Şair ve
yazar. 17 Mayıs 1984, Vezirköprü /
Ayşegül
Ünal, üniversite öğrenciliği yıllarında, vekil öğretmenlik, muhabirlik ve radyo
programcılığı yaptı. Birçok farklı işte çalıştıktan sonra, 2005 yılından
itibaren bir özel sektör kuruluşunda, Endüstriyel Atık Yönetim ve Planlama
personeli olarak çalışmasını sürdürdü. Çalışma hayatına İstanbul Kültür A.Ş.' de
editör olarak devam ediyor. Deniz İnan'la evlidir.
2001
yılında ilk şiiri (Gece Hikâyesi) ile
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi ve Ayna
dergisinin düzenlediği ulusal şiir yarışmasında 3. lük ödülü aldı. Ayşegül
Ünal’ın hikâyeleri, Dergâh ve Hece Öykü dergilerinde; şiirleri Dergâh, Kırklar, Yolcu, Dergibi, Ayna dergilerinde
yayımlandı. Şehir ve Kültür dergisinde
gezi yazısı yayımlandı. Radyo Expres’te "Düş Aralığı" (2002), Radyo
Aktif’te "Kültür Sanat Bülteni" (2003) programlarını hazırlayıp sundu..
ESERLERİ:
Öykü: Siyah Tayyörlü Kadın (2012, 2014), Ortasından Deniz Geçen Bir Hikâye
(2016).
Şiir: Minik Kadının Mücevherleri – Matruşka
(2012).
KAYNAKÇA: TYB Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 2013 / 2012 Öykü
Kitapları (2013), 2012 Öykü Kitapları (Edebiyat Ortamı - Öykü Yıllığı, (2013),
İstanbul’un Şiiri Dünyanın Şairi, İstanbulensis 2. Uluslararası Şiir Festivali
Kitabı (2013), 2012 Öykü Kitapları (Hece Öykü, 2013), Bilgi Formu (2013, 2016),
İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (Cilt 12, 2019).
(Zehra’yla
Abbas uçuyorlardı. Hani filmlerde olur ya, siyah gölgeler gibi Ay’ın önünden
geçiyorlardı.)
Abbas,
mahallenin kara çocuğu. Çocuk dedikse ergenliğinin başlarında delikanlı aslında
ama kimsesizliği yüzünden bükülen boynu onu daha bir kısalaştırıp,
çelimsizleştirince çocuğu andırıyor diyebiliriz. Hüzünlü yüzünde anasız babasız
bir çocuk, iri, siyah gözlerinde kaybedecek bir şeyi olmayan insanlara has
hırçın, korkusuz bir delikanlı Abbas.
Geceleri
ev sahibine hissettirmeden bahçelerindeki kömürlüğe girerek, kömür çuvallarının
üzerinde kıvrılıp yatan, sabah ezanıyla kalkıp yollara düşen bir çocuk. Hiç
kimse, bu çocuk kimdir, kimi kimsesi var mıdır bilmez. Abbas onlar için sadece
gündüzleri mahallede gördükleri, zayıflığını görüp acıyarak, bir sokak köpeğini
besler gibi ekmek, su verdikleri nerede yaşadığını bilmedikleri kara kuru bir
oğlan. Teninin karalığı üstünde yattığı kömür çuvallarından mı gelir bilinmez
ama gözleri derin bir kuyunun dibi kadar siyah.
Herkesin
hayata tutunmak için bir nedeni vardır ya, bu gariban, kimsesiz Abbas’ın umut
ışığı da bembeyaz yüzlü güzel bir kızcağızdı. Adı Zehra. Annesi kıza
seslenirken duymuştu bizimki. Zehra’yı güneşli havalarda evin önüne çıkarırdı
annesi. Tekerlekli sandalyesiyle kapının önüne sabitleyip evde işine gücüne
bakardı. Kaslarının zayıflığından bacakları gibi kolları da tutmayan, bir çift
kelime konuşamayan Zehra bütün gün Abbas’ın görüş alanında kalırdı. Bazen göz
göze gelirler Zehra tebessüm eder, Abbas’ın
kara yüzü aydınlanırdı.
Yine
böyle bir gün Zehra’nın kapının önünde sokaktaki çocukları, Abbas’ın da
Zehra’yı izlediği sırada, Zehra’nın hüzünlü gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
Abbas dayanamayıp yanına koştu. Tekerlekli sandalyesinden iterek gezdirecekti
onu. Zehra ses çıkarmadı Abbas’la hiç konuşmasa da onun samimiyetine güveni
vardı. Birbirlerine bakıp gülümseyerek yola koyuldular. Zehra önde oturuyor,
Abbas arkada tekerlekli sandalyeyi sürüyor. Bize görünen bu. Oysaki, Zehra’yla
Abbas uçuyorlardı. Hani filmlerde olur ya, siyah gölgeler gibi Ay’ın önünden
geçiyorlardı.
Sokağı
yarılamışlardı ki, Abbas uzaktan sırtına fırlatılan terliğin şiddetiyle
irkildi. Arkasına döndüğünde Zehra’nın annesi çoktan yanına gelmiş bir de
yanağına sert bir tokat atıp, onu itmişti. Abbas yerde şaşkın, utanç ve üzüntü
içinde kaldı. Kadın işaret parmağını Abbas’ın suratına doğrultup,
“Bir
daha kızımın yanında görürsem seni gebertirim çocuk.” Diyerek gitti.
Annesi
Zehra’yı götürürken yerde yatan Abbas’a baka baka ağlıyordu kızcağız. Ne
yapsın, İkisi de birbirinin tek arkadaşıydı.
İçine
oturdu bu tokat Abbas’ın. Yere düşünce dirseği taşa çarpıp kanamış ama acısını
hissetmemişti. Yüzü yanıyordu, bir de kanayan kolunu görünce daha çok
hırslandı, içlendi.
“Anasını
satayım böyle dünyanın” diyerek yerden kalktı.
Mahalle
camisinin avlusundaki bankta havanın kararmasını beklemeye koyuldu. Akşam
olunca kimseye duyurmadan Zehraların evinin önündeki kömürlüğe giriverdi yine.
Karanlıkta yüzünün nasıl parladığını görseydiniz Abbas’ın hiç durmadan
ağladığını anlayabilirdiniz. Abbas o gece kömür çuvallarının üzerinde ağlaya
ağlaya uyuyakaldı.
Her
gecenin bir sabahı vardır.
Yeni
doğmuş yedi küçük kedi, esmer yanaklarını yalayarak Abbas’ı uyandırdı. Abbas
akşam kömürlüğe girerken karanlıktan ve ağlamaktan kedileri fark etmemişti. Hayret ve sevinçle yavruları
okşadı. Okşadıkça içi ferahladı. Sanki kendi başı okşanıyormuş gibi mutluydu. Yedi
yavru, bir de anneleri, etti sekiz kedi ona can yoldaşı olmuştu.
Zehra’nın
annesi “kızımı kaçırıyordu, son anda yakaladım.” diye laf yaymış mahallede. Abbas’a bu yüzden kimse yiyecek vermiyor, üst
sokaktaki ihtiyar fırıncı sadaka niyetine her gün bir bütün ekmek ayırıyordu. O
da fırıncıdan aldığı ekmeğin hepsini yemiyor, kömürlüğe getirip suyla ıslatarak
kedileri doyuruyordu.
Zaman
böyle gelip geçerken kedicikler büyüyüp hareketlendi. Haylazlıktan çıkardıkları
sesler yüzünden bir gece Zehra’nın annesi durumu fark edip kömürlüğe geldi. Bir
elinde fener, bir elinde çuval kömürlükteki kedileri bir bir yakalayıp çuvala doldurdu,
ağzını da bağlayıp sokağın çöp konteynırına attı. Bütün bunlar olurken Abbas
kömür çuvallarının arkasında saklanıyordu. Kadının eve girdiğinden emin olunca
sessizce kömürlükten ayrılarak, konteynıra koştu. Kediciklerin miyavladığı
çuvalı kaptı. O sıra yavruların anası ayaklarına dolandı. Abbas ona baktı baktı
“Ana yüreği işte” dedi.
Abbas
elinde çuval, peşinde yavruların anası gecenin içine doğru yürüyüp gittiler.
Yakışmıyor
şiir kadına,
cılız
gösteriyor.
Çünkü
farkında,
upuzun
raylar üzerinde,
kayıp
giden zamanın.
Yine
de ağırdan alıyor yaşamayı
kimi
zaman bakıyor,
kaçırdığı
trenin ardından,
kimi
zaman önüne atlıyor.
İçindeyken
de,
çok
mutlu değildi ki!
Sabah
çoktan uyanmış
Güneş
her zamanki yerinde
Bir
otobüs hüzün var yüzünde
Durmadan
boş yerleri dolduran
Aralık
akşamları
Sırıtkan
bir soğuk oynaşıyor pencerede
Pamuklarını
döküyor yerdeki halı
En
yakın aydınlığa doğru yürüyor kadın
Avucunda
topak olmuş bir yavru
Gücü
yetse çiçekli perdeleri çekecek
Adam,
beş yüz soru ucunda dilinin
Yok
takati taşımaya ayaklarını
Ayakkabı
cilasından arta kalan
Gün
geçtikçe uzayan parmakları
Gücü
yetse çiçekli perdeleri çekecek
“Güvercin
bakışlım” dedin de
Evdeki
mahcup misafir geldi aklıma
-hastaya
benziyor, dedim…
-yok
abla, dedi çocuk
-yanına
dişisini bul, takla bile atar…
-ya
bulamazsam, dedim…
-ölür,
dedi çocuk!
SİYAH TAYYÖRLÜ KADIN
SÜAVİ KEMAL YAZGAÇ
Ayşegül Ünal hikâyelerini
olabildiğince konuşma üslubuna yaklaştırarak yazıyor. Bu da yazdıklarını sıcak,
samimi kılıyor. Evet, samimiyet “mış” gibi yapıldığında yapmacık hatta sahte
durur. Ancak Ünal okuru kitaptan koparan bir “mış” gibi samimiyeti ile değil
okuru kitaba bağlayan bir sahici bir samimiyet ile yazıyor. Bu yazar için paha
biçilmez bir artı. İlk kitabı Siyah Tayyörlü Kadın, anlatıcının
“dertleşircesine” anlattığı, gerçeklik duygusu uyandıracak kadar samimi, yalın
ve akıcı hikâyelerden oluşuyor.
Siyah Tayyörlü Kadın’da yer alan hikâyeler en
uzunu birkaç sayfadan müteşekkil kısa hikâyeler. Kalan hikâyeler ise çok daha
kısa. Bir-iki paragraftan oluşan hikâyeden ziyade fragmana yaklaşan literatürde
benim pek ısınmadığım küçürek hikâye de denilen çok çok kısa hikâyeler de
mevcut.
Kitapta yer alan hikâyelerin
karakteristiğini ilk hikâyenin isminden
de anlayabiliriz. “Yol Kısa Yolculuk Uzun”. (Eğer kitabın editörü olsaydım bu
ismin kitabın ismi olmasını teklif ederdim.) Hayattan enstanteneler üzerine
kurulu, zahiren “olayları” anlatan ancak esasen olaylarda yer alan tiplerin
karakterlerine, hayatlarına odaklanan bir kitap “Siyah Tayyörlü Kadın”.
Özürlüler, hastalar… Ünal sevgi, şefkat ve merhametle anlatıyor bu insanların
hikâyelerini. Kolayca duygusallığa düşülecek ve anlatılanı hikâye olmaktan
çıkarıp bir iç dökmeye, melodrama düşürebilecek bıçak sırtı durumları hikâyeyi
koruyarak, duygusallığı duyarlılığı kör edecek noktaya düşürmeden dengeli bir
şekilde anlatmayı başarıyor. Bu yüzden de Ünal, okurda anlattığı insanlara
acıma değil sevgi uyandırıyor. Dalga Direnci adlı hikâyede ağır hasta olan
çocuğun gözünden anlatılan kısacık bir metinde aile içi sıkıntıları da
sıcaklığı da az ve öz anlatıyor mesela. Yol Kısa Yolculuk Uzun’da kemoterapi
gören karakterin dünyaya bakışı ve yolda rastladığı mendil satan çocukla
yaşadığı o kısacık ama sıcak iletişimden okura da bir şeyler geçiyor. Ünal
hikâyelerinde okuruna bir tecrübeyi hissettirmeyi başarıyor. Özürlü çocuğuna
bakma telaşından kendi kanserinin tedavisini bir kenara bırakan annenin öyküsü
olan Diğer Odadakiler, o dört sayfalık haliyle uzun metrajlı bir filme
kolaylıkla ilham kaynağı olabilir. Ayşegül Ünal hikâyesi hakkında muhakkak
vurgulamam gereken bir özellik de her hikâyenin okunup, tamamlandıktan sonra
okurun zihninden geçirmesiyle “asıl sona” ulaşması. Hiçbir şeyin göründüğü gibi
olmadığı yahut görünenden ibaret olmadığı gereği kitap boyunca sık sık
vurgulanıyor ve zaman zaman okur olarak “soğuk duşlar” yaşıyoruz. Ünal’ın akıcı
anlatımı ve dili kitabı “kolay” bir kitap olarak görmemize sebep olmasın.
Hikâyeler arası geçişlilik ise Siyah Tayyörlü Kadın’ın bir başka
özelliği. Nalbur Hilmi Efendi’nin dükkânında bir sabah belirip kaybolan Siyah
Tayyörlü Kadın’ın bir başka hikâyede intiharına şahit oluyoruz. Zaten kitabın
bütününe yayılan bir şey varsa o da hikâyelerin okuru değil şahidi olmamız.
Rujun Rengi ve Pırlanta’da kötüye giden bir evliliğin şahidi oluyoruz mesela.
Ailenin Siyah Tayyörlü Kadın’da yer alan hikâyeler içinde özel bir yeri var.
Yapayalnız insanların hikâyelerinde bile uzaktan uzağa bir ailenin varlığını
hissedebiliyoruz. Bu özelliği kitapla okur arasındaki iletişimi güçlü kılıyor.
Kitabın kapağını kapattıktan sonra da anlatılan karakter ve tipler içimizde
dolaşmaya devam ediyor sanki.
Siyah Tayyörlü Kadın, biraz da devamı gelince kıymeti anlaşılabilecek
kitaplardan biri. Ayşegül Ünal’ın kalemine kuvvet diyoruz.