Bedri Mermutlu

Sosyolog, Müzikolog, Akademisyen, Şair

Doğum
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü

Akademisyen, sosyolog, müzikolog, şair. 1953 yılında Diyarbakır’da doğdu.  Diyarbakır’ın tanınmış simalarından Kadri Mermutlu’nun oğludur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu.

Aynı yıl, İstanbul’da yeni açılan Türk Musikisi Devlet Konservatuarına (şimdiki İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı) ilk alınan öğrenciler arasında yer alarak musiki eğitimine başladı. Askerlik görevi dolayısıyla konservatuar öğrenimini yarıda bırakarak Polatlı’da Yedek Subay adayı olarak kısa dönem askerlik görevini yaptı.

Askerlik dönüşü İstanbul Bakırköy Lisesi’nde, ardından Ataköy Lisesi'nde Felsefe öğretmeni ve yönetici olarak çalıştı. Bu sırada Tanzimat dönemi sosyal düşüncesi üzerine doktora çalışmasına başladı. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladığı teziyle Doktor unvanını aldı. 1998–2010 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Verdiği lisans dersleri yanında mesleğine ait konularda yaptırdığı çok sayıda lisansüstü çalışmasına danışmanlık yaptı. 2010 yılında Uludağ Üniversitesindeki görevinden kendi isteğiyle ayrıldı. Hâlen İstanbul Ticaret Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışma hayatına devam etmektedir.

Bedri Mermutlu, sosyoloji alanını merkeze alarak geniş bir çalışma yelpazesi oluşturmuştur. Tarihsel sosyoloji, sosyal tarih, şehir tarihi, sosyal düşünce tarihi, musiki tarihi ve sosyolojisi yoğunlaştığı ve eserler verdiği başlıca çalışma alanlarıdır. Konferansları yanı sıra çeşitli bilimsel ve mesleki dergilerde yüz civarında makalesi yayımlanmıştır. Osmanlı musiki tarihi üzerine yapmış olduğu 5 ciltlik bir çalışması henüz yayınlanmamıştır. Diyarbakır şehri üzerine gerçekleştirilen bir sözlü tarih çalışması da yayınlanmayı bekleyen eserleri arasındadır.

Şiirlerinde bireysel duyarlılık halleri derinlemesine yer bulduğu gibi toplumsal ve siyasi konular da ince ve yer yer ironik imalarla işlenmiştir. Henüz kitaplaşmamış olan şiirlerinin bir kısmı Hayal Defteri, Melamet, Yedi İklim, Dil ve Edebiyat dergileri gibi yayınların çeşitli sayıları içinde yer almıştır.  

 

YAYIMLANMIŞ ESERLERİ:

Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi (İstanbul 2003), Türk Sosyal Düşünce Bibliyografyası (İstanbul 2008),  Tarihî Bursa Mezar Taşları I: Bursa Hazireleri, (Bursa 2011),  Tarihî Bursa Mezar Taşları II: Emirsultan Mezarlığı, (Bursa 2012),  The Diyarbekir Travelogue of Arifi Pasha And The Notes About The Region By Said Pasha of Diyarbekir (Harvard University, 2012), Âlem-i İslâmiyet ve Avrupa Siyaseti (Filibeli Ahmed Hilmi, Hazırlayan ve Girişi yazan: Bedri Mermutlu, İstanbul 2014), Üsküdar Balaban Tekkesi (Belgin Dişçi, İsmail Büyükseçgin ile birlikte, İstanbul 2014), Tarihî Bursa Mezar Taşları III Pınarbaşı Mezarlığı C.I, (Bursa 2016), Tarihî Bursa Mezar Taşları III Pınarbaşı Mezarlığı C.II, (Bursa 2016).  

 

Edite Ettiği Eserler:

Sosyoloji Konferansları, No. 46 / 2012-2, Türk Sosyologlarını İzlemek Özel Sayısı; Feschtrfit in Honor of The Millet Biblirary's 100th Year and Its Founder Ali Emîrî Efendi I, Journal of Turkish Studies, Volume 46 (Günay Kut ile birlikte) Harvard University 2016; Feschtrfit in Honor of The Millet Biblirary's 100th Year and Its Founder Ali Emîrî Efendi II, Journal of Turkish Studies, Volume 47 (Günay Kut ile birlikte) Harvard University 2017. 

 

KAYNAKÇA: Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 4, 2003), Vitrindekiler (Cumhuriyet Kitap, 1.4.2004), Kendisinden alınan bilgiler (Şubat 2013, Aralık 2017), İhsan Işık / TEKAA (2006) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014)..

 

ALİSYA

ALİSYA

 

BEDRİ MERMUTLU

 

Yaslanıp kalbinin küllerine

Bir lodos gecesinde

Uyudu deli çocuk

Sırtında uzun güz yorgunluğu

Gözlerinde kanatılmış bir rüya

 

Kayıp bir şehrin yankısı gibi

Bir ikindi sevincinde çıka geldin baht olup

Masal gibi gelişinden belliydi

Yine bir masal gibi gideceğin ya

 

Her ikindi güneşinde gölgeleri yoklar durur

Kalbinin küllerini yeniden savurur lodoslarda

Gece yıldızlarla seni konuşur

Üşür

Bıraktığın ışıkla ısınır deli çocuk

Alisya

PRENS SABAHATTİN’İN SİYASİ HAREKETİNE DÜŞEN GÖLGE

 PRENS SABAHATTİN’İN SİYASİ HAREKETİNE DÜŞEN GÖLGE

 DAMAD MAHMUD PAŞA’NIN İMTİYAZ TALEBİ PAZARLIKLARI

                                                                                                         

Bedri MERMUTLU [*]

 

Özet

 

Türkiyenin çağdaş siyaset ve düşünce alanında yaşanan önemli bir yarılma, Prens Sabahattin’le ortaya çıkan harekettir. Sultan II.Abdülhamid’e muhalefetle başlayan ve muhalif gruplarla işbirliği arayan bu hareketin arka planı muhtelif yorumlara konu olmuştur. Yüksek maliyete dayanan Bağdat Demiryolu ihalesinin hangi ülke sermayesine verileceği tartışıldığı sırada Prens Sabahattin’in babası Damad Mahmud Paşa’nın devreye girmesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu konu üzerinde yürütülen spekülasyonları aydınlatacak önemli bir kanal, Osmanlı arşiv belgeleri olacaktır. Şimdiye kadar yayınlanan mektuplara ve kişisel beyanlara ek olarak bu konudaki devlet belgelerine yer vermekle daha nesnel ve tamamlanmış bilgilere ulaşmak mümkündür. Zamanın Paris ve Brüksel Sefirleri tarafından Mahmud Paşa ile yapılan yurda dönüş pazarlıklarına ilişkin bilgiler Saray’a gönderdikleri raporlardan izlenebilmektedir. Bu makalede, yüksek sayıdaki belgeler arasından, demiryolu imtiyazı konusuyla ve yurt dışına firar eden Mahmud Paşa’nın yurda dönmek için devlete ileri sürdüğü şartlarla ilgili olanlara dayanarak söz konusu soruna açıklık kazandırılmaya çalışılacaktır.  

Anahtar Kelimeler: Prens Sabahattin, Damad Mahmud Paşa, Bağdat Demiryolu, Demiryolu imtiyazı, Jön Türkler 

 

Giriş

Prens Sabahattin, geçen yüzyılın başlarında iyice hareketlenen siyasi muhalefete katılarak önce ülkenin yönetim ve siyasetinde, ardından da düşünce ve ilim hayatında öne çıkmış bir isimdir. O devrin pek çok münevveri gibi onun da ilmî ve fikrî yönünü siyasî hedef ve girişimlerinden ayırarak düşünmek doğru değildir. Ancak Prens Sabahattin’in kişisel amaçlarıyla siyasî amaçları arasındaki ilişki de baştan beri tartışmalara konu olmaktan kurtulabilmiş değildir. Bu yöndeki kanaatler bilhassa Jön Türkler arasında ortaya çıkardığı suçlama ve savunma pozisyonları içinde sertleşen tarafgirlikler yaratmıştır.

Herşeyden önce Prens Sabahattin’in mücadelesini bir aile mücadelesi, daha doğru ifadeyle ailece mücadele olarak ortaya koymak gerekir. Sabahattin Bey’den önce ve sonra Avrupa’ya geçerek padişaha karşı mücadele veren diğer Jön Türklerde böyle bir “ailece” mücadele veren ihtilâlciler olsa bile (Tunalı Hilmi, Ahmed Rıza gibi) bunlar Prens’in ailesiyle bir tutulamazdı; çünkü Prens’in ailesi bir yanıyla hanedana mensup olması itibariyle bu tür muhalefette özgül ağırlığı olan peşin bir ayrıcalık taşımaktaydı. Sultan Abdülmecid’in kızı Seniha Sultan’ın çocukları olan Sabahattin ve Lutfullah Beyler her ne kadar şehzade unvanına sahip olmasalar da taşıdıkları “sultanzâde” unvanı onların diğer ihtilâlcilere göre daima birkaç adım önde görülmelerine yetiyordu. Özellikle dış dünyanın algısında bunun önemi inkâr edilemezdi.

Ailenin asıl rüknü, sultanzâdelerin babası Damad Mahmud Paşa idi. Tecrübeli bir devlet ve protokol adamı olan Damad Mahmud Paşa hangi durumlarda ve kime karşı mahdumları öne çıkaracağını, kendisinin ne zaman ve ne kadar devreye gireceğini iyi biliyordu. İstanbul’dan itibaren hareketin yürüyüşü bu taktiğe uygun devam ediyordu. Mahmud Paşa, her ne sebeple olursa olsun, mücadelesini Avrupa’dan vermek için yurdu terk ederken yanına sultanzâde mahdumlarını alarak çıkmakla elinde güçlü bir silah tutmuş oluyordu. İngilizlerin adamı Maymon’un, sultanzâdeleri ziyaretiyle başlayan süreç, sultanzâdelerin babalarını da içine alarak kısa zamanda bir aile hareketine dönüşecekti. Aile bireyleri bu hareketin birer parçası olarak birbirleriyle paslaşarak, birbirlerine tutunarak ya da birbirlerini kullanarak bir uzun yolculuğa çıkacaklardır.

Her ne kadar Prens Sabahattin’in Mısır’dan ilan ettiği şekilde mesele “vatan ile istibdad arasında açılan katʻi bir harbin” başlaması olarak sunuluyor olsa da (Ahmed Lutfullah & Mehmed Sabahaddin, 1901: 5), gerek hükûmet tarafından gerekse Jön Türklerin önemli isimlerini içine alan bir kanat tarafından konu farklı şekilde düşünülmekteydi. Damad Mahmud Paşa’nın padişahla arasının açılarak Avrupa’ya kaçışının, Bağdat Demiryolu imtiyazını almayı arzu eden İngilizlere yaptığı aracılık sebebiyle olduğu yönündeki bir kanaat sultanzâdelerin mücadelesine gerçek anlamda koyu bir gölge düşürmüştür. Bu konunun Jön Türkler arasındaki çekişmeden kaynaklanan haksız bir suçlama olduğunda ısrar edenler olduğu gibi aksi kanaatte olanların da bulunduğu bilinmektedir. Bu noktada ele alacağımız iki farklı ifadenin izinden gidilerek Damad Mahmud Paşa ve mahdumlarının talep ettikleri imtiyaz ve devletle olan pazarlıkları iddiasına resmi kaynaklar eşliğinde cevap ararken mümkün olduğu kadar ilk elden belgeleri konuşturmaya ağırlık verilecektir.

 

Dr. Bahaeddin Şakir’in iddiaları  

Dr. Bahaeddin Şakir,  Sultan Abdülhamid’in takibinden kurtulmak için Paris’e kaçan ve muhalefet hareketinin örgütlenmesinde ciddi emeği geçen Jön Türk önderlerinden biridir. Mücadelesini Meşrutiyet’ten sonra yurda gelerek aldığı önemli kritik görevlerde de vermeye devam etmiş ve Mütareke’den sonra kaçtığı Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürülmüştür. Bahaeddin Şakir’in Prens Sabahattin ve ailesiyle ilgili iddiaları son derece açık ve inciticidir. Bahaeddin Şakir’in sert üslubuyla birleşen ağır suçlamalar Prens Sabahattin taraftarlarınca benzer tonda tepkilerle reddedilmiştir. Konumuzu ilgilendiren yönüyle Dr. Bahaeddin Şakir’in Paris’ten 11 Haziran 1907 tarihinde İstanbul’a yazdığı mektupta şu cümleler dikkatimizi çeker:

“… Sabahattin Bey ve merhum pederi Avrupa’ya ne zulümden şikâyet ve ne de milleti vikaye maksadiyle gelmişlerdir. (…) Avrupa’dan Abdülhamid’le pazarlıkları Bağdad bataklıklarının imtiyazının iʻtâsı ve mahdum beylerin Şûrâ-yı Devlet’e azalığı ve buna mümasil şerâit-i âdiye ve rezîleden ibaret olduğu Ahmed Rıza, Nazım Bey ve saire gibi erbâb-ı namus ve hamiyetin gözü önünde cereyan eden mesâilden bulunmakla ve bunların şehadetleriyle (…) bâhusus Ahmed Celâleddin Paşa’nın tasdikiyle iki kere iki dört eder gibi sabit bir hakikattir. (…) Mûmâileyhin ahvâl-i mâziyesi unutulabilirdi. Ancak ahvâl-i hâzırası, ahvâl-i sâbıkasını gölgede bırakacak kadar fena bir renk almaktadır.” (Kuran, 1959: 435).

Bu mektupta belirtilen hususlar Prens Sabahattin taraftarlarınca teker teker ele alınıp cevap verilmek yerine toptan reddedilme yoluna gidilmiştir. Bunun tipik örneğini, Jön Türk hareketinin içinde bulunan ve aynı zamanda bu hareketin tarihini yazan Ahmed Bedevi Kuran’da görmek mümkündür. Kuran, bu ifadeleri reddederken der ki: “Ben, şahsen Ahmed Celâleddin Paşa’nın bütün muhaberelerini birer birer tetkik, bunları ve şifre miftahlarını aynen neşrettim. Bu evrak ve muhabere arasında imtiyaz veya me’muriyete müteallik tek bir kelime yoktur. Bunun aksini iddia eden açıkça yalan söylemiş olur. Bütün varlığını ve rahatını memleketi uğruna feda eden bir münevver vatandaş hakkında böyle iftiralar uydurmak affedilmeyecek derecede büyük bir cinayettir.”  (Kuran, 1959: 436-7). 

Bir yanda “ne zulümden şikâyet ve ne de milleti vikaye maksadiyle” ülkesini terk eden; öbür yanda “bütün varlığını ve rahatını memleketi uğruna feda eden” Prens Sabahattin ve pederi tanımıyla karşı karşıyayız. Ahmed Celâleddin Paşa ve diğerlerinin şahit gösterilmesi de Kuran tarafından nedense kale alınmamaktadır. Oysa mektubun yazıldığı tarihte adı anılan kişiler hayatta idiler ve daha uzun yıllar yaşadılar. Hayatta olan ve bilgisine başvurulması mümkün olan kişilerin şahit olarak gösterilmesinin kendi başına değerli bir anlamı olmalıdır. Sıkı bir “Sabahattinci” olan Kuran bunu önemsemediği gibi Ahmed Celâleddin Paşa’nın evrakında da böyle bir bilginin bulunmadığını söyleyerek iddiayı “iftira” diye nitelemektedir.

Ahmed Celâleddin Paşa’nın Damad Mahmud Paşa’yla görüşmesi devlet adına idi. Bu görüşmeler farklı isimlerle, Mahmud Paşa’nın ölümüne kadar devam etmiştir. Bu isimlerden en sık görüşeni Paris Sefiri Salih Münir Paşa’dır. Bütün görüşmelerin kayıtları ve İstanbul’dan verilen talimatlar Devlet Arşivi kayıtları arasında mevcuttur. Ahmed Celâleddin Paşa’ya ait belgelere sahip olduğunu söyleyen Ahmed Bedevi Kuran bu konudaki tüm belgeleri yahut bazı başka belgeleri görmüş olsaydı bu kadar kesin konuşmayacağından eminiz. Devlet Arşivi’ndeki belgelerde karşımıza çıkan bilgilerin Kuran’ı değil Bahaeddin Şakir’i desteklediği, hatta onunla örtüştüğü görülmektedir. Bahaeddin Şakir’in belirttiği “bağdad bataklıklarının imtiyazının iʻtâsı ve mahdum beylerin Şûrâ-yı Devlet’e azalığı” meselesi ayrıntılarıyla görüşmelerde masaya yatırılmış konular olarak karşımıza çıkmaktadır. “Buna mümasil” diye bildirilen konular da aynı şekilde birçok belgede yer almaktadır.           

Sultan II. Abdülhamid, eniştesi Damad Mahmud Paşa’yı Adliye Nazırlığından azlettikten bir müddet sonra yeni bir görevle Evkaf Nazırlığına getirmek istemiş ama Paşa bu görevi ve daha sonra teklif edilen Şûrâ-yı Devlet Mülkiye Dairesi üyeliğini de kabul etmeyerek “evine çekilip oturmayı” tercih etmişti. Hatta Paşa’nın sonradan ifade ettiğine göre, padişahın ısrarlarına rağmen yeni bir görev kabul etmemesi karşısında Sultan Abdülhamid, “Beni yapayalnız bırakıyorsun. Eğer memleketin idaresinde bir kusurum olursa ve memlekete bir felâket gelirse mes’ulü sensin; çünkü benim itimat ettiğim başka kimse yoktur!” diyerek sorumluluğunu hatırlatmıştı. Buna rağmen devlet işlerinden uzak yaşamaya kararlı olan Mahmud Paşa yıllar sonra Bağdat Demiryolu imtiyaz görüşmeleri başlayınca birden bire lâyihalar yazarak yeniden devlet işleri konusunda devreye girmeye başlamıştır. Kendisi bu girişimini, “Vaktâ ki memleket ahvâlinin günden güne fenalaştığını gördüm, padişahı ikaz için lâyihalar yazıp göndermeye başladım” diye açıklamaktadır. Nitekim Saray tarafından, konuyla daha fazla ilgilenmesinin doğru olmadığı hususunda kendisinin uyarıldığını Mahmud Paşa da belirtmektedir. “Senelerden beri idare işlerinden uzakta bulunduğu için bugünkü ihtiyaçları bilmezler ve anlamazlar. Onun için yine evlerinde otursunlar ve bir daha benim işime karışmasınlar!” şeklinde bir uyarının vukuu Damad Mahmud Paşa’nın da naklettiği bir husustur. (Kuran, 1959: 256)

 

Neden İngilizler?

Demiryolu projelerine el atmak Osmanlı Devleti açısından önceleri askeri ve ticari ulaşım vasıtası olarak önemsenmişken giderek uluslararası siyasetin de aracı olarak ülkenin ilişkilerini yönetmeye başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid, ülkenin birçok yerinde, büyük  malî yükler getirmesine rağmen, demiryolu yapım imtiyazlarını uluslararası siyasette önemli bir denge aracı olarak kullanmıştır. Daha önce Süveyş Kanalı hisselerini elde ederek Mısır’la birlikte bu bölgeyi denetimlerine geçiren İngilizler bu sayede Hindistan yolunu da emniyete almış olmaktaydılar. Ancak Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi koşullar bakımından demiryolu   sistemini kuracak durumda değildi. Şartların zorlaması, Osmanlı devlet adamlarını, sermayesini yabancıların sağladığı demiryolu projelerine yönelmek zorunda bırakmıştır. Bu süreçte bölgede demiryolu projelerine ilgi göstermemiş olan İngilizler, Almanların hem Mısır’ı, hem Süveyş Kanalı’nı,  hem de Hindistan güzergâhının güvenliğini tehdit edecek bir demiryolu imtiyazı alacağının ortaya çıkması üzerine bölge ile daha yakından ilgilenmeye ve imtiyaz için mücadele vermeye başlamışlardır (Gümüş, 2011: 155, 175),

 

Bağdat Demiryolu imtiyazı için İngilizlerin, Maymon adlı bir şahıs aracılığıyla önce Sultanzâde Sabahattin ve Lutfullah Beylere; bunlar vasıtasiyle de Damad Mahmud Paşa’ya ulaştıktan sonra (Kuran, 1959: 258) Paşa, resmi bir sıfatı olmamakla birlikte bu konuyla yakından ilgilenmeye başlamıştır. İngilizlerin teklifleriyle ilgili lâyihaya ilave ettiği bilgilerde Paşa’nın gerekçelerini gayet inandırıcı biçimde serdedilmiş olarak görmek mümkündür.  

Paşa, kaleme aldığı “zeyl”de, İngilizlerin Bağdat demiryolu imtiyazını almakla elde edilecek karşılıklı kazanımları sıralarken, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında uzun süreden beri devam eden soğukluğun da bu vesile ile sona ereceğini ve dostane ilişkilerin başlayacağını ifade eder. Almanların imtiyazı elde etmeleri halinde, Osmanlı devletinin zayıf ya da meşgul bir anını kollayarak Anadolu’ya resmen müdahaleye kalkışıp orayı  “bir Alman prensliği hey’etine ifrağ ve diğer bir fırsatta dahi kısmen Anadolu’yu bütün bütün Almanya İmparatorluğu’na ilhak fikrinde olduğunu anladıklarından” İngilizler bunu şimdiden önlemek istemektedir. Osmanlı Devleti’nin anlamadığı yahut önemsemediği bu niyeti kavrayan İngilizler, Anadolu’yu Almanlara kaptırmak istememekle kendi menfaatleri yanında Osmanlı Devleti’nin de menfaatini korumuş olacaklardır.

Paşa’ya göre, İngilizlerin Anadolu toprağını istilâ niyetlerinin olmadığı söylenemez. Fakat  “Almanlar Bağdad hatt-ı kebîrinin imtiyazını alır almaz İngilizler kuşkulanıp Basra cihetlerini istilâ etmeyecekler midir? O vakit Rusya da bilmukabele Trabzon havâlisini zapta kalkışmayacak mıdır? Maazallah öyle bir hâl vukûʻunda Almanya devleti bu iki devlet-i şedîdü’ş-şekîmeye karşı silah-be-dest olarak müdafaa mı edecek yoksa Girid meselesinde olduğu gibi uzaktan seyirci mi kalacaktır? Elbette seyirci kalacaktır. Her iki halde de Rusya’nın bir tecavüze kalkışması İngilizlerin işine katʻiyen elvermeyeceği için şimdilik sûret-i dostânede Bağdad hatt-ı kebîr imtiyazını elde etmekle iktifa ederek istilâya cür’et etmeyecekleri daha ziyade menfaatlerinin te’mînine muvâfık olduğundan, o halde ber-vech-i bâlâ îrâd olunan İngilizlerin acaba fikr-i istilâları yok mudur sualinin cevabı kendi kendine tezahür etmiş olur. Fakat nâçâr kaldıkları zaman yani Bağdad hatt-ı kebîrinin imtiyazı Almanlara verilip de kendilerine verilmediği zaman işte o vakit İngilizlerde fikr-i istilâ vaktinden evvel uyanacak ve ister istemez Rusya’nın tecavüzüne dahi meydan vermiş olacaklardır.”.

Son cümle, Bağdat hattı imtiyazının kendilerine verilmediği takdirde İngiltere adına Osmanlı Devleti’ne yöneltilen açık ve çok yönlü bir tehdidi dile getirmektedir. Almanlardan Osmanlı’yı koruyacak bir hareket beklenmediği gibi, İngilizlerin Basra ve diğer Arap coğrafyaları üzerinden yöneltecekleri vaktinden önce bir işgalin yanında kuzeyden Rusların toprak koparma girişiminin önü açılacaktır!

Damad Mahmud Paşa, Almanlar hangi şartlarla imtiyazı almak istiyorlarsa İngilizlerin de aynı şartları “kabule âmâde” olduklarını da ilave ettikten sonra, “İngilizleri bu meselede memnun etmek Almanları memnun etmekten daha ziyade saltanat-ı seniyyelerince müstelzim-i menfaat” olacağı hususunda ısrarını tekrarlayarak sözlerini noktalar. (BOA, Y.EE.00084.000039.002.003-4). (Belge No. 1)  

Bu başvurudan yirmi gün sonra Mahmud Paşa, İngiliz destekli Macarlı Ernest Rahniçer’in (Rechnitzer) kendisine gönderdiği “sûret-i inşaata dair Nâfıʻa Nezâret-i Celîlesi’nce kabul edilmiş olan şartnamenin bir suretini” padişaha sunmaya aracılık ederek işlerin çabuklaştırılmasına çalışmıştır. Çünkü Paşa’ya göre Almanlar, “bir sûret-i hudʻakârâne ile işi uzatarak sair tâlipleri usandırıp çekilmelerine bir yol araştırmaktadırlar.” (BOA, Y.EE.00084.000042.001.001).

Paşa, Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmemesi konusunda padişah nezdinde elinden gelen girişimleri sonuna kadar kullanmıştır. Bir başka arizasında, Almanların,  aceleye getirerek, işi inceden inceye araştırmadan kabul edecek olan mercileri kolaylıkla aldatabilecek “mühîlâne ve hudʻakârâne” maddeler serdetmiş olduklarına dikkat çeker. Sözü iyice açarak, “Hele ortaya sürdükleri sûret-i tesviyenin bilâhare hükûmet-i seniyye için ne derece mazarrat-engiz ve muhrib olduğunu biraz tedkik edip anlayacak olursak, Almanların bu teşebbüslerinin dolandırıcılıktan az bir farkı olduğu hemen göz önünde tecelli ediverir” demekten kaçınmaz ve bütün temellendirmesini bu fikir etrafında kanıtlar getirmeye çalışarak örgüleştirir: Almanlara ait “bu iddiaların altında nasıl bir maksad-ı iğfâl mündemiç bulunduğunu söylemeye hacet yok! Şimdiye kadar Almanlar aldıkları imtiyazları böyle lâstikli iki üç vecihle te’vil kabul eder karanlık şartlar ve teklifler göstererek hep elde etmişlerdir. İmtiyazları da bir kere elde ettiler mi artık onu bir silah-ı müdhiş gibi hükûmetin tepesinde savurmaya başlıyorlar. Kendilerine karşı taahhüt edilen tekâlif nazarlarında birer hak ve selâhiyet kuvvetini hâizdir; fakat kendi taraflarından îfâsını taahhüt ettikleri vazifenin asla ehemmiyeti görülmüyor” diyerek Almanların çıkaracakları işten fayda görülmeyeceğinin altını bir kere daha çizer.

Paşa’nın gösterdiği alternatif şüphesiz ki yine İngilizlerin teklifi olacaktı. Paşa’ya göre, “Halbuki varidât-ı hâzıra-i hükûmeti hiçbir suretle taahhüt altına sokmayan ve ileride hükûmeti müstefid edecek terakkiyât-ı vâsiʻa-yı dâhiliyeyi vaʻd ve te’min eden Rahniçer lâyiha-i istidʻâiyesinde her bir madde muvazzah ve mantıkîdir. Emniyet-i mütekabile esasına mübtenîdir.”   (BOA, Y.EE.00084.000043.003.1-2-3).

Damad Mahmud Paşa’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de devletler arasında serbest ticaret kanallarının açılmasıdır. Osmanlı Devleti için epeyce bir zamandan beri tehlikeli bir unsur haline gelen İngiltere devletinin Osmanlı toprakları üzerindeki ihtiraslı emellerini azaltmanın ve ötelemenin önemli bir vasıtası serbest ticaret kapılarını açmayı sözde bırakmayıp uygulamada açıkça göstermek olacaktır. Açık bir İngiliz taraflısı olan Paşa’nın bu pozisyonunu saklamaya gerek duymadığı bir gerçektir; ancak İngiliz politikasını tercihindeki gerekçesini İngiltere’nin topraklarımız üzerindeki emellerini önlemenin tek yolu olduğu tezine dayandırması da ilginç bir yorum olarak karşımıza çıkmaktadır. Paşa, dönemin siyasi hareketliliğini ince bir şekilde serimleyerek görüşünü tarihsel bir temele oturtmaya çalışır:

İngilizler Mısır işini istedikleri vecihle hallettikten sonra buhranlı meseleler ve Arabistan’ca arbedeler vücuda getirseler gerektir. Zira Fransızların bugünkü günde İngiltere’ye ve müttefiklerine karşı bir hükmü olmadığından İngilizlerin o taraftan hiç muhteriz olmayarak Ceziretülarap’ta sâhilen cârî olan tasallutları Basra Körfezi’nden Bağdad’a kadar şiddetlenip Bahr-ı Sefîd’de bir sedd-i sedîd olan Girit ceziresini dahi âmâl-i ahâli perdesi altında temellüke sarf-ı mesâʻi edecekleri ve Avusturya’nın Rumeli’ce olan âmâlini mürevviç olacakları akvâ-yı melhûzâttır. Hatta bir aralık Maraş taraflarında kâin Âhû Dağları’ndan ötesini Rusya’ya bırakmak ve onun berisindeki bilâda kendileri vâris olmak velhâsıl Anadolu’yu Rusya ile mukaseme etmek derecesine kadar bir takım niyyât-ı mühlikede bulunduklarına dair yine kendi lisanlarından çıkan sözler melhûzât-ı maʻrûzayı müeyyiddir.”.

Bu tıkanıklığı aşmanın çareleri araştırılırken her şeyden önce  “İngilizlerin tashîh-i efkârına gayret” etmenin lüzumuna inanarak bunun ne yolda mümkün olabileceği tartışılır:

Bu vecihle çehre-i mahûfu görülmeye başlayan heyûlâ-yı istikbâle pençe-i müdafaa hazırlamak için bu aralık müvâzene-i siyâsiyât ile meşgul görünen bazı zatlar, “İngiltere devleti mukaddemâ Şark’ta te’min-i menâfiʻine hey’et-i Osmaniye’nin vücudunu vasıta ittihaz etmiş iken şu son zamanlarda bu fikirden geçip hey’et-i Osmaniye’nin gayrı vesâitle dahi Şark’ça İngiliz menâfiʻini taht-ı te’minde tutmaya yol arıyor. O cihetle Devlet-i Aliyye’nin hâli gittikçe ağırlaşıyor; Londra’ca bir vesâtet-i mahsûsa ile İngilizlerin tashîh-i efkârına gayret olunarak o sırada bir ittifak dairesine girişilmekle defʻ-i mazarrat-ı müstakbelenin imkânı vardır” diyorlar. Ama devletlerce akd-i ittifak mutlaka bir ivaz-ı mütekabilî olageldiğinden farzâ Londra’da tashîh-i niyyât için bazı teşebbüsât ile teklîf-i ittifak etmemiz lâzım gelse Gladstone kabinesi elbette şu müracaatımıza mukabil bir takım şurût dermeyân eder ki onların icrâsiyle Devlet-i Aliyye kendiliğinden İngiltere mahkûmiyeti tahtına girerek istiklâlini muhafazadan âciz kalır.”.

Devletlerarası ilişkilerde “istenilen bir şeye karşı bir şey verme” şeklinde özetlenen anlayış bu yolda da karşılaşılacak olağan bir çözüm yöntemi olacaktır. Damad Mahmud Paşa’ya göre, Osmanlı Devleti adına, İngiliz saldırganlığını nötralize etmenin yolu, onlara ticari kolaylık sağlamaktan geçmektedir. Padişaha bu konuda sunduğu teklif üç maddeden ibarettir: “Müstakimen gidilecek yol Devlet-i Aliyye’nin evvelâ âmâl-i harîsâneyi müdafaa edecek noktalara bir kat daha ehemmiyet vermesi, sâniyen aşağıda arz ve izah olunacak icraatı bilâ-ifâte-i vakt fiʻle getirmesi, sâlisen ecânibin menâfiʻ-i ticâriyesine âsâr-ı teshîl göstermesi tarikidir.”.

Çünkü “menâfiʻ-i ticâriyenin teshîli hem ecânibce tahfîf-i gayz u adâvete ve hem tebeʻa-i Osmaniye’ce tevessüʻ-i menâbiʻ-i servete medar olacağından bu esasların dahi Ticaret ve Nafıʻa Nezaretleri cânibinden müteferriʻâtı kararlaştırılarak mevkiʻ-i icrâya getirilmesi lâzimedendir. Zikrolunan icrâât-ı müstaʻcelenin Bâbıâli’ce âsârı izhar edildikçe (…) buhrân-ı müstakbel külliyen bertaraf olmasa bile kolaylıkla meydana gelemeyip hayli zaman kazanılmış olur. Ve Avrupa’ca Devlet-i Aliyye’nin hak ve menfaatini vikâye yolunda müttefik zuhuruna yol açılmış bulunur.” (BOA, Y.EE.084.052.01.1-2-3-4).

Daha sonra Paşa’nın oğlu Sabahattin Bey tarafından ayrıntılarıyla dile getirilecek olan teşebbüs ve ticaret serbestisi tezlerinin evveliyâtını Mahmud Paşa tarafından kaleme alınan lâyihalarda görmek mümkündür.

 

Yurt dışına kaçış

Damad Mahmud Paşa’nın İngilizlerin politikasını tercih ve terviç etmiş olduğu dış dünya tarafından da yakından bilinen ve dış basın tarafından yapılan neşriyatta yer verilen bir husustur. Mahmud Paşa’nın yurt dışına kaçtığı günlerde, Brüksel’de neşrolunan İndependans Blaj gazetesinin 24 Aralık 1899 tarihli nüshasında, “Mahmud Paşa ahîren Konya–Basra demiryolu hakkında Deutsche Banka’nın tasavvuruna Rahnizer’in teklif eylediği İngiliz sûret-i tertibinin rüçhaniyetine kaniʻ olduğu” belirtildikten sonra bu nokta irdelenmeye devam edilirken onun ileri derecede “İngiliz muhibbi” olduğuna ve bu yönde Saray’a yaptığı baskıların sabrı taşırdığına ilişkin bilgilere yer veriliyordu:

Mahmud Paşa be-gâyet İngiliz muhibbi olup Devlet-i Osmaniye’nin muhafazasında henüz alâkadâr bulunan İngiltere hükûmetine Osmanlı politikasının daima tevcihi taraftarlığını iltizam etmiş ve Almanya Rusya ile muʻânakada bulunduğu zamandan beri âtiyen Almanya’ya emniyet etmemekte bulunmuş idi. Bu Damad Rahnizer’in lâyihasını kabul ile atebe-i ulyâ-yı cenâb-ı mülûkâneye arz ve takdim etmiş ve bu münasebetle birçok arîzalarla zât-ı hazret-i padişâhîyi tasdîʻ etmiş olmalıdır ki Serkâtib-i hazret-i şehriyârî Tahsin Bey vasıtasiyle, bu işle meşgul olmaması tebliğ edilmiştir.”.

İmtiyaz görüşmelerini yakından takip etmek için İstanbul’a gelen Rahniçer, Almanların imtiyazı alacaklarının anlaşılması üzerine, umduğunu bulamayıp ertesi gün Avrupa’ya dönmüştü. Blaj gazetesi bu dönüş tarihine dikkat çekerken Damad Paşa’nın Avrupa’ya gidişini bununla ilişkilendirmekle önemli bir detayı yakalamış olmaktadır:

Almanlar bütün Avrupa gazetelerinin bahseyledikleri şerâitin kabulünü mutazammın irâde-i seniyyeyi istihsal etmişler ve İngilizler muvaffak olamamışlar idi. O vakit hâdisât-ı menfînin Derseʻâdet’de huzurunu icap ettirdiği Mösyö Rahnizer Derseʻâdet’e gelmiş ve ertesi Perşembe günü birden bire Avrupa’ya gitmiştir. Kânûnievvelin on dördüncü Perşembe günü Çamlıca’da ikametgâhında bulunan Mahmud Paşa, Haydarpaşa’dan ilk trene râkip olarak Pendik’e gitmiştir. Orada prensler gazla müteharrik küçük istimbotla vaktin be-gâyet erken olmasına rağmen gezmeye çıkmak üzere bekliyorlar idi (…) Rivayet olunduğuna göre Marmara Denizi’nde istimbotu beklemekte olan bir İngiliz vapuruna râkip olmuşlar ve Londra’ya müteveccihen hareket etmişlerdir.”.

Gazetenin üzerinde durduğu önemli bir ayrıntı da Paşa’nın, mahdumlarını alarak yurt dışına gitme nedeni üzerine yürüttüğü yorumdur. Avrupa’ya firar eden Paşa ve mahdumlarının “her birinin mevki-i zâtîsi cihetiyle hoşnutsuzlukları ihtimali mevcut olmadığı” herkesçe bilinen bir gerçektir. Mahmud Paşa, “memleketi terke mecbur olduğuna” dair bir tezkere bırakmış ise de hoşnutsuzluğunun sebebi bilinmemektedir. Akla gelen ihtimale göre, “birçok fedakârlıklar etmiş olan İngiliz Hey’et-i Mâliyesi bir telâfiye hakkı bulunduğunu zanneylediğinden Anadolu’da diğer bir demiryolu imtiyazı almak üzere Damad-ı Hazret-i Şehriyârî ile mahdumlarının memâlik-i ecnebiyede bulunmalarından istifade edecektir. Mahmud Paşa, fikren pek serbest olduğu cihetle fırka-i muhâlifenin başına geçip” mücadeleyi şiddetlendireceği beklenebilir (BOA, Y..PRK.TKM..00016.00035.001-002).

Nitekim Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın 15 Aralık 1315 tarihli bir yazısında belirtmiş olduğu husus yukarıdaki değerlendirmeyle örtüşmektedir. Hariciye Nazırı Paşa, “Bu akşam Almanya sefiri nezd-i übeydâneme gelerek Mahmud Paşa kullarının bağteten Avrupa’ya gitmesi Rahniçer nâm şahsın iğfalâtından ileri geldiğini” ifade ettiğini nakletmektedir (BOA, Y..PRK.HR…00028.00033.001.001).

Görüşmeler ve pazarlıklar

Mahmud Paşa ve oğullarının Paris’e gitmesi üzerine onlarla görüşen Paris Sefiri Salih Münir Paşa’nın İstanbul’a çektiği 24 Aralık 1899 tarihli tafsilatlı telgrafıyla Mahmud Paşa’nın Avrupa’daki ilk günlerine ve o günlerdeki düşünce ve taleplerine ait önemli gözlemler edinilir. Münir Paşa’nın, Damad Mahmud Paşa’ya, İstanbul’a dönmesi hususunda yaptığı telkine Paşa’nın gösterdiği red gerekçeleri arasında, “bir de Sultan Efendi hazretlerinin kırk beş bin lira kadar borcu” ile ilgili ifadeler dikkati çeker. Seniha Sultan’ın “kırk beş bin lira kadar borcu terâküm ettiğinden düyûnâtın tesviyesi için ibtida Sultan Efendi hazretlerinin kendisine haber vermeksizin ve baʻdehü muayyen bir zaman tahtında istediği şimendifer imtiyazının Almanyalıların şerâitinden daha nâfiʻ olduğu halde verilmemesi” Damad Mahmud Paşa tarafından Padişah’a muhalefetinin sebepleri arasında sayılmış bir maddedir.

Yine bu görüşme sırasında “mahdum beyleri İngiltere Kraliçesi hazretlerinin maiyetine, bazı prensler gibi yaver ve kurena sıfatiyle vermeye” niyetli olduğunu ifade eden Mahmud Paşa, aynı zamanda “İstanbul’daki emlâki sigostro edilecek olursa İngiltere devletinin kendisine tahsis edeceği maaşı almaya ve onunla geçinmeye (…) ve bir an evvel İngiltere’ye azîmete karar verdiğini” belirtmiştir. Paşa’nın ifade etmiş olduğu bu son niyeti karşısında Münir Paşa, “(…) bir devlet-i ecnebiye parasıyla yaşamak iddiasını hazmedemeyip bilâhare zehir gibi kendisine tesir edeceği” mukabelesiyle Paşa’yı açıkça takbih edici bir dil kullanmıştır.

Görüşmenin ilerleyen dakikalarında Mahmud Paşa’nın nispeten yumuşadığını belirten Münir Paşa, nihayet Mahmud Paşa’nın İstanbul’a dönmek için ileri sürdüğü bazı şartları olduğunu öğrenir. Mahmud Paşa cevaben, “İstanbul’a giderim; fakat bazı şerâitim var. Onların tamamen ve ale’d-devâm icrâ kılınacağına dair kanaat hâsıl edeceğim yolunda te’minât-ı kâfiye isterim. Şerâitimin başlıcaları şunlardır: Yani nefs ve zâtıma hiçbir suretle ta’riz vuku bulmamalıdır. Yaz ve kış İstanbul’da Boğaziçi’nde ve sâir civarda araba ile ve küçük vapurla ve her nasıl istersem gezmeliyim; arkamdan hafiye me’murları gelmemeli. Mâbeyn-i hümâyûn me’murları ve sâir taraftan muamele-i tevkıriyede kusur edilmemeli ve sû-i nazar-ı şâhâneye düçar olmamalıyım” dedi. Ve bunlardan başka daha birkaç teklifi varsa da onları bugün daha pek kararlaştırmadığını ve bâhusus te’minat bahsi kendisince mühim ve esaslı bir nokta idügini ve bunları da bir iki gün içinde düşünüp bendenize ifade eyleyeceğini vaʻd eyledi.

“Baʻdehü te’minat bahsini tekrar açarak bugün dermeyân etmeyi ve daha edeceği şerâitin tamamen icrâsı için iʻtâ olunacak te’minat İngiltere devleti tarafından tasdik olunursa kanaat hâsıl eyleyeceğini ve İstanbul’a avdet edeceğini ve mesela Fransa’nın ve Almanya’nın tasdikini kabul etmeyeceğini anlattı. Paşa’nın bu sözlerini de dinledikten sonra, ‘Bu İngiltere tasdikini acaip ve yakışıksız bir şey görüyorum; bundan vazgeçseniz münasip olur. Bir kere daha lâyıkıyla mütâlaʻa-i keyfiyet buyursanız!’ ” cevabıyla mukabele eden Münir Paşa görüşmeye böylece nihayet veriyor  (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00063.001.001-3-5-7). (Belge No. 2)

Bu ilk görüşmeden üç gün sonra (27 Aralık 1899), Damad Mahmud Paşa’nın işbirliği içinde olduğu Mösyö Maymon, Paris’den Brüksel’e dönerek Brüksel Sefiri Kara Todori Efendi’yi ziyaret ederek Mahmud Paşa’nın İstanbul’a avdet için ileri sürdüğü –netleştirilmiş- şartları şu şekilde iletmiştir: “Kendisinin kayd-ı hayat ile Meclis-i Vükelâ’ya; kezâlik kayd-ı hayat ile mahdumlarının Şûrâ-yı Devlet Azalığına ve iki kâtibi ile müdîr-i umûrunun münasip me’muriyetlerde istihdamı, nihayet bugünki posta ile gönderilen şartnâme ve tafsilât-ı sâireye tevfîkan Cezîretülarab’ın iskâsı ve kurutulması imtiyazının Mösyö Rahniçer’e verilmesi”      (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00065.001.001). (Belge No. 3)

Bundan sonra pazarlıklar bu şartlar üzerinden sürüp gidecektir. İstanbul’un bu şartlara itiraz etmeyerek konuşmaya açık olduğu; fakat önce Damad Mahmud Paşa’nın, mahdumlarıyla birlikte İstanbul’a dönmesi gerektiği hususunda ısrarı söz konusudur. Aksi takdirde Mahmud Paşa’nın dışarıdan şartlar öne sürerek bunların kabulünü istemesinin bir şantaj algısı doğuracağı ve bunun da devlet adamı tavrına yakışmayacağı bildiriliyor.

Münir Paşa imzasıyla Paris’ten İstanbul’a gönderilen 29 Aralık 1899 tarihli yazıda, Damad Mahmud Paşa’nın şartları üzerindeki görüş alışverişinin biraz daha netlik kazanmaya başladığı görülmektedir. Münir Paşa, “Mahmud Paşa ile görüşüp ferman buyurulan tebligatı icâbı vechile biletraf tefhîm eyledim. Kendi ve mahdumlarının maaşı hakkındaki irâde-i seniyye-i hazret-i padişâhîyi hüsn-i telâkki ederek maaşât-ı mezkûrenin taʻyîn-i mikdarını ve müşârünileyhimânın birer me’muriyet-i münâsibe ile taltiflerini doğrudan doğruya tensîb-i âlî-i şâhâneye bıraktığından; masârif-i vâkıʻasının ve harcırâhının tesviyesi için dahi ihsân-ı şâhâneye nâiliyeti ümidinde bulunduğunu beyan eyledi” diyerek şartların iki taraf açısından neredeyse sorunsuz bir şekilde anlaşma zemini bulduğunu ifade ederek ayrıntılara doğru meseleyi açmaya çalışıyor. Yukarıda değinilen “şantaj” algısı endişesi, Mahmud Paşa’yı “önce dönme”ye zorlayan önemli bir taktik gerekçe olarak İstanbul’un görüşme masasına koyduğu güçlü bir koz olmaya devam edecektir: 

Maamafih âcizleri dahi ihtâr-ı hâlisâne olarak kendisine Avrupa’da iken bir imtiyaz ihsan buyurulsa bile kabul etmemesi iktizâ edeceğini ve çünki ol vakit herkesin kendisine şantajcı nazariyle bakacağını ve bu[nu] ise kibarlığa ve Damad Paşalığa yakıştıramayacağını ve fakat bir kere İstanbul’a avdet ettikten sonra eltâf-ı padişahîye hadd ü nihayet olmadığından rızâ-cûyâne hareketi mûcib-i mahzûziyet-i seniyye olarak karîha-yı ilhâm-ı sahbiyye-i cenâb-ı şehriyârîden öyle bir ihsan ve âtıfete mazhar olsa buna kimesnenin bir diyeceği olmayıp ve şantaj nazariyle bakılamayıp şan ve haysiyeti dahi halel-pezîr olamayacağını ityân eyledim. Kendisi de şu mülâhazât-ı rast-gûyâneme itiraz edemedi. Ve mamafih tekrâren, ‘Bir düşüneyim ve mahdumlarım mâbeyninde falan müzâkere edeyimdedi”.

Mahmud Paşa’nın ileri sürdüğü bir endişe de mahdumlarının muvafakatini alabilmektir. Münir Paşa’nın bu hususta naklettiği cümleler imtiyaz meselesinin Paşa’nın tek başına aldığı bir karar olmadığı, mahdumların bu konuda Paşa’yı yakın markaja almış olduklarını göstermektedir. “Mahdum beyleri ilzam etmek kendisince muktezâ idügini ve onun için kendileriyle bu imtiyaz maddesini müzâkereye lüzum gördüğünü ve çünki onları ikna etmeyecek olursa itaatsizlik ederek ve kendisinden ayrılarak yalnız başlarına Avrupa’da kalmalarından ve bir takım neşriyat ve harekâta tasaddî etmelerinden ihtiraz eylediğini” açıkça ifade eden Mahmud Paşa, imtiyaz talebini değil geri çekmek, İstanbul’a döndükten sonra talep etmek konusunda bile mahdumların kendisine muvafakat etmeyecekleri imasını verirken aynı zamanda ayrı bir tehditle karşılık vermektedir: Kendisine imtiyaz verilmediği takdirde mesele kendisini aşacak ve mahdum efendiler Avrupa’da “bir takım neşriyat ve harekâta” yelteneceklerdi! (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00068.002.001-3).

Paris Sefiri Münir Paşa’nın, bu telgraftan iki ay kadar sonra, 23 Şubat 1900 tarihli telgrafla bildirmiş olduğuna göre mahdum prenslerin tutumu Damad Paşa’yı bir tür rehin almış vaziyettedir:

Mahdum beyler, pederleri Mahmud Paşa’yı tevhiş ile azîmetten feragat ettirmek için afv-ı âlîye mazhariyetlerini nâtık Başkitâbet-i Celîle vasıtasiyle istedikleri tahrîrât-ı resmiyenin verilmemesini ve masârif nâmiyle ihsânını istirham ettikleri yedi bin beş yüz küsur liranın Sultan Efendi hazretlerine tevdi olunmamasını sû-i maʻna ile tefsir ederek maksadımızın kendilerini aldatmak idügini beyan ve İstanbul’a vardıklarında mazhar-ı afv-ı âlî olduklarına dair yedlerinde bir hat olmaması hasebiyle derdest ile mücâzâta düçar edileceklerini ve paranın verilmeyeceğini ispat etmeleriyle Paşa’nın zihnini ve fikrini tağlît edip son irâde-i seniyye-i hazret-i padişâhî hükm-i celîline tevfîkan hemen hareket ve avdet etmekten imtina eylemesine sebep olmak ve münasebetsiz neşriyatta bulunmaya ve tehdîdât ile istihsâl-i menâfiʻ eylemeye teşvik etmektedirler.”.

Damad Mahmud Paşa’nın İstanbul’a dönmesi yönünde anlaşma ihtimalinin bizzat “Paşa’nın zihnini ve fikrini tağlît” eden mahdum beyler Sabahattin ve Lutfullah tarafından sabote edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Mahdum Beyler tarafından ileri sürülen iki nedenden biri, affedildiklerine dair “istedikleri tahrîrât-ı resmiyenin verilmemiş”, diğeri ise “masârif nâmiyle ihsânını istirham ettikleri yedi bin beş yüz küsur liranın ödenmemiş” olmasıydı (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00106.001.001). (Belge No. 4)

Sağlık durumu gitgide bozulan ve nihayet ağırlaşacak olan Mahmud Paşa mali durumunun da bozularak borç para ile Avrupa’da daha fazla tutunamayacağını anlayarak uygun şartlarla İstanbul’a dönmenin yollarını aramaya başlamış göründüğü halde mahdum beylerin buna engel oldukları, yıllar sonra Prens Sabahattin’in yazmış olduğu bir mektuptan da öğrenilmektedir. Sabahattin Bey’in Ahmed Bedevi Kuran’a yazdığı 17 Şubat 1946 tarihli uzun mektuptaki şu satırlar konuyu yeterince anlatmaktadır:

Eğer, babamın son demlerinde bulunduğu bir zamanda, Salih Bey’in hakikaten vicdanlı ve tam tamına feragatkâr bir telgrafı sayesinde, Brüksel’e tam vaktinde yetişip, Saray’ın Salih Münir Paşa vasıtasiyle kurduğu tuzağa düşmesine mani olamasaydım, [Mizancı] Murad Bey’e yapılan muameleye o da maruz kalacaktı. Bu dünyada karşılaştığımız azaplardan biri de o Brüksel seyahati olmuştu. Odasına girdiğim zaman karşılaştığım manzarayı görseydiniz!.. Çoktan beri tutulduğu alböminöri hastalığiyle yüzü tulum gibi şişmiş, gözbebekleri âdetâ kaybolmuş, yalnız akı kalmıştı. Beni gördüğü zaman, ‘artık her şey bitti!’ demişti. İstanbul’da başka evlatları da var ve ölmeden evvel onların da birer kere yüzlerini görmek istemesi tabii idi. Bu manzara karşısında nutkum tutuldu. Fakat ilk hamlede sözle ifade edemediğimi, son derece istirhamkâr bir lisan-ı hâlle ifade edebildim. Neticede babam son istirhamımı da kabul etti. Ve birkaç hafta sonra, sözüne sadık kalarak, Brüksel’de teslîm-i ruh etti.” (Kuran, 1959: 883).

Sabahattin ve Lutfullah Beylerin baştan beri İstanbul’a dönmeme konusunda pederlerine ters düşme pahasına kararlı oldukları gözlenmekteydi. Mısır’da bulundukları sırada Hidiv’den yardım ümitleri kalmadığı ve parasızlıkla karşı karşıya kaldıkları günlerde Hidiv’in, İstanbul’a dönmelerinden başka çareleri olmadığını münasip lisanlarla kendilerine belirtmiş olmasına rağmen mahdumlar bu fikre iltifat etmemekte ısrarlarını göstermişlerdir. Mahmud Paşa’nın “karîben İstanbul’a avdet etmek üzere” olduğu bildirilmekle birlikte bu dönüş, çocuklarının muhalefeti yüzünden bir türlü gerçekleşmeyecektir. Ali Kemal Bey’in o günlerdeki vaziyeti bildiren mektubunda (2 Mayıs 1901), Paşa’nın işinin fenalaştığı; çünkü Hidiv’in “İstanbul’a avdetlerini teklif ettiğini, gitmezlerse paralarını keseceğini zımnen bildirmesine rağmen çocuklar ‘avdet etmeyiz’ diye kıyameti kopardıklarını” yazmaktadır (Kuran, 1959: 300).

İmza yerinde şifre rakamları olan, fakat ileri gelen Jön Türklerden biri tarafından yazıldığı belli olan bir mektupta, Mahmud Paşa’nın, Padişahın vaadlerine kanıp İstanbul’a dönmesi durumunda Paşa’nın haysiyetine halel getireceği ifade edildikten sonra, “Yıldız’ı hercümerc edecek derecede müessir tedâbir ve harekâtta bulunmak üzere isem de, Mahmud Paşa’nın kararsızlığı tasavvurâtımı alt üst ediyor. Bu bâbda katʻiyen avdet etmeyeceklerine dair verecekleri te’minât-ı hamiyetperververîlerine muntazırım” sözünden (Kuran, 1959: 898) anlaşılan da Paşa’nın dönebileceğine, hatta dönmek üzere olduğuna dair her mahfilde bir kanaatin mevcudiyetidir.   

Mahmud Paşa bir taraftan İstanbul ile pazarlığını sürdürürken öte yandan yeni imtiyaz projeleri üretmekten geri kalmıyordu. Ola ki ileri sürdüğü talepler bir bahaneyle geri çevrilecek olursa alternatif projeleri devreye sokmak suretiyle işin peşini bırakmamaya kararlı görünüyordu. Ayrıca yeni proje ortaklarını seçerken de çok hesaplı ve dikkatli olduğu seçtiği ortakların stratejik konumundan anlaşılmaktadır.

Münir Paşa’nın Paris’den gönderdiği 6 Ocak 1900 tarihli şifreli telgrafta Paşa’nın böyle bir girişimi hakkında bilgi verilmektedir:

Mahmud Paşa’nın Paris’de zengin bankerlerden Mösyö Elizene’ye bilvâsıta müracaatla İstanbul’un telefon imtiyazı ile başkaca bir demiryolu imtiyazını isteyeceğini ve fakat muvaffak olmak için Paris’in meşhur gazetelerinin birine Paşa’mız da tehdit maksadiyle bir müddet dolayısiyle şiddetli bendler tabʻ ettirmek mecburiyetinde bulunduğunu ve buna delâlet ve neşriyat masârifini deruhde eder ise kendisini ileride alacağı mezkûr imtiyazlarda teşrîk edip birlikte külliyetli para kazanacaklarını beyan ile tamaʻa düşürdüğü ve mûmâileyh Elizene’nin dahi buna kanarak Fransa’nın en sürümlü ve maʻruf gazetelerinden Petit Journal gazetesinin sahibi Mösyö Marinyo’ya bazı şeylerde şerîki olduğu cihetle müracaat ederek gazetesiyle Paşa’mızın neşriyatta bulunmasını talep ettiği tahkikat-ı hafiyyeden anlaşılmakla …”.  

Bu girişim, Paris Osmanlı Sefareti’nin el koymasıyla gerçekleşemeyecek; Mahmud Paşa da Paris’de kendisine iş yaptırılmayacağını anlayarak Londra’ya bir an önce gitme konusunda kararını kesinleştirecektir  (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00074.001.001). (Belge No. 5)

Yıldız Sarayı’ndan Paris Sefâretine gönderilen 21 Ocak 1900 tarihli şifre telgrafın içeriğinde Mahmud Paşa’nın talepleri ile buna verilen cevap çok net biçimde belirtilmiştir: “Maʻlûm-ı vâlâları olduğu üzere, Mahmud Paşa Bağdad ile Basra arasındaki bataklığın kurutulması imtiyazının iʻtâsı ve maaşının üç yüz liraya iblâğı ve mahdumlarının yüz ellişer lira maaşla Şûrâ-yı Devlet aʻzâlığına taʻyinleri ve yol masrafı için beş bin liranın verilmesi ve maiyyetinde bulunan bir iki kişinin münasip me’muriyetlerde istihdamları misillü müstedʻiyâtta bulunmuş ve bu bâbda cevâb-ı kabul verilmeyip Derseʻâdet’e avdetinde bu yoldaki istirhamâtını arz edebileceği savb-ı âlîlerine beyan olunduğu gibi aynı surette de Turhan Paşa’ya yazılmıştır. Başka bir gûna işʻâr vâkiʻ olmamıştır.” (BOA, Y.EE.00056.000004.008.001). (Belge No. 6)

Burada “maʻlûm-ı vâlâları olduğu üzere” ibaresi bu taleplerin sefaretçe meçhul olmayıp yazışmalarda yer aldığını bir kere daha te’yid etmektedir. Paşa’nın kendine ait talebinden ayrı olarak mahdumlarının istihdamı için yer (Şûrâ-yı Devlet Azalığı) ve maaş miktarının (yüz ellişer lira) belirlenmiş olarak talep edilmesi herhalde mahdum beylerin bilgileri dışında gerçekleşmiş olamazdı. Bu durumda Prens Beylerin avdet etmemekte ısrarları idealist bir hürriyet mücadelesi nedeninden ziyade kendilerine verilecek görevin –diğer taleplerle birlikte- garanti edilememiş olmasına bağlı bir görünüm vermektedir.

Damad Mahmud Paşa, Derseâdet’e geldikten sonra Fizan’a sürüleceği endişesini taşımakta ve bundan dolayı te’minat istemekteydi. Ayrıca Brüksel Sefiri Kara Todori Efendi ile cereyan eden görüşmelerinde Mösyö Maymon’un, “Mahmud Paşa Derseâdet’e avdet için kayd-ı hayat şartıyla Meclis-i Vükelâ’ya me’muriyeti ve iki mahdumunun Şûrâ-yı Devlet Azalığına taʻyini ve müdîr-i umûruyla iki kâtibinin münasip me’muriyetlere nasbı ve Cezîretülarap cihetinin tathir ve iskâsı için talep eylediği imtiyaza müsaade olunmadığı halde bunun yerine Bağdad’dan Hanikin’e ve Kerbela ile Necef’e bir şimendifer hattı temdîdi imtiyazının verilmesini” talep ettiğini bildirmiştir (BOA, Y.EE.56.004.10.1). (Belge No. 7)

Mahmud Paşa’nın daha önce talep etmiş olduğu Bağdad ile Basra arasındaki bataklığın kurutulması imtiyazının mümkün olmaması halinde, bunun yerine Bağdad’dan Hanikin’e ve Kerbela ile Necef’e bir şimendifer hattı temdîdi imtiyazını talep etmesi, Paşa’nın imtiyaz talebinin tek bir noktaya münhasır olmayıp alternatifler üzerinde düşünmeye açık olduğunu gösteriyor. Fakat ileri sürülen imtiyaz taleplerinin Paşa’nın kişisel gücünü aşan uluslararası sermayeye dayalı projeler olduğuna kuşku yoktur. Almanlara karşı Bağdat Demiryolu ön imtiyaz anlaşmasını kaybeden İngiliz sermayedarlarının yeni projeler kapma konusunda Paşa’yı öne sürmüş oldukları en açık ihtimal olarak ortadadır.  Bu sırada Paşa, taleplerine cevabın geciktiğini görünce “te’mîn-i maksad için bir takım neşriyata” girişmekten de uzak durmayacaktır (BOA, Y.EE.00056.000004.013.001). (Belge No. 8)

Görüldüğü üzere, Mahmud Paşa’nın ileri sürdüğü talepler ve bu talepler üzerindeki pazarlıklar 1900 yılının Ocak ayına kadar ortaya konarak gündemin merkezine oturmuştur. Kuran’ın, Ahmed Celâleddin Paşa’nın bu konuda bir ifade bildirmemiş olduğuna dair ileri sürdüğü görüşe gelince, Ahmed Celâleddin Paşa 25 Nisan 1900 tarihinde Cenevre’ye geldiğinde pazarlık konusu tekemmül etmiş olup Mahmud Paşa’nın İstanbul’a dönmesinden önce mi sonra mı bu taleplerin resmiyet kazanması konusu tartışılmaktaydı. Asıl mesele halledilmiş olup usul üzerinde duruluyordu. Bu yüzden Ahmed Celâleddin Paşa’nın yazışmalarında imtiyaz maddesiyle ve diğer şartlarla ilgili konuların yer almamış olması yadırganacak bir durum değildir. Kaldı ki Ahmed Celâleddin Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği telgraflarda anlaşmayla ilgili protokole ilişkin birden fazla yerde atıflar vardır. 15 Mayıs 1900 tarihli İstanbul’a gönderdiği telgrafta, “Mahmud Paşa tarafından imzası tahtında olarak atebe-i ulyâya yazdırmak teşebbüsünde bulunduğum istiʻtafnâmeyi almak üzere bugün yeniden nezdine gittim. Tanzim olunan müsveddeyi yeniden bir daha gözden geçirdikten sonra yarın vereceğini beyan etti. (…) Esnâ-yı ziyaretimde bu sabah Paris’e muvasalat etmiş olan Salih Bey’i de orada gördüm. Mîr-i mûmâileyh, (…) telâkki ettiği irâdât-ı seniyye-i mülûkâneyi Mahmud Paşa’ya tebliğ ettiğini âcizlerine beyan eyledi” gibi ifadelerinden (BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00046.001.001), Ahmed Celâleddin Paşa’nın görüşmelerdeki teklif ve taleplere vakıf olduğu ve kendisinden önce başlayan pazarlık sürecinin hâlâ devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Mahmud Paşa’nın İngiltere’ye gitme ısrarını, ilk katarla gelecek olan Salih Bey’le görüşmesinde yarar olacağını söyleyerek erteletmiş; Paşa’yı ve çocuklarını bir müddet daha Paris’te kalmaya ikna etmişti (BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00042.001.001).  Böylece Mahmud Paşa’yı, taleplerini İstanbul’a dönüşten sonraya erteletmeye ikna girişiminde bir kez daha bulunmuş olacaklardı.

Zaten Ahmed Celâleddin Paşa, Brüksel’e ulaşır ulaşmaz aldığı taktikle Mahmud Paşa’nın İstanbul’a avdeti reddetmesini önlemiş ve “müzâkereler devam ettikçe neşriyattan sarf-ı nazar etmeleri” hususunda kendisinden taahhüt almıştı. Demek ki müzakereler devam ediyordu. Ayrıca “İki günden beri bir derece daha ileri gidilerek, Derseʻâdet’e avdet edebileceği dahi itiraf ettirilerek, mesele bunun suver-i icrâiyesince serd edeceği maʻruzâtının müzâkeresinde kalmıştı” (BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00040.001.001).        

Para kaynağı

Mahmud Paşa’nın mali olarak sıkıştığı ve destek aradığı bilinirken, aldığı desteğin kaynağı İstanbul tarafından merak edilmekteydi. Avrupa’daki ilişkileri ve bağlantıları içinde hangi kanaldan destek gördüğü bilinirse oradan engelleme yapmaya çalışılıp Paşa mali yönden sıkıştırılarak dönmeye mecbur bırakılabilirdi. Cenevre Başşehbenderliği Vekili Baron Richthofen bu konuyu araştırmaya memur edilmişti. Baron’un Hariciye Nezaretine yazdığı 1 Mayıs 1900 tarihli tahriratta bu yöndeki girişimler özetlenerek elde edilen sonuç arzedilmiştir. Bu konunun araştırılmasına, “esbâb ve vesâit-i lâzimeye mâlik ve garaz ve ıvazdan ârî münasebâtı hâiz zeki bir adam” görevlendirilmişti. Görevlendirilen kişi, Baron Richthofen’e yazdığı 25 Nisan 1900 tarihli mektupta hâlâ kaynağın tespit edilemediğini; ancak 27 Nisan tarihli mektubunda konunun vuzuha kavuştuğunu bildirmiştir. Konuyu araştıran Andre Nesiç’in açıklamasının yer aldığı bu uzun mektup şöyledir:

İstihsâline me’mur olduğum malumatı bugün size tebliğ edebileceğim. Aynı zamanda şifrede iki kelime ile işʻâr etmiş olduğum vecihle Paris’e gelir gelmez bir hâl mûcib-i istiğrâbım oldu. İlk tasavvurum ale’l-husus memâlik-i şâhâne ile muamelâtta bulunan kesân nezdinde tahkikât-ı mûşikâfâne icrâsından ibaret idiyse de parayı iʻtâ eden İngiltere hükûmetinden başkası olmadığı ve binâenaleyh tahkikat ve taharriyât icrâsı beyhude olacağı buraya muvâsalatımda bendenize te’yid olmuştur. Bidâyet-i emirde buna inanamadım. Ezcümle kredi Lion Bankası direktörünün inzımâm-ı muavenetiyle memâlik-i şâhâne ile muâmelât ve münasebâtta bulunan Paris ve Londra’da vâkiʻ bilcümle şirketler nezdinde tahkikat icrâ ettirdim ise de tahkikat-ı vâkıʻadan Paşa’ya para iʻtâ edenin kimler olduğu hakkında bir gûna serrişteye dest-res olunamadı. Bir hâl-i tereddüde kaldım. Ve yalnız bir membaʻ-ı hafî tarafından Paşa’ya para tedârik ve iʻtâ olunabileceği zannına zâhib oldum. Mamafih pederim ile beraber lazım gelenler nezdinde tahkikata devam etmiş olduğumuzdan Paşa’nın membaʻ-ı vâridâtı İngiltere hükümeti kasası olduğuna itmi’nan hâsıl eyledik. Paşa’ya para verenlerin kâffesi bilerek veya bilmeyerek İngiltere’nin adamlarıdır. İngiltere taraftarı olan “Rouve de Europe” gazetesi münakaşâtında devam ediyor. Paşa’ya para iʻtâ edenin bir şirket veya âhâddan biri olmadığına müteessifim. Zira bu hâle nihayet vermek için derhal tedâbir-i lâzime ittihaz edebilirdik. Paşa’nın İngiltere kasasından para tedârik etmekte olduğunu doğrusu evvelce anlamalıydık. Zira Paşa’nın masârif-i azîmesini tesviye etmek için son derece saf-derûnluk gösterecek veya müşârünileyhe para tedârik ve iʻtâ edebilecek vesâite mâlik bir şirket veya bir sarraf tasavvur olunabilir mi? Buna en kuvvetli ve cesur sarraf bile dayanamaz. İmdi hâl bu merkezde olmakla buna çare bulmak gayet müşkildir. Bunun için evvelemirde İngiltere’nin işbu politikayı takipten maksadı ne olduğunu anlamak iktiza eder. Mesele vâsiʻdir. Buna hasr-ı mesâi edeceğim. Bu malumatı Paris’e gelir gelmez size tebliğ edebilirdim. Bunu yapmadığımdan dolayı beyân-ı teessüf eylerim. Fakat bu taahhur ol bâbda bir kanaat husulü emrindeki müşkilâttan tevellüd etmiştir.” (Y..PRK.HR…00028.00083.002.002). (Belge No. 9)

Tahriratı kaleme alan Baron Richthofen’in, 25 Nisan 1900 günü Cenevre’ye ulaşan Ahmed Celâleddin Paşa’yı Damad Mahmud Paşa ve oğullarıyla görüştüren kişi olduğunu belirmekte yarar var.

İngiliz sermayesinin hâkim olduğu Osmanlı Bankası tarafından gösterilen ilginç hesap hatası özrü de bu mektubun gösterdiği kaynakla aynı yere çıkmaktadır. Mısır’da bulunduğu sırada para sıkıntısı çekmeye başlayan Mahmud Paşa ve oğullarını hiç ümit etmedikleri bir tesadüf bu sıkıntıdan kurtarmıştı. Ali Kemal Bey’in Ahmed Celâleddin Paşa’ya yazdığı mektupta (14 Mayıs 1901), parası biten “Paşa’nın istikraz ile yaşadığı ve hâlen istikraza çalıştığı” bildiriliyordu. Bu sırada Paşa’ya Osmanlı Bankası’ndan gelen bir mektupta, vaktiyle namlarına açılan câri hesapta bir yanlışlık olduğu ve hâlen bankada 1000 lira alacakları bulunduğu ve bu paranın emirlerine âmâde tutulduğu bildiriliyordu. Parayı bankadan çeken Paşa, Hidiv tarafından âdetâ yüzüstü bırakılan oğullarını bu paranın yarısıyla Avrupa’ya göndererek önemli bir sorununu çözmüştü (Kuran, 1959: 300).

Sonraları Prens Sabahaddin’in sürgün olarak Avrupa’da bulunduğu yıllarda yaşadığı geçim sıkıntısı kendini bunaltacak dereceye gelmiş olmalı ki Nihad Reşad Bey’e yazdığı mektupta, yardımını talep ederken, “1905 yılından beri Türkiye’nin siyaseten ve kültürel olarak İngiltere’ye yanaşması için” mücadele verdiğini, deyim yerindeyse, bu fedakârlığının göz önüne alınıp, “İngiliz darülfünunlarında … mesela Cambridge yahud Oxford gibi merâkiz-i ilmiyede bulunan elsine-i Şarkıye kürsülerinden birinde kendisine bir vazife verilemez mi”ydi? Prens Sabahattin bu hususta Nihad Reşad Bey’den, “alakadarlarla temasta bulunmasını” rica ediyordu. Çünkü “hayatını kazanmak, yahut kazandıracak bir yola girmeye artık katʻi bir mecburiyeti var”dı (Kuran, 1959: 875-6). Prens Sabahattin adına üzüntü verici olduğu kadar hayâl kırıklığı yaratan bir durum yaşandığı ortadadır. Aradan geçen yıllarda Prens hâlâ aynı yerde durduğu halde İngiliz politikası aynı yerde değildi. Artık ne Jön Türklere ne de Jön Türklere lokomotif olması beklenen Damad’ın oğullarına ihtiyaç vardı. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi bir yana, Osmanlı Devleti bile ortada kalmamıştı. İngilizler için Prensin parasızlığı artık onun şahsi meseleydi.   

Prenslik neye yarar?

Prens Sabahattin ve Prens Lutfullah Beylerin Avrupa’da padişaha karşı mücadele içinde olmaları siyasi zeminde çok yönlü tatsız gelişmeler üretmeye müsait bir durumdu. Hanedan üyesi sayılmaları, hatta kendilerini bu sıfatlarıyla siyaset âlemine arz etmiş olmaları Prenslerin istenmeyen emellere alet olmalarına yol açacak sonuçlar doğurabilirdi. Zengibar hükümdarının Londra eski siyasi vekili ve Sultan II.Abdülhamid’in danışmanı Luis Sabuncu tarafından bu hassasiyetle kaleme alınan “mütalaʻât”da Prens beylerin açık olduğu tehlike geçmiş örnekler penceresinden gündeme getirilmektedir:

“ İngilizlerin devletlü Damad Mahmud Paşa Hazretleri’nin mahdumlarından ne vecihle istifade edebilecekleri ihtimaline dair mütalaʻât-ı kemterânemdir:

İngilizler, gökten temenni ettikleri bir fırsatı min-gayr-i me’mûl yerde bulmuş olduklarından derece-i nihâyede memnun ve hoşnut kalmışlardır. Bunlar, memâlik-i İslâmiye’de makâsıd-ı siyâsiyelerini icrâ etmek zımnında daima bir istinatgâh arıyorlar idi. Bu da hazret-i hilâfetpenâhîyi zîr-i nüfuzlarında bulundurmasından ibarettir. İşte el-yevm bu istinatgâha bir derece mâlik olmuş gibi görünüyorlar. Çünkü devletlü Damad Mahmud Paşa’nın mahdumları hanedân-ı âl-i Osman hazretlerinin birer ferʻi addedilmektedirler. Şayet bu prensler, pederleri ile beraber Derseadet’e avdet etmezler ise bir gün bunların İngiltere teşvikatiyle taht-ı baht-ı saltanat-ı Osmaniye’ye tâlip olabilecekleri melhûzdur. İngilizler bunu raʻnâ bilerek bu genç prensleri İngiliz mekâtib-i âliyesinde İngiltere devletinin menâfiine hâdim bir usûl üzere terbiye edecekleri müstağnî-i kayd ü izâhtır. Binâenaleyh İngiltere devleti gerek memâlik-i mahrûse-i şâhânede gerek müstemlekât ile müstaʻmerâtındaki milyonlarca Müslümanlar üzerine makâsıd-ı siyâsiyesini icrâ etmek istediğinde devlet-i aliyye tarafından bir mümânaʻat gördüğü takdirde derhal Prensler’in birini taht-ı âlî-baht-ı Osmânî’ye tâlip olmak zımnında hem teşvik ve tahrik hem de muâvenet eder. Ve bu yolda selâtîn-i Osmaniye’den firar eden muğber ve nâ-hoşnud adamların dahi Avrupa’da tekessür edip Prensler hazerâtına taraftar olmakla az bir müddet zarfında ehemmiyetli ve saltanat-ı seniyyeye muhataralı bir rekabet teşkil edebilmeleri ihtimalât-ı kaviyyedendir. (…) Tarih-i kadîmin sahâifi bu gibi hâdisâtla mâl-a-mâl ise de gözümüz altında vukûʻ bulan sâlifü’l-arz hâdisât tarih-i kadîmin bu misillü hâdisâtına müracaat etmeye hacet bırakmadığı maʻrûzdur. Ferman.

Luis Sabuncu kulları

Fî  5 Şubat sene 1315”  (BOA, Y..PRK.TKM..43.22.1.1-2).

Sabuncu’nun “mütalaât”ına paralel bir ses de konunun taraflarından, Prens Sabahattin ve Lutfullah Beyler’den duyulmakta gecikilmemiştir. Prenslerin, giriştikleri hareketi bir hanedan “temizliği” meselesi şeklinde yorumlayarak sunmaları zihinleri böyle bir alternatif tavra hazırlama yönünde anlaşılmaya müsaittir. Mısır’dayken Osmanlı gazetesinin ilk sayısında Prenslerin imzasını taşıyan  ifadeler, üzerinde düşünülmeye değerdir:     

Kemâl-i teessüfle itiraf eyleriz ki sülâle-i âl-i Osman içinden çıkan bir hükümdarın tarihimizin son yirmi beş senelik faslına sürdüğü leke o kadar büyüktür ki yine o aile-i saltanat erkânı, icâbı halinde bu meş’um lekeyi kendi kanlariyle silmedikçe hey’et-i içtimâiyemiz önünde hiçbir vakit tebriye-i zimmet edemez. İstanbul’dan infikâkimiz ise bu vazîfe-i maʻneviyeyi ifa hususunda … (…) Hiçbir endişe başladığımız işe devamdan bizi men edemeyecektir.” (Lutfullah & Sabahaddin, 1901: 5).

Prens Beylerin Fransa Cumhurbaşkanı Mösyö Loubet’ye yazdıkları mektup da bu yönde bir yorumu gerektirir niteliktedir. Mektubun bir sureti Hariciye Nazırı Mösyö Delcassé’ye iletilmiştir. Moniteur Ottoman’ın değerlendirmesine göre, bu mektubu imzalayanların değeri ve niteliği göz önüne alınırsa çok büyük bir etki yaratmaması mümkün değildi:

“… Bu durumda hanedanın içinde sadece bizler, hür bir ülkede sesimizi özgürce yükseltebiliyor, bağımsızlığımızla gurur duyabiliyorsak bir görevimiz de olacaktır ve biz bu görevi yerine getirmek istiyoruz. Biz, kendimizi, hanedana olan kan bağımızla, bütün Osmanlı İmparatorluğu’nu birbirine kenetleyen atalarımıza borçlu hissediyoruz. 14 Septembre 1901” (Sabahaddin, 2007: 38).

Prenslerin rakip hükûmetlerin elinde bir tehdit vasıtası veya diğer yollardan tehlike doğuracak bir âlet olmaları ihtimalini ortadan kaldırmanın en güçlü yolu olarak, İngilizler eliyle onların İstanbul’a teslim edilmesi görünüyordu:

Mısır’da bulunan firarî Mahmud Paşa’nın İngilizler vasıtasiyle derbâr-ı şevket-karâra avdeti hususunda vukûʻ bulacak teşebbüsât gerek Mısır’da ve gerek Hindistan ve sâirede İngilizlerin efkâr-ı İslâmiye üzerindeki nüfuzlarını tezyîd eyleyecektir. Çünkü Mahmud Paşa’nın iki oğlu Sultanzâde olduğundan hânedân-ı âl-i Osman’a mülhak sayılan şu ikisinin İngiliz eliyle vâlideleri Sultan yanına getirilmesi İngilizlerin makam-ı mukaddes-i hilâfet-i kübrâda azîm tesirleri olduğunu umûm ehl-i İslâm’a bildirecektir. İngiliz idaresi tahtında mevcut ve münteşir matbuat şu tavassutu rengârenk zeminlerde gösterecektir. Yemen ve Basra ve Hicaz ve Bağdad gibi yerlerde her biri binlerce urbâna riyâset eden şeyhlere icrâ edilegelen İngiliz tesvîlâtını daha müessir surette irâeye meydan verecektir” (BOA, Y.EE.088.006.01.1).

Ancak İngilizler’in yaptığı, Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah Beyleri değil İstanbul’a teslim etmek, Hidiv’in karşı tavır alması üzerine, Prens Beylerin Mısır’dan Avrupa’ya emin biçimde kaçmalarını temin etmeye çalışmak olmuştu. Mâbeyn-i Hümâyûn Başkitâbet-i Celîlesi’ne Mısır’dan çekilen şifre telgraf ile bildirildiğine göre, “Mahmud Paşazâdelerin İstanbul’a gitmemek azminde sabit kalmaları üzerine Hidiv, üçünü birden nezdine celb ile uzun uzadıya nasihat ve nihayet tehdîdâtta bulunmuş” ise de faydasının olmadığı, “dün Beylerin Mesajeri vapuruyla Marsilya’ya firar etmelerinden” anlaşılmıştır. Gazetelerin verdiği bilgiye göre, Beyler  “Hidiv’den çıkınca Lord Kromer’e gidip Hidiv’den şikâyet etmiş ve o da istedikleri yere gitmek üzere Mısır’dan çıkıncaya kadar İngiltere himayesinde olduklarını söyleyip kendilerini te’mîn eylemiş”ti (BOA, Y.EE.087.062.01.1).

Seniha Sultan’ın mektubu

Yabancı kadın kıyafetiyle eşinin yanına kaçtığına varıncaya kadar eşitli söylentilere konu olan Seniha Sultan’ın olaylar karşısındaki tavrı üzerine de birkaç söz söylemek konunun bütünlüğü açısından yararlı olacaktır. Sultanzâdeler pederleriyle Avrupa’ya firar ettiklerinde anneleri Seniha Sultan ve evli olan Sabahattin Bey’in eşiyle çocukları İstanbul’da kalmıştı. Daha sonra Seniha Sultan’ın Yıldız Sarayında gözetim altında tutulması Sabahattin ve Lutfullah Beylerin infialine neden olmuş, bu konuyu validelerinin hürriyetten yoksun bırakılması, hatta bir işkence olarak nitelemişlerdir. Blaj gazetesinin firar olayını anlattığı bölümde Seniha Sultan’ın girişimi hakkında da bilgi verilerek, kendisine haber vermeden giden eşini ve çocuklarını gece boyunca beklediği halde kendilerinden bir haber alamayınca “ferdâsı gün saray-ı hümâyûna azimetle, ağlayarak onların bulunmasını talep” ettiği nakledilmişti. Mahmud Paşa ve mahdum beylerin durumları anlaşıldıktan sonra aralarında mektuplaşmaların devam ettiği muhakkaktır. Ancak burada Seniha Sultan’ın, çocuklarına yazdığı bir mektup, onun olaylar karşısındaki tutumuna ışık tutacak mahiyette olması bakımından önemlidir. Paşa ve mahdumları Kahire’deyken Seniha Sultan’a gönderdikleri bayram tebriği telgrafına Seniha Sultan’ın verdiği cevabî telgrafta şu cümleler yer almaktadır:  

“Kahire’de Damad Mahmud Paşa Hazretleriyle Sabahattin ve Lutfullah Beyefendiler Hazerâtına,

Bayram tebrikine dair telgraf keşîde eylemişsiniz. Ben, sâye-i şâhânede kemâl-i refah ve rahat içindeyim. Mademki vâlideniz muhterem idi, beni bırakıp da Mısır’a nasıl gittiniz? Ve şimdi yine hayâ etmeden tebrike ne yüzle cür’et eylediniz? İşte buraları asil ve necip olanların bir takım fürû-mâye ve ahlâk-ı rezîle ashâbiyle ülfet ve müvâneset eylemeleri keyfiyeti beni düçâr-ı hayret ediyor. Heman Cenâb-ı Hak tarîk-i haktan ayrılmış olanları ıslâh eylesin” 11 Kânûnisânî 1316/3 Şevval 1318 (BOA, Y.EE. 00084-44). (Belge No. 10)

Son derece öfkeli ve suçlayıcı ifadelerle kaleme alınmış bu mektup, sadece Seniha Sultan’ın bir anne ve eş olarak kırgınlık ve kızgınlığını değil, ayrıca olayın politik yönüne de getirdiği sorgulamayı açıkça yansıtmaktadır. Seniha Sultan’ın gözünde, çocuklarının “bir takım fürû-mâye ve ahlâk-ı rezîle ashabıyla ülfet ve müvâneset eylemeleri” onların aynı zamanda “tarîk-i haktan ayrılmış” olduklarını göstermektedir.

Sonuç

Prens Sabahattin’in içinde bulunduğu siyasi muhalefet aslında pederi ile birlikte kararlaştırmış ve girişmiş oldukları hareketin devamı olarak kendisine intikal etmiş bir mirastır. Karmaşık ilişkilerin içinden geçen bu hareketin siyasileşmesi o dönemin şartları içinde yadırganmamalıdır. Siyasetle düşüncenin iç içe olması kadar siyasetle çıkar ilişkilerinin ve diğer toplumsal muhalefet hareketlerinin de iç içe, yan yana yürüdüğü en yoğun ve sisli dönemdir bu yıllar. Şüphesiz ki tarih boyunca bu tür ilişkiler siyasetin olduğu her yerde var olmuştur; ancak söz konusu dönemde Osmanlı ülkesi bağlamında bunun dozu iyice yükselmiş, sonunda altı yüz yıllık devletin son perdesi bu karışıklıklar içinde inmiştir. Sömürgeci Batı kapitalizmi Osmanlı Devleti’nin son topraklarını kendi oyun alanında işine yarayacak maksimal düzeyde elinde tutmak üzere her türlü enstrümanı kullanmakta bir çekince görmemiştir. Demiryolu şebekesine ihtiyaç duyan Osmanlı ülkesine işadamları marifetiyle bir tür çıkarma yaparak bu devasa projelerden hem maddi yarar sağlamak hem de stratejik konumunu pekiştirmek isteyen Batılı devletlerin Osmanlı malı üzerinden birbirleriyle kıyasıyla yarıştıkları ortamda devleti sıkıştıran başka olayların varlığı onlara ihmal edilemez elverişli fırsatlar sunmuştur. Başta Ermeniler olmak üzere diğer azınlık hareketleri ve hürriyetçi Jön Türk hareketi her ne kadar tarihi-sosyolojik temelde ortaya çıkmış hareketler olsa da yararlanılmaya müsait enstrümanlar olarak bu dönemde emperyalist iştahın gözden uzak tutmayacağı imkânlar olmuştur.

Bağdad Demiryolu projesi Osmanlı demiryolu ağı içinde en kapsamlı ve stratejik olanıydı. İngilizler bu projeyi elde etmeye kararlı görünüyorlardı. Bunun için şartlarını diğer rakiplere göre daha elverişli tutmayı bile ihmal etmemişlerdi. Sultanı bu konuda ikna etmenin çeşitli yollarını ararken ona en yakın isimlerden biri olarak Damad Mahmud Paşa’ya ulaşmaları ile başlayan süreç yeni olayları tetiklemiştir. İngilizler bu demiryolu projesini Almanlara kaptırmakla mesele kapanmamıştır. Mücadele başka tekliflerle ve başka zeminlerde yol almaya devam etmiştir. Projeye angaje olan Damad Mahmud Paşa ve oğulları her platformda İngilizlerle birlikte hareket etmeye devam etmiş, bu beraberlik demiryolu projesinin ekonomik ve mali olarak daha elverişli olduğu noktasından Anglo-Sakson kültürünün Osmanlı toplumu için örnek alınacak ideal kültür olduğu noktasına kadar firesiz şekilde yol almıştır.

Prens Sabahattin’le ilgili çalışmalarda, demiryolu imtiyazı meselesinin daha önce muhtelif çalışmalarda ifade edilerek tartışıldığı bilinmektedir. Bu çalışmalardan en önemlisi ve çoğu çalışmaya kaynak teşkil etmiş olanı Ahmed Bedevi Kuran’ın eserleridir. Her ne kadar Kuran, eserlerinde koyu bir “Sabahattinci” olarak görünmekle tarafsızlık tavrını ihlâl ederse de eserindeki ilk elden malzemenin zenginliği övgüye değerdir. Birçok “vesâike” ve “mahrem telgraflara” başvurularak yazılmış olması Kuran’ın eserini değerli kılan en önemli özelliktir. Ancak aynı özellik, paradoksal olarak bu çalışmanın zayıf yönünü de teşkil etmektedir. Kuran’ın eseri zengin birincil kaynaklarıyla önemli bilgiler vermekle birlikte muhalif bilgileri içeren kaynakları dışarıda bırakmasıyla da sağlıklı bilgiye ulaşımı güçleştirmiş; yazarın, “bütün kaynakları elden geçirdiğini” ifade eden iddiasıyla başka kaynakların araştırılmasının önü uzun zaman tıkanmıştır. Kuran’ın, diğer birincil kaynakları bildiği halde ihmal etmiş olduğu ihtimali söz konusu olmasa bile bu belgelere ulaşmamış olduğunu düşünmek mümkündür. Örneğin Ahmed Celâleddin Paşa’nın verdiği bilgilerle yetinmiş olduğu halde imtiyaz konusunda çok sayıda görüşme raporu vermiş olan Paris Sefiri Salih Münir Paşa’nın, Brüksel Sefiri Kara Todori Efendi’nin yahut Turhan Paşa’nın açık seçik yazılmış raporları Kuran’ın eserinde yer almamıştır. Yakın tarihteki hareket ve tavırların netleştirilmesi adına elde bulunan farklı belgelerde ifade edilen tanıklıklar Dr. Bahaeddin Şakir’in mektubundaki iddiaların afaki iddialar olmadığını göstermektedir.  

 

 

 

 

 

 

Kaynaklar

Arşiv vesikaları:

BOA, Y.EE.00084.000039.002.003-4.

BOA, Y.EE.00084.000042.001.001.

BOA, Y.EE.00084.000043.003.1-2-3.

BOA, Y.EE.084.052.01.1-2-3-4.

BOA, Y..PRK.TKM..00016.00035.001.002.

BOA, Y..PRK.HR…00028.00033.001.001.

BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00063.001.001-3-5-7.

BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00065.001.001.

BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00068.002.001-3.

BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00106.001.001.

BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00074.001.001.

BOA, Y.EE.00056.000004.008.001.

BOA, Y.EE.56.004.10.1.

BOA, Y.EE.00056.000004.013.001.

BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00042.001.001.

BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00046.001.001.

BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00040.001.001.

Y..PRK.HR…00028.00083.002.002.

BOA, Y..PRK.TKM..43.22.1.1-2.

BOA, Y.EE.088.006.01.1.

BOA, Y.EE.087.062.01.1.

BOA, Y.EE. 00084-44.

Yayınlar:

Gümüş, Musa (2011), “1893’ten 1923 Chester Projesi’ne Türk Topraklarında Demiryolu İmtiyaz Mücadeleleri ve Büyük Güçler”, Tarih Okulu, Sa. X, Mayıs-Ağustos, s. 151-194.

Prens Sabahaddin (2007), Gönüllü Sürgünden Zorunlu Sürgüne-Bütün Eserleri, Haz. Mehmet Ö. Alkan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Ahmed Lutfullah & Mehmed Sabahaddin (1901), “Umum Osmanlı Vatandaşlarımıza” Osmanlı, No. 81, 1 Nisan, s. 5.

Kuran, Ahmed Bedevî (1959), Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyetinde İnkılâp Hareketleri, Çeltüt Matbaası, İstanbul.

 



[*] Yrd.Doç.Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü.

İletişim: [email protected]

TÜRKİYE’DE İLK DÖNEM SOSYOLOJİ ESERLERİNE TOPLU BİR BAKIŞ

  

TÜRKİYE’DE İLK DÖNEM SOSYOLOJİ ESERLERİNE

TOPLU BİR BAKIŞ

 

Bedri MERMUTLU

 

Doğrudan doğruya Sosyoloji üzerine ya da Sosyolojinin ilgi alanına giren konularda Türkiye’de yayınlanmış ilk dönem eserlerini başlangıçtan 1908 yılına kadar yayınlanan, 1908 - 1924 yılları arasında yayınlanan ve 1925 - 1930 yılları arasında yayınlanan eserler olmak üzere  kendi içinde üç dönem halinde ele almak uygun olacaktır.

İlk dönem eserlerinin İbni Haldun’un Mukaddime Tercümesi’yle başladığını söylemek mümkündür. Pirizade Mehmed Sahib Efendi’nin altıncı faslına kadar tercüme ettiği bu eser iki cilt halinde 1858 ve 1859 yıllarında iki defa Mısır’da, 1859 yılında da İstanbul’da Takvimhane-i Amire’de basılarak önemli bir başlangıç ortaya konmuştur. Eserin gücüyle birlikte, kısa zamanda üç defa basılmış olmasını bu alandaki yayınlar adına isabetli ve ümit verici bir başlangıç olarak düşünmek mümkündür. Sultan I.Mahmud zamanındaki tercüme faaliyetleri sırasında İbni Haldun’un bu ünlü eseri Mehmed Sahib Efendi tarafından Türkçe’ye kazandırılmıştı; ancak eserin eksik kalan son kısmının tercümesi 1851’de kurulan Encümen-i Daniş’in kararıyla Ahmed Cevdet Paşa’dan istenmişti. A.Cevdet Paşa’nın tamamladığı bu tercüme 1860 yılında yine Takvimhane-i Amire tarafından basılmak suretiyle İbni Haldun’un eseri tam olarak kısa zamanda okuyucusuna ulaşmıştır.

İbni Haldun’un eserinin ilerleyen yıllarda ne kadar etkili olduğu hakkında tam bir bilgi sahibi olmak ancak dönem yazarlarının eserlerini eksiksiz bir okumadan geçirdikten sonra mümkün olabilecek bir husustur. Ancak 19. yüzyıl sonunda Cemil Zeki imzasıyla yazılmış olan bir kitap bize bu etkinin sürmekte olduğunu göstermeye yardımcı olabilir. 1899 yılında yayınlanan 45 sayfalık bu kitabın adı İbni Haldun’dur.   

Bu dönemde basılan ikinci önemli eser olarak Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l-Hak adlı eserini görmekteyiz. Daha önceki yıllarda Kâtip Çelebi’nin Cihannüma gibi dev çaptaki eserinin Müteferrika Matbaasında basıldığını biliyoruz. Osmanlı matbaasının prestij eseri olarak basılan Cihannüma, devletin 18. yüzyıl başlarındaki Coğrafya ilgisinin matbaa yoluyla ortaya koyduğu girişimin bir ifadesidir. Tanzimat’tan sonra tartışılan zihniyet sorununun hatırlattığı isimlerin başında Kâtip Çelebi gelir. Onun özellikle Mizanü’l-Hak adlı eseri 17. yüzyıl ortamında yaşanan toplumsal problemlerin tahlili konusunda kaleme alınmış değerli bir çalışma olarak toplumsal düşünce tarihimizin klasik yapıtlarından biridir. Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilen eserler arasında Kâtip Çelebi’nin bu kitabı da yer almış; tefrika tamamlanınca da aynı gazetenin matbaasında 1863 ve 1864 yıllarında üst üste iki defa kitap olarak basılmıştır. Daha sonra 1870 ve 1889 yıllarında iki baskısı daha yapılan bu kitabın 19. yüzyıl Osmanlı düşünce hayatında sürekli bir yer edindiğini söylemek mümkündür.

Yayınlandığı dönemde çok fazla sözü edilmemekle birlikte önemli olduğuna inandığımız Hasan Kâfi Ahisari’nin ünlü eseri Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem 1870’de (Çaylak) M.Tevfik tarafından Türkçeye çevrilerek basılmış, 1913 yılında da Hicaz Vilâyet Matbaasında Arapça ve Türkçe bir arada olarak ikinci kez basılmıştır. Ancak yazar tarafından yapılmış Türkçe şerhli tarihsiz bir baskısı daha bulunmaktadır. 1596 yılında yazılmış olan bu eser toplum ve devlet meselelerini tahlil eden değerli bir incelemedir. Bu türün diğer bir önemli örneği İbrahim Müteferrika’nın yazarak kendi kurduğu matbaasında 1732 yılında basmış olduğu Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem adlı eserdir ki Hasan Kâfi’nin eserinden daha çok tanınmakta, hatta zaman zaman iki eser birbirine karıştırılmaktadır.

Tanzimat’la birlikte düşünce hayatımıza giren kavramlardan biri de Medeniyet’tir. Bu kavramı sivilizasyon şekliyle ilk defa  kullanan kişi Tanzimat’ın müellifi olarak addedilen Mustafa Reşid Paşa’dır. Reşid Paşa’nın başlattığı Tanzimat hareketi yeni bir medeniyet yürüyüşü anlamına gelmekteydi. Reşid Paşa’nın, Şinasi tarafından Medeniyet Resulü olarak nitelendirilmesi onun bu medeniyet hareketinde yürüttüğü öncü rolden dolayıdır. Yeni medeniyetin mahiyeti ve gerekliliği üzerine düşüncelerin ortaya çıkmaya başladığı bu ortamda konuyla ilgili kitapların yazılmasına da sıra gelmiş ve 1867’den itibaren medeniyet konusuna ayrılmış kitaplar yayın hayatına girmeye başlamıştır. 1867 yılında yayınlanan ve yazarı bilinmeyen 16 sayfalık Medeniyet Yani Sivilizasyon adlı kitapçıktan başlamak üzere, Gaspıralı İsmail’in Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene (1885), Ahmed Rasim’in Terakkiyat-ı İlmiye ve Medeniye (1887), Ahmed Midhat Efendi’nin Terakki (1889), Akyiğitzade Musa’nın Avrupa Medeniyetinin Esasına Bir Nazar (1897) adlı kitaplarının yayın hayatına girdiği görülmektedir. Ancak tanımlanmaya çalışılan bu yeni medeniyet anlayışı, ister istemez terk edilmeye ya da uzaklaşılmaya başlanılan geçmiş medeniyetin savunusunun yapıldığı kitapların yazılmasına da zemin hazırlayarak Hasan Hüsni Toyrani’nin Hulâsa-i Medeniyet-i İslâmiye (1887) ve Ali Vehbi’nin Medeniyet-i İslâmiye Hakkında Birkaç Söz (1891) adlı eserleri bu dönemde okurla buluşmuştur. Ali Vehbi Bey’in bu eseri o yıllarda çıkmakta olan Bursa gazetesinde tefrika edildikten sonra Bursa’da kitap halinde basılmıştır. Azmzade Refik Bey’in Kıvâm-ı İslâm adlı eserini de bu çerçevede saymak gerekir. Mehmed Ubeydullah tarafından Türkçe’ye çevrilen bu eser 1906 yılında Kahire’de basılmıştır.

19. yüzyılda Batı dünyasında önem verilerek çalışılan alanlardan biri de Antropolojiydi. Bu çalışmalara Osmanlı dünyasının tamamiyle ilgisiz kalmadığı bu alanda yazılan kitaplardan anlaşılmaktadır. Bu eserler Batıdaki örgütlü Antropoloji çalışmaları çapında olmamakla birlikte bu alana yaklaşma denemeleri olarak nitelendirilebilecek çalışmalardır. Şemseddin Sami’nin tamamen antropolojik bir değerlendirme olan İnsan adlı eseri (1879); birinci kitabını Kemal Paşazade Said’in, ikinci kitabını Ahmed Rasim’in yazmış olduğu ve 1886 ve 1887 yıllarında yayınlanmış olan Garâib-i Âdât-ı Akvâm; Mustafa Refik’in Garâib-i Âdât (1891); Mehmed Emin’in Musavver Tarif-i Ümem (1891); Hacı Mustafa Mahir’in Kafkasya Kabilelerinin Alâmat ve Ümeralarının Hikâyât-ı Vâkıaları (1892) ve bir anlamda Osman Rahmi’nin Köyde Gördüklerim (1902) adlı eserleri bu yönde bizdeki ilk çalışmaları teşkil eder. Mustafa Satı (El-Husri) Bey’in 1908 yılında Etnografya (İlm-i Akvam) adıyla yayınladığı ve 1912 yılında geliştirerek ikinci baskısını yaptığı kitap ise bu konuda en derli toplu ve ileri eserdir.  

19. yüzyılın en önemli olayı sanayi inkılabının gerçekleşerek gitgide belirleyici bir etken haline gelmesidir. 19. yüzyılın sonlarına doğru bu olguyu bir kitap konusu yaparak kaleme alan yazar Selanikli Fazlı Necip’tir. Sanayi-i Cesime adlı bu eser 1896 yılında basılmıştır.     

Yusuf Akçura’nın kaleme aldığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makaleye Ali Kemal tarafından eleştiri yazısı yazılmış, Ahmed Ferid (Tek) tarafından da bu eleştiriye cevap yazılmıştır. Her üç makale de 1904 yılında Mısır’da çıkarılan Türk gazetesinde yayınlanmıştır. Bu makaleler toplu olarak Kahire’de İçtihad Matbaasında kitap halinde basıldıktan sonra 1911 yılında İstanbul’da ikinci defa basılmıştır. 20. yüzyıl başında Osmanlıcılık ve İslâmcılık siyasetinin yanında üçüncü bir siyaset olarak Türkçülüğü telaffuz eden Akçura’nın bu eseri yeni bir dönemi ve yeni bir tartışmayı başlatmıştır.

J.J.Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin 1904 yılında Rufaizade Mehmed Şekib tarafından Türkçeye çevrilerek Mukavele-i Heyet-i İctimaiye Yahud Mebâni-i Hukuk-i Siyaset adıyla Paris’de kısmen yayınlanmakla birlikte Meşrutiyetten sonra İstanbul’da A. İmzasıyla yapılmış çevirisiyle tam olarak bir kere daha yayınlandığını görmekteyiz.

 

1908’le birlikte düşünce hayatımızın tanıştığı önemli yazarlardan biri Güstave Le Bon’dur. Le Bon’un  La Psychologie des Foules adlı ünlü eseri Fransa’da yayınlandıktan bir yıl sonra (1896) İngilizce’ye de çevrilmiş ve Batı dünyasında oldukça etkili olmuştu. Önce 1908’de Abdullah Cevdet tarafından Rûhu’l-Akvam adıyla, ardından 1909 yılında da Fuad Köprülü ve Sadreddin Celâl (Antel) tarafından Rûhu’l-Cemaât adıyla yapılan Türkçe çevirileriyle yayınlanarak Meşrutiyet okuyucusuna sunulmuştur. Meşrutiyet inkılabının bir toplumsal ya da siyasi hareket olarak böyle bir eseri okutması yadırganmamalıdır.

Meşrutiyet olayının bir hürriyet hareketi olarak sunulduğu ve öyle algılandığı bilinmektedir. Bu bağlamda kaleme alınan eserler 1908 hareketinin ardından yayın hayatına girmekte  gecikmeyen kitaplar olmuştur. Asım Efendizade Şeyh Sami’nin Cemiyet ve Hürriyet (1908); M.Kadri Nasih’in Zulüm ve Adl (1908); Dr.Hazık imzasıyla Zeynizade Mehmed’in Hürriyet (1908); Bafralı Ömer Faruk’un Necm-i Hürriyet (1908); Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin İslâmda Usûl-i Meşveret ve Hürriyet (1908); C.F.Herrik’in Tulû-i Hürriyet (1910); Serkis Orpilyan’ın Düstur-i Hürriyet (1910) adlı eserleri bu türden yayınlardır.  

Hürriyet ideolojisinin siyasi hareket içindeki yerini düşünsel bir temele dayandırma ihtiyacı Meşrutiyet sonrası yıllarda Émile Faguet’yi karşımıza çıkarmıştır. Faguet’nin 1903 yılında yazdığı Le Liberalisme adlı eseri Hasan Vasfi (Menteş) tarafından Liberalizm Yahud Hürriyetperver Bir Hükûmet Nasıl Hareket Eder? adıyla Türkçeleştirilerek 1910 yılında yayınlamıştır. Aynı yıl içinde Rıza Tevfik’in Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye mecmuasında John Stuart Mill üzerinden bir hürriyet tahlili denemesine girişmesi yine aynı saikle izah edilebilir. É. Faguet’nin Evâmir-i Aşere - Vatan Vazife - adıyla  A. Naci ve Asım Tevfik tarafından Türkçe’ye çevrilen diğer bir eseri de 1912 yılı yayınları arasındadır.

1908 ortamında Sosyoloji adına yayınlanan eserlerden önemli bir bölümünü Prens Sabahattin’in kitap ya da risaleleri teşkil etmektedir. Meşrutiyetin ilanı üzerine Türkiye’ye dönen Prens Sabahattin önce 20 sayfalık Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet Hakkında Bir İzah (1908); ardından 46 sayfalık Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet Hakkında İkinci Bir İzah (1908) adlı yayınlarda bulunarak science sociale’ci temele dayandırdığı siyasi görüşlerini açıklama girişiminde bulunmuştur. Bu metinler hâlâ elimizdeki en önemli Prens Sabahattin metinleri olarak değerini korumaktadır. Henüz Ziya Gökalp’in düşünce hayatında isminin duyulmadığı bir zamanda Prens Sabahattin, siyasi hürriyet hareketine eşlik edecek bir Sosyolojiyle ortaya çıkarak ihtiyaç duyulan bir girişime öncülük etmiştir. Ancak hürriyet hareketini başlatan İttihatçıların niyetindeki hürriyetin Sabahattin Bey’in anladığı hürriyetle ilgisi olmadığı gibi ilerleyen zamanda hürriyetle de ilgisinin olmadığı anlaşılacaktır. Bu yüzden Sabahattin Bey 1909’da ortaya çıkan olaylarla irtibatlandırılmak istenince tekrar yurt dışına çıkacaktır. Ancak bu arada kendi görüşleri doğrultusunda Ahrar Fırkası girişiminde bulunduğu sıralarda üçer sayfalık iki broşür de yayınlamıştır: Osmanlı Askerlerine Hitaben Açık Mektup (1908) ve Ulema-yı Kirama Açık Mektup (1908). Sabahattin Bey’in diğer bir eseri Meslekimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah (1911) adlı kitabıdır. Sabahattin Bey’in bu dönemdeki yayınlarının yankısız kalmadığı görülür. Babanzade Mustafa Zihni Paşa Tevsi-i Mezuniyet (1908); M. Fazıl Reşid  Son İzah Münasebetiyle Sabahattin Beyefendi’ye Açık Mektup, Tahirü’l-Mevlevi ise Teşebbüs-i Şahsi (1914) adlı eseriyle Sabahattin Bey’in görüşlerini edebi alana taşıyarak bir şekilde tartışma zemininde devam ettirmişlerdir. İstinat ettiği Le Play okulunun görüşleriyle Sabahattin Bey’in kaleme aldığı son eser Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? (1919) adlı kitabıdır. 1906 yılında yurt dışında çıkarmaya başladığı ve 1908 yılına kadar sürdürdüğü Terakki adlı dergideki yazılarından başlayarak 1919 yılına kadar ara ara yayınlamış olduğu bütün eserlerinde Prens Sabahattin’in ana fikirlerinin Le Play Okulu tarafından belirlenmiş olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Türkiye’de Le Play Sosyolojisinin Durkheim Sosyolojisinden daha önce öncü bulmuş olmasına karşın bir yandan Prens Sabahattin’in siyasi muhalifliği, öbür yandan Durkheim Sosyolojisinin toplumcu anlayışına duyulan sempati bu kronolojik önceliği hükümsüz kılmıştır.

Le Play Okulunun görüşleri Sabahattin Bey’in eserleriyle tanınmaya başlamıştı; ancak bu okulun görüşleri Sabahattin Bey’in eserlerinde aldığı yerle sınırlı kalmamıştır. Sabahattin Bey’in birebir ilgi içinde bulunduğu Le Play’ci önemli isim Edmond Demolins’in üç önemli eseri Türkçeye çevrilerek hem Demolins’in hem de Demolins’in eserleri aracılığıyla okulun görüşleriyle daha yakından tanışmak mümkün olmuştur. Demolins’in Mevki-i İktidar adlı eseri 1912 yılında M.A.N. imzasıyla; Comment la Route Sréele Type Social adlı kitabı Ahmed Sânih tarafından Yollar (1913) adıyla, A Quoi Tient la Supériorité des Anglo-Saxons  adlı eseri A. Fuad ve A. Naci tarafından Anglosaksonların Esbab-ı Faikiyeti Nedir? (1914) adıyla Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır.

Hürriyet düşüncesinin hatırlattığı önemli isimlerden biri de Herbert Spencer’dir. Bu liberalist sosyolog çok eksik olarak Türkçe’ye çevrilmiş olmakla birlikte bu çevirilerin 1908 sonrası yıllarda yapılmış olması devrin hürriyet arayışı ya da hürriyet sorunu bakımından anlamlıdır. Spencer’in fikirleri daha önce başta Rıza Tevfik olmak üzere başka isimler tarafından dergilerde yazı konusu yapılmakla birlikte Spencer kitap olarak ilk defa 1911 yılında Mehmed Münir (Ertegün) tarafından tercüme edilmiştir. Vâzı-ı Kanunların Hataları adıyla tercüme edilen bu 56 sayfalık metin ertesi yıl, 1912’de, bir ilave görmeden tekrar yayınlanmıştır. İttihatçı yönetimin iktidarı sırasında böyle bir Spencer’ci metnin yayınlanması sebepsiz olmasa gerektir. Ancak Spencer’den uzun yıllar başka tercüme yapıldığına tanık olunmayacak; nihayet 1919 yılında İbrahim Aşki tarafından Terakki Kanunu ve Sebebi adıyla 87 sayfalık bir tercüme daha yapılacaktır.

II.Meşrutiyetin önde gelen devlet adamlarından biri olmasının yanısıra bu dönemin düşünce hayatında belirleyici bir rolün sahibi olan Said Halim Paşa 1909 ila 1919 yılları arasında arka arkaya verdiği eserlerle yaşanan toplumsal sorunlar üzerinde derinlemesine tahlillerde bulunmuştur. Said Halim Paşa’nın eserleri hacim itibariyle gösterişli olmamakla birlikte temsil ettiği görüş ve seviyesi bakımından yayınlandığı tarihten itibaren toplumsal düşüncenin vazgeçilmez eserleri arasındaki yerini hep korumuştur. Mukallitliklerimiz (1910), Meşrutiyet (1913), Buhran-ı İçtimaimiz (1916), Taassup (1917), Buhran-ı Fikrimiz (1917), İnhitat-ı İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiye (1918) ve nihayet bu eserlerin bir arada basılmış olduğu Buhranlarımız (1919) adlı kitaplarıyla Said Halim Paşa bir başka açıdan toplumsal değerlendirmelerde bulunarak sosyal düşünce alanına gerçek bir açılım getirir. Said Halim Paşa’nın eserleri Ziya Gökalp’in aynı yıllarda yazdığı makalelerle birlikte okunduğunda oluşmakta olan Türk Sosyolojisinin hiç de soyut ve fiktif  bir temelde yükselmediği fark edilecektir. Ne yazık ki bir yandan her iki düşünürün arka arkaya kaybı, öbür yandan gelişen siyasi toplumsallık koşullarının tartışma yerine karar verme yönünde biçimlenmesi, Prens Sabahattin’i de ihmal etmemek kaydıyla, Türk Sosyolojisinin güçlü bir solukla ortaya çıkmasını ancak başlangıç halinde bırakmıştır.

Toplumsal etkenler ya da belirleyiciler konusu bu yıllarda gündeme gelen ilgi konularından biridir. Ahmed Şuayp Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye Mecmuasında bu konuda seri makaleler yazdıktan bir sonraki yılda Mehmed Vehbi Avâmil-i Ümran adlı kitabını yayınlamıştır (1911). Fustel de Coulanges’ın ünlü eseri La Cité Atique bu sırada Türkçe’ye çevrilerek Medine-i Evvelîn adıyla yayınlanmış (1911), arkasından Ernest Dupréel’nin Cinnetin Esbab-ı İçtimaiyesi Mehmed Faik tarafından tercüme edilerek yayına girmiştir (1912). 1912 yılında yayınlanan önemli Sosyoloji eserlerinden bir diğerini Charles Bouglé’nin Qu’est-ce que la Sociologie adlı eserinin Mustafa Suphi tarafından tercüme edilerek İlmü’l- İçtimai Nedir? adıyla yayınladığı kitap teşkil etmektedir.

Dikkat edilirse bütün bu yayınlar henüz Ziya Gökalp’in eserlerinin ve Sosyoloji çalışmalarının ortada olmadığı zamanın ürünleridir. Ziya Gökalp’in asla tamamen boş bir alanla karşılaşmamış olduğu bilinmelidir. Ancak onun, bu birikim üzerine neyi koyduğu ve nasıl koyduğu önemlidir. Durkheim henüz tercüme edilmemiştir ama sıranın ona gelmekte olduğu muhakkaktır. Dupréel’nin ve de Coulanges’ın eserlerinin Durkheim’in habercisi olduğunu söylemek mümkündür.

Meşrutiyet yıllarında  Said Halim Paşa’nın eserleriyle İslâmcı düşünce, E. Faguet ve diğer yazarların eserleriyle Liberal  düşünce şekillenirken bir yandan da Sosyalist ve Türkçü düşünceler de eserleriyle ortaya çıkmaktaydılar. George Turnier’nin Sosyalizm adlı eseri Haydar Rifat’ın (Yorulmaz) Türkçe’siyle 1910 yılında yayınlanırken bu konuda yerli bir eser de Dr.Refik Nevzad tarafından kaleme alınarak yayınlanmıştır. Sosyalizm ve Rehber-i Amele adını taşıyan bu kitabın yayın tarihi 1912’dir. Haydar Rifat’ın Sosyalist literatürü tercüme çalışmaları ileriki yıllarda da devam edecektir. Rus İhtilâlinden sonra özellikle 1920’li yıllarda Sosyalist düşünceyle ilgili yayınların iyice arttığına tanık olunmaktadır. 1918’de yazarı belirtilmemiş küçük bir kitap olarak Sosyalizm; 1920’de Dr. Hasan Rıza’nın kaleminden çıkan Sosyalizm; Selahaddin Nevzad’ın Bolşeviklik; Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından yayınlanan Sosyalistlik Nedir? adlı eserlerin ardından Sadreddin Celâl’in (Antel) Burjuva Demokrasisi ve Sosyalizm (1921) ile Sosyalizm ve Tekâmül (1922) adlı kitaplarının devreye girdiği görülmektedir. 1923 yılı ise bu anlayıştaki yayın trendinin iyice yükseldiği yıl olmuştur. Seferzade Rifat’ın tercüme ettiği Kafkasya’da Faale Harekâtı ve Sosyal Demokratya; Dr.Şefik Hüsnü’nün tercümesiyle yayınlanan Komünist Beyannamesi; Halil Edhem (Eldem) tarafından daha geniş şekilde tercüme edilen Komünist Beyannamesi “Manifesto”; Buharski’den iki ayrı çeviriyle yayınlanan Komünist Elifbası ve Hüseyin Cahid (Yalçın)’in Vilfredo Pareto’dan iki büyük cilt halinde çevirerek yayınladığı Sosyalist Meslekleri 1923 yılı yayınları olarak karşımıza çıkmaktadır. 1924 ve 1925 yıllarında da bir kısmı Moskova ve Bakü kaynaklı olmak üzere bu tür kitapların yayını devam etmiştir. Gabriel Devil’den Vâlâ Nureddin’in tercüme ettiği İlmî Sosyalizm; Kaganoviç’den tercüme edilen Rusya Komünist Bolşevikler Fırkası Nasıl Kurulmuştur?; Traynin’den tercüme edilen Sosyalist Şuralar Cumhuriyetler İttifakı ve Milli Mesele; yazarı belirtilmemiş olan Lenin ve Leninizm adlı kitaplar bu yıllar içinde basılmış olanlardır. 1925’den sonra Sosyalist düşüncedeki eserlerin yayınında bir duraklama görülür. 1927’de İ.Alaaddin (Gövsa) başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan 15 sayfalık Lenin adlı kitapçığı 1928 yılında yayınlanan Mehmed Emin Resulzade’ye ait İhtilâlci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği adlı eserle yazarı belirtilmemiş olan (M. Emin Akay) Milliyet ve Bolşevizm adlı kitaplar izlemektedir. Son kitapların anti-sosyalist nitelikte eserler olduğu dikkatten kaçmamaktadır.

  Türkçü düşüncenin de aynı süreçte gelişerek kitaplara döküldüğü görülür. 1913 yılında Hüseyin Ragıp (Baydur)’ın Türklük; Özdemir imzasıyla yayınlanan Türk Ruhu Nasıl Yapılıyor? adlı kitapların ardından 1914 yılında Turancılık ideolojisini yansıtan Tekin imzasıyla yayınlanan Turan; Mehmed Ali Tevfik’in Turanlı’nın Defteri gibi eserler yayın hayatında görülmeye başlar.

  Bu tür ideolojik eserler doğrudan doğruya Sosyoloji  literatürüne girmese bile toplumsal düşüncenin yönünü Sosyolojiden ideolojiye çevirmiş olmaları bakımından ilgiye muhtaçtır. Kaldı ki Sosyoloji ile ideoloji arasındaki sınırın ne kadar belirgin olduğu her zaman muğlak olduğu için Sosyoloji ideoloji ile birleşebildiği gibi ideolojiden de Sosyoloji çıkarmak imkânsız değildir. Ancak söz konusu dönemde Türkiye’de Sosyalist ideolojiden bir Sosyoloji çıkarılması yönünde ciddi bir çabaya tanık olunmamaktadır. Said Halim Paşa’nın iyi bir başlangıç yapmasına rağmen İslâmcı ideolojiden de bir Sosyolojiye gidilememiştir. Bu dönem ideolojileri arasında bunu başaran tek hareketin Türkçülük ideolojisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkçülük ideolojisinin  bu şansını Ziya Gökalp gibi bir ideologa borçlu olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Öyle ki Gökalp bile eğer Sosyoloji ile ideolojiyi aynı elde tutmayı baştan beri sistematik bir kararlılıkla sürdürmüş olmasaydı Türkçülük ideolojisinden bir Sosyolojinin çıkması yine mümkün olmayacaktı. Şu halde Ziya Gökalp’te ifadesini bulan Türkçülük dışındaki ideolojiler ilim olma yerine hareket olmayı öncelemişken Gökalp’in şekillendirdiği Türkçülük, hareketten vazgeçmeden, hareketten ilim çıkarmayı bilmiştir. Meşrutiyet devri ideolojik akımları İttihatçılara karşı olsalar bile İttihatçıların siyasi aksiyon yöntemlerinin etkisine kapılarak düşünceden önce aksiyonu hedeflemişlerdir. Onlarda düşünce aksiyona çevrilmek istenirken,  Gökalp bir İttihatçı olmasına rağmen bu tuzağa düşmemiştir; o, düşünce ve aksiyonu bilime çevirebilmiştir. Malta’daki sürgünlük zamanını bile siyasi bir mahkum gibi değil bir fikir işçisi gibi yaşaması ondaki tutkunun yönünü göstermesi bakımından ilginçtir.

  1914 ve 1915 yıllarında, Ziya Gökalp’in Üniversitede okuttuğu Sosyoloji ders notları Hamid Sadi (Selen) tarafından yayınlanmıştır. İlm-i İçtima Dersleri adı altında 63’er sayfalık iki bölüm halinde taş baskı ile yayınlanan bu eserde Sosyolojinin konusu ve yöntemi ile tarihi ele alınmaktadır. Eser Durkheim’cı pozitivist Sosyoloji anlayışının tipik bir ürünü olmakla birlikte Ziya Gökalp’in pek çok sosyologla ilgili nakillerde ve değerlendirmelerde bulunması onun bu tarihlerde Sosyoloji alanına ne derece hakimiyet sağladığını açıkça göstermektedir. Gökalp’in İstanbul’a geldikten sonraki yayın faaliyetini dergilerdeki makalelerinden takip etmek zorundayız. Bir anlamda Ziya Gökalp bu İstanbul dönemini Üniversitedeki dersleriyle birlikte makale yazıcılığı ile doldurur; Türk Yurdu, İslâm, Yeni Mecmua ve İçtimaiyat Mecmuası yazı yazdığı başlıca dergilerdir. Bu dönemin sonunda, 1918 yılında daha önce yayınlanan makalelerinden bir bölümü Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında kitap halinde basılarak Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adıyla yayınlanmıştır. Bütünüyle sosyal ve siyasi konulardan oluşan Yeni Hayat adlı şiir kitabı da Ziya Gökalp’in 1918 yılında yayınlanan diğer bir eseridir. Malta dönüşü Ankara’da Telif ve Tercüme Heyeti üyesi olarak üstlendiği Türk Töresi adlı çalışmasıyla, en önemli eseri sayılan Türkçülüğün Esasları, onun ancak 1923 yılında kitaplaşacak çalışmaları olacaktır.

  Öncelikle Sosyal Siyaset alanına girdiğini düşünsek bile 1913 ve 1914 yıllarında Dr. Kasım İzzeddin tarafından kaleme alınan bir rapor-çalışmadan bu arada söz etmek yerinde olacaktır. Hicaz’da Teşkilât ve Islâhat-ı Sıhhiye ve 1329 Senesi Hacc-ı Şerifi başlığıyla 1913’de 80; 1914’de 143 sayfa halinde yayınlanan bu eser önemli bir dinsel toplantı olan hac ibadeti sırasında gözlemlenen sorunlar ve alınacak önlemleri değerlendirerek hac ibadetinin toplumsal ve örgütsel yanına dikkat çekmesi bakımından Sosyoloji yayınları arasında anılması gerekli bir eser olarak görülmektedir.

  1912 yılından itibaren arka arkaya yayın hayatına giren önemli eserler arasında Celâl Nuri (İleri)’nin kitaplarının özel bir yeri vardır. Meşrutiyet yıllarının ana tartışma konularına Celâl Nuri cesur bir şekilde girerek Cumhuriyetten sonraki  yıllarda da bu müdahalesine kitapları ve gazeteleri ile devam eder. Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniye (1912); Mukadderat-ı Tarihiye (1912); İttihad-ı İslâm (1913); Tarih-i İstikbâl (1913-14); Harpten Sonra Türkleri Yükseltelim (1917) gibi eserleriyle Celâl Nuri bu yıllarda sesini yükselten bir isimdir. Montesquieu’yü, toplum hayatının kanunlara dayandığını ilk defa açık biçimde yazan bir düşünür olduğu için önemseyen Celâl Nuri toplumsal reformları yapmadan önce toplum psikolojisini buna hazırlamanın reformların amacına ulaşması için sosyolojik bir şart olduğunu ileri sürerek sosyolojik bir yaklaşım gösterir.

Meşrutiyet fikri ister istemez Montesquieu’yü hatırlatır. Meşrutiyet için harekete geçilen 1860’lı yıllarda Namık Kemal tarafından tercüme edilmeye başlanmış olduğu halde doğru dürüst bir Montesquieu tercümesi uzun zaman gerçekleşmedi. II. Meşrutiyetin ilerleyen yıllarında nihayet Hüseyin Nazım tarafından Kanunların Ruhu Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır. İlk baskısı eksik bir şekilde 1915’de, ikinci ve tam baskısı iki cilt halinde 1923 yılında yapılmış gecikmiş bir eser olarak düşünülebilir Kanunların Ruhu.

1915 yılının kenarda unutulmuş bir eseri Ahmed Midhat’ın Medresetü’l-Mütahassisin Felsefe Şubesinde tedris olunan İlm-i İctima’a Ait Takrirler’idir. 64 sayfalık bu ders notları Matbaa-i Amire tarafından basılmıştır. Darülhilafetilaliyye medreselerinin yüksek kısmı olarak 1915’de açılan bu yüksek okulda ilk yıl okutulan dersler arasında Soyolojinin bulunduğu ve bunun Ziya Gökalp’in Darülfünun-i Osmanide okuttuğu Sosyoloji dersleriyle aynı zamana denk geldiği anlaşılmaktadır.

Yenileşme tartışmaları arasında Cemil Said (Dikel)’in 1914 yılında kaleme almış olduğu Teceddüd-i Hakiki Nasıl Olur? adlı kitabıyla  Baha Tevfik’in Teceddüd-i İlmî ve Felsefî adlı kitabı toplumsal değişmenin felsefi ve entelektüel boyutuna dikkat çeken eserlerdir. Baha Tevfik kısa hayatı içinde önemli eserler vermiş bir yazardır. Nihilist, bireyci ve maddeci bir felsefeyi benimsemiş; 1912 yılında bu görüşlerle Felsefe dergisini çıkarmıştır. Bu dergi Türkiye’de çıkan ilk felsefe dergisidir. Ancak Baha Tevfik, görüşlerinin sadece entelektüel seviyede kalan düşünceler olarak kalmasını değil toplum hayatını şekillendiren bir güç olarak özellikle ahlâk ve din konusunda değişiklikler yaratmasını ister. Felsefi temelden hareketle de olsa Baha Tevfik’in bir toplum eleştirisinde bulunup teklifler getirdiğini görebiliriz.        

  Gerek Celâl Nuri’nin Batıcı görüşleri gerekse Baha Tevfik gibi maddeci felsefe düşünürlerinin yarattığı gelenek karşıtlığı, tepkisel eserlerin ortaya çıkmasını geciktirmemiştir. Tüccarzade İbrahim Hilmi (Çığıraçan)’nin gerek kendi yazdığı eserler gerekse matbaasında yayınladığı kitaplar bu tepkinin ürünüdür. Milletin Hataları (1912); Milletin Kusurları (1912) kitaplarında özellikle siyasi yenilgilerin sebepleri araştırılırken  Avrupalılaşmak – Felâketlerimizin Esbabı (1916) adlı kitapta da Batılılaşma konusu ve İttihat ve Terakki döneminin  başarısızlıkları masaya yatırılmaktadır. Bu son eserin Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak üzerine seri makalelerinin ve Said Halim Paşa’nın Buhran-ı İçtimaimiz adlı eserinin yayınlandığı zamanlara denk gelmesine dikkat etmekte yarar var.

  Berlin Şark Akademisi Neşriyatından olduğu belirtilerek 1918 yılında Dr. Fritz imzasıyla yayınlanan iki kitabın Türkiye’nin etnik sosyolojisi bakımından dikkate değer ürünler olduğunu ifade etmek gerekir. Kitaplar birer alan araştırması ürünü olarak o yılların etnik demografyası ve diğer sosyal verileri üzerine önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Dr. Fritz imzasını taşıyan 384 sayfalık ilk kitap Kürtler – Tarihî ve İçtimaî Tedkikat adıyla yayınlanmış, mütercim ismi belirtilmemiştir. Türkmen Aşiretleri adını taşıyan 533 sayfalık ikinci kitap ise Dr. Fritz ve Rauling imzalarıyla yayınlanmış olup keza bunda da mütercim ismi yer almamaktadır. Yazarları hakkında bir bilgi sahibi olamadığımız bu çalışmaların altındaki imzadan çok araştırdığı konu dikkate değerdir. Bir anlamda etno-sosyolojik araştırmanın detaylı bir örneğini teşkil eden bu eserlerin o yıllarda ilim dünyası kadar siyaset dünyasını da ilgilendirmiş olduğunu tahmin etmek zor değildir.

  Bu bağlamda anılabilecek bir diğer eser de Hasan Bahri imzasıyla yayınlanan Anadolu Köy Düğünleri (1916) adlı kitaptır.

  Orhan Midhat’ın İçtimai İnkılaplar – İslâmiyetin Mazi, Hâl ve İstikbâli adlı eseri de 1916 yılı yayınları arasında yer almaktadır.

  1920 yılına gelindiğinde Durkhem’ın adıyla yayınlanan ilk kitapla karşılaşmaktayız. Osman Kâzım’ın tercüme ettiği bu eser Durkheim’ın Hâdisat-ı Ahlâkiyenin Tayini adıyla bilinen bir konferansıdır. Aynı yıl Necmeddin Sadık’ın 77 sayfalık Tesanüd Rabıtası adlı kitabı yayınlanarak Durkheim’ın eserine eşlik eder. Çokça tartışılan terakki bahsi yine bir kitap konusu olarak 1920’de karşımıza çıkar: Nazif Paşa’nın Terakki Çareleri. Ziya Gökalp, Celâl Nuri gibi yazarlar tarafından işlene gelen Türklük, Doğululuk, Batılılık konuları Haşim Nahid (Erbil) tarafından kaleme alınan Üç Muamma adlı eserle tartışılmaya devam eder.  

  1921 yılında dikkate değer bir kitap Abdullah Cevdet’in Güstave Le Bon’dan tercüme ettiği Dün ve Yarın –  Nusûs-ı Ruhiye ve İçtimaiye – adlı eserdir. Dr. Şefik Hüsni’nin Türkiye ve  İnkılap; İsmail Hakkı (Baltacıoğlu)’nın Kalbin Gözü adlı kitaplarıyla birlikte Muslihiddin Adil’in (Taylan) Beynelmilel İçtimaiyat Kongresi ve İntıbalarım adlı eseri 1922 yılında Sosyoloji adına izlenebilecek çalışmalardır.

  1923 yılının, Sosyoloji eserleri bakımından ciddi bir yoğunluğun yaşandığı bir yayın dönemi olduğu söylenebilir. Malta sürgünlüğü sırasında Ziya Gökalp’in telkiniyle Hüseyin Cahid’in (Yalçın) tercüme etmeye başladığı Durkheim’ın Din Hayatının İbtidai Şekilleri ile yine aynı yazarın  Taksim-i Amel adlı iki temel eseri bu yılda yayınlanmıştır.  Taksim-i Amel’in tercümesini yapan Ahmed Midhat Hukuk-i Esasiye Muallimidir ve daha önce, 1915 yılında yayınlanan İlm-i İctimaa Ait Takrirler’i kaleme almış kimsedir. Necmeddin Sadık’a ait İçtimaiyatın Teessüsüne Kadar Ulûm-i İçtimaiye; Yusuf Akçuraoğlu’na ait Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikrî Cereyanlar; Mehmed İzzet’e ait Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat; Ziya Gökalp’e ait Türk Töresi ile Türkçülüğün Esasları; Safvet Örfi’nin Ziya Gökalp üzerine yazdığı Ziya Gökalp ve Mefkûre Arasındaki Münasebet Vesilesiyle Bir Kalem Tecrübesi; M. Şemseddin (Günaltay)’in Maziden Âtiye; İsmail Hakkı ( Baltacıoğlu)’nın İçtimaiyat Nokta-i Nazarından Terbiye adlı eserleri ile Seferzade Rifat tarafından D. Kudriyafski’den tercüme edilen Kadimde İnsanlar Nasıl Yaşıyordular? – İbtidai Medeniyet Mülâhazası – adlı kitaplar 1923 yılının verimli ortamının ürünleridir.

1923 yılının hızlı temposu 1924 yılında da gözlenebilir. Mehmed İzzet Terbiye ve Ahlâka Müteallik Tatbikatıyla Sosyoloji Dersleri adlı eseri A.Gleise ve A.Hess’den tercüme ederek yayınlamış; Engels’den Cemiyetin Menşeleri tercüme edilmiş; Abdullah Cevdet, Güstave Le Bon’dan tercümelerine devam ederek İlm-i Ruh-i İçtimai’yi çevirmiş; Hilmi Ziya Ülken Formel Sosyoloji okulunun önemli ismi Gaston Richard’dan İçtimaiyat Hakkında İbtidai Malumat adlı kitabı çevirmiş ve bu tercüme 1927 yılında ikinci kez basılmıştır. Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu)’nin küçük bir monografik çalışması olan İbni Haldun ve Mehmed Emin’in (Erişirgil) Malumat-ı Vataniye adlı telif eserleri de 1924 yılı yayınları arasındadır. Yayınına 1924 yılında başlanıp 1925 yılında devam edilen önemli bir tercüme eser Hüseyin Cahid’in (Yalçın) Visconte James Bryce’den çevirdiği dört ciltlik Asri Demokrasiler adlı kitaptır.

 

1925 yılının daha az sayıdaki eserleri arasında Güstave Le Bon üzerine Baron M. Otono tarafından yazılmış eserin Bir Zekâ-yı Feyyaz : Dr. Güstave Le Bon’un ilim ve Tefekkür Âleminde Gördüğü İş adıyla Abdullah Cevdet tarafından tercümesi ve Necmeddin Sadık’ın Siyasi İçtimaiyat adlı eseri yanında  Hâbil Âdem’in (İsmail Naci Pelister) Mustafa Kemallerin Kitabı sayılabilir. 1925 yılının yayınları arasında anılabilecek ayrıca üç kitapçıktan söz etmek yerinde olacaktır: Mehmed Fuad’ın (Köprülü) 29 sayfalık küçük bir etüdü olan Oğuz Etnolojisine Dair Tarihi Notlar;  Hüsni Hamid (Dilgan)’in 14 sayfalık İlim ve Demokrasi, M. Emin Resulzade’nin 29 sayfalık İstiklâl Mefkûresi ve Gençlik adlı risaleleri.  

Sosyoloji alanındaki yayınların 1926 yılında iyice azalmaya başladığı gözlenebilir; Ahmed Burhaneddin’in 16 sayfalık Cumhuriyet Mefkûresi ve Darülfünun Gençliği adlı risalesi dışında elimizdeki listeye girecek bir eser bulunmamaktadır. Hızını kesmeden devam eden tercüme makinesi Hüseyin Cahid’in John Stuart Mill’den çevirdiği Hürriyet adlı kitap De Pon Witt’in 100 sayfalık uzun mukaddimesiyle 1927 yılında yayınlanırken bu yılın kayda değer diğer önemli yayınları Ahmed Ağaoğlu’nun Üç Medeniyet; Necmeddin Sadık’ın Max Bonnafus’dan tercüme ettiği Umumi İçtimaiyat (I. Kitap); İbrahim Memduh’un (Seydol) René Worms’dan tercüme ettiği İçtimaiyat ve Ali Kâmi’nin (Akyüz) İçtimaiyat adlı eseridir.

1925 yılında başlayıp 1927 yılında yoğunlaşarak devam eden yayınlar arasında Latin harfleriyle ilgili tartışmaları yansıtan çok sayıda kitap basıldığı görülür. Bu yayınlar 1928 yılında da devam etmiştir. Alimcan Şeref, Avram Galanti, Dr. İsmail Şükri, İsmail Hidayet, Azmi Ömer, Mehmed Nureddin bu tür yayınlarda imzası bulunan isimler arasındadır.

1928 yılı, Arap harfleriyle yayın yapılan son yıldır. Remzi imzasıyla Hayat-ı İçtimaiye Hakkında adlı eserden başka M. Fehmi tarafından tercüme edilen Durkheim’ın Edükasyon ve Sosyoloji adlı kitabı, Mustafa Şekib’in Hayat Mecmuasında tefrika ettikten sonra kitaplaştırdığı Terakki Fikrinin Menşe ve Tekâmülü; Fahri Kemal’in Benito Mussolini ve Faşizm; M. Emin Resulzade’nin İhtilâlci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği; Tekin Alp’in Türkleştirme; Safi (Dümer)’n Türk’ün Yeni Amentüsü adlı eseri Arap harfleriyle yayınlanan son eserlerdir.

1929’da yeni harflerle yayınlanan ilk Sosyoloji eseri Mehmed İzzet’in İçtimaiyat adlı kitabıdır; bu eser 1932 yılında ikinci kez yayınlanmıştır. 1930 yılındaki Sosyoloji yayınları olarak Ömer Lutfi’nin Hayat-ı İçtimaiye; John Dewey’in Mektep ve Cemiyet ve A. Refik’in (Altınay) Anadolu’da Türk Aşiretleri adlı kitaplarını saymak mümkündür.

 

1858–1930 yılları arasında yayınlanan toplam 150 kadar eser üzerinden yaptığımız bu tespitte ortalama olarak her yıla iki eser düşmekte ise de dönemler bazında yapılacak bir değerlendirme dönemler arasındaki dağılımın oranlı olmadığını gösterecektir. 1858 – 1908 yıllarını kapsayan yarım yüzyıllık zaman içinde ancak 20 civarında kitaptan söz etmek mümkünken 1908–1924 yılları arasındaki 16 yılda 100 kadar kitapla karşılaşılmaktadır. Meşrutiyet dönemiyle ortaya çıkan yayın zenginliğinin en iyi yansıdığı alanlardan birinin Sosyoloji olduğu böylece açık bir biçimde görülmektedir. 1908 dönemi yayınlarının sınırını 1924 yılını kapsayacak biçimde uzatmak dönemin şartlarının gereği olarak görülmektedir. Çünkü Cumhuriyet 1923 yılının sonlarında ilan edilmiş olduğu gibi Cumhuriyet ideolojisinin düşünce ve yayın hayatına gerçek anlamda yansıması ancak 1925 yılındaki dönüşümle birlikte olmuştur. 1925–1930 yıllarını ayrı bir dönem olarak düşünmenin daha isabetli olacağı görüşüyle bu yıllar arasındaki Sosyoloji alanı yayınlarının 30 kadar olduğu söylenebilir.  

 

İSTANBUL BENİM KIYIMDA

İSTANBUL BENİM KIYIMDA

 

BEDRİ MERMUTLU

 

İstanbul geldi benim kıyımda durdu

Kollarını göğsüne kavuşturdu

En parlak gözleriyle

Sustu

Şehzade Mustafa’yı düşündü

Haliç’te kadırgaları

Aylak sulara yaslanan yaşlı mavi bir zamandı deniz

Bir ustura gibi sıyırıp attı mevsim

Ödünç günlerimizi

Hovarda bir yazın son günündeyiz

“Yok… yok” çalıyor tokmağı kapıların

Miadı dolmuş isimlerdeniz

 

Yoklar listesinin her satırında adım

İstanbul’un listesinde adım adım kuleler

Kulelerin gölgesine gömdüğüm sesim

Hâlâ İstanbul’a gazeller söyler

Kahve Yemen’den gelir Üsküdar’da içilir

Bunu en iyi, dostum İstanbul bilir

Şevkefza konforunda

Yumuşak rüzgâr

Deniz yavaş

Taze kavrulmuş kahve tadında

İstanbul benim kıyımda

Ben yokum

OSMANLI MATBAASININ POLİTİK ANLAMI

OSMANLI MATBAASININ POLİTİK ANLAMI                                                                                

BEDRİ MERMUTLU

 

 ÖZET

1699’dan sonraki yıllarda gösterdiği kurumlaşma çabalarıyla Osmanlı devletiyle ilgilenmek ve onu bu çabalarıyla tanımlamaya çalışmak neredeyse genel bir yaklaşım haline gelmiştir. Üstelik bu çabaların doğru anlaşıldığına ilişkin verilerin de yetersiz olduğu belirtilmelidir. Devletin toprak kaybetmeye başladıktan sonra yeni politik araçlar geliştirmesinin kaçınılmazlığını yüzünü Batıya dönmüş olmakla değerlendirmek bu yanlış anlaşılmanın yol başıdır. Karlofça  sonrası ve bütün bir XVIII. yüzyıl boyunca izlenen politikaların küçülmeye karşın mevziini güçlenerek koruma yönünde olduğunu görmek zor değildir. Hristiyan Batı dünyası karşısında Müslüman Doğu dünyasının koruyuculuğu bilincini muhafaza ettiği sürece bir Osmanlı Batılaşmasından söz etmenin anlamlı olduğu söylenemez. Osmanlının batılılaşma yönünde değil batıya karşı güçlenme temelinde matbaa ile yöneldiği girişim bu yöndeki girişimlerin ilki olmasa bile ilginç bir örneğidir.

 

Anahtar Kelimeler: Matbaa, Müteferrika, Jeopolilitik, Osmanlı

 

Giriş

 

Toplumlararası ilişkilerin devlet üzerinden işlediği bir zamanda devletin başvurduğu politik ve kurumsal araçların temel -ve geleneksel- stratejiyle uygun olup olmadıklarına bakılmaksızın verilecek yargıların araç temelli stratejiler vehmetmek yanılgısını doğurmaya ne denli müsait olduğunun bu dönemdeki en doğru örneklerinden biri matbaadır. Genel kanı matbaanın Türkler tarafından kabulünü Batılılaşmanın en önemli adımlarından biri ve Batıya açılan bir pencere olarak görme yönünde ise de matbaa ve matbaanın da içinde yer aldığı bütün bir Lâle devri ve sonrası, sanılanın tersine, Batıya karşı bir önlem veya cevap niteliğinde eylemler olarak ortaya çıkar. Pasarofça antlaşmasıyla Patrona Halil isyanı arasındaki on-oniki yıllık serbest zaman optimum biçimde değerlendirilerek hummalı bir imar, sanat, edebiyat, bilim ve kültür yarışına ve yatırımına sahne olmuştur. Lâle devri aynı zamanda böyle bir  verimli dönemin adıdır.

 

Barış ortamına girilir girilmez yapılan ilk işlerden biri matbaanın kurulması oldu. Her ne kadar Türklerin kullandığı ilk matbaanın kuruluş tarihi 1727 olarak gösterilirse de bu tarih Türkçe kitap baskısının yapıldığı matbaanın kuruluş tarihidir; nitekim 1729 yılında ilk Türkçe kitap basılmıştır. Ancak bundan önce ve 1132 (1719-1720) yılında  İbrahim Müteferrika tarafından ilk Türkçe harita basımının yapıldığı bilinmektedir. Orijinal baskı nüshası bulunamayan 19x43 boyutundaki şimşir kalıp Marmara haritasının sağ alt köşesindeki “Benim devletlu Efendim, eğer fermanınız olursa dahi büyükleri yapılır Sene 1132’’ kaydından (Kut, 1996: 22-23), bu baskının Damad İbrahim Paşa’ya sunulmak üzere  örnek olarak yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır.

  Müteferrika, ikinci haritası olan Karadeniz haritasını da 1137 (1724-25) tarihinde basmıştır ki aynı şekilde bu da kitap baskısına geçmeden dört yıl öncedir. Bunların dışında, kitap baskısına geçtikten sonra (1729-1730)  müstakil olarak bastığı iki harita daha var ki bunlar İran ve Mısır haritalarıdır (Kut, 1996: 22-29). Müteferrika’nın matbaasını kurmadan önce daha 1718’de bir harita matbaası kurmak için izin aldığı Batılı kaynaklarca da teyid edilmektedir (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 45).

 

Matbaada devlet  eli  

Osmanlı haritacılık tarihinin en önemli simalarından olan İbrahim Müteferrika’nın (Afyoncu, 2000: XXI, 327) bastığı haritaların adedi hakkında tam bir sayı verebilmek mümkün değildir (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 215). Çünkü 1730’da basılan Tarih-i Hind-i Garbi’de yer alan haritalar ve 1735’te basılan Cihannüma’da bulunan kırk kadar haritanın çiziminde ve düzenlenmesinde Müteferrika’nın emeği ve katkısı söz konusudur. (Duverdier, 1992: 285). Halkın dünya coğrafyası ile ilgili tasavvurlarını derinleştirmek ve genişletmek amacı ile basılan bu haritalar için matbaadaki mevcut altı baskı makinesinden ikisi bu amaca tahsis edilmişti (Babinger, 2004: 12-20). Bu konuda Müteferrika’nın ne denli bir karar ve bilinçle hareket ettiği Karadeniz haritası üzerindeki şu ifadelerinden anlaşılabilir: “Harita basımı fennini uğursuz kişiliklerine aitmiş gibi gören muhaliflere rağmen ... ancak Tanrı’yı birleyenlere imdat ve yardım ve bu denizde seyr ü sefer eden Tanrı kullarına kolaylık sağlama ve selamet vesilesi olması düşüncesiyle ... çizilmiştir” (Kut, 1996: 24).

Macaristan’da Katolik Kilisesine karşı verdikleri mücadelede özellikle matbaadan güç alan Unitariyan  geleneğin eski bir mensubu olan Müteferrika yaptığı işin öneminin farkında olarak övünmeye hakkı olduğuna inanıyordu. Matbaa önemli bir araçtı ama matbaayı harita -ve daha geniş anlamıyla coğrafya- için kullanmak ise ayrıca önemliydi. Çünkü Avrupalılar Türklerin matbaa kurmaları yerine,  kendileri Türkçe eserler basmak niyetindeydiler; Türkçe konuşup yazan geniş bir coğrafya onlar için verimli bir pazar olacaktı. Müteferrika, Vesiletü’t-Tıbaa adlı risalesinde bu hususa etraflıca değinmektedir: Bütün Hristiyan dünyası İslâm dillerinde yazılmış olan kitapların parasal değerlerini bildikleri için bu kitapları kendileri basmak üzere bazı girişimlerde bile bulunmuşlardır. Ancak ortaya çıkardıkları baskılar yazıların kötülüğü yüzünden pek rağbet görmemiştir; bu eksikliği telafi etmeleri durumunda ise İslâm ülkelerinde kitap satışı ile külliyetli gelir sağlayabilirler. İslâm ahalisi her hususta onları geçtiği gibi bu konuda da onları geçmelidir... (Müteferrika, 1141). Bu konu gerçekten dikkatle izlenerek, izin verilen devlet matbaasının yanında ikinci bir Türkçe matbaanın açılmasına izin verilmemiştir (Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 521). Bu yasak uzun yıllar devam edecektir. Öyle ki Osmanlı harfleri ile yapılan baskılar bir çeşit kısıtlı imtiyaz olarak görülüp Avrupalılar tarafından bunun ihlalinden özellikle kaçınılmıştır. 1787’de dahi Fransa Büyükelçilik Sarayında kurulan matbaa Türkçe yazıları basmak için Latin harflerini kullanmaktaydı. Bu, Osmanlı yazısıyla olan baskıların zor okunabilir olmalarından değil, yalnızca Türklere tanınmış olan Türkçe baskı yapma yetkisine karşı hareket etmemek içindi (Babinger, 2004: 48-49).

Müteferrika, Türklerin kendi eserlerini basmaya başlamalarını Avrupalıların bu ‘uğursuz’ niyetlerinin akamete uğraması olarak görür. Avrupalıların bastığı ilk Türkçe metin bir Fransız diplomatının (Bréves) III.Murad’dan aldığı ticari imtiyaz senediydi. Bu metnin yıllar sonra (1615) basılarak diplomatik bir dille tek taraflı bir sıkıştırma aracı olarak kullanıldığı unutulmamıştı (Kut, 1996: 16; Duverdier, 1992: 279). İleriki yıllarda Müteferrika matbaasının duraksamasından (1755-1784) yararlanarak  matbaaanın bütün levazımatını Fransızlar satın alıp basım işini devam ettirmek istedikleri halde bunların, basacakları Türkçe kitapları yüksek fiyatla satacakları, ayrıca birçok yanlışlıklar yapacakları bahanesiyle matbaa Beylikçi Raşid Efendi ile Vasıf Efendi’ye verilmişti (Uzunçarşılı, 1995:  IV/2, 519-520).

Buna rağmen Avrupalılar Türklerin kuracakları matbaanın  Tite-Live, Tacitus vb. Yunanca ve Latince eserleri tercüme ederek basacak bir basımevi olacağı umuduyla heyecanlarını korumaktaydılar. Ancak Müteferrika’nın basımevi Avrupalıları düş kırıklığına  uğrattı; Müteferrika, basımevinde Batı bilim ve kültür ürünlerini basmak yerine İslâm toplumunun insanlarına ırklarının dehalarının vermiş olduğu eserleri hatırlamaları için yayınlıyordu (Duverdier, 1992: 288-289). Matbaa hakkında İstanbul’dan yazılıp 14 Ocak 1741 tarihli Gazzatte de France nüshasında yer alan bir mektupta: ‘‘Askeri konulara ait birçok eserin Türkçeye tercüme edilerek matbaada basıldığı’’ bildiriliyordu (Mystakidis, 1329: VII, 452). Oysa ki o tarihe kadar matbaada basılan on üç kitaptan çoğu Coğrafya ve Tarihe ait eserlerdi. Doğrudan askerlikle ilgili olan, Usulü’l-Hikem’in bir bölümü idi ancak. Böyle olduğu halde bütün eserleri topluca askerlikle ilgili olarak algılamak için tarih ve coğrafya ile ilgili eserleri de askerlik kapsamında, hiç olmasa politik kapsamda düşünmüş olmak gerekir.

Batılı devlet yetkilileri Osmanlıya verilecek avantajın ondan beklenecekleri aşmaması gerektiği ilkesinde hemfikirdiler. Bu bağlamda 1729 yılında İstanbul’da bir Bilimler Akademisi kurulması söz konusu olduğunda denizcilik, topçuluk, matematik, askeri disiplin gibi bilimler  -Londra ve Paris’te olduğu gibi- İstanbul’da da bilinirse Osmanlı ordularıyla gerek denizde gerekse karada başa çıkacak gücün zayıflayacağı endişesini dile getirdiler. Matbaa karşısındaki tutumlarını bu çerçevede değerlendirmelidir. Basımevine hep Müslümanların karşı çıktıklarından söz edilmiştir ama Avrupalıların basımevi karşısındaki kararsızlıkları nedense gözden kaçmıştır (Duverdier, 1992: 301).

Batılıların (Müteferrika’nın deyimiyle : muhaliflerin) bu konudaki dikkatleri yersiz değildi ve basımevi yetkilisi onların bu yöndeki kanaatlerini kışkırtmak için baştan beri elinden geleni yapmaktaydı. Gerçi gerek Vesiletü’t-Tıbaa’da gerekse matbaa için verdiği dilekçede basacağı kitaplar olarak lügat, hikmet, heyet, tıp, hesap, tarih, hendese, harita ve coğrafya kitaplarını anıyordu ve basım fetvası ve izni de bu kitaplarla sınırlı olarak veriliyordu (Kut, 1996: 32); ancak Müteferrika’nın bu kitaplar kanalıyla verdiği ya da vermek istediği mesaj görmezden gelinemeyecek kadar politik hatta ideolojiktir. Batılıların ‘‘askerlikle ilgili’’ nitelemesiyle kastettikleri bu olmalıdır.

 

Çok yönlü ilgileri içinde kendini ‘‘Coğrafyacı’’ olarak görmeyi tercih ettiğini Cihannüma baskısına yazdığı önsözde açıkça ilan ettiği gibi (Müteferrika, 1145: 3) Cihannüma boyunca yaptığı eklemeler ve tasarruflarla da bunu ispat etmiş olan Müteferrika ‘‘İbrahim El-Coğrafi’’ye göre Coğrafyanın konusu ve öncelikleri yeryüzü şekilleri, yönler ve uzaklıklar ile yerleşik kavimlerin durumlarına vukuftan ibarettir… Coğrafi konumları itibariyle dost ve düşman topraklarından hiç olmasa genel hatlarıyla haberdar ve bilgi sahibi olmayan yöneticiler düşmanın hile ve tuzağından ve ülkesi civarında meydana gelecek hareket ve karışıklıklardan emin olamayıp izalesi yönünde zahmetler çeker ve şaşkınlık yaşarlar’’ (Şen, 1995:  155, 159). Müteferrika’nın yaklaşımıyla Coğrafya öncelikle devlet yöneticilerinin yardımında olan bir bilimdir. Bu görüş daha sonra Ali Süavi’nin cümleleriyle daha keskinleşmiş olarak ifade edilecektir: Hükümetin temeli ilâhi olduğu halde uygulama usulleri ilâhi değildir; siyaset bilgisi Kur’an’dan ve dinden değil Coğrafya, Tarih, Ekonomi vb. bilimlerden ve tecrübi uygulamalardan elde edilir (Ülken, 1966: 125).

Coğrafya aynı zamanda ‘‘yerleşik halkların hayat tarzlarını” konu almakla beşeri unsur hakkında da bilgi sahibi olmaya yardımcı olacaktır. Osmanlı devleti ile komşu olup fırsat gözeterek her an devlete kötülük yapmak üzere düşmanlıkları bilinenlerden her birinin nasıl bir hazırlık içinde oldukları , güçleri ve miktarları ve durumları hususunda gafil olunmadan bilgi sahibi olmak şiddetli bir ihtiyaçtır. ‘‘Tâ ki İslâmlar bu zararlı taifenin durumlarından tamamen gafil ve cahil olmayıp’’gerekeni yapsınlar (Şen, 1995: 146-147).

Dikkat edilirse İbrahim Müteferrika’nın Coğrafyaya bakışında ve beklentisinde vazgeçilmeyen bir devlet ve politika ayağı söz konusudur. Her ne kadar Siyasi Coğrafya ile Jeopolitiğin bir bilim dalı olarak  gelişmesi XIX. yüzyılın sonlarına rastlarsa da, aslında Platon’a kadar geri götürülebilir. İbrahim Müteferrika’da görülen coğrafya ilgisi politik coğrafya ilgisi olup jeopolitiğin zeminini oluşturur. Aynı eserinde (Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem) coğrafya ile birlikte askerlik üzerinde durması coğrafyanın bu politik anlamını iyice açığa çıkarmaktadır. Coğrafya, politika ve jeopolitik arasındaki ilişki anlaşılabilir bir ilişkidir. Politika bir hareket tarzı seçimi olarak coğrafyanın bütün verilerinden yararlanmakla birlikte politik coğrafyadan farklı bir şeydir. Jeopolitik ise politik coğrafyadan hareketle başka unsurları da değerlendirerek politikaya ulaşır; sadece durum tespiti ile yetinmeyip geleceğe ait hükümler çıkarmak durumundadır (İlhan, 1985:  611-613). Devletin düşmanlarıyla cihat Müslümanlar üzerine farz olduğuna göre karadaki ve denizdeki varlıkları itibariyle düşman ülkeleri hakkında bilgi sahibi olmak cihadın bir parçasıdır. Coğrafya ise “düşman ülkelerini tanımak için sağlıklı bir yol göstericidir.’’ (Şen, 1995:  155).

 ‘‘Coğrafya bilimi siyaset konusunda diğer bilgilerden daha faydalı olup bu fenni bilip kavrayan kimse gayet üstün ve takdir edilmiş olur’’ (Kâtip Çelebi, 1145: 16). Cihannüma’daki bu ifade Müteferrika’dan yüz yıl önce Kâtip Çelebi diliyle Cihannüma’nın yazılış felsefesine bizi götürmektedir. Etzel Pearcy bütün devlet adamlarını jeopolitikçi sayar. Politikacıların jeopolitik temel bilgiye sahip olması ve bunu uygulamaya koyarak gerçekleştirmesi kaçınılmazdır. Jeopolitiğin bilimsel zeminini ise coğrafyacılar, jeopolitikçiler hazırlayacaklardır (İlhan, 1985:  614). Müteferrika devletin dört ana sütunundan en önemlisinin asker ve yönetici sınıfı olduğunu söylerken (Şen, 1995:  153) ‘‘üstün ve takdir edilmiş’’ sonucun dayanacağı temeli bir kez daha göstererek politikayı bilgiye, önemli ölçüde de coğrafi bilgiye bağlıyordu. Politik coğrafyacıların hazırlamış olduğu jeopolitik bilgi şüphesiz ki sonuçta askeri stratejlerin göstereceği ilgiyle anlam kazanacaktır (İlhan, 1985:  607).

Müteferrika, Kristof Colomb’un pusula ve coğrafya bilgisiyle Yeni Dünya’yı keşfederek ‘‘Hristiyan milletine kıyamete degin unutulmayacak bir hizmet ettiğini’’ kaydettikten sonra kendi devleti bakımından coğrafyadan ve pusuladan beklentisini şu sözlerle dile getirir: ‘‘Umulur ki bu fennin devletimizde ortaya çıkışı doğudan ve batıdan devletin alanının genişlemesine yol açar’’ (Şen, 1995: 158-159). Müteferrika’nın telif eserlerinden birinin Füyuzat-ı Mıknatısiyye olduğunun hatırlanmasında yarar var. Matbaasında 1732’de bastığı, manyetik dalgaları konu alan bu eserde mıknatıs iğnesinin yapısı anlatılmakta, mıknatısın bulunduğu herhangi bir yerden enlem ve boylamları nasıl belirleyebileceği açıklanmaktadır (Babinger, 2004: 74). Bu kitap aynı zamanda Müteferrika matbaasında basılan coğrafya kitapları dizisinin teknik kısmını teşkil eden bir eserdir. Bunun dışında kısmen Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar, Tarih-i Hind-i Garbi, Cihannüma; kısmen Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem ile daha önce basmış olduğu haritalarla matbaasında bir coğrafya seti oluşturmayı başarmıştır. Ayrıca Müteferrika matbaasının baş eserinin Cihannüma olduğu noktasında herkes hemfikirdir (Duverdier, 1992:  285). Bütün alt yapıyla birlikte diğer gelişmeler göz önüne alındığı takdirde Müteferrika’nın ‘‘coğrafya fenninin devletimizde ortaya çıkışı’’ sözünden neyi kastettiği daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şüphesiz ki kendi süreci içinde Coğrafya ilgisi Osmanlı tarihinde gerekli seyrini göstermişti. Hatta Piri Reis, Kâtip Çelebi gibi bu alanın dehalarını yetiştirmişti. Fakat İbrahim Müteferrika’dan anladığımız şey Osmanlı devleti bakımından XVIII. yüzyılın bir Coğrafyaya dönüş yüzyılı olduğudur. Siyasetçiler ve aydınlar, birlikte coğrafyayı yeniden keşfetmiş gibiydiler. Matbaanın Türkler tarafından kurulma girişimi IV. Murad veya IV. Mehmed zamanlarına kadar geri götürülebilir (www. muzaffererdoğan.com.; Babinger, 2004: 11). İbrahim Müteferrika’nın da bu yönde ifadeleri bulunmaktadır (Müteferrika, 1141). Ancak savaşlar ve diğer gaileler nedeniyle ertelenmiş olduğu anlaşılan bu girişim kitaptan önce harita basımıyla toplumun hayatına girerken  Coğrafyayla matbaayı aynı ihtiyaçta buluşturmuş oluyordu. Rusya ve diğer Ortodoks ülkelerinde matbaa dini eserlerle açılırken (Babinger, 2004: 65) Osmanlı Türklerinde ilginç bir biçimde harita basımıyla açılıyor, coğrafya ve tarih kitapları basımıyla devam ediyordu.


 

İbrahim Müteferrika matbaayı açma ve çalıştırma izni almıştı ama sonuçta matbaa bir devlet matbaasıydı ve kendisi basım işlerini yöneten bir ‘‘memur’’ idi. Dolayısıyla matbaanın temel politikası devlet tarafından belirleniyordu. Bunu, basılacak hatta yazılacak eserlerin devlet tarafından  belirlenmesinden anlamak mümkündür. Matbaanın mali ve teknik sorumluluğu Müteferrika’da olmasına rağmen devletten çeşitli vesilelerle ve muhtelif şekillerde mali yardım almaya devam edilmiş olduğu gibi (Kut, 1996: 30-31; Babinger, 2004: 30-33 ) basılacak kitaplar konusunda da yol haritasını çizen yine devlet olmuştur. Müteferrika’nın uzun uzun anlattığı olayda Cihannüma’nın basım hikâyesini öğreniyoruz: Şeyhülislâm Damadzade Ahmed Efendi’yi ziyarete giden Müteferrika’ya Şeyhülislâm matbaa yoluyla ilim ve kültür meraklılarına güzel bir ziyafet verildiğini görmekle mutlu olduğunu ifade ettikten sonra ‘‘Coğrafyanın yüksek değerde bir ilim olduğunu...ve Kâtip Çelebi’nin kayıp Cihannüma’sının orijinal müsveddesinin elinde bulunduğunu’’ belirterek müsveddeleri, basması için kendisine teslim ettiğini yazar. Bu konuşma sırasında Şeyhülislâmın ‘‘kâfirlerden bir zümre’’ Coğrafyaya gerekli önemi vermiş oldukları için doğudan batıya seferlerle karaları ve denizleri dolaşıp pek çok çıkar sağladıkları halde, Müslümanlar ise yaratılışlarındaki şecaatle yetinip bu bilimde ilerleme hususunda gevşeklik göstermiş olduklarından şikâyet etmesi (Müteferrika: 1145 önsöz) Coğrafyaya  dönüşün devlet katında varılmış bir mutabakat olduğunun açık bir göstergesidir. Yine Kâtip Çelebi’ye ait Takvimü’t-Tevarih adlı eseri de Müteferrika’nın Damadzade Ahmed Efendi’nin teşvikiyle yayınlayarak (Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 470) Şeyhülislâmla yapılan yayın planını gecikmeksizin uygulamaya koyduğu görülmektedir (Babinger, 2004: 28).


Cihannüma’nın sonunda, Padişahın yardımı ve iradesi olduğu takdirde bu kitabın ikinci cildi olarak İstanbul’dan başlayarak batıdaki en son ülkeye kadar, geri kalan Avrupa, Afrika ve Amerika kıtalarını içerecek ve Müslümanlar arasında şimdiye dek benzeri görülmemiş bir eser ortaya koyulacağı Müteferrika tarafından bildirilmesine rağmen (Katip Çelebi, 1145: 998) kendi zamanında bu konuda bir girişimden söz edilmemektedir. Fakat bu tasarının Raşid Efendi yönetimindeki matbaa çalışmaları sırasında ele alındığı anlaşılmaktadır (Babinger, 2004: 39). Cihannüma’nın ilk cildinde olduğu gibi İbrahim Müteferrika’nın pek çok katkılarla hazırladığı anlaşılan bu ikinci önemli çalışmanın basımında gecikilmekle kalınmayıp basım işinde de girişim aşamasında kalındığı anlaşılmaktadır.Tamamlanmasıyla bir dünya coğrafyası oluşturacağı bilinen bu ciltlerin bütünleşemeden yarım kalması üzücü olduğu kadar devletin XVIII. yüzyılın ikinci yarısındaki siyasi geri çekilmelerinin ve küçülmelerinin yansıdığı bir isteksizlik ve ihmalin sembolüdür aynı zamanda. Cihanşümul eserlerin cihanşümul iddiaların olduğu yerde ortaya çıktığının negatif yönde ama çok güçlü bir örneğidir bu olay. Devletin gücünü yitirmeye başladığını, hayal ettiği coğrafyaya -basım yoluyla dahi-  ulaşamamasından anlayabilmekteyiz. Coğrafya Osmanlı için soyut bir bilgi alanı değil sürdürülen politikayla bire bir temas halindeki canlı bir bilinç olmuştur daima. Coğrafyadaki soluğun azalması iyiye işaret sayılamazdı bu yüzden.         

Matbaayı kendisi için kullanan gücün devlet olduğu bir kez daha hatırlandıktan sonra, matbaayla açığa çıkan coğrafya ilgisini anlamak zor olmayacaktır. Kâtip Çelebi haritalarla diğer coğrafi çizimleri sıhhatle aktaran müstensihlerin azlığından yakınıp kendisine ait çizimleri tahrif edenlerin ya da -çizemedikleri için- çıkaranların bedduaya uğrayacaklarını belirterek teselli bulmaya çalışır. Onun önemle üzerinde durduğu bu olumsuzluklar pek çok Osmanlı müellifince de yaşanmış olmalıdır (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 214). İbrahim Müteferrika işin içinde olan biri olarak bu olumsuzluğu derinden hisseder: ‘‘Ancak bu fennin (coğrafya) yaygınlaşması ancak haritalardaki çizimlerle mümkün ve onların da sıhhatli bir biçimde  çoğaltılması basma tekniği ile doğrudan ilgili olup, ressam kalemleri ve çizerlerin gayretiyle olacak bir şey değildir’’ (Şen, 1995: 158). Avrupa’da matbaanın icadı bu bakımdan haritacılığa erkenden yardımcı olmuştu. İslâm dünyasında ise kitapların istinsahı hattatlarca ve matbaadan daha zevkli bir kalitede yürütülmüş olsa bile harita hattatlığı ya da ressamlığı yeterince ilgi duyulan bir alan olmamıştı. Evliya Çelebi XVII. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da bir ‘‘haritacılar esnafından’’ söz eder. Ancak sekiz dükkana sahip ve on beş kişiden ibaret bu zanaat mensuplarının hazırladıkları haritaları gemicilere sattıklarını bildirir. Osmanlılarda özellikle gemicilerin harita yapmaya teşvik edilerek ödüllendirildikleri de bilinmesine rağmen (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 210-211) el çizimi haritacılığın özünde taşıdığı zorluklardan dolayı gelişme ve yaygınlaşma imkânı bulamadığı anlaşılmaktadır. İçerik ve teknik yönüyle yaptığı haritalarla zamanının en iyisi olan Piri Reis (Ayyubi, 1987:  72) bu konudaki hassasiyetini Kitab-ı Bahriye’sindeki şu sözlerle dile getirmektedir: ‘‘Kıl kadar eğer anda olduysa noksan / Kullanılmaz o harita, bil tamam’’ (Piri Reis, tsz:  48).

Bütün bu nedenlerden dolayı haritaların sıhhatli bir şekilde çoğaltılmalarının tek yolu olarak matbaa gözükmektedir. Çünkü bir kere doğru olarak kalıba alındıktan sonra sonsuz sayıda çoğaltılma şansına sahiptir. Bu yüzdendir ki Müteferrika, Coğrafyanın matbaa ile birlikte Osmanlı devletinde yeniden zuhurundan söz edebilmektedir; haritasız coğrafyanın soyut kalacağını belirterek, onun ancak harita çizimleriyle açık hale gelip pratikleşebileceği görüşündedir. Çünkü ona göre, taife-i Nasara harita çizimlerinde ulaştıkları teknikle bu bilgileri kuvveden fiile getirip az zamanda, inkar edilemeyecek   avantajlar elde etmişlerdir (Şen, 1995:  158).

 

Jeopolitik hedefler

Osmanlı devleti bir cihan imparatorluğu olarak Coğrafyaya ve haritaya ilgisiz kalamazdı. Bu ilginin XV. yüzyıldan beri bariz bir biçimde takip edilmesi mümkündür (Uzunçarşılı, 1995: II, 605). Devletin tarihinin yazılmaya başlamasıyla Coğrafya çalışmalarının başlaması anlamlı bir şekilde eş zamanlı olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü devlet bu yüzyılda bir dünya devleti haline kesin bir biçimde ulaşmıştı. Bu yüzden bir yandan tarihe not düşüyor, bir yandan da genişleyen coğrafyasında pek uzak yerlere askeri seferlerini başarıyla yapabilmesi için Roma İmparatorluğunda olduğu gibi pratik şekilde oldukça yüksek coğrafi malumata sahip olması gerekiyordu (Akyol, 1940: 516). II.Mehmed eski devirlerdeki deniz fütuhatında başarılı olan devletlerin tarihini tetkik ederek bu eserlerden, yapacağı donanma için fikir ediniyor; Batlamyus’un Coğrafyaya ait levhalarının aslına uygun bir tarzda tertip edilmesini emrediyordu (Uzunçarşılı, 1995: II, 29-30). Ayrıca 1478-1481 yılları arasında sarayda bulunan İtalyan ressamı Bellini’ye askeri bir harita ısmarlıyordu (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 213). Takip eden yüzyıllarda daha geniş çapta çalışmalara tanık olunmaktadır: Piri Reis, Seydi Ali Reis, Kâtip Çelebi, Behram Dımışki ve diğerleri…

Ancak bütün bu ve benzeri çalışmaların  yönetimin emri ya da bilgisi altında sürdürülmüş olduğunu belirtmek gerekir. Bu tip çalışmalar içinde bir makama sunulmadan bu güne ulaşabilmiş nadir çalışmalardan biri Menemenli Mehmed Reis’in 1590-1591’de hazırladığı deniz haritasıdır (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 212). Bu çalışmaların bir başka özelliği de oldukça güncel oluşlarıdır (Ayyubi, 1987: 71). Haritaların güncellenmesi çalışması sonraki zamanlarda da aksatılmadan sıkı bir biçimde takibe alınan konuların başında gelmekle (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 213) gördüğü önemi göstermektedir. Yapılan harita çalışmalarının kendi dönemleri bakımından yüklendiği anlamlar dönemin politik ilgileri ve hedefleriyle tanımlanmaya oldukça müsaittir. Piri Reis, çizdiği dünya genişliğindeki harita ile elbette ki döneminin politik hedeflerine ve iddialarına ayna tutmaktadır. İbrahim Müteferrika’nın bastığı müstakil haritalarda ise İmparatorluk için sorunlu ve önemli görülen bölgelerle yetinilmiştir: Karadeniz, İran, Mısır haritaları. III. Murad’a takdim edilen ve Müteferrika matbaasının dördüncü kitabı olarak basılan Tarih-i Hind-i Garbi’nin meçhul yazarı dünyayı dolaşırken gördüğü uygunsuzluklara İmparatorluk adına müdahale etmekten geri kalmaz Örneğin Kızıldeniz’de Aden civarında bulunan Sukatra  adasından söz ederken Aden, Hicaz ve Yemen bölgeleri İslâm havzasında ve Osmanlı yönetiminde oldukları halde bu komşu adanın sınırlarımız dışında kalmasına hiç de razı olmamakta, “küçük bir işaret olunsa az zamanda anılan ada zaptedilmiş olarak Osmanlı ülkesine ilhak edilip bağlanmış olacağı’’nı; veya Sicilya adasının “ az bir çabayla” tekrar Müslümanların eline geçebileceği inancını rahatlıkla dile getirebilmektedir (THG, 1142: vr.12,18). II.Selim’in Açe hükümdarına yardım gönderdiği bir dünyada (Safvet, 606-609) böylesi dilekler muhal görülemezdi. Ancak XVIII. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar diğer devletlere karşı üstün pozisyonlarını önemli ölçüde kaybetmişlerdi. Ama inanç ve iddialarını henüz kaybetmiş değillerdi.  Coğrafya yönelimlerinde ve devlet politikalarında  kaybedileni yeniden kazanma eğilimi açık bir psikoloji ve ideoloji  olarak gözlenebilir. Kurulan yeni dünyalar yeni jeopolitik ortamlar yaratarak yeni değerlendirmeler gerektiriyordu. Ne var ki yeni jeopolitik ortamlarda yeni fırsatlar kadar yeni şansızlıklarla da karşılaşmak mukadderdir (İlhan, 1985:  623). Bu dönemde bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ama zorunlu olarak bu fırsatların ve şansızlıkların neler olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Ahmet Resmi Efendi gelinen noktada son derece realist hatta kötümser bir tablo çizecektir: Aşırı nizamcılıkla düzen sağlanamaz; yeni mülk edinme devri geride kaldı çünkü artık taze devletler kurmak gerçeklere aykırıdır. Devletler yaşlandıkça bilgece bir tavırla kendi topraklarıyla yetinmek ve öylece davranmak zorundadırlar. Devletin sınırlarını genişletme arzusu çoğu zaman sonu hüsranla biten bir maceradır… (Parmaksız, 1983: 528-535). Ahmed Resmi Efendi’ye devletin verdiği talimat da ‘‘bizde kapu kethudalarına nasıl muamele ediliyorsa kendisine de orada öyle muamele edilmesi’’ yani siyasi mütekabiliyet yönündedir. Osmanlı siyasetinin eski mütehakkim ve mağrur tavrı daha yumuşak bir mahiyet almıştır (Uzunçarşılı, 1995: IV-1, 170,250). Aynı yüzyılın beri tarafında ise bir eline matbaayı öbür eline coğrafyayı almış olan İbrahim Müteferrika’nın idealist ve iyimser tablosu karşımıza çıkar. İbrahim Müteferrika gerçekten iyimserdir. O kadar ki yeni bir askeri düzene geçilmesinin bir yılda hatta dört ayda başarılabileceğini ifade eder (Şen, 1995: 187). Ayrıca Coğrafya ilmi gereken önemi gördüğü taktirde Osmanlı sınırları dışında yaşayan Müslüman devletler hakkında bilgiler artacak, Müslümanlar birbirlerine yakınlaşacak, hatta ‘‘sonunda bütün Müslümanların güçlü bir Padişah etrafında toplanmalarına vesile olacaktır” (Şen, 1995: 157). Bu panislamist ülkü düşmanla cihat arzusu ve zorunluluğuyla birleşerek Müteferrika’nın politik siluetini daha iyi belirginleştirmeye yardımcı olur. Kâtip Çelebi’nin Tuhfetü’l-Kibar Fi Esfâri’l-Bihâr adlı  “nefis kitabını” cihat yolunun yolcularına kara ve denizde kılavuz  ve gaza meydanının arslanlarına rehber olduğu için, nüshasını artırıp cihat hareketine kolaylık sağlamak üzere yayınladığını açıkça belirtir (THG, 1142: önsöz). Savaş ve askerlik konularına bu kadar açıktan destek veren bir  “basımcı” olmasının ardında -kendi samimi kanaatiyle birlikte- devletin kendisine verdiği bir görevin yattığını düşünmek zor değildir. Diğer bir deyişle Müteferrika bunları yapmak için ya da bunları yapmak üzere matbaanın başında bulunmaktadır.

  III.Ahmed devrinde Türk ve İslâm dünyasıyla ilişkiler zayıf da olsa devam ediyordu. III.Ahmed’in Özbek Hanlarıyla sürdürdüğü ilişkilerin ortak konusu Ruslar ve İranlılardı. III.Ahmed ve I.Mahmud devrinde ayrıca Hive ve Türkistan Hanlarıyla da görüşmeler devam ediyordu. Çok düzenli olmamakla birlikte Hindistan’daki Türk ve İslâm devletleriyle de ilişkiler vardı (Uzunçarşılı, 1995:  IV-2, 138-157).

  Özellikle Karadeniz bu dönem dış politikasının önemli bir konusuydu. Çünkü Ruslar bu yüzyılda hem Kafkaslar hem de Balkanlar doğrultusunda olmak üzere Karadeniz’deki kıyılarını genişletme emelindeydiler (Mütercimler, 2004: 61). Karadeniz bir önceki yüzyıldan beri şüpheli girişimlere sahne olmaya başlamıştı.

  Rusların sıcak denizlere açılma tutkusu gitgide sıkıntı yaratmaya başlamıştı.Yüzyıl kadar önce II.Osman’ın Lehistan üzerinden Baltık Denizine ulaşıp orada güçlü bir donanma  kurmak, böylece Avrupa’yı iki yandan deniz kuşatmasına alma tasarısı (Mütercimler, 2004: 41) XVIII. yüzyılda Ruslar tarafından uygulamaya konuluyordu. Çeşme önünde Osmanlı donanmasının yakılmasına kadar varacak olan bu süreç dikkatlerin Rusya’da ve dolayısıyla Karadeniz’de toplanmasına haklı bir şekilde neden olmaktaydı. Karadeniz’in bir Türk gölü olmaktan çıkması Osmanlı için önü alınamayacak gailelerin içine düşmek demekti. İbrahim Müteferrika, I. Petro’nun Hazar Denizi vasıtasıyla Hazar bölgesi ülkelerini kontrolüne nasıl kolayca almış olduğunu I.Mahmud için hazırladığı kitabında ayrıntılarıyla anlatmaktadır (Şen, 1995: 190). Rusların gözlerini denizlere diktiği bir jeopolitik ortamda Karadenizin güncel ve matematik bilgilerle yeni bir haritasının  çizilerek basılması epeyce anlamlıdır. Çar’ın stratejik tehdidine konu olan Karadeniz’in civarıyla birlikte bilgiyle tanınma ihtiyacının yanında Çar’ın Hazar Denizinde ulaştığı başarının yöntem olarak kabulünün de ipuçları vardır bu girişimde. Çar her ne kadar “kötülüklerle dolu kâfir” bir düşman olarak görülürse de uyguladığı jeopolitik girişimler yönüyle ‘‘akıllı ve bilge… ve güçlü girişim sahibi” bir kişi olduğu da itiraf edilmektedir.

Matbaada özel olarak basılan haritalardan biri de İran haritasıdır. Osmanlıların bu yüzyılda İran’la olan siyasi ilişkileri temkini elden bırakmama yönündeydi. Yukarıda değinildiği üzere Özbek hanları, Hive ve Türkistan hanlıklarıyla sürdürülen ilişkilerin en önemli nedenlerinin başında İran sorunu geliyordu. Lâle Devri diye anılan barış devrinde bile İran meselesi siyasi gündemdeki sıcaklığını sürdürmüştü. İran’ın zayıflamış ve karışmış durumundan yararlanmak üzere 1724’te gerçekleştirilen harekâtla İran’ın batı şehirlerine girilmiş, 1726’da yeniden iki ordu karşı karşıya gelmiş ve Osmanlılar bu defa umduklarını bulamayıp yeniden İran-Afgan kuvvetleri üzerine yürümenin hazırlıkları içinde ve hatta sefere çıkmak üzereyken Patrona Halil isyanı yüzünden bu sefer gerçekleşememiştir. İşte İran haritasının Müteferrika matbaasında basımı, düşünülen bu son seferden hemen önceki yılda gerçekleşerek siyasi gündeme eşlik eder.  Ayrıca aynı sıralarda Damat İbrahim Paşa’nın emriyle İbrahim Müteferrika  tarafından tercüme edilerek basılan Tarih-i Seyyah adlı kitap Afganlıların Safevi hanedanlığını ortadan kaldırmalarının bir tür güncesi mahiyetinde yazılmış bir eserdir. Görülüyor ki Osmanlının doğudaki rakibinin siyasi hezimeti, o günlerde kitabı basılarak kutlanacak bir olay olmuştur. İran meselesinde uzun süredir yaşanan gerginlikler yüzünden kötümser bir psikolojiye giren kamuoyunun  böylece teselli ve tatmin edilmesi düşünülmekteydi. Matbaanın böylesine önemli bir zamanda devreye girerek İran aleyhine halkın morali ve ümitleri üzerinde rol oynaması en çok Damat İbrahim Paşa’nın kolladığı  bir fırsat olmalıydı.

İbrahim Müteferrika bu özel haritaları her ne kadar  “mebadi-i mübaşeret-i coğrafyada nümune olmak üzere” ya da “denizde dolaşan ilgililere kolaylık nedeni” olması için bastığını söylüyorsa da (Kut, 1996: 24-26) gerçekte bu çalışmalardaki niyetin bu kadardan ibaret olmadığı bellidir. Haritacılık çalışmaları her zaman için jeopolitik bir amacın emrinde olmuştur.  XIX. yüzyıla girildiğinde Avrupalıların dünyanın her tarafına çeşitli saiklerle uzandıkları görülür. Bu keşif ve tetkik seyahatleri dinî, iktisadi ve ticari, siyasi ve askeri amaçlarla yapılıyordu. Bu yıllara kadar Osmanlı toprakları yabancılara karşı hemen hemen kapalı idi (Terra incognito). Babıalinin resmen “düşmanın yararlanmayı hedeflediği bu tür araştırmalara müsaade etmeme’’sine rağmen İngilizler Meğri körfezinden itibaren doğuya doğru Anadolu sahillerinin, ve Batı Anadolu sahillerinin haritalarını çıkarmışlardı. Bugün muhtelif mikyaslarda yirmi paftadan ziyade Anadolu’nun İngilizler tarafından o yıllarda (1811-1834) yapılmış sahil haritaları mevcuttur. Aynı şekilde Fransızlar da sahillerimizin haritalarını çıkarmaya kaçak bir şekilde devam ettiler (Akyol, 1940: 532-535). Askerî amaçlarla haritası çıkarılan ülke bu defa Osmanlı ülkesi idi... Bu anlamıyla harita bir siyasi egemenlik göstergesine dönüşerek elinde olduğu ülkenin egemen konumuna işaret ediyordu. XIX. yüzyılın hızlanan siyasi trafiğinde (Ak, 1993: VIII, 66) konumların değiştiği açıktır. Nitekim XVII. yüzyılda Osmanlı topraklarının haritasını yaptırmak üzere IV. Murad tarafından  Avrupa’dan bir uzman davet edildiğinde bir çıkar umudunda olmadıkları için o zaman bu davete cevap dahi verilmemişti (Akyol, 1940: 542)… Ancak, XIX. yüzyıla gelindiğinde haritacılığın yönünün Osmanlılar açısından tersine çevrilmiş olduğu açıkça bellidir.

  Müteferrika zamanında yani XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde ve ilk yarısında hâlâ stratejik bölgelerin haritaları yapılabiliyor ve hâlâ “az bir çaba ile” ülkeye topraklar katılabileceği inancını dile getiren kitaplar basılmaya uygun görülüyor idiyse bu,  Osmanlı’nın  kendini dünya siyasetinde söz sahibi bir yerde görmekte olduğunun ince bir anlatımıdır.

  Damat İbrahim Paşa, sadrazamlar içinde padişahının güvenini en çok kazanmış olan vezirlerden biridir. Pasarofça antlaşmasının ardından yaşanan İbrahim Paşa devri görünürdeki rindane tarzına rağmen yararlanılan barış ortamı şartlarının çok iyi değerlendirilip yeni stratejilerin geliştirildiği bir dönemdir. Matbaanın kurulmasından hemen önceki yıllarda devrin akademisi sayılabilecek, bilginlerden ve edebiyatçılardan oluşan otuz iki kişilik bir ilim heyeti İbrahim Paşa’nın himayesinde İstanbul’da kurulmuştu (Aktepe, 1993: VIII, 442). İlim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bu heyet devamlı olarak toplanıyor, Doğu ve Batı dillerindeki eserlerden tercümeler yapılıyordu (Aktepe, 1989: II, 37). Özellikle İslâm kültürüne ait temel eserlerin sistemli bir biçimde Türkçeleştirilme girişimi bu kurul tarafından yürütülmekteydi. Tercüme kurulunu teşkil edenlerin çoğunluğunu dini ilimlere mensup kişiler oluşturduğu halde onlara tercüme ettirilen eserlerin dini bir mahiyeti yoktu. Eserler daha çok tarih edebiyatının çeşitli dallarına aittir. Hatta eski Galata Kadısı Yanyalı Esad Efendi’nin üstlendiği çeviriler Yunanca yazılmış felsefe eserleridir.

  Dikkat edilirse matbaanın basmaya mezun olduğu eser yelpazesiyle, anılan kurulun tercüme ürünleri birbirini tanımlamaktadır. Matbaada da dini eserler basılmayacaktı. Matbaada dini kitaplar basılmamasının sosyo-ekonomik nedenlerle açıklanması yanlış değildir ama eksiktir. Sınırlı sayıda kitap çeşidi çalışacak olan bir yeni teknoloji (Müteferrika matbaası) öncelikle ihtiyaç konusu eserleri basmakla yararını pekiştirmiş olacaktı. Dini eserlerin basılmaması, din adamları (?) ve hattatların işine geleceği  kadar, hatta ondan daha fazla yönetimin yararlanacağı bir kayıttı. Yönetim, tebcil edilmiş bir geçmişi, yaşanan hayatın damarlarında sürdürmek suretiyle dünyaya açılmanın yollarını düşünüyordu. Başka bir ifadeyle sorunların tarih ve coğrafyayla aşılabileceğini hesap etmişti. Matbaa gibi kitlesel bir iletişim aracından optimum faydanın böylece sağlanabileceğini düşünmüştü. Devlet, konumundan henüz şüphe edecek durumda değildi. Ama konumunu yeni şartlar ışığında gözden geçirerek onu pekiştirmek için yeni hamlelere ihtiyacı olduğunu biliyordu. Karadeniz’de hâlâ egemen olmakla birlikte  Rusya’nın I. Petro’yla kazandığı mevzilere karşı yeni önlemler de düşünmek zorundaydı; Akdeniz’de öbür devletlerden daha kötü bir durumda değildi, ama orada da yeni şeyler yapması gerekiyordu vb…Yeni durumlar yeni uyarılar olarak politik gündemden cevaplar beklerken yeni durumlar için hazırlanacak cevabın zeminini tarihte ve coğrafyada aramak ilginç bir buluşmaya yol açmıştır. İbrahim Müteferrika Coğrafya bilgisini “devlet adamlarınca öğrenilmesi şart olan…tarih bilgilerinin pekiştirilmesine bir büyük yardımcı ” olarak görür (Şen, 1995:  159). Tarih ve coğrafya, her ikisi de hem yöneticiler hem halk için (coğrafya özellikle denizciler için) gerekli bilimlerdendir. Şeyhülislâm Damadzade bir yandan Cihannüma’yı, öbür yandan Takvimü’t-Tevarih’i basması için Müteferrika’ya işaret etmiştir. Tarihle coğrafya Tuhfetü’l-Kibar ve Tarih-i Hind-i Garbî’de olduğu gibi bazen tamamen iç içe olarak da karşımıza çıkmaktadır.

  Sadrazam İbrahim Paşa’nın ölümüyle bu tercüme kurulu dağılmış olmasaydı hem sayıca daha çok eserler verilmiş olacak hem de muhtemelen matbaanın yayın listesi bu eserlerden oluşacaktı. Çünkü Müteferrika basılacak eserler olarak sanki bu kitapları tarif etmektedir: dehalarımızın unutulmuş ürünleri, kaybolmak üzere olan nadir eserler, müstensihlerin gözünü korkutacak kadar hacimli kitaplar (Kut, 1996: 32)… Bu bağlamda matbaadan -dar anlamıyla- din adına değil,  tarih ve coğrafya adına görev yapması beklenecekti. Damadzade’nin  davranışı bunun en somut örneğidir.

  İbrahim Müteferrika 1716’dan ölüm tarihi olan 1747’ye kadar hayatının otuz yılı aşkın bölümünü devlet hizmetinde geçirmiştir. Ancak bastığı kitaplardaki imzasında kendisini bazen matbaa memuru (el-me’mur bi ameli’t-tab’), bazen basım ruhsatlısı (el-me’zun bi amel’t-tab’), bazen sadece basımcı (tâbi’) olarak tanıtır. Mezun ve basımcı görevinin yanında memur sıfatını kullanması -eğer başka bir anlam kastedilmemişse- anlamlıdır. Belki de matbaanın idari, hukuki ve teknik sorumluluklarını birlikte yüklendiğini bu tarzda ifade etmek istemiş olabilir. Ancak söz konusu olan memurluğun matbaa görevliliği bakımından da söz konusu olması halinde yukarıdan beri vurgulanmaya çalışılan devlet adına -ya da devlet yönünden- hareket etmiş olma görüşü bir başka yoldan daha teyid edilmiş olacaktır. Birçok Batılı yazarın Müteferrika matbaasından umduklarını bulamamaları anlaşılmaz bir şey değildir. Öyle ki Müteferrika’nın gelenekçi bir yayın politikası izlemesini Padişah ve vezirlere karşı ihanet suçlamasında kalmamak için tercih etmek zorunda kaldığını düşünerek teselli bulmaya çalışanlar bile olmuştur (Shaw, 1994: 322). Ancak Müteferrika’yı ‘‘aklamak’’ adına yapılan bu zorlamaların kimseyi gerçeklere yaklaştırmadığı da açıktır. Müteferrika’nın verdiği taviz karşısında matbaaya yaptığı katkıların Cihannüma ve Füyuzat-ı Mıknatısiyye gibi aykırı ve aydınlatıcı eserler olduğu aynı kaynaklarca söylendiği zaman ise Cihannüma’nın ona Şeyhülislâm tarafından tavsiye edilmiş olduğu, Füyuzat’ın ise coğrafya ve harita hareketinin bir parçası olduğu unutuluyordu.

Yirmisekiz Mehmed Çelebi ile oğlu Said Efendi’nin Paris’te iken İstanbul’da bir matbaa açmaya karar verdiklerinden Saint-Simon’un hatıralarında söz edilmekle (A.Refik, 1924: 336) ve bu niyet 1729’da kurulan matbaada gerçekleşmekle birlikte Said Efendi’nin Paris ziyaretinden önce İstanbul’da İbrahim Müteferrika tarafından bir harita matbaası kurulmuş bulunuyordu. Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlıktaki ilk faaliyetlerinden biri olan bu girişim 1729’da kitap basımına geçişle ikinci adımını atarak kurumlaşma yönünde kendini tescil ettirmiştir. Ancak devletin desteği olmadan bütün yeteneğine ve iyi niyetine rağmen İbrahim Müteferrika’nın bu girişimi gerçekleştirmesinin imkanı yoktu (Kun, 1993:  V-2, 898).

Müteferrika’nın siyasi görevleri nedeniyle matbaasından uzak kaldığı zamanların basımevinin faaliyeti üzerinde durdurucu etkisi olduğu bilinmektedir. Ancak Müteferrika’nın hizmetinin bir bütün olarak düşünülmesi durumunda hizmetin matbaa dışı boyutuyla devam ediyor olduğu kabul edilerek yine devlet bakımından bir aksamanın söz konusu olmadığı söylenebilir. Eğer matbaa bir amaç kurum olarak görülmüş olsaydı her halükârda ve en verimli biçimde çalıştırılması esasından fedakârlık yapılmaması beklenirdi. Ama meseleye matbaa(cı) açısından değil devlet açısından bakıldığında esas olanın yürütülen ana siyaset, matbaanın ise bu siyasetin yürütülmesinde bir araç olarak görülmekle yetinilmesi söz konusu olacaktı.

Müteferrika, devletin hizmetine girdiği 1716 tarihinden itibaren kritik hizmetlerde kendisine güvenilen bir devlet memuru olarak hareket etmiştir. Matbaanın gelirinin kendisini tatmin etmediğinden yakınmış olsa bile (Karaçon, 1328: 184) ölümüne değin matbaayı devam ettirmiştir. İlk zamanlar kitap baskıları 1000-1200 adet iken sonradan 500 adete indirilmiş (Afyoncu, 2000:  XXI, 326), yine de ölümünde bıraktığı terekesinin önemli bir kısmını satılamayan bu kitaplar teşkil etmiştir. Ayrıca kitapların satış fiyatları da devletçe tespit edilerek ucuz tutulmaya çalışılmıştır. Bütün bunlar Müteferrika matbaasının ancak göreceği devlet sübvansiyonuyla ayakta durduğuna işaret eder. İbrahim Efendi, verdiği hizmetle bu desteği hak ediyordu.

Matbaada basılan kitaplar nicelik olarak tatmin edici bir hedefe ulaşmıyor olsa da basılan kitapların siyasi ve sembolik anlamı daha fazla önemseniyordu. Devletin siyaset ilgisini en güzel yansıtan araçların başında, artık bu tarihten itibaren, matbaasında basılan kitaplar geliyordu. Müteferrika matbaasının ikinci döneminde de Tarih ve Coğrafya kitaplarının basımı devam ederken yüzyılın sonuna doğru birdenbire askeri teknik ve taktik kitaplarının (Vauban’ın eserleri), ardından Mühendishane ve XIX. yüzyıl başlarında da Üsküdar Matbaalarında askeri savaş kitaplarının yanında yine askeri amaçlı mühendislik kitaplarının basımına girişilmesi dönem politikalarının öncelikleri hakkında yeterli bilgiyi vermektedir. I.Mahmud’un Almanya Kralına hediye olarak devlet matbaasında basılmış eserleri göndermiş olması ülkesinde kullandığı teknolojiyi göstermenin ötesinde anlamlar taşıyan diplomatik bir mesajdır. Basımevi hareketinin Avrupalılar tarafından yakından izlendiği bilinerek matbaa diliyle onlara verilecek mesajlar ihmal edilmiyordu.

XVIII. yüzyılın ilk yarısında, uğradığı kayıplara rağmen, Osmanlı içeride ve dışarıda oldukça iyi durumdadır. Almanya’yla, Rusya’yla, İran’la mücadelesini sürdürüyor; kayıpları olsa bile bir süre sonra telafi edebiliyordu. İran için bir tehlike olmaya devam ediyor, Karadeniz’i Ruslara karşı hâlâ elinde tutuyor, Akdeniz’de ise hâlâ kilit noktaları ve güvenliğini muhafaza ediyordu. Donanmasını yenilemiş (Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 10), kara askerini ise yeni bir düzene kavuşturmanın zamanı geldiğini düşünmeye başlamıştı. Bu konjonktür çerçevesinde matbaaya biçilen yerin ne olduğunu anlamak için basılan eserlere bakılması yeterlidir. Matbaa çok eser basarak değil stratejik eserler basarak bu konjonktürdeki işlevini yerine getirmeye çalışmıştır. İçerideki ve dışarıdaki hedef kitleye, -Naima ve Raşid Tarihlerini basmak suretiyle- tarihinin Naima’nın bıraktığı yerden devam ettiğini, stratejik ilgi alanının ise yine Karadeniz, Akdeniz ve İran üzerinde odaklandığını açık bir biçimde göstermekteydi. Humbaracı Ahmet Paşa bir yandan Humbaracı Ocağını ıslah ediyor, bir yandan da devlete raporlar yazıyordu. Bu raporlardan birinde  Sakarya nehriyle Marmara Denizi’nin, Akdeniz’le Kızıldeniz’in birer kanalla birleştirilmesi öneriliyordu (Özcan, 1998:  XVIII, 352). 1568’lerde Sokullu’nun uygulamayı düşündüğü iki büyük proje yeniden gündeme getirilmekteydi. Osmanlı yönetimi Humbaracıbaşı’nın yazdığı raporların bir kopyasını Fransa devletine gönderdiğini biliyordu. Buna rağmen böyle bir projenin gündeme getirilmiş olması -Fransa’nın işine yarayacak olsa bile- Osmanlılar adına imparatorluğun Karadeniz’den Hint Denizi’ne kadar egemenliğinde kararlılığının deniz üzerinden bir beyanı olduğu için önemliydi. Sakarya bölgesinden elde edilen keresteyle imal edilecek kalyonlar Marmara ve Akdeniz üzerinden Süveyş yoluyla Kızıldeniz’e inebilecek ve Hint Denizine kadar olan bölgenin güvenlik ve egemenliği elde tutulacaktı. Gerçekleşmeyecek olsa bile, bu projenin Osmanlıya sunulmuş olması dahi onun ideal çağ olan  XVI. yüzyıl ruhuyla olan yakınlığına tanıklık yapmak anlamına gelebilirdi. Şüphesiz ki  artık XVI. yüzyılın Osmanlı gölü olmayan Akdeniz Doğu ticaretine ulaşmak isteyen İngiltere,  Fransa ve Rusya arasındaki rekabete sahne olmaktayken (Bostan, 1989: II, 233) Osmanlının Süveyş kanalını açabilmesi her şeyden önce Akdeniz’de tam egemenliğine bağlı idi. Ancak Osmanlı’nın yapmak istediği şey tam olarak bu değildi; o, Süveyş’i dile getirerek -hem de Humbaracıbaşı’nın diliyle-  Akdeniz’deki varlığından ve giderek egemenliğinin güçleneceğinden şüphe edilmemesi gerektiğini anlatmak istemekteydi. Akdeniz’in güvenliği Osmanlılar için son derece önemliydi. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde Akdeniz’deki Osmanlı donanmasının uğrayacağı limanlar, sığınak yerleri ve ikmal yapabileceği iskeleler belirtiliyor; Akdeniz’de bulunan Osmanlı gemilerinin takip edeceği seyir hattı ve menziller ticari ve askeri maksatlarla resmi olarak tespit ediliyordu (Bostan, 1989: II, 233). Müslüman gemilerine yönelik her türlü engelleme hareketlerine hiçbir şekilde müsamaha gösterilmiyordu (Raşid, 1282: V, 194). Kaptan paşaların her ilkbaharda kanun üzre Akdeniz’e çıkıp dolaştıktan sonra Kasım ayında dönmeleri bir gelenekti (Uzunçarşılı, 1995:  III-2, 316). Böylelikle orada savaşılmadığı zamanlarda da gövde gösterisi ve manevralar yoluyla Akdeniz’in sahibi olunduğu düşüncesi canlı tutulmaya çalışılmaktaydı.

Genel olarak denizler hak ve çıkarların yoğun ölçüde çatıştığı uluslararası bir politika alanı olduğu için (Mütercimler, 2004: 53)  devletlerin denizlere verdikleri önem bir abartı olarak düşünülemezdi. XVIII. yüzyılda deniz hakimiyeti konseptinin değişmiş olduğunun herkes gibi İbrahim Müteferrika da farkındadır. Avrupalıların sahip olduğu kara ve deniz bilgisiyle her tarafa ulaştıklarını, Yeni Dünya’yı keşfedip egemen  olduklarını, denizden Doğu Hindistan yolunu bulup nice İslâm ülkelerini ve başka ülkeleri istila ettiklerini anlatmaktadır (Şen, 1995: 158). II. Mehmed’den sonra akın donanması olmaktan çıkıp istila ve strateji donanması haline gelen Osmanlı donanması son zamanlardaki gelişmeler yüzünden kale donanması haline girmişti (Mütercimler, 2004: 29-30, 42). Osmanlı devleti bu gerileyişten elbette ki rahatsızlık duyuyor ve tekrar yeni bir açılımın yollarını arıyordu. Dünya egemenliğini o zamana kadar kara hakimiyeti çerçevesinde gerçekleştirmiş olduğu halde artık kara hakimiyetinin yerini deniz hakimiyetinin aldığı, dünya hakimiyetine talip olanların açık denizlere hakim olması gerektiği anlaşılmıştı. Ancak Hint Denizinde Portekizlilere karşı verdikleri mücadeleden sonra Akdeniz’e gerilemek ve Akdeniz vasıtasıyla bölge hakimiyeti çerçevesinde politika yapmak şartların zorladığı bir realite olarak Osmanlıyı dış denizlere açılmak yerine iç denizlerde tutmaktaydı. Ama Osmanlı bundan daha azına razı olmayacaktı. Doğuda ise İran’a karşı yürütülen politikayla teyakkuz hali devam etmekteydi. İşte hiç olmasa kendi bölgesinde ve mevziinde kalmayı sağlamak üzere denizi ve karasıyla bölgede söz sahibi olmanın önemli bir aracı olarak Coğrafya ve harita bilgisinin, askeri gücü güncellemenin yanındaki yardımcı rolü matbaa aracılığıyla dile getiriliyordu.

 

 

Sonuç

Genel kanıya göre Osmanlı Türklerinin matbaayı kullanmaya başlamalarıyla  batılılaşmaya yönelmeleri arasında bir paralellik olduğu ifade edildiği halde durumun böyle olmadığı, hatta neredeyse tam tersi olduğunu söylemek mümkündür. Matbaa Osmanlıyı batılılaştıran bir araç olmaktan oldukça farklı bir amaç ve fonksiyonla Osmanlının batıya karşı kendini yeni bir biçimde var kılmasının ya da batı karşısında varlığını pekiştirmesinin aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlının matbaadan beklentisinin tamamen kendi politik çıkarına hizmet yönünde olmasının, Batılıları, kendi kullandıkları bu aracı kullanmaya başlayan Osmanlı’nın bu girişiminden memnun  etmediğini bile söylemek mümkündür. İlerideki diğer yenileşme hareketlerinde görüleceği gibi matbaa hareketi de Osmanlının batılılaşma yönünde değil batıya karşı güçlenme temelinde yöneldiği bir girişim; bu yöndeki girişimlerin ilki olmasa bile ilginç bir örneğidir. Nasıl ki ateşli silahları kullanan batı karşısında güçlü topları kullanmakta bir beis görmemiş ve bu davranış onu batılılaştırmamışsa, aynı şekilde matbaa da batıda uzun yıllardan beri kullanılırken ihtiyacı olduğu zamanda ve ihtiyacı olduğu noktada onu kullanmak Osmanlı için aynı mantığın devamı olarak düşünülmelidir.

Harita basımına verilen önem onun dünya üzerindeki politik ilgi alanlarına işaret etmektedir. Matbaada basılan eserlerin ya kendi kültür kökeninden gelen eserler ya da jeopolitik stratejisiyle uyumlu eserler olması Osmanlının bu araca yüklediği kültürel ve siyasal işlevin yönünü göstermektedir. Matbaayla, evet, bir Rönesans yaratılabilirdi; ama Osmanlı bununla kendi rönesansını yaratmak istemiş; ve bu rönesansın siyasi ve jeopolitik ayağını göz ardı etmeyen gerçekçi bir yaklaşım göstermiştir.   

 

 

 

 

 

                         

KAYNAKÇA

 

AFYONCU, Erhan, ‘‘İbrahim Müteferrika’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C. XXI, İstanbul, 2000, ss. 324-327.

AHMAD, S. Maqbul, ‘‘Coğrafya’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, ss. 50-62.

AHMED REFİK, Alimler ve Sanatkarlar, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1924.

AK, Mahmut, ‘‘Coğrafya (Osmanlı dönemi)’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, ss. 62-66.

AKTEPE, Münir, ‘‘Ahmed III’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.II, İstanbul, 1989, ss. 34-38.

‘‘Damad İbrahim Paşa’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, ss. 441-443.

AKYOL, İbrahim Hakkı, ‘‘Tanzimat Devrinde Bizde Coğrafya ve Jeoloji’’, Tanzimat I, Maarif Matbaası, İstanbul,1940, ss. 511-571.

AYYUBİ, Dr.N.Akmal, ‘‘Contributions of  Muslim Turks To Geography’’, Belleten, C.LI, Sa. 199, Nisan 1987, ss. 67-74.

BABİNGER, Franz, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Çev. ve Yayına Haz.: N.Kuran-Burçoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2004.

BOSTAN, İdris, ‘‘Akdeniz’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.II, İstanbul, 1989, ss. 231-234.

DUVERDİER, Gerald, ‘‘İlk Türk Matbaasının Kuruluşunda İki Kültür Elçisi: Savary de Breves İle İbrahim Müteferrika’’, Çev. T. Acaroğlu, Belleten, C.LVI, Sa.215, Nisan 1992, ss. 275-305.

EFDALÜDDİN, ‘‘Memalik-i Osmaniyede Tıbaatin Kıdemi’’, TOEM, Sene: 7, No. 40, 1 Teşrin-i evvel 1332, İstanbul, ss.242-249.

ERÜNSAL, İsmail, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, (2. bs.), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Y. K. Yay., Ankara, 1992.

GÖKYAY, O. Şaik, ‘‘Cihannüma’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C:VII, İstanbul, 1993, ss. 541-542.

İBRAHİM MÜTEFERRİKA, Vesiletü’t-Tıbaa, Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1141.

Önsöz, Tarihü’l-Hindi’l- Garbi, Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1142.

Önsöz, Cihannüma, Darü’t-Tıbaati’l-Mamure, 1145.

İLHAN, Mehdi, ‘‘Robert Dankoff-Rhoads Murphey: The İntimate Life An Ottoman Statesman: Melek Ahmet Pasha (1588-1662) As Partayed İn Evliya Çelebi’s Book of Travels’’, Belleten, C.LVI, Sa. 216, Ağustos 1992, ss. 591-596.

İLHAN, Suat, ‘‘Jeopolitik ve Tarihle İlişkileri’’, Belleten, C.XLIX, Sa.195, Aralık 1985, ss. 607-624.

KARAÇON, Dr., ‘‘İbrahim Müteferrika’’, TOEM, Sa.3, Ahmed İhsan ve Şürekası Mat., İstanbul, 1328, ss.178-185.

KÂTİP ÇELEBİ, Cihannüma, Darü’t-Tıbaati’l-Mamure, 1145.

KUN, T.Halası, ‘‘İbrahim Müteferrika’’, İslam Ansiklopedisi, C.V-2, MEB Basımevi, İstanbul, 1993, ss. 896-900.

KUT, Turgut-TÜRE, Fatma, Yazmadan Basmaya: Müteferrika, Mühendishane, Üsküdar, Yapı Kredi Yayınları,İstanbul, 1996.

MEHMED ARİF , ‘‘Humbaracı Ahmed Paşa’’, TOEM, Sa.19-20, A.İhsan Mat., İstanbul, 1331.

MUSTAFA NURİ PAŞA, Netayicü’l-Vukuat, C.I-II, (3. baskı), Sadeleştiren: N.Çağatay, TTK Basımevi, Ankara, 1992.

MÜTERCİMLER, Erol, İmparatorluğun Çöküşüne Denizden Bakış, (2. baskı.), Toplumsal Dönüşüm Yay., İstanbul, 2004.

MYSTAKİDİS, B.A., ‘‘Hükûmet-i Osmaniye Tarafından İlk Tesis Olunan Matbaa’’, TOEM; Cüz 7, A.İhsan ve Şürekası Mat., 1329, ss. 451-455.

ÖZCAN, Abdülkadir, ‘‘Humbaracı Ahmed Paşa’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.XVIII, İstanbul, 1998, ss. 351-353.

PARMAKSIZ, İsmet, ‘‘Bir Türk Diplomatının XVIII. yüzyıl Sonunda Devletlerarası İlişkilere Dair Görüşleri’’, Belleten, C.XLVII, Sa. 186, Nisan 1983, ss. 527-535.

PİRİ REİS, Kitab-ı Bahriye-Denizcilik Kitabı, Haz.: Yavuz Senemoğlu, Tercüman, 1001 Temel Eser, Kervan Kitapçılık A.Ş., İstanbul, trz.

RAŞİD, Tarih-i Raşid ve Zeyli, C.I-VI, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1282.

SAFVET, ‘‘Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi’’, TOEM, Cüz 10, A.İhsan ve Şürekası Mat., İstanbul, 1329, ss. 604-614.

SARICAOĞLU, Fikret, ‘‘Harita (Osmanlı Dönemi)’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C. XVI,  İstanbul, 1997, ss. 210-216.

SHAW, Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C.I, Çev.: Mehmet Harmancı, E Yayınları, İstanbul, 1994.

ŞEN, Adil, İbrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV Yayınları, Ankara, 1995.

TARİHÜ’L-HİNDİ’L-GARBİ / THG (Mustafa b. Hasan El-Mes’udi ?), Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1142.

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C.II, III(Kısım I), IV(Kısım I-II), TTK Basımevi, Ankara, 1995.

ÜLKEN, H.Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi I-II, Selçuk Yayınevi, Konya, 1966.

 

 

 

 

 

 

DİYARBAKIRLI YA YAZAR YA ŞAİR


Bedri Mermutlu Giritli Sırrı Paşa'nın Diyarbakırlılar için böyle söylediğini aktardı.

Diyarbakırlılar hep şair yazar mı?

 

Diyarbakırlı ya yazar ya şair

 

Bir vefadır yaşamak

 

Vefanın sadece İstanbul’da bir semt adı olduğunu söyleyen şairimiz kendince belki haklı ama şükrolsun ki sohbeti ve vefayı bilen kadîm bir medeniyetin çocukları olarak bizler, vefa nedir biliriz ve biiznillah vefanın hakkını da veririz.

 

TYB Bursa ŞubesiTYB Bursa Şubesi, organize ettiği sohbetler, seminerler ve konferanslarla sadece bir kuşağın inşasında yer almakla kalmıyor, insanı insan yapan aslî değerleri hayata aktararak sözün aslında yaşanası bir eylem olduğunu da yaşayarak örnekliyor. Öyle ya, kalem yazmak; söz ve sohbet ise yaşanmak için vardır ve bizler de, Nazif Gürdoğan’ın dediği gibi, “Sohbet Medeniyeti” çocuklarıyız. Elbette sohbetlerden vefa nedir öğrenmişizdir ve elbette hakkını vermek gerekir sohbetin.

 

“Bir Vefadır Yaşamak”, insana ve kültüre dair güzel şeyler yapan güzel insanların, henüz hayattayken hatırlanmaları gerektiğini öğreten bir etkinlik.

 

Neden Bedri Mermutlu?

 

Bir Vefadır Yaşamak’ın bu haftaki vefa gösterileni, Yard. Doç. Dr. Bedri Mermutlu idi. Yakınen tanıyanlar bilir ki Bedri Mermutlu, onu tanıyanlar tarafından “ Ah, neden daha önce tanımadım onu; ah, neden daha çok yararlanmadım ondan?!” denilen bir şahsiyettir. İlgi alanı ve bilgi birikimi, branşı olan sosyolojiden musikiye, edebiyattan tarihe kadar geniş bir yelpazededir.

 

Bedri Mermutlu, ani bir kararla emekli oldu. TYB Bursa Şubesi de, Bedri Mermutlu’nun Bursa kültürüne yaptığı katkıları vesile bilip bir hasbihal organize etti. Seyyid Usul Kültür Merkezinde kalabalık bir dost meclisinde yapılan hasbihalden bazı notlar aldım.

 

Çocukluktan bir kesit ya da bir zamanlar Güneydoğu…

 

Diyarbakır doğumlu olan Bedri Mermutlu, çocukluğunu yaşadığı yılların Diyarbakır’ını ve çocukluğunda beslendiği kaynakları şöyle anlattı:

 

“Diyarbakır, İslam şehirleri arasında müstesna yeri olan bir şehir. 1400 yıllık bir Müslüman şehir. Şu an çağrıştırdıkları ile değerlendirmek yanlış olur. Bağdat gibi o da huzursuz bir dönem yaşıyor ne yazık ki. Diyarbakır, 1970’li yıllara kadar özgün yapısını, ve ilişki biçimlerini sürdürmüş kadim bir şehirdir; birçok medeniyet görmüştür.

 

Şehirlerin insanı karşılamaları farklı farklıdır. Bursa insanı sıcak karşılar ama Diyarbakır insanı çarparak karşılar. Diyarbakır, birçok medeniyetin izlerini taşıyan bir şehirdir.”

 

 “Diyarbakır'da valilik yapmış olan meşhur Giritli Sırrı Paşa, Diyarbakır için şunu söyler: Diyarbakır’da hiç tanımadığınız birini parmağınızla gösterin, o ya yazar, ya da şairdir.” Bu doğrudur. Bunu ben bizzat gördüm.

 

Farklı bir kozmopolit şehir: Diyarbakır

 

Diyarbakır kozmopolit bir şehirdir ama bu kozmopolitlik farklıdır. Orayı kozmopolit kılan şey, köyden kente göç edenler değildir. Oraya dünyanın her yerinden gelenler vardır ve her gelen de kültürüyle geldiği için, Diyarbakır bir kültürler şehridir.”

 

“Diyarbakır’da Acemoğlu Kahvehanesi ve Afganlı Kahvehanesi vardı. Burada, çok üst düzeyde sohbetler yapılırdı.”

 

“Farsça Hocam, ‘1940 yılına kadar Ulu Caminin ön safında yer alanların hepsi müftülük yapacak bilgiye sahipti.’ demişti. Halkı son derece kibar, görgülü ve bilgili insanlardı; bizim bildiğimiz anlamda formel eğitim almış kişiler değildi. Toplumun içinde ve sohbetlerde yetişmiş kişilerdi.”

 

Hocaları, modelleri…

 

“Babam, benim modelim olan kişiydi. Evimize misafir gelmediği gün, ‘Acaba bugün ne günah işledim?’ diye kendini muhasebeye çekerdi. Cemil Meriç’in dediği gibi, ‘Bütün kültürlerin ideali olan insan’dı.”

 

“Hocam Molla Zahid’in kardeşi Molla Abdulfettah’ın Arapça, Farsça ve Kürtçe dillerinde yazılmış üç ayrı divanı vardı. Ve Molla Abdulfettah,bizim bildiğimiz anlamda eğitim almış biri değildi.”

 

“Üçüncü kardeş olan Molla Abdurrahman’ın ise Kamusü’l-Alam ezberindeydi.”

 

Etnik grupların ilişkileri nasıldı?

 

“Diyarbakır’da bir sürü etnisite vardı: Süryani, Kürt, Arap, Afgan vs… Ama onlar farklılığı zenginliğe dönüştürmeyi başarmışlardı. Kendi aralarında konuşurlarken, gelen birisi olursa, gelen kişinin diline göre konuşurlardı. Bir dilden diğer bir dile rahatça geçerlerdi. O zaman bu farklılıklar latife konusu olurdu ancak.”

 

Kürt sorunu…

 

Necip Fazıl Kısakürek

“Kendimi birçok bakımdan şanslı görüyorum: Diyarbakır’da doğup büyüdüm, orayı içerden tanıyorum. Daha 1970’li yıllarda siyasiler ağır sanayi hamlesi vb şeylerden bahsederken ben Kürt meselesini çözmek gerek diyordum. Halk arasında bir problem söz konusu değildi ama siyasi ve ideolojik olarak saatli bir bomba gibi beklemedeydi bu mesele. Bunu görebiliyordum."

 

Üniversite yılları, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç

 

“Üniversitede Sosyolojide Cahit Tanyol, Oya Baydar, Muzaffer Sencer hocalarımızdı ve bunlar Marksist doğrultuda sosyoloji öğretimi veriyorlardı. İlk yıl öğrenci olayları tehlikeli boyutlara tırmanmıştı. 12 Mart müdahalesinden sonra bunlar durdu ve üniversiteyi rahat bir ortamda okuduk.”

 

İstanbul’a ilk gittiğimiz zaman Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ı ziyaret ettik. Onlardan çok yararlandık. Sezai Karakoç dengeli biri olduğu için bizim aşırı uçlara kaymamızı engellemiştir.

 

Kültürel faaliyetlere devam ettik. Ama o zaman bu kadar çok faaliyet yoktu. Haftada bir veya iki kez olurdu ve bunlara tüm İstanbul katılırdı. Tüm İstanbul dediğim, hepi topu 100-150 kişi olurduk.

 

Diğer bir kültür adamı da, Mahir İz’di. Mahir İz, M.Akif’in yakın dostuydu. Bir derya ve sohbet ehli biriydi. Onun sohbetlerine de devam ettik. Hocam Ümit Meriç dolayısıyla tanıdığımız Cemil Meriç de evindeki sohbetlere devam edip yararlandığım kişilerdendi."

 

Susarak konuşan adam…

 

 Bursa’nın kültür adamlarından olan Cahit Çollak, Bedri Mermutlu genelde neden suskun diye sorduğunda aldığı cevap şuydu: “Dostoyevski, bir insanın istinad edebileceği en büyük güç, baba evindeki hatıralardır.” der. Ben de baba evinden bahsedeyim biraz.

 

Evimizde haftada dört gece sohbet olurdu. O toplantılarda bulunan kişiler, benim yanlarında konuşamayacağım kişilerdi. Biz orda sadece dinlemeyi öğrendik ve ben dinleyerek çok şey kazandım. O dinleyişler, konuşmadan dinleyişler, insanda bir muhasebeye sebep oluyordu. Konuşulanları analiz ediyorduk. Bu dinleme alışkanlığı bende hâlâ devam etmektedir. İnsan sadece sesle konuşmaz, yazarak da konuşur. Ben de daha çok yazarak konuşuyorum.”

 

"Bakkal Salih amca vardı. Elinde terazi vardı ve ezberinde binlerce beyit vardı.. Fuzuli, Şeyhi, Şeyh Galipten bir sürü gazel bilirdi. O sohbet meclislerindeki insanlar, Eşrefoğlu, Kuddusi, İsmail Hakkı Bursevi dahil, birçok şairin beyitlerini ezbere bilirdi.

Bir gün bir şair büyüğümüzle “hilaf” kelimesinin hayatımızdan çıkması üzerine uzun uzun konuştuk. Oysa hilaf, türkülerimize kadar girmiş güzel bir kelimeydi. O kelimelerle beraber bir kültür, bir ahlak, bir dünya görüşü de gitti aslında. O kültüre tekrar kavuşmak için eski edebiyata dönmemiz gerekiyor. Edepli olmak için de eski edebiyata dönmemiz gerekiyor. Bunun için gerekiyorsa Arapça ve Farsçayı öğrenmemiz lazım. Bu dilleri Türkçe için, kaybetttiğimiz Türkçeyi hiç olmasa anlayabilmek için öğrenmeliyiz. Bu olmadan edebiyatımız da, kültürümüz de, kaybettiğimiz insanımız da geri gelmez."

 

Dil bitiyor artık. 1930 yılında bir genç, Şeyhi’nin divanını okusa anlardı. Düşünün ki aradan 600 sene geçmişti ve o genç anlıyordu. Ne oldu da biz anlamaz olduk?

 

"1933 yılındaki gazetelerde haber olarak var: Arapça ve Farsça kelimeler taranıp dilden çıkarılarak bu kelimeler okullardaki hocalara gönderilip yerine yeni kelime türetmeleri istenmiş. Dilimizden Arapça-Farsça kelimeler ve bu kelimelerle oluşmuş olan bir dünya çıkarılmıştır. Milletimiz tarihsiz ve başka kültürlerle temasa girmemiş bir kabile derekesine indirilmek istenmiştir. O dünya o kelimelerden yapılmıştı. O dünyayı bulmak için o kelimeleri öğrenmeliyiz. Dilimizi budadık, budadık yok ettik. Her nesilde dil yeniden tasfiye ediliyor.”

 

Bir zihniyete dair…

 

Müdür yardımcısı olarak çalıştığım okulun müdürüne, yaklaşık 10.000 kitabı bulunan zengin kütüphanemizin kapısındaki kilidi kaldırıp hizmete sunalım dediğimde, şöyle söyledi: “Bu kapı kapalı kaldığında müfettiş bana sadece bu kapı neden kapalı diye tek soru sorar. Kapıyı açarsam en az on soru sorar, ben de bu sorularla uğraşmak istemiyorum.”

 

Hasbihal sonrasında, gecenin anısı olarak Bedri Mermutlu’nun bir kitabı katılımcılara hediye edildi.

 

Fikri Özçelikçi haber verdi

 

KAYNAK: Diyarbakırlı ya yazar ya şair (dunyabizim.com, 20 Ocak 2011).

Yazar: SÖYLEŞİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör