökyüzüne birşeyler yazması,
küfürleri, ezik kafası, daracık alnı, incecik kaşları, tespih böceğine benzeyen
dumanlı gözleri, sağa kıvrık sivri burnu, kırmızı yanakları, dişsiz ağzı,
kanarya sarısı gömleği, kıçı ve dizleri yırtık pantolu, tahta ayağı, boynuna
astığı içi kâğıt kırpıntıları ve ekmek artıklarıyla dolu torbası...
- "
Sen Allahsın lan!
Şaşırdım,
gözleri çarpık çarpık bakıyordu yüzüme. Birer kurşundu sanki ikisi de
yuvalarında.
- Valla
Allahsın be!
- Günaha
giriyorsun Baba.
- Öyle.
- Neden?
Birbirine
çullanmış dudaklarının arasına bir
'Köylü' sıkıştırdı.
- Sende,
nah, şu kadarcık bile kibir mibir yok. Bak, şu boynu yularlı salakların hiçbiri
konuşmuyor benimle, dedi.
Ne
yalan söyleyeyim, sevinçle karışık gizli bir gurur duydum. Allah değildim
elbette, ama Allah olsaydım bile güzel bir şeydi bir insan tarafından
beğenilmek, sevilmek, övülmek. Keyfimden bir 'Birinci' yaktım ben de. Bir süre
sigaralarımızın boşluğa asılan mavimsi dumanları arasında sustuk. Kuyunun öbür
yanındaki düzlükte bir eşek anırdı, toz toprağın içinde yuvarlanmaya başladı.
Saka 'Öksüz İbram'in hayvanıydı bu. Dibinden kesik kuyruğundun tanıdım onu.
Zaten Kurşuncu Çıkmazı’nda canlı cansız ne varsa hepsi sakattı. Kahveci Sülo
doksan kilo çekiyordu, sağırdı. İşin kötüsü de kendi gibi herkesi sağır
sanıyor. Pikabını ciyak ciyak bağırtıyor, bitip tükenmek bilmeyen Kürt
havalarıyla mahallenin göbeğini çalkalıyordu sabahlara kadar. Bakkal İlya metre
metre solucan düşürüyordu. Mahallede yetişen bütün tatlı kabaklarının
çekirdekleri onundu. Postacı 'Bunak Selim'in bir kulağı dibinden kopuktu.
Kadınlar arasında da keller, romatizmalılar, sağırlar ve körler çoktu.
Kusursuz, yakışıklı, sapasağlam bir erkek vardı yalnız. O da 'Arabacı Canım
Seyit'ti. Kızlar takmıştı bu adı ona. Mahallenin dişi sinekleri bile tutkundu
bu erkek güzeline. Seyit'in güçlü kollarının arasında bir limon gibi sıkılmaya
can atıyordu tümü de. Tekerlek sesleri duyuldumu kadını kızı yığılıyordu kapı
önlerine.
(Perşembe Adası adlı öyküden)