Senaryo
yazarı (D. 1941, İstanbul – Ö. 17 Haziran 2014, İstanbul). Senarist Bülent
Oran’la evliliğinden sonra tam adı Ayşe Şasa Oran oldu. Arnavutköy Amerikan Kız
Koleji (1960) mezunu. 1960 yılından itibaren yürüttüğü senaristliğin yanında
1963-65 yılları arasında Robert Koleji İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti.
Şasa’nın,
Son Kuşlar, Ah Güzel İstanbul, Cemo, Gramafon Avrat gibi çeşitli
senaryoları filme aktarıldı. 1990’da Dergâh dergisinde Yeşilçam Günlüğü başlığı altında sinema
yazıları yazmaya başladı. Bu yazılarıyla 1994 Yılı Türkiye Yazarlar Birliği
Ödülü’nü aldı.
Ayşe Şasa 17 Haziran 2014 günü İstanbul’da vefat etti. Fatih Camisi'nde öğle vakti kılınan cenaze namazına, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, eski milletvekillerinden Süleyman Gündüz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak ile Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Şerif Mardin, Prof. Sami Şekeroğlu, Safa Önal, Yılmaz Atadeniz, Mesut Uçakan, Sevin Okyay, İskender Pala, Hasan Kaçan, Ulvi Alacakaptan ve Ahmet Yenilmez'in de aralarında bulunduğu çok sayıda yönetmen, yazar, oyuncu ve akademisyen katıldı. Cenaze töreninde Ayşe Şasa'nın kardeşi Aziz Şasa, taziyeleri kabul etti. Kılınan cenaze namazının ardından Şasa'nın cenazesi Sahrayıcedit Mezarlığı'nda defnedildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak, vefat eden Ayşe Şasa'ya ilişkin, "Çok büyük bir kayıp. Hayat hikayesi hepimize ibret olacak bir hikaye. Çok zorlu bir yaşam. Doğrusu yaşadığı gitgeller, çocukluğundan itibaren yaşadığı sorunlar biraz Türkiye'nin de hikayesi" dedi.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, Ayşe Şasa ile uzun yıllar süren arkadaşlığı olduğunu ancak sürekli görüşemediklerini belirtti. Ortaylı, "Tabii şunu takdirle belirtmek zorundayım, zor bir hayatı oldu sağlık bakımından. Hatta zaman zaman mali bakımdan da. Her zaman için bir şeyler yazdı, düşündü ve okudu. Türk sinemasında yeri var senaryoda. Bunu hiç kimse unutmayacak ve özleyeceğimiz iyi bir insandı. Sohbeti, sözü yerindeydi. ruhu açıktı insanlara" ifadelerini kullandı.
Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Safa Önal, Ayşe Şasa'nın Türk sinemasında önemli bir yeri olduğunu dile getirerek, şöyle dedi:
"Ayşe Şasa, uzun boylu esmer, güzel kahverengi gözlü ve çok iyi bakandı. Gözlerinde hiçbir zaman bir fena bakış, bir çatış görmedim duymadım. Arkadaşımdı. Eşleri de arkadaşımdı. Öyle olunca aynı mesleğin içinde beraberce yaşadık. Son telefonu bana, -son sesi kulağımda, telif hakları davalarımız vardı, beraberce yürüttüğümüz- 'Ne oldu, nasıl gidiyor?' diye olmuştu, 'Safacım' diye ekleyerek. Bu 'cım' önemli. Merak edendi, arayandı düşünendi, kabullenendi. Reddettiği zaman da çok incecik, çok yumuşak, kendine has bir dili, üslubu olan bir hanımdı. İşte Yeşilçam altın çağını yaşayan ve yaşatanların sonuna yaklaşmakta, azalmaktayız. Geçen gün bir ödül törenine çağrıldık, ben ve benim yaşımda olan canım arkadaşlarım, omuzdaşlarım, 60 yıl emek verenler; 10-12 kişi kalmıştık. Çok uzamaz. Buradaki buluşmalar gibi sanıyorum itikadım içinde orada da buluşacağız, bütün gidenlerle. Çağırdılar, gittiler, boşuna gitmediler, boşuna çağrılmadılar. Ona Allah'tan rahmet diliyorum."
Yönetmen Yılmaz Atadeniz ise Şasa'nın Türk sineması için önemli bir isim olduğunu belirterek, "Yazdığı senaryolarda kadını işlemesi ayrı bir başkalık getiriyordu ama bir de insan olarak güzel bir insandı, vicdanı güzel bir insan. Yardıma koşan mükemmel bir insandı. İnsanlık tarafı da mükemmel olan bir hanımefendiyi kaybetmenin acısını yaşıyoruz ama yazdığı ve yapılan filmleriyle daima yaşayacak, gönlümüzde olacaktır" dedi.
Prof. Sami Şekeroğlu, Ayşe Şasa'yı çok yakından tanıdığını ve aile dostunu yitirmenin acısını yaşadığını ifade etti. Şekeroğlu, "Türk sinemasının, Yeşilçam'ın büyük kahramanı, değerli bir insandı. Müthiş yaratıcılığa sahip bir insandı. Onun ismini göremediğiniz birçok filmde de katkısı vardır. Her filminde katkısı vardır" diye konuştu.
Yazar, çevirmen ve sinema eleştirmeni Sevin Okyay, Ayşe Şasa'nın eşsiz bir sinemacı olduğunu kaydetti. Okyay, şöyle dedi:
"Çok incelikli, çok ince çalışan bir senaristti. Ayrıca çok da iyi bir insandı. Kendi mücadelesini cesurca kendi içinde yaptı. Dışarıdan sakladığı kendini geriye çekti ama bu kadar kendini geriye çekmese daha çok yazardı üzerine konuşmamız için... Sadece kadınlıktan kaynaklanan bir şey değildi. Kendi ruhuyla, zekasıyla bambaşka bir bakış getirdi. Okuyabilen, içini okuyabilen, yüzeyde kalmayan, derinlere inen bir bakış. Çok incelikli senaryolar, usta işi senaryolar yazdı. Onun için eşsiz bir yeri olduğunu düşünüyorum."
Yazar İskender Pala, Şasa'nın ortaya koyduklarının değerinin ileride anlaşılacağını söyledi. Şasa'nın yakınlarına sabır dileyen Pala, "Allah rahmet eylesin. Hepimizin başı sağolsun. Ayşe hanım bir bayrak isimdir, gençlerimizin örnek alması, yolundan yürümesi gereken insanlardan biridir. Gerek duruşu ve hissiyatı, gerekse de ruh dünyasıyla gerçek bir münevverdir" dedi.
Eski milletvekillerinden Süleyman Gündüz de Şasa'nın sinema dünyasını yazdığı önemli senaryolarla buluşturduğunu, aslında onun bunun da ötesinde bir gönül dostu ve çok iyi bir yazar olduğunu anlattı. Toplumun içinden geçtiği buhranları Şasa'nın yaşayarak, topluma önerilerde bulunduğunu dile getiren Gündüz, şunları kaydetti:
"Önemli bir düşünce insanıydı. Belki yüzlerce sanatçı, yazar, öğretmen ve birçok insanın sığınağı olmuştur kendisi. Hepimiz yaralandığımızda ona müracaat eder, yaralarımıza şifa bulurduk. Gönül ve zihin dünyamızı inşa eden bir insandı. Türk sinemasına da çok önemli katkılarda bulunmuş, önemli senaryolara imza atmış çok mümtaz bir şahsiyetti. Birkaç kelimeyle ifade edecek olursam, geçmiş dönemlerde bizim gönül dünyamızı inşa eden '21. yüzyılın Rabia'tül Adeviyesi' derim."
Sinema ve tiyatro oyuncusu Ulvi Alacakaptan da senarist Ayşe Şasa'yı son dönemlerde tanıdığını, tanıdığına çok memnun olduğunu belirtti.
"Şasa'nın ve rahmetli eşi Bülent Oran'ın çok yardımlarını gördüm" diyen Alacakaptan, Şasa'nın hayatın bütün aşamalarından geçerek, azmederek, çarpışarak sonuna kadar entelektüel zihnini muhafaza edip bu ülkede yaşadığını, bunun kolay bir şey olmadığını kaydetti.
Sinema yazarı İhsan Kabil ise Şasa'nın Türkiye için çok büyük bir kayıp olduğunu ifade ederek, şöyle konuştu:
"Bir sinema insanıydı. Bunun yanında çok özel hasletlere sahip biriydi. Sinemamıza büyük katkılarda bulunmuş, hem kendi modernleşme sürecimizin oluşturduğu travmaları kendi kişiliğinde yaşamıştı. Türkiye için çok da ortaya çıkmayan bir şahsiyetti ama büyük değerler ortaya koyuyordu. Herkese kapısı açıktı. Hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz, tüm soruları cevaplardı ve bir taraftan da kendi acılarıyla hayatı da sinema gibi yaşardı."
Senarist ve yönetmen Mesut Uçakan da Ayşe Şasa ile güzel ve sıcak sohbetler ettiklerini bildirdi. Uçakan, Şasa'nın bir kültür insanı olduğunu dile getirerek, "Türk sinemasına hem senaryo olarak hem de aynı zamanda fikir olarak çok büyük katkıları olmuştu. Kültür insanıydı. Çekmiş olduğu sancı ve insanlığın hakikatine dönük arayışlarıyla örnek biri. Gidişi gerçekten büyük bir boşluk oluşturdu. Türk sinemasının böyle beyinlere çok büyük ihtiyacı vardı. Ben onu kahraman olarak görüyorum" şeklinde konuştu.
Oyuncu ve film yapımcısı Hasan Kaçan da "Allah rahmet eylesin. Türk sinemasının büyük isimlerinden biri, benim de çok değerli bir büyüğüm. Yola çıktık gidiyoruz ne yapalım. Onlar önden gittiler. Allah buluşmayı nasip etsin" dedi.
“Ayşe Şasa, çoğumuzun (hepimizin?) içine düştüğü postmodern çağ
çukurundan ve tıpatıp birbirine benzer yaşamalardan farklı bir yerde duruyor;
bizi kendine ışıklı bulduğu yeni bir yola çağırıyor. Belki, bu ideolojiler
kadar inançların da çöküş çağında, bu kişisel çağrı bazı ruhlarda akis
yapabilir ve kimi karanlık yolları aydınlatabilir. Bu kitaba göz atmak da bu
yolda mütevazı ama etkili bir adım olabilir.” (Atilla Dorsay)
ESERLERİ:
KİTAP: Yeşilçam Günlüğü (1996),
Düş ve Gerçeklik ve Sinema (Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil ile, 1997),
Delilik Ülkesinden Notlar (2003), Şebek Romanı (2004).
FİLM
(Senaryo): Çapkın Kız (1963), Murat'ın Türküsü (1965), Son Kuşlar (1965), Ah Güzel İstanbul (1966), Toprağın
Kanı (1966), Harun Reşid'ın Gözdesi
(1967), Balatlı Arif (1967), Kozanoğlu (1967), Köroğlu
(1968), Cemile (1968), İlk ve Son (1968), Battal Gazi Destanı (1971), Unutulan
Kadın (1971), Güllü (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Utanç (1972), Cemo (1972), Kambur
(1973), Deli Kan (1981), Hacı Arif Bey (1982), Ve Recep Ve Zehra ve Ayşe (1983), Ölmez Ağacı (1984), Merdoğlu Ömer Bey (1986), Gramofon
Avrat (1987), Arkadaşım Şeytan
(1988), Dinle Neyden (2008), Hiçbir Gece (1989), Her Gece Bodrum (1992), Kanayan
Bosna (1993).
KAYNAK: Beşir Ayvazoğlu / Batıya Gide Gide Doğuya Çıkan Kadın:
Ayşe Şasa (Defterimde Kırk Sûret (3.bas., 1999, s. 137-141), Murat Kapkıner /
Bu Aziz Millet (Kafdağı dergisi, sayı: 52, Mayıs 2000), Sadık Yalsızuçanlar /
Söyleşi: Ayşe Şasa ile İbn Arabî Karşılaşması Üzerine (Hece, Eylül 2003),
(Atilla Dorsay / Yeşilçam Günlüğü (Milliyet Sanat, Şubat 2003), Burhan Eren /
Allah ‘Ol’ der ‘Yok ol’ demez (Söyleşi, Zaman, 3.10.2004), İhsan Işık / Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2. bas. 2007), Ayşe Şasa
son yolculuğuna uğurlandı - Türk sinemasının unutulmaz senaristlerinden Ayşe
Şasa, son yolculuğuna uğurlandı (hurriyet.com.tr, zaman.com.tr, 17 Haziran
2014), TYB Kültür ve Sanat Yıllığı (2015).
Ayşe Şasa vefat etti. Onu
ilk kez, Dergâh dergisinde yayımladığı Yeşilçam günlükleriyle tanımıştım.
Doksanlı yılların başı. Sonrasında bu yazılar kıymetli bir kitaba dönüştü.
(Kasım 1993) Bu cümle, birçok açıdan kendisiyle ilgili ipucu verebilir:
"Dilimden düşmeyen üç kelime var: İlham, keşif, fetih." (Yeşilçam
Günlüğü, Küre Yayınları, sayfa 88) O kitapta altını çizdiğim yer- lerden biri
de Bülent Oran için kullandığı "rakibim ve kurtarıcım" ifadesiydi. Ne
kadar güzel. Yıllar sonra, onu, "müthiş merhamet sahibi bir insan"
olarak anar. (Bir Ruh Macerası, sayfa 119)
Kırklar dergisini
çıkarırken, Ayşe Hanım"ın birçok yazısını yayınlama mutluluğu yaşadık.
2002 yılının haziran ayından başlayarak, dört bölüm halinde Bir Doğu Aristokratının
Notları"nı. Bu yazıyı 1988"de kaleme almıştı ve "ölüm- süzlüğün
baharı"ndan bahsediyordu. Hemen peşinden, Bir Dönüşümün Öyküsü geldi.
(Ocak 2003, sayı 25) Sylvia Plath"tan İbn Arabi"ye, dokunaklı bir ma
ceranın hasılasıydı bu. "Dünyayı modern batının sığ, hastalıklı, perişan
ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz yaşımda şizofreniye götürdü"
diyordu. Bana hep şöyle gelmiştir: Yahya Kemal, "gördüm ve anladım yaşamak
mâcerâsını" dizesini sanki Ayşe Hanım için yazmıştı, söylemişti.
"Serada büyütülen" bir çocuk, yolculuğunun sonunda, "hayret
yaylası"nın bir sakini olup çıkmıştı. Hasanali Yıldırım"la yaptığı
söyleşide, yolculuğunu şu şekilde özetler: "O kadar radikal bir değişim ki
bu, bir ömürde iki ayrı hayat gibi…"
Ayşe Şasa, "hakikat
kelimesine aşırı bir ilgisinin ve merakının olduğunu" söyler. (Bir Ruh
Macerası, Timaş Yayınları, sayfa 14) Bir baba olarak gördüğü ve aralarında
kalbî münasebetin bulunduğu Kemal Tahir"i anlattığı yazısını dergimize
gönderdiği vakit, bugün gibi hatırlıyorum, çok heyecanlanmıştık. Kemal Tahir
için "hakikat arayıcısı bir ârif" tanımını kullanıyordu. (Aralık
2002, sayı 24) Şimdi daha iyi anlıyorum; aynı ifade yahut durum, kendisi için
de geçerliydi. Yine, Kemal Tahir"in "biz bu dünyaya çile çekmeye ve
pişmeye geldik" sözü onu derinden etkiler. (Bir Ruh Macerası, sayfa 110)
Kemal Tahir, o ünlü sözünü, yirmili yaşların başındaki Ayşe Hanım"a
söylemiştir: "Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey
yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç."
Kırklar dergisinin ikinci
dönemine Ayşe Hanım"la söyleşi yaparak başlamıştık. (Mayıs 2003) Delilik
Ülkesinden Notlar kitabı yeni çıkmıştı. Yazma gerekçesini / derdini şöyle
temellendiriyordu: "Şükrümü ifade edebilmek için yazıyorum." Kendisini,
akıllılar dünyasını seyreden bir deli olarak resmediyordu. O dünyanın anahtar
kelimesi ise kibirdi. Bana kalırsa, "unutamamak" da onun anahtar
kelimelerinden biriydi.
Delilik Ülkesinden Notlar,
"koyu bir inanç- sızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler
yaşar, neler görür, neler söyler?" cümlesiyle / sorusuyla başlar. (Sayfa
9) Fakat asıl şahitliğini Bir Ruh Macerası kitabında anlatmıştır. Bu kitap,
"dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalan bir insanın iç dünyası"nı
ortaya çıkarır. Çünkü "insanoğlunun kalbinde bir cennet var"dır. (Bir
Ruh Macerası, sayfa 144)
"Hayatımın ilk yarısı
bir korku filmi gibi geçti" (158) diyen Ayşe Şasa; ikinci yarısında,
"onlara baktığında Allah"ı düşünürsün" (148) sözünü hatırlatan
insanlarla karşılaşır. Yeni dünyasından / muhitinden memnundur: "Birbirini
Allah için sevmenin nasıl bir şey olduğunu ben bu dönemde öğrendim. Hiçbir
menfaate dayanmayan sevginin ne kadar derin ve kalıcı olduğunu..." (153)
Ve "mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez." (141)
Füsusu"l Hikem"i
okuduktan sonra, kendisine şöyle seslenir: "Ayşe, bugüne kadar okuduğun,
öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı
diyorum." (128) Sonrası, muhasebe ve pişmanlık: "İnsanların gelenekle
bağları kopunca her şey kopuyor, dünyayla bağı da kopuyor, olup biteni
algılayamıyor." (43) "Hüma- nist dünya görüşü, esasen insanları
geleneğe, vahye karşı kışkırtan bir akım. İnsanı ilah konumuna getiren,
vahiyden ve gelenekten, ahiret düşüncesinden koparan bir şey." (67)
"Asrın icabına göre" yetiştirilmiş, Hıristiyan ve Yahudi mürebbiyelerin
elinde büyümüş, daha çocuk yaşta kiliselerle tanıştırılmış, bir zaman kendini
onlardan sanmış, Amerikan Kız Koleji"nden mezun olmuş bir insanın sözleri
bunlar: "Medeniyetimiz, maneviyatı en doruk noktalarda yaşamış çok büyük
bir medeniyet. Bunlarla tanıştırılsaydık, kim bilir ne kadar farklı hayatlar
vücuda gele- cekti, bunları düşünüyor, hayıflanıyorum." (81) Nihayetinde,
"bomboş bir kalpten bambaşka bir dünyaya" geçer: "Aynı mekânda,
ne büyük bir ruh macerası geçirdim. Tam anlamıyla bir hicret olayı." (156)
Yaşadığı yalnızlık ve
hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene sokağa çıkamaz. Dostlarıyla,
telefonda görüşür, konuşur. Yüzünü görmeden, yeni insanlarla tanışır. O uzun
telefon konuşmalarımızı unutmamın imkânı yok. Her biri, aziz bir hatıra olarak
kalbimdeki yerlerini aldılar. Ayşe Hanım, telefon konuşmalarını şöyle yorumlar:
"Dünyayla, telefon hattı üzerinden kurduğum bir rabıta var." (Delilik
Ülkesinden Notlar, sayfa 136)
Yazımız boyunca, Ayşe
Şasa"nın üç kitabına yer verdik. Dördüncüsü, Şebek romanı. Yayınlanmadan
çok önce bu dosyayı okumuş, hatta bir bölümünü Kırklar"da yayınlamıştım.
(Eylül 2004) Muhtemelen, müsveddeleri arşivimde duruyordur. Şebek romanını,
Ayşe Hanım"ın şu cümlesi eşliğinde değerlendirmek gerekir: "Kafka"nın
büyük bir etkisi var üzerimde." (Bir Ruh Macerası, sayfa 71)
Evet, bu âlemden,
"kadere rıza duygusu, sabrı, tevekkülü, bir başka boyutta zenginleşmeyi
getiriyor" diyen bir Ayşe Şasa geçti. Ceylanların, koşarken dünyaya
dokunuşu gibi. Bütün ağırlıklarından kurtulup öyle. Mekânı cennet, makamı âli
olsun.
KAYNAK: Yeni Şafak 18.6.2014
Nefsimizden kurtuldukça, aracın
etki alanı bize hiçbir şey dememeye başlayacak ve biz o aracı aşmaya
başlayacağız. Yani, bunun çaresi, içe doğru cihad.
DERGAH DERGİSİNİN Temmuz–93 sayısında, farklı bir “sinema” yazısı vardı. Neredeyse dört yıldır dergide “Yeşilçam Günlüğü” tutan Ayşe Şasa, bu kez sinemaya “esma–i hüsna” açısından bakmayı deniyordu. Şasa’nın dikkatini çeken vâkıa, bugünün sinemasının, tıpkı dayandığı medeniyet gibi, kahr, intikam, ölüm ve cebir üzerine kurulu olmasıydı. Bir anlamda, günümüz sinemasında “Allah’ın yalnızca ‘celâl’ isimlerini okunur gibidir” diyordu Şasa. Misaller de veriyordu; Mümit, Kahhar, Müntakim ve Cebbar gibi. Peki, “evrensel bir ibret aynası olarak düşünülebilecek sinema ve TV dünyasına Allah’ın ‘cemal’ isimlerini işlemek” mümkün olabilir miydi? Sinema, sözgelimi, Latîf, Cemîl, Rahîm, Rahman, Halîm, Bâsit, Müzeyyin gibi ilahi isimleri gönüllere ders veremez miydi? Bu soruları gündemimize getiren Şasa, “Böyle birşey mümkünse zaman içinde belki ancak müslümanlara nasip olabilecek birşeydir” diye de ekliyordu.
“Farklı” bir bakıştı bu; “sinema” ya belki de ilk kez, “esma–i hüsna” açısından bakılıyordu. Bu yönüyle, herşeyde ilahi isimlerin tecellilerini görmeyi ve her fiilimizle o tecellilere ayna olmayı ders veren Risale–i Nur’a da muvafık düşen bir bakış söz konusuydu. Dahası, bu yazıyı okuduğumuz günlerde, sonuçta bir arkadaşımızın önümüzdeki ay yayınlanacak bir yazısına vesile olan “Korku filmleri, Rabbimizin rahmetini, şefkatini, hikmetini, velhasıl isim ve sıfatlarını görmezden gelen bir ruh halini mi ele veriyor?” sorusuyla haşir–neşirdik. Yazı, bizim için, bu açıdan ilgi çekiciydi.
Şasa’yla, söz konusu tesbitinin perde gerisini konuşmayı daha o sıralar düşünmüştük. Ama her zamanki tembelliğimiz ve utangaçlığımız bizi aylarca oyaladı. O kadar ki, bu sırada Yeşilçam Günlüğü kitaplaştı. Sonuçta, otuz yıldır senarist ve yönetmen yardımcısı olarak “sinema”nın içinde olan Şasa’yla, kitabının yayınlandığı ay, kitabını okumamızın hemen akabinde görüşmüş olduk.
Kitapta, kısmen de olsa, Ayşe Şasa’nın hayat tarihçesinden kesitler bulmak mümkün. Bir Yahudi dadıya emanet edilen, sonra Protestan kolejinde okuyan, 18 yaşında sinemaya adım attığında ise “Marksist dünya görüşünü ekran aracılığıyla yaymayı görev tayin eden” Şasa, 1968’de senaryosunu yazdığı “Utanç” filminin eşliğinde, uzun bir “arasat” dönemi yaşamış. Bu filmde “kendi ruh çelişkilerini okuduğunu” yazıyor. Bu ise, “beni ağır bir kimlik bunalımına sürüklemişti” diyor. Bir dönem ağır bir sinir bunalımına yol açan, meslekten tümüyle çekilmemi gerektiren; bütün hayatım, bütün değer sistemim, bana etki etmiş tüm ideolojik yöntemlerle kıran kırana hesaplaşmamı gerektiren bu kişisel bunalım, 30 yaşımda başlayıp ancak 18 yıl sonra, 48 yaşımda nihayete erdi.”
Ayşe Şasa, bu süreçte, “30 yaşına kadar yürekten benimsediğini sandığı materyalist dünya görüşüyle asla uzlaşamadığı” sonucuna varmış. “Müslüman olduğuna açıklıkla karar vermiş.” Bundan sonradır ki, “sinemada yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın sınavından geçmesi icap ettiğini” kavramış. Bu çerçevede, “Sanat, nefis araştırmasının bir parçasıdır” da diyor.
Kitabında olsun, İzlenim dergisinin Kasım sayısında yer alan görüşmede olsun, arayışının müslüman olmakla nihai bir mecraya vardığını söylüyor Şasa. Ne var ki, bu arayışın bu kez yeni ufuklara yelken açma istidadı taşıdığı anlaşılıyor. Nitekim, günlüğü yazdığı dört yıl boyunca kendini “müslüman” olarak tanımlayan ve bu tanıma uygun bir hayatı benimseyen Şasa’nın kitabının ilk sayfaları ile son sayfaları, yine de, önemli nüanslar barındırıyor. Başlangıçta Doğu–Batı, Türk sineması–Batı sineması eksenine “hapsolmuş” diyebileceğimiz tahlillerin yerini, özellikle son bir yıllık dönemde “ilham, keşif, fetih, aşk ve dua” gibi kelimeler almaya başlıyor. Bu kelimeler “medyanın ‘batınî’ şifresini çözmeye başladığı zaman” diyor Şasa, “pozitif bilim dua karşısında ne kadar yaya olduğunu farkedecek. Silahı aşk ve dua olan derviş kamera denen aracın profan ufkunu delecek, onu şuhud âleminin sırlarına doğrultacak.” Yine bu son bölüm içerisinde, herşeyin “tek bir fonksiyonda birleştiği” vurgulanıyor: “yaşanan zamanın her anında, Allah’ı tesbih etmek. Bunu her varlık kendi türünde, kendi varlık dairesinde yapıyor.”
Sohbetimizin, teybe almama ve not etmeme gafletinde bulunduğumuz giriş kısmında, kitabına dair izlenimlerimizi soruyor Şasa. Az önce sözünü ettiğimiz değişimden söz ediyor ve “İlk bölümlerde Kemal Tahir’in ruhu geziniyor” diyoruz. Bu tesbiti kendisi de doğruluyor ve o yazıları bir nevi “kabz” halinde yazılmış yazılar olarak tanımlıyor. Son bölümlerdeki rahatlamayı ve açılmayı ise bir “bast” hali olarak görüyor. Ve bu “bast”, yani genişleme ve açılma halini, Bâsit olan Rabbimizin bir ikramı olarak görüyor. Son dönemde sülûk ettiği tasavvufun bu genişlemede bir vesile olduğunu da zikrediyor. Sohbetimiz bu minval üzere sürüyor, ve söz dönüp dolaşıyor, görüşme talebimizin ilk sebebine dayanıyor. Soruyoruz:
Sinemayı, bu çerçevede Batı sinemasını esma–i hüsna ekseninde ele alan bir yazınız yayınlandı Dergah’ta. Bu konu ne şekilde dünyanıza doğdu, anlatabilir misiniz?
Bizler Batı sinemasından etkileniyoruz. Sinemayı öyle öğrendik. Batıyı izleyerek öğrendik. Bugün de sinema yapmak deyince Batı sineması düşünülüyor. O kategorilerde düşününce o dünyanın içinde düşünüyorsunuz. Çıkamıyorsunuz. Fakat biraz kendi kendinizi bulup, hüviyetinizi bulup meselâ İslâmî boyuta gelmeye başladığınız zaman, kendi yörüngenize oturuyorsunuz. Bu bahis o zaman ortaya çıktı ve zikir vesilesiyle ortaya çıktı. Zikreden insanları düşünürken çıktı. O zaman kendimize ait bir dünya olduğunu hissettim ve o dünyada birden farkettim ki, onlar dünyalarını hep ‘celâl’ isimleri üzerine inşa etmişler sanki. Yahudilikte bir “gaddar Allah,” “kabzeden Allah” kavramı var. Hıristiyanlıkta ilk günah fikri var. Bunların getirdiği bir Yahudi–Hıristiyan kasveti söz konusu. Batı sanatında müthiş bir kasvet var. Şahsen çocukluk dünyamda Yahudi ve Hıristiyan etkisi almış olduğum için fevkalâde kasvetli bir dünyadan çıkıyordum. Bu kefeni yırttıkça ve İslâmî dünyaya yaklaştıkça büyük bir ferahlama ve açılma hali oldu. Oradan gelen ilhamla, bizim kültürümüzde cemâl adların çok önemli bir yer tuttuğunu farkedince, bu iki gücün denge halinde olduğunu görünce, birden anladım ki, sinemada böyle bir boyutun olması gerekir. Bizim yapacağımız sinemada, bu, bütün dünyaya söz getirecek birşey olabilir.
Fakat yirminci asırda Batının gölgesinde sanat yapılıyor. Kendi ruh dünyamızı kurtarmak, kendi hüviyetimizi bulmak, ruh dünyamızı kendi temelleri üzerinde inşa etmek sorunu ile yüzyüzeyiz. Böyle yürüyecek. Yoksa, bizim kültürümüzün bütün yüzeyi, elden düşme Yahudi–Hıristiyan şablonlarıyla doludur. Türk edebiyatı ve bilhassa Cumhuriyet edebiyatı, bu şablonlar içinde deviniyor.
Bunlara alternatif ne olacak? Bakın, meselâ TGRT’nin filmlerini çok eleştiriyoruz hepimiz, baştan savma buluyoruz. Fakat orada bile, müslümanların sinema yapmasında, tuhaf bir şekilde daha ferah bir dünya çıktığını görüyoruz. Bu açıdan seyredin o filmleri, göreceksiniz, çok basit anlamda bile olsa, cemalî isimlerin gündeme gelmesi bakımından birşeyler var. Bize has şeyler var o atmosferde. Tabiî daha da geliştirilebilir. Derinleştirmek için ise, tefekkürü derinleştirmek gerekiyor.
Bunları yapabilmek, elbette tek başına olmuyor. Senarist daima rejisörle çalışır. Rejisör arkadaşları bu konuya angaje etmeye, birlikte düşünmeye çalışıyorum. Başka türlü olmuyor çünkü.
Yani, senaristle rejisörün beraberce o cemalî isimlerin cilvelerini görmeleri ve orada celâl–cemal dengesini hissediyor olmaları gerekiyor galiba.
Evet, dünyaları paylaşmak gerekiyor. Müşterek bir dünya inşa etmeniz gerekiyor. Konuşma yoluyla oluyor bu genellikle; müşterek bir dünya oluşuyor. O dünya üzerinde birşeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Ama bir senaryocunun tek başına böyle birşey yapması çok zor. İmkânsız neredeyse. Adam hissetmiyorsa sizin yazdığınızı, elbette seyirciye aktaramaz. Dediğim gibi, çok yoğun bir dikkat ve bunu yaşamak gerekiyor. Şimdi küçücük bir kadro oluşturup bunları müştereken düşünmeye çalışacağım.
Tarkovski’den bahisle, bir ifadeniz vardı kitabınızda. “İnsanlığı kollektif suça itebilen düpedüz bir cürüm aracı olabilen sinema alıcısını, çağın karanlığına tam karşıt bir ibadet ortamı husule getirmek” için kullanmak.
Tarkovski’nin sineması, yoğun olarak, bana bir örnek teşkil etti. Bilhassa Kurban filminde çok mistik birşey var. Orada sanki birdenbire ekran bir ibadet vesilesi haline geliyor gibi geldi bana. Bizim sinemamızda da bence metafiziğin eşiğine gelmiş sinemacılar var. Eşiğine gelmiş, ama kendisi de farkında değil. Yavuz Turgul bence böyle. Kendisine soruyorum, “İlahî meselelerle ilgili değilim” diyor, ama bir hazırlık var, bir yere açılma çabası ve bunun sancısı var. Aynı şekilde Halit Refiğ. Bence, Refiğ’in şuuraltı şuurundan önde gidiyor. Halit ilahi şeylere biraz sınırlı bakıyor ama, İki Yabancı filminde hayli metafizik bir bunalım, bir çerçeve var gibi geldi bana. Ama bunlar başlangıç. Tarkovski’de ise açık–seçik görünüyor. Sinemanın o kadar kanlı, vahşi, pornografik bir çerçeveden çıkıp bu kadar ulvi bir çerçeveye girmesi, Tarkovski denen çok mübarek insanın çok Hıristiyanca ıztırap çekmesi ile ilgili birşey. Sürgünde öldü zaten. Acı çekerek, filmlerindeki insanlar gibi yaşamış bir adam. Bazı derviş arkadaşlarım “Bu adam mutasavvıf, bizim kategorimize rahat girer, mülhime, ilham basamağında” falan diye tartışıyorlardı. Müslüman olmadan mutasavvıf olunmaz, ama vahiy kültürüne yaklaşma çabası ortak bir zemin olarak onu oraya götürmüş. Bu bana çok büyük bir ümit verdi, çok büyük bir hayranlık duydum. Dünya sinemasında böyle başka filmler de varmış —Afrika filmleri, Mısır filmleri, İslâm kültürü ile yapılan filmler içerisinde.
Cemaatle izlenmeye çok müsait birşey sinema. Gene Tarkovski örneğini veriyorum, inançlı bir kitlenin perdeye dikkatini bu konulara çekmiş olarak baktığını düşünün. Zannederim bu çok enteresan.
Baudrillard’ın filan Batıda kitleye umutsuzca bir bakışı var. Kitle onun için karanlık. Bizim insanlarımızın, Zaman gazetesinden, Değişim dergisinden insanların ne kadar iyimser baktıklarını örnekledim. Karamsar değiller, medya karşısında. Bu budalalıktan ileri gelmiyor, bunun çok objektif temelleri var. Batıda yüzyıllardır ibadet etmeyen, kutsalla bağını koparmış bir kitle var. Burada hâlâ ümmet esprisi var. Dikey bir çizgi üzerinde günde beş defa mirac eden bir insanı, o insandaki ruhî mekânı düşünün, iç mekânı düşünün. Bunu şimdi nasıl kitleye indirgersiniz? Nasıl böyle bir bireyin atomize olacağından söz edersiniz? Bilakis, her an daha ulvî bir noktaya o insanı celbedebilirsiniz gibi geliyor bana. Bu sinemacı için büyük bir ümit. Farklı bir seyirciye de sahibiz Batıdan. Daha bunları yapmadık sinemada.
Bu iş çok aktif, çok yoğun bir dikkat istiyor; bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü, bizi baskı altında tutan dünyanın imajlarını ve ideallerini önce yıkacaksınız. Tasavvufta, bildiğim kadarıyla, muhayyile ve tahayyülat diye ayırıyorlar. Muhayyile, hayal yapan, vehim üreten bir şey. Tahayyülat ise bilhassa Batının hiç bilmediği, insanın ilahi bir boyut üzerinde âdeta açık gözle rüya görme, hakikatı görme yeteneği. Batı bu yeteneğini tamamen kaybetmiş durumda. Yani tamamen rasyonelleştiği için kalbi kaybediyor. Ve tahayyülatı kaybediyor, tahayyülatın ilâhî basamaklarını kaybediyor. Bizim bu noktada bir avantajımız var. Kutsalla yürek bağımızı gayretle koparmamız bile çok yakın bir tarihe dayanıyor.Bütün irsiyetimizde bu yürek bağını taşıyoruz. Bu avantajımızı kullanırsak, Batının hiç bilmediği kalp gözüyle dünyaya bakma olayını dünyamıza getirmemiz mümkün olacak. İşte bu boyutu sinemaya getirirsek, o zaman belki meselâ Tarkovski’nin daha ötesinde bir yoğunluk gelebilir. Bu takdirde sinema sahte birtakım ilahların yüceltilmesinden çıkarılıp tevhid fikri etrafında işler hale getirilebilir.
Yalnız şunu da söyleyeyim. Bu söylediklerimin hepsi şu anda yuvarlak sözler. Hadi bakalım bunun pratiğini yap dedikleri zaman ben diyorum ki, tahayyülat seviyesinde bu yolun açık olduğunu görüyorum. Buna işaret ediyorum. Bize nasip olur veya olmaz, ama bizden sonrakilere olacağını biliyorum inşaallah.
(Sohbetin bu ânında, Ayşe Hanım, sinemaya gidip gitmediğimizi soruyor. Cevaben, uzunca zamandır gitmediğimizi, televizyonu da Tarkovski’nin Stalker’i gibi örnekler dışında, dolaba kaldırdığımızı söylüyoruz. Bunun üzerine televizyona uzanıyor sohbetimiz.)
Televizyon üzerinde tefekkür etmeye ayrıca çalışıyorum. Çok aşağılık bir araç; dünyevî boyut girdiği zaman. Derviş arkadaşlar, çok haklı olarak, “evrensel nefs–i emmarenin ifadesi” diyorlar. Ve nefs–i emmare kışkırtır, suç ortağı arar sürekli. O araç sürekli suç ortağı arıyor ve o tahayyülî boyutu aşağı çekiyor. Yani suç ortamı yaratmaya çalışıyor. Ancak belli bir mertebeye ulaşmış insanlar ekrana nazar ettiklerinde, o metafizik mesafeli bakışla bu araca baktığı zaman, böyle bir cerahat alanı gibi onu deşer, oradaki hastalığı görür ve bir şifaya doğru yönlendirebilir. Ama olgun bir mü’min yapabilir bunu. Çünkü eşyaya bile bir mesafe ile bakıyordur.
Bediüzzaman’ın bir dönem “ibret için” sinemaya gittiğini biliyor muydunuz?
Tamam ibret perdesi. Evrensel ibret perdesi. Ama içkinliğe kapılırsak, ki kesret karşısında bizi içkinliğe zorlayan bir yanı var, bu çok tehlikeli. Putperestliğe zorlayan bir yanı var, ama, bence burada mesele bizim nefsimize olan güvenimizle ilgili. Nefsimizden kurtuldukça, aracın etki alanı bize hiçbir şey dememeye başlayacak ve biz o aracı aşmaya başlayacağız. Yani, bunun çaresi, içe doğru cihad.
Aracın fethinden önce, kendi nefsimizi feth.
Evet, kendimizi feth.
Aracı fethetmek, bütün kanalları müslümanların eline vermek, kendi nefsimizi fethetmedikçe, açamadıkça bir çözüm ifade etmiyor.
Etmiyor, evet. Doğrusunu isterseniz aklım bir yere kadar geliyor, oradan öteye bunları aramızda konuşsak muhakkak çok güzel olacak. Batılının aklına gelen çarelerle bizim çarelerimizin farklı olduğunu zannediyorum. Bunu vurgulamak lâzım. İmkânlarımız bu kadar çoksa onları kullanmamız lâzım, ama önce bu imkânları farketmemiz lâzım.
Kitabınızın özellikle ilk bölümlerinde yoğun bir Doğu–Batı ayrışması var. İnsan, okurken, Batı insanının hiç mi kurtuluş ümidi yok diye düşünmeye başlıyor kimi zaman. Oysa Allah, Kur’ân’ın ifadesiyle, Doğunun da Rabbi, Batının da Rabbi olduğuna; ve insan her yerde insan olduğuna göre, Batı için de bir çıkış yolu mevcut olamaz mı?
Sözünü ettiğiniz hususlar, benim öfkemden ileri geliyordur. Oraya kendi iç karanlığımla beraber, öyle bir karanlık yüklüyorum ki… Sonra bilhassa tasavvufa girdikten sonra, zikir üzerinde düşündükten sonra bu mesele değişik bir hal aldı. Hu zikri, bana öyle geliyor ki, zaten bütün ikiliği kaldırıyor, duvarı yıkıyor. Ben–sen, ben–öteki, bunları kaldırıyor. O çerçeve içinde herşey “O”nun içinde eriyor. O zaman Batılının hiçbir zaman sahip olmadığı bir birliğe ve genişliğe ulaşıyorsunuz. Düşman da kalkıyor ortadan. Bu bakımdan dediğiniz rahatlama bende oldu. Kitabın ilk başlarında “Batıyla ilgilenmeyelim, bizim onlara söyleyecek lâfımız yoktur” deniliyor. Ama sonrasında, onlara bir şifa önerisinde bulunabiliriz diye düşünüyorum. Bu umut bende giderek çok güçleniyor. Bir çeşit ana tema haline geliyor. Ben Batının içinde yetiştim. Batılı dayağı yedim. Bunun nasıl dişe diş bir bunalım getirdiğini dışarıdan anlamak kolay değil. Bence, bizim insanlarımız o yüzden biraz lâkayt. Şu anda epey çok sayıda müslüman olmuş Batılı var. Benim böyle dostlarım var tek–tük de olsa. “O kadar karanlık bir noktadan canımızı buraya attık, şifa bulduk” diyorlar.
İsviçreli bir arkadaşım var, dünya çapında bir sanatçı, müslüman oldu. Bana çok ilginç birşey söyledi. Biz, dedi, kafamız artık Foucault’yu falan aştı, dedi. “Okurken böyle o kadar elektronik beyin haline gelmiştik ki, âdeta vidaların gıcırtısını duyuyorsunuz cümle kurarken. Beyin mekanik hale gelmiş” diyor. “Halbuki şimdi namaz kılmaya başladım. Kâinatın çevrimine bir kere uyuyorum, asla akılların alamayacağı bir sadeliğe ve birliğe ulaşıyor iç dünyam” diyor.
Yani âdeta kâinatla, çevresiyle barışıyor.
İşte gene bir genişleme var burada. Şimdi iki dünyayı yaşamış insanlar bunu çok güzel anlatabiliyorlar. Ben de, iki dünya arasında olmuş olduğum için, bu kıyaslamayı bir görev sayıyorum. Gerçekten bugün Türkiye’de de, Batıda da, Batının önerdiği ideallerle, normlarla yaşayan insanlar cehennemde kavruluyorlar. Ben bu cehennemde kavrulmuş insanlardan biriyim. Böyle kavrulduğum için zaten, labirentin ucunda ışığı gördüğüm zaman ‘bu kurtuluştur’ diyebiliyorum. Türkiye’de ‘Batılıyım’ deyip, Batıyı savunup asla Batının önerdiği değerlere riayet etmeyen, laçka davranan, dolayısıyla acı çekmeyen insanlar var. Sıkışınca Batılı oluyorlar, sıkışınca Doğulu, geleneksel…
Devekuşu misali. Yükü görünce kuş, uç denince deve.
Bizim insanımızın Batı karşısındaki büyük lâubaliliği buradan geliyor. Burada halkı da suçlayamam. Çünkü halk gerçekten masum. Bu konuda zihnî, entellektüel birşeyi ondan bekleyemeyiz. Fakat işte aydınlarda çok kızdığım husus, kendisi özel hayatında fevkalâde geleneksel şeyler içinde, ama lâfa gelince başka insanları ceberut bir şekilde Batıcılığa yöneltmeye çalışıyor. O Batı normlarını hiç tatmadığı için, bedelini ödemediği için ne kadar yakıcı olduğunu da bilmiyor. Birey birey diye bir lâf. “Bireyci olalım”. Haydi ol bakayım, komşunun boğazını sık bakayım göreyim. Sonuna kadar gideceksin. İnkâr ediyorsan İlâhî Varlığı, hakikaten inkâr et. Hiçbir noktada Allah diye bağırma, göreyim seni. Bunları yapmıyorlar.
Bediüzzaman, şu zamanda insanlara imanda manevî bir cennet, küfürde ise manevî bir cehennem bulunduğunu gösterme lüzumundan sözediyor. Bunu şu zamanın bir ihtiyacı olarak tesbit ediyor.
Bu çok önemli benim için. Çünkü ben bunu ikide bir söylüyorum. Söylediklerimi toplayacak olursam, Batılılar o kadar büyük bir cehennemden geliyor ki, neticede kurtuluşa yaklaşanlar da çok oluyor. Bu gelen arkadaşlarımız öyle, ve artık bir daha oraya dönemiyorlar.
Çünkü cehennemi görerek gelmişler. Oysa biz…
Evet, bizimkiler en azından A’raftan daha kötü bir yere gitmiyor.
Oysa A’raf’ta olmak bir meziyet değil. Bir hak var, onu görüyoruz, ama oraya girmiyoruz, dışarıdan bakıyoruz. Cehennemi görebilsek, belki A’raf’tan da kurtulacağız ve imanın cennetine gireceğiz.
Bakın, ben çok ağır bir iç sorgulamadan geçtiğim onbeş sene içinde, cehennemi tasavvur etmek ne kelime, zaman zaman görüntüler görüyordum. Çocukken elinde büyüdüğüm Alman yahudisi bana gaz odalarını anlatmış. Çok somut bir cehennem yaşama şansım oldu benim. En basitini söyleyeyim, bana ağır krizler geldiği zaman zihnim bulanıyordu. Bunu önlemek için antipsikotik ilaçlar veriliyordu, bu ilaçların şiddetli yan etkileri vardı. Meselâ vücutta kezzap dökülmüş gibi yanma yapıyordu. Ben böyle yatakta yatıyordum, öyle bir yanıyorum ki, yatağın altında elektrik kabloları var zannediyorum, bana işkence yapılıyor zannediyorum, kendimi temerküz kampında zannediyorum. Çocukluğumda o yahudi dadı bana hep onları anlatmış, bu sefer acayip zehir kokuları geliyordu. Neticede hakikaten çok korku verici, feci korku verici, son derece cehennemî şeyler yaşadım. Sonuna doğru, işte imana yaklaşmaya başladıkça da cennet güzellikleri görünmeye, gül ve sümbül kokuları gelmeye başladı. O zaman dedim ki, herhalde din kitaplarının anlattığı bu, böyle birşey.
Diyeceğim o ki, bu dünyadayken cehennemi bir hayli görebilmiş olmanın, yahut bazı şeylerine ulaşmış olmanın avantajını gördüm. Çünkü “aman” dedim, “buradan kurtarayım kendimi, bunu sonsuza dek yaşamak çok korkunç olur” dedim. Benim için çok büyük bir ikaz olmuştu ve hep demişimdir, hastalığım sırasında ne kadar bedbaht ve şanssız bir insanmışım diyordum. Başta yokuşu çıkıp da düzlüğe vardıktan sonra, dünyanın en bahtlı kuluymuşum dedim.
15/05/2004
© 2010 karakalem.net, İnci Şirvan
http://www.karakalem.net/?article=862- Erişim 28.12.2011
Yaklaşık iki yüz yıldır batıya gitmeğe çalışan bir trendeyiz. Lâkin ne
denli uğraşsak batı bize “el kapısı” oluyor ya da Avrupa Birliği kıstasları, kriterleri ciddi bir mania teşkil ediyor.
Anlamamazlıktan geliyoruz inancımızdan ötürü dışlandığımızı. Hani diyoruz AET
ekonomik bir dayanışma topluluğu idi. O şimdi bir “Hristiyan Birliği” diye
üfürüyorlar arkadan. Bir ara “olsun bunda ne var, gerekirse camilerimize sıra
bile koyarız” düşüncesi bile geçmedi mi akıllardan. Yeter ki “aile resmi”nde
yerimiz olsun değil mi. “Geniş aile”de yer yoksa bile “genişletilmiş aile”de
olsak da yeter, beyinsizliğinin dumura uğrattığı bir alabora hali. Bizim
aydınımızı helâk eden toplumsal
şizofrenide kayıplarımızın haddi hesabı yok ama artık biz önümüze bakalım.
İkircikli bir yapı oluşturan toplumsal düzenin yarattığı “farklı kesimler”,
“farklı bakış açıları”, yarılmalar, bölünmeler, kırılmalar, travmalar ve
darbeler içinde bir ülke nasıl yol alır? Oğuz Atay’ın –belki de kendi olan oyun
kahramanı - “Oyunlarla Yaşayanlar” dan
olmayı sürdüremeyip hayatına son verdi. Yetik Ozan(Turgut Günay)’ı hiç anlamağa çalıştık mı? Ya gencecik yaşta
hayatlarına son veren şairlerimiz. Acaba onların kaybında bu toplumsal
şizofreninin ne kadar payı var hiç
düşündük mü? Sözü bir şekilde senarist, yazar Ayşe Şaşa’ya getirmek istiyorum.
“Sinemaya adım attığım 60’lı yıllarda Türk düşüncesine yerli bir
perspektif getirmek için büyük çabalar
gösteren rahmetli Kemal Tahir ile, sinema alanında onun fikirlerinden esinlenen
Halit Refiğ, Metin Erksan gibi sinemacılarla yaptığımız yoğun sohbetler beni
derinden etkilemişti. Anti-Batıcı marksistler
olarak, o dönemde geliştirmeye çalıştığımız sistematik, 70’liyılların
ortalarına doğru beni tatmin etmekten artık uzaktı…80’li yıllardan başlayarak
artık kimliğimi yeni bir boyut çevresinde derinleştirmeye çabalıyordum. Tevhid
düşüncesi, İslâm metafiziği, tasavvuf bu
yeni boyutun odağını teşkil etmekteydi”.(1) Halini ve çabasını böylece
özetleyen Ayşe Şasa’ya yazdıkları ve yaşadıkları üzerinden dikkatlice bakarsak
dirayetli ve hakikatli bir insanı, bir kadını, bir sofiyi görürüz.
1941 İstanbul doğumlu olan Ayşe Şasa; zengin ve şasaalı bir hayat tarzı
süren Avni-Melike Şasa çiftinin üç çocuğundan biridir. Dadılarla büyütülüp özel okullarda okutulan ama yalnızlık ve
iletişimsizlik yüzünden ruhu ve bedeni incinen bir çocuktur O. Ana-baba şefkatini özleyen, Yabancı uyruklu dadıların
hoyrat yaklaşımlarına maruz kalan,ana-baba şefkatine çok muhtaçlık duyan küçük
Ayşe daha yedi-sekiz yaşlarındayken bir kâğıda “Ben çok yalnız bir çocuğum. Bu
şişeyi bulan lütfen beni arasın” diye bir not yazacak kadar keder içindedir.
Baba Avni Bey ise “tenis, yelken, avcılık, kayak ve balık tutmak” gibi
tutkuların peşindedir. Şunlar Şasa’nın
bizzat yaşayarak vardığı bilindik ama tekrarlamayı ve sorgulamayı gerektiren
tesbitlerdir : “Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil
öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu
insanlara görgülü demekte zorlanıyorum. İşte bütün bu Batılaşma modasının
trajik bir maraz olarak ortalığı kemirdiği bir döneme denk düşüyor benim
çocukluğum”… “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne fikirden ne de
kültürden nasibini almış bir garabet”.
1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitiren Şasa bir dönem Robert
Kolej İdari Bilimler Bölümü’ne devam eder. Onsekiz yaşında sinemaya girerken
Marksist bir bakış açısını sinema yoluyla yaymayı misyon edinir. “Sinemaya
girdiğimde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulamaya çalışmıştım. Türk
sinema seyircisi,Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana
tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak
edişimi, beni kendimle yüzleştiren Türk sinema seyircisine borçluyum. Hayat
hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam, hep bir arayışın, hakikat
arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim” (2). Bu arada Ayşe Şasa,
Paris’te Yüksek Sinema Enstitüsü’nü
bitirip yurda dönen yazar, yönetmen ve çevirmen Attilâ Tokatlı ile evlenir. Bu
evlilik –geçim sıkıntısı ve anlaşmazlıklar yüzünden- kısa sürer. Tokatlı’dan
ayrılan Şasa bir süre sonra yönetmen Atıf Yılmaz’la evlenir. Senaristliğe 1963
yılında yönetmenliğini Memduh Ün’ün yaptığı “Çapkın Kız” filminin senaryosunu
Bülent Oran’la birlikte yazarak başlayan Şasa; ilk senaryosunu takiben, 1973
yılına kadar şu filmlerin senaryolarına imza koyar: “Cemile”(1964), “Son
Kuşlar”(1965), “Murad’ın Türküsü”(Yaşar Kemal’le birlikte, 1965), “Toprağın
Kanı”(Recep Bilginer’le birlikte, 1966), “Ah Güzel İstanbul”(Safa Önal’la
birlikte, 1966), “Kozanoğlu”(1967),
“Balatlı Arif”(1967), “Harun Reşid’in Gözdesi”(Sevda Sezer’in romanından
uyarlama, 1967), “İlk ve Son”(Esat Mahmut Karakurt’un romanından Memduh Ün ve
Bülent Oran’la birlikte yaptığı uyarlama, 1968), “Cemile”(1968), “Köroğlu”(1968),
“”Kızıl Vazo”(Peride Celâl’in romanından uyarlama, 1969), “Yedi Kocalı
Hürmüz”(Sadık Şendil’in oyunundan uyarlama, 1971), “Unutulan Kadın”(Bülent
Oran’la birlikte, 1971), “Battal Gazi Destanı”(1971), “Güllü”(Atıf Yılmaz’la
birlikte, 1971), “Cemo”(Kemal Bilbaşar’ın romanından uyarlama, 1972),”Utanç”(1972),
“Kambur”(Erdoğan Tünaş’la birlikte,1973), “Güllü Geliyor Güllü”(Erdoğan
Tünaş’la birlikte,1973). Ayşe Şasa bu devrede
“Hep O Şarkı”(1965) ve “Taçsız
Kral”(1965) filmlerinde de yönetmen yardımcılığı yapar.
Ailesinden göremediği ilgiyi; kültür sanat alanında çalışırken edindiği
dostlarında arayan Ayşe Şasa, ilk defa
bir film setinde karşılaştığı Kemal Tahir’den ciddi bir alâka görür. “İlk
gördüğüm zaman beni çok etkiledi Kemal Tahir. Çünkü benim içinde yaşadığım
dünyanın çok dışında bir dünyadan söz ediyordu. Anadolu insanından, Osmanlı’dan
söz ediyordu. Burada insiyaki olarak o andan itibaren geleneğimi aramaya başladım.
Ve Kemal Tahir çevresinde bu nedenle yer aldım. Yani Batıya karşı gelirken, ona
karşı köklü, yerli bir gelenek arıyordum. Ve bu ihtiyacımı, bu arayışımı çok
iyi cevapladı Kemal Tahir.”. Kemal Tahir
ve eşi Semiha hanımı manevi anne ve babası sayan Ayşe Şasa, Kemal Tahir’in
Osmanlı ile Batı Medeniyeti arasındaki farklılıkları izahından etkilenir. Bir
de Tahir’in şu sözleri ufkunu açar: “Maskaralık ve şaklabanlık yaptığın
müddetçe seni baş tacı ederler. Fakat ciddi ve sahici bir şey yaparsan, yapmaya
teşebbüs edersen kimse yüzüne bakmaz ve ilgilenmez. Dahası husumet beslerler.
Onun için yolunu seç”. Zamanla Kemal Tahir hakkında billurlaşan şu görüşlerini
kaleme alır: “Kemal Tahir’i, onun
sanatçılığını ve düşünürlüğünü aşılmaz yapan sır onun kişiliğindeki erişilmez
tevazu.. Tasavvufta “âdab” tabir edilen
o büyük iç terbiye…Hakikate inanılmaz bir alçakgönüllülük ve geniş yüreklilikle
bakma yeteneği.. Kendini, kendi nefsini, hakikatin işleyişi karşısında sürekli
denetim altında tutma, gerilere çekme becerisi.. Hakikate, nereden, hangi
kaynaktan gelirse gelsin, peşin yargısız teslim olma, olabilme genişliği.
Devlet Ana’da sözü edilen ‘gereğinde çocuktan, deliden, kadından bile akıl
alma’ bilgeliği.. Yol Ayrımı’nda Doktor Münir Bey’in varlığında tarif edilen o
kutsal nitelik : ‘Onda gereğinde en ağır çilelere sabırla katlanmayı bilen
insanların onurlu terbiyesi vardı..’ Kemal Tahir’i erişilmez yapan şeyin bir
âdab, bir iç-terbiye olduğunu kavrayınca, ulaştığı o delici vizyonun –Doğu Batı
çelişkisinin, Batı yasalarının Doğu üstündeki öldürücülüğü konusundaki eşsiz
tesbitlerinin – neden pek çoklarınca anlaşılmadığını da kavrıyorum. Aynı âdabı
paylaşmayan, ondan yoksun olan kimselerin, bu âdabın ürünü olan o büyük vizyonu
da paylaşmaları mümkün değildi.. Böyle vizyona varmak, elbette, her şeyden
önce, bir makam, bir mertebe sorunuydu… Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı konusu,
özü, biçimi itibariyle, Türk sanatını yüz elli yıldır, acıklı bir biçimde
pençesinde debelendiği batılı trajik hayat görüşünden bütünüyle arıtıp trajik
olmayan yerli hayat anlayışına, bu anlayışın beslediği zengin yerli estetiğe
kavuşturmuştu.. Bu, yalnız Türk sinemacılarına değil, Türk sanatının bütününe
sunulmuş, çok geniş spektrumlu ölümsüz bir hayat kaynağıdır. 1968 yılında Halit
Refiğ’in öncülüğünde billurlaşan Ulusal Sinema görüşü, esinini şüphesiz Kemal
Tahir’e borçluydu.. O günden bu yana ve bu günden geleceğe, Türk sanatında,
mahalli boyutun özgün derinliğini taşıyacak her kuramda, her üründe yine
mutlaka Kemal Tahir’den bir iz olacaktır.”(3)
Marksist bir sinema anlayışını batılı bir dramaturjiyle halka aktarmak
cehdiyle başladığı sinema serüveninde Kemal Tahir’in yönlendirmesi ve kendi iç
gözlemleriyle içinde bulunduğu açmazı hisseden Şasa ilk kavrayışlarını şöyle
dillendirir: “Sinemaya ilk girdiğim yıllarda en büyük tasam, Türk filmine
cahili olduğu Batılı dramaturjiyi giydirmek, o günkü Batıcı zihniyetime uygun
olarak onu “adam etmek”ti (!). Batılı dramaturjiyi Türk filmine giydirince
ortaya çıkan onulmaz sahteliği ve sakaleti ancak sonraları fark etmeye
başladım. Yerli malzeme –Türk hayatı, Türk davranışı,Türk jesti- Batılı sanatın
biçim anlayışıyla bağdaşmıyor, ortaya malzemenin sürekli kustuğu bir çirkinlik
çıkıyordu. Türk sinemasını sahiciliğe ulaştırabilmek için, öncelikle Türk
toplumunun özgün yapısından, Türk tarihinin özelliklerinden kaynaklanan yeni
bir espriyi, Türk nomosunu derinlemesine kavramak; onu bütün ayrıntılarıyla
nitelemek, tarife sunmak gerektiğini o zaman fark ettim.”.(4) Ulusal Sinema
akımı içinde bir biçimde yer alan Atıf Yılmaz-Ayşe Şasa çifti de diğer Ulusal
Sinemacılar gibi Ortodoks marksistlerden tepki alırlar. Bunu Şasa şöyle
dillendirir: “1968’de Atıf Yılmaz(Şasa’nın ikinci eşi) ve ben Türk sinemasında,
Türk filmlerinde orta oyunundan, minyatürden yararlanmaktan söz edince, en
saygın eleştirmenler tarafından alaya alınmıştık. Bir Batılı(Avrupalı ya da
Amerikalı) filmcinin filan empresyonistten etkilenmesi, falan Batılı filmde,
örneğin gotik esin kaynaklarından söz etmesi bir erdemdir de, bizim kendi
malzeme ve dünyamıza yönelmemiz nedense hep şüpheyle, alayla karşılanır.
Şovenlik karalaması hazırda bekliyordur. Bütün bunlara rağmen, 1950’den bu yana
yapılagelen Türk filmlerinde, çoğunlukla sanatsız ve bilinçsiz bir biçimde de
olsa mahalli bir sinematoğrafinin, hiç değilse bazı müphem ipuçları vardır.
Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler, bu
eğilimleri yüzeye çıkarmak konusunda bazı spontane buluşlar yapmışlardır.”. (5)
Çocukluktan itibaren yaşadığı travmalara düşünsel sıkıntılarının
eklenmesiyle sarsılan Ayşe Şasa bir manada mürşidi saydığı Kemal Tahir’in
kansere tutulmasına ve bu hastalıktan ölmesine
de çok üzülür. Hastalığı artar . 1981’de okumağa başladığı mutasavvıf, düşünür
ve şair Muhyiddin İbn Arabi’nin “Füsûsu’l- Hikem” adlı eseri Ayşe Şasa’yı tam
anlamıyla İslâma ve İslam tasavvufuna yönlendirir. Taptaze ve yeni bir enerji
ile yeni senaryolar yazmağa ve sinema üzerine yeni fikirlerini kaleme almağa
başlar. “Çocukluğumda ve ilk gençliğimde tabi olduğum yoğun Yahudi-hristiyan
etkileriyle derinden hesaplaşmaya o dönemde giriştim. Sinema yaratıcısının
bilinç altını ayna gibi dışarı vuran bir sanat. Senaryosunu yazdığım filmde (‘Utanç’
filmi) kendi ruh çelişkilerimi okumak beni ağır bir kimlik bunalımına
sürüklemişti. Kim olup kim olmadığıma karar vermek için yoğun bir oto-analize
girişmem gerekti. Bir dönemde ağır bir
sinir bunalımına yol açan, meslekten tümüyle çekilmemi gerektiren; bütün
hayatım, bütün değer sistemim, bana etki etmiş tüm ideolojik yöntemlerle kıran
kırana hesaplaşmamı gerektiren bu kişisel bunalım otuz yaşımda başlayıp ancak
on sekiz yıl sonra, kırk sekiz yaşımda nihayete erdi. Kim olup olmadığım
yolundaki sorgulamanın bir aşamasında kim olduğum sorusuna kesin cevabı
bulmakla kalmadım; otuz yaşıma kadar yürekten benimsediğimi sandığım
materyalist dünya görüşüyle asla uzlaşamadığım sonucuna vardım. Yahudi ya da
hristiyan değil, Müslüman olduğuma açıklıkla karar verdiğimden sonradır ki
zenaatımda, sinemada da yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın
sınavından geçmesi icap ettiğini kavradım. Trajik dünya görüşünü reddedip
trajik olmayanın peşine düşmem bu dönemece rastlar… Sanatı nefis araştırmasının
bir parçası olarak görmeyenler için sanatçının kimliği önem taşımıyor. Bugünkü
Türk sinemasında, kendim gibi duymaya, düşünmeye eğilimli olanlar içinse bir
tek çıkar yol görüyorum…Olabildiğince samimi ve çok yönlü bir kimlik
araştırmasından geçmek…” (6)
Ayşe Şasa “hayatımda karşılaştığım en olağanüstü metin” dediği “Füsûsu’l-
Hikem okumalarıyla yıllar boyu pençesinde kıvrandığı ruhsal
rahatsızlıklarından, şizofreniden kurtulur. Bu arada 1981 yılında derviş meşrep
bir yazar ve senarist olan Bülent Oran’la hayatını birleştirir. İyileşmesinde
ve yeni bir anlayışa yönelmesinde Yeşilçam’ın bu ermiş ruhlu senaristinin de
büyük payı vardır. “Eşim Bülent Oran’ı, onun temsil ettiği geleneksel hayat
anlayışının, bütün zorlamalara ve eleştirilere rağmen Yeşilçam’dan asla
kovulamayışının nedenini şimdi çok daha derinlerde arıyorum. Kaynağını
masaldan, halk hikâyesinden alan trajik-olmayan yerli hayat görüşü, Batı
sineması ve batılı yaşam tarzı ile gelen Prometeci trajik eğilimleri, kendi ana
eksenini bozmadan eğip bükmüş, trajediye direnen bir dram anlayışı
oluşturmuştur. .. Yeşilçam melodramı yerli hak masalı ile Batılı dramın garip
bir karışımı, trajik-olmayan bir dram türüdür. Bülent Oran’ın deyimiyle, bizim
mutsuz sonlarımız bile mutludur. Çünkü filmin sonunda birbirini seven
kahramanların ikisi birden ölünce seyirci bilir ki kişiler ‘ahirette yeniden
buluşacaklardır.’. Bizim yerli filmlerin öykülerindeki arabesk sarmallar bu
açıdan aslında ‘son’ tanımazlar. Tabi olduğu tüm kültürel baskılara ve erozyona
rağmen geleneksel kültürümüzde onca güçlü olan ezel ve ebed duygusunu bizim
insanımız kaybetmemekte, bu anlamda hayata ‘son’ tanımamaktadır. Eşim Bülent
Oran’ın sinema tarihine sadece bir senaryo rekortmeni ya da basit
anlamıyla popülist bir profesyonel olarak geçmesi, bize has bir dramaturjinin künhüne
ulaşmamayı içerecektir. Bir âhir zaman Osmanlı aristokratı olarak Oran bize
geleneğin silikleşmiş, sulandırılmış ama sürekliliğini yitirmemiş bazı önemli
karakteristiklerini işaretlemektedir. Tüm kitschleşen üslûbuna rağmen Yeşilçam
asli geleneğine hiç ihanet etmemiştir. Onun kitsch’in ardında kurmaya çalıştığı
ahir-zaman dengelerinden âhir zaman gizlerinden, hem insanımızın hem
sinemamızın tarzları için öğrenilecek çok şey vardır. Sinemaya girdiğinde Yunan
trajedilerini yerli filmlere uygulama gayretine düşen benim gibilere kıyasla
Bülent Oran elbette daha orijinaldir, yaklaşımı çok daha anlatıcıdır. Çağlar
boyunca silikleşmiş ama kesintiye uğramamış geleneğimizyeniden canlandırılmayı
ve zenginleştirilmeyi bekliyor. Bu güçlü temel üzerinde, geleneğin temeli
üzerinde, gerçek anlamında –tabiri caizse- irfanî bir sinemanın
yapılarınıkurmaya çalışmalıyız.”
Ayşe Şasa’nın yeniden doğduğu bu evrede tasavvufi düşünce, özellikle de
Arabi’nin eseri ona yepyeni bir ufuk açar. Giderek bir sinema düşünürü portresi
çizmeğe başlayan Şasa’nın bu evredeki çekilen senaryoları şunlardır:
“Delikan”(Atıf Yılmaz ve Onat Kutlar’la birlikte,1981), “Hacı Arif
Bey”(Dört bölümlük televizyon filmi, Bülent Oran’la birlikte, 1982), “Ve Recep
Ve ZehraVe Ayşe”(Yusuf Kurçenli ve Mahmut Cevher’le birlikte, 1983), “Ölmez
Ağacı”(Yusuf Kurçenli ve Bülent Oran’la birlikte, 1984), “Merdoğlu Ömer
Bey”(Yusuf Kurçenli ile birlikte, 1986), “Gramofon Avrat”(Yusuf Kurçenli ile
birlikte, 1987), “Arkadaşım Şeytan”(Ümit Ünal, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ile
birlikte, 1988), “Hiçbir Gece”(Selim İleri ve Levent Dönmez ile birlikte,
1989), Her Gece Bodrum”(Selim İleri ile birlikte, 1992) ve “Dinle
Neyden”(İsmail Eren’le birlikte, 2008).
Ayşe Şasa’nın Dergâh dergisinde yazdığı – ve daha sonra kitaplaşan-
yazıları bir sinema düşünürünü de muştulamıştı. O önemsediği filmlere dair
görüşlerini yazıyor, sinemamızdaki her samimi gayreti not ediyordu. Sinema
günlükleri olarak yazdığı yazıların yanı sıra verdiği nitelikli mülakatlarla da
sinemadaki yeni çizgisini belirgin bir hale getiriyordu. 1993’te yayımlanan
“Yeşilçam Günlüğü”nü, 1997’de Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil’le birlikte
imzaladıkları “Düş Gerçeklik ve Sinema”
adlı kitabı takip etti. Bu kitapları “Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek(roman)”,
“Bir Ruh Macerası” ve “Vakte Karşı
Sözler” adlı kitaplarının yayımı izledi. Onun son değerlendirmelerinde
sıradanlığa yer yoktur. Sözgelimi televizyonda yayımlanan yerli dizileri ve
“İslami” etiketli bazı filmleri kıyasıya eleştirdiği “İçimizdeki yangın yeri ve
eşyaların öcü üstüne” başlıklı 4 Aralık 1992 tarihli günlüğünde şunların altını
çizer Ayşe Şasa: “Son zamanlarda TV’de yayınlanan bazı yerli dizileri izlerken
düşünüyorum. Bunların kimi kurulu düzene hiçbir ciddi eleştiri yöneltmeyen;
kimi ciddi, gayretli ve emek verilmiş bir eleştirel bakışa yeltenen çalışmalar.
Ama her iki türün sırt dayadığı dünya, gündemde tuttuğu nesneler dünyası
aynı..Söz konusu dizilerin hepsinde demirbaş dekor ve aksesuarlar belli. Lüks
yazıhane,-bar- içki bardağı-podyum-manken-köpüklü banyo-helikopter-gökdelen..
Bir American way of life(Amerikan tarzı hayat) tasası, bir glamour(cazibe)
endişesidir gidiyor. Ancak bu ithal malı glamour’un her zerresinde göze çarpan
vıcık vıcık bir sefalet var. . Pırlanta ucuz yalancı taşı çağrıştırıyor,
sarışınlığın ardında berber oksijeni var, gökdelen sanki betondan değil
kartondan bir maket… Her şeyiyle sırıtan bu kartonluk nereden geliyor?
Mücevherin ve saç boyasının yalancılığı, kullanılan malzemenin ucuzluğundan mı?
Hiç değil.. Bunlara korkunç özenilmiş, en iyisi aranmış, bulunmuş… Aslında
yerli malı medyadaki glamourun, özendirilmek istenen bu ithal malı hayat
tarzının kökleri ta 60’lı yıllardaki “Küçükhanım” tarzı filmlere kadar
uzanıyor.. İthal malı putların, ucuzluğun, bayalığın ve sakaletin üstüne kurulu
bir kibir dünyası o yıllardan beri karton kapitalizmin karton dekorları ve
aksesuarları olarak manevi evrenimizdeki yangın yerini süslüyor(!).. Karton
plâstik menşeli operet kapitalizminin 60’lı yıllarda dar gelirli küçük burjuvazi
arasında yaygınlaşmasına sebep olduğu bir karşı-kibir akımı, aynı derecede
karton, biçimsel ve operet işi bir solculuğun gelişmesine yol açmıştı. Modern
olmaya çalışan her nesne, her akım, her jest, yangın yerinin arkaik derinliği
ve muhteşem hüznü tarafından kusulup dışlanmaya mahkûmdu. O yıllarda yapılan
“sosyal adaletçi”, “eleştirel” filmlerimiz de kartondan ve plâstikten payına
düşen hisseyi bol bol alıyordu. Çatık
kaşlı patronlar, kürklü patroniçelerden ibaret kılınan şer görüntüsü,
karşısında hep o kartondan antitezi buluyor, çocuksu, sığ, isterik mi isterik
bir devrim anlayışını besleyip güçlendiriyordu… Şimdilerde sulugöz Pera
idealizasyonlarına, levanten hayranlıklarına yönelik, esasta aynı derecede
modern olan nostalji akımı da kendini bu kartonluktan, özentiden alıkoyamıyor.
Yangın yerleşik nesneleri silip süpürmüş. Sahiciliğin manevi boyutu 150 yıl
önce hılısını-pırtısını toplayıp göçmüş… Bilebildiği tek güvenlik alanına,
müminin kalbine çekilip gizlenmiş. Yerini yalanların putperest cehennemine terk
ederek… Bu arada ideolojik İslâmın öncülüğünü yapmaya çalışan o “İslâmi
film”lerimizin konumu göz ardı edilemez. Onların da kartondan, plâstikten,
işporta malı “kitsch”den aldığı payı incelemek ayrı konu alanları oluşturur.
Sözgelimi aksesuar başörtüler bağlayıp slogan attırarak varılacak İslâmın
stratejisi de karton ve plâstik nesneler cehennemine, nihai bir operet anlayışına
baştan yenik görünüyor.” (8).
Tasavvufla ülfetinden güzel ve
kıymetli birikimler derleyen Ayşe Şasa ulaştığı yeni kıyıları “Sinema ve
Tasavvuf” başlığı altında “Derviş ve
Sinema” altbaşlığıyla anlatır: “Elimde eşim Bülent Oran’ın son çalıştığı film
setinden bir fotoğraf. Kamera vizöründen dünyayı temaşa eden bir derviş.
“Derviş ve sinema” diyorum… Tasavvufa ilgi duyan arkadaşlarla sohbet ediyoruz.
Çeşitli zamanlarda yapılan bu sohbetlerden usul usul bir birikim oluşuyor.
Anlaşılıyor ki tasavvuf modern dünyaya yoğun bir ışık düşürmeye, taptaze
beklenmedik yorumlar getirmeye aday.. İçime öyle doğuyor ki tasavvuf, değişik
çevrelerde tartışılmakta olan “Bilginin İslâmileşmesi” sorununa umulmadık
çözümler getirmekle kalmayacak –Batıyı iyi bilen çağdaş mutasavvıflar ilham, keşif
ve fetih yoluyla “pozitif” bilginin batıldan hayra dönüştürülmesinde çok önemli
bir rol oynayacaklar… Tarkovski mistik bir ilhamla sinemayı tepeden tırnağa
dönüştürdü. Bizim sinemacılarımız bambaşka bir doğrultuda yol alarak bu sürece
beklenmedik açılımlar getirecekler.”(9).
Senaryolarının ve bilgece kaleme aldığı sinema değerlendirmelerinin yanısıra
kendi ruh macerasını; apaçık, olduğu gibi anlatan, delilik ülkesinden notlar
ileterek ruhi gelgitlerinin de günlüğünü tutan ama her daim sinemacı bakış
açısını koruyarak yaşamını bir film şeridi gibi
sunan bir yazardır Ayşe Şasa.
Deneyimlerini ve gözlemlerini kuramsal bir boyuta taşıma hamlesini de
gerçekleştirmiş az sayıdaki sinema düşünürlerimizdendir aynı zamanda. Şasa’nın 2014’teki
kaybının ardından hakkında; Aynur
Erdoğan’ın hazırladığı “Ayşe Şasa’nın Ardından”(10) bülteni ve Serdar Arslan’ın
derlediği “Hayret Perdesini Temâşâ / Ayşe Şasa Kitabı”(11) adlı çalışmalar
yayımlanır. Üzerinde daha geniş ve derinlikli incelemelerin yapılması gereken
bir şahsiyet olan Ayşe Şasa’nın doğumunun 77. yıl dönümüne denk gelen bu
günlerde kaleme aldığımız bu yazı muhtemelen dergimizin dünya kadınlar gününe ilişkin
atıfların yapıldığı Mart 2018 tarihli sayısında yayımlanacaktır. Bu çerçevede
de muhakkak ki çok değerli kadınlarımız içinde özel bir yere sahip olan Ayşe
Şasa hanımefendiyi saygıyla ve rahmetle anmak boynumuzun borcudur.
(1)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Ayşe Şasa’nın kitabına yazdığı önsözden. Dergâh Yayınları.
İstanbul 1993.
(2)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”.sh:107.
(3)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Dergâh Yayınları. İstanbul 1993. Kitapta yer alan 3 Nisan
1991 tarihli ‘Âdab ve Vizyon’ başlıklı günlükten. sh:65-68.
(4)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 76-77.
(5)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 27.
(6)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 106-107.
(7)
Ayşe Şasa,
Sadık Yalsızuçanlar, İhsan Kabil. “Düş, Gerçeklik ve Sinema”. Kitaptaki Şasa’ya
ait “Bülent Oran’ın Hayat ve Sinema Anlayışı” başlıklı yazıdan. İz Yayıncılık.
İstanbul 1997. Sh:137-138.
(8)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 111-114.
(9)
Ayşe Şasa. “Yeşilçam
Günlüğü”. Sh: 117-119.
(10)
Aynur
Erdoğan(Haz.). “Ayşe Şasa’nın Ardından”. Akif
Emre’nin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Dünya Bülteni Araştırma
Masası’nın 2014’te yaptığı derleme.
(11)
“Hayret
Perdesini Temaşa/Ayşe Şasa Kitabı. Derleyen: Serdar Arslan. İnsan Yayınları.
İstanbul 2015.