İslâm âlimi ve
mütefekkiri (D. 1876 [Rumî 1293], Nurs köyü/ İsparit - Hizan / Bitlis - Ö. 23
Mart 1960, Urfa). Resmî bir okulda öğrenim görmedi. Eğitim ve öğrenimine dokuz
yaşında iken çevredeki medreselerde başladı. Ağabeyi Molla Abdullah, Tağ
Medresesinde Molla Mehmed Emin Efendi, Hizan Şeyhi Seyyid Nur Mehmed Efendi,
Bitlis’te Şeyh Emin Efendi, Bayezid Medresesinde Şeyh Mehmed Celali Efendi’den
dersler aldı. İcazetini (yeterlilik) bu son hocasından üç ay ders görerek alma
başarısını gösterdi. Doğu Anadolu medreselerinde birçok âlimle tanıştı,
bazılarıyla ünlü tartışmaları oldu. Medrese öğreniminin yanı sıra ülke ve dünya
sorunlarıyla yakından ilgilendi. Doğu Anadolu’da büyük bir İslâm Üniversitesi
kurmak, önem verdiği ideallerinden biriydi. Bu amaçla, ilk girişimi olarak 1907
yılında (II. Abdülhamid dönemi) İstanbul’a gidip mabeyne (sarayda halkın
işlerini gören daire) başvurdu. Ancak red cevabı alarak önce tımarhaneye, sonra
hapishaneye gönderildi. Çünkü üniversitenin açılması yerine kendisine maaş bağlanması
biçimindeki sarayın karşı teklifini geri çevirme cesaretini göstermişti.
Hapishaneden çıkınca
İttihad Terakki Fırkasının ileri gelenleriyle görüştü. II. Meşrutiyet’in
ilanında Selanik’in Hürriyet Meydanında istibdadı sert biçimde eleştiren,
özgürlüğü öven bir konuşma yaptı (1908). İttihadçıların İslâmiyet’e ilişkin
soğuk bulduğu tavrından rahatsızlık duyarak 1909’da kurulan İttihad-ı Muhammedî
Fırkasının kurucuları arasında yer aldı. 31 Mart Olayında (14 Nisan 1909)
isyancıları yatıştırmaya çalıştığı halde kışkırtıcılar arasında sayılarak
yargılandı ve beraat etti (1910). Bir yıl sonra Şam’a giderek Emeviye Camiinde
İslâm dünyasının sorunlarına değinen ünlü hutbesini okudu. Dönüşünde Şam’dan
Beyrut’a, oradan da İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Üsküp-Kosova gezisine
katıldı. Sultan Reşat’a “Medresetü’z-Zehra” projesini kabul ettirdi. Bir miktar
da tahsisat alarak medresenin temelini attı. Ancak Birinci Dünya Savaşının
çıkmasıyla inşaat temel aşamasında kaldı.
Birinci Dünya Savaşı’nda
öğrencileriyle birlikte Rus ve Ermeni ordularına karşı savaştı. Esir düşerek
Sibirya’ya sürüldü (1916). Kaçıp İstanbul’a
geldikten sonra yazdığı on yedi eserini yayımladı. Ordunun önerisiyle
kendisine “Mahreç” payesi verildi. “Darül Hikmeti’l İslâmi” üyeliğine seçildi
(1919). İngiliz ve Yunanlıların İstanbul’u işgalini Hutuvat-ı Sitte
risalesiyle protesto etti (1920), Osmanlı Şeyhülislâmının “Kuva-i Milliye”
aleyhindeki fetvasına da karşı çıktı. Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya
davet edilip karşılanan Said Nursî’ye “Hoşamedi” (Hoş geldin) töreni yapıldı.
Nursî, mecliste yaptığı ünlü konuşmada İstiklâl Savaşı gazilerini kutladı,
milletvekillerini İslâmiyet’e uygun hareket etmeye çağırdı. Bir yıl sonra yine
bu yolda isteklerini tekrarlayan on maddelik bildirisini yayımlayınca Mustafa
Kemal’le arası açıldı.
Bu olaydan sonra Said-i
Nursî’nin hayatında, kendisinin “Yeni Said” adını verdiği ikinci dönem başladı.
Ömrünün sonuna kadar süren bu dönem boyunca devamlı olarak hapishane ve sürgün
hayatı yaşadı. Şeyh Said isyanıyla ilgisi olmadığı halde Burdur’da yedi ay
sürgün hayatı yaşadı, oradan da Barla’ya sürgün edildi (1927). Barla’da sekiz
yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra Isparta’ya getirilip tutuklandı (1934).
Barla’da geçen yıllar
Bediüzzaman’ın en verimli yılları oldu. Burada, genel olarak “Risale-i Nur
Külliyatı” adı verilen çalışmalarının büyük bölümünü oluşturan Sözler,
Lem’alar, Mektubat adlı ünlü eserlerini yazdı. Bu eserler toplumda
yankısını bulmaya başlayınca da yeni mahkemeler, sürgünler, zehirlemeler,
tutuklamalar, yeni hapis cezaları birbirini izledi. 1934’te Barla’dan
Isparta’ya nakledildi. 1935’te tutuklanarak Eskişehir’e getirildi. Tahliye
edilince Kastamonu’ya gönderildi (1936). Kastamonu’da yedi yıl sürgün
hayatından sonra 1943’te yine tutuklanarak Ankara’ya, aynı yıl Denizli
Hapishanesine gönderildi, dokuz ay sonra beraat edince Emirdağ’a sürgün edildi.
Emirdağ’da eziyet içinde geçen dört yıllık sürgün hayatı bitince (1948) yine
tutuklanarak Afyon Hapishanesine konuldu Afyon hapsi yirmi ay sürdü.
1950’den sonra 3. Said
dönemi başladı. Son mahkemeleri sırasında, iktidara Demokrat Parti (DP)
gelmişti. DP iktidarından sonra gördüğü zulüm nispeten yumuşadı. Son yıllarını
Isparta ve Emirdağ’da Risale-i Nur Külliyatını tamamlama ve yayma
çalışmalarıyla geçirdi. 1960 yılında kendi arzusuyla gittiği Urfa’da
rahatsızlandı, 23 Mart 1960 (25 Ramazan) Çarşamba günü bu şehirde vefat etti. 27
Mayıs 1960 İhtilali ile işbaşına gelen askerî yönetim, 12 Temmuz 1960 akşamı
mezarına askerî bir baskın düzenledi ve mezarı parçalanarak çıkarılan naaşı
Isparta’ya nakledilip bilinmeyen bir yere gömüldü, bir söylentiye göre ise
denize atıldı.
Latin harfleriyle ilk
kitabı 1956’da çıkan Tarihçe-i Hayat’ı, o dönemdeki Ankara gezici
vaizlerinden M. Said Özdemir ile Demokrat Parti Isparta Milletvekili Dr. Tahsin
Tola yayımladılar. Hayatı hakkında geniş bilgi Tarihçe-i Hayat: Bilinmeyen
Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî adlı bu kitaptadır. Bediüzzaman Said
Nursî’nin eserleri defalarca pek çok dile çevrilerek yayımlandı. 2006’da
eserlerinin çevrilerek yayımlandığı dünya dili sayısı otuz dörde yükseldi.
Hakkında hemen her yıl çok sayıda sempozyum ve anma toplantıları düzenlendi.
ESERLERİ:
Nutuk (1910), Divân-ı
Harb-ı Örfî (1910), Münâzarât (1910), Hutbe-i Şamiye (1911), Muhâkemât
(1911), İşârât-ül İ’caz (Arapça, 1918, Latin harfleriyle 1959), Sünuhât
(1920), Hakikat Çekirdekleri (2 cilt, 1920), Şuaât (1920), Rûmuz
(1920), Tulûât (1920), Mesnevi-i Nuriye (1920), Lemaât
(1929), Sikke-i Tasdik-i Gaybî (1957), Sözler (1957), Lemalar
(1957), Mektubât (1958), Âsây-ı Musa (1958), Kastamonu
Lâhikası (1958), Emirdağ Lâhikası (1957), Tarihçe-i Hayat
(1958), Şualar (1959), İçtihad Risalesi (1961), Barla Lâhikası
(1980).
AYRI BASIM RİSALELERİ: Gençlik
Rehberi (1947), Nur Âleminin Bir Anahtarı (1958), Yirmiüçüncü Söz
(1958), Otuzüç Pencere (1958), Tabiat Risalesi (1958), İman
Hakikatleri (1958), Gençlik Rehberi (1958), Hanımlar Rehberi
(1958), İhtiyarlar Risalesi (1958), Meyve Risalesi (1958), Haşir
Risalesi (1958), Küçük Sözler (1958), Miftâhü’l İman (1958), Uhuvvet
Risalesi (1958), İhlâs Risalesi (1958), Sünnet-i Seniye Risalesi
(1958), Zühretü’n Nur (1958), Hastalar Risalesi (1958), Nurun
İlk Kapısı (1958), Hizmet Rehberi (1958), Ramazan - İktisat -
Şükür Risaleleri (1958), Hakikat Nurları (1958), el Hüccetü’l
Zehra (1958), Beyânât ve Tenvirler (1958), Latif Nükteler
(1985), Münâcât (1958), Hüve Nüktesi (1958), Tiryak
(1958).
KAYNAKÇA: Eşref Edib / Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk (1963),
Necmeddin Şahiner / Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi (1974),
Necip Fazıl Kısakürek / Son Devrin Din Mazlumları (1977), Necmeddin Şahiner /
Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor (5 cilt, 2. bas., 1989) -
Belgelerle Bediüzzaman’ın Kabir Olayı (1996), Sadık Albayrak / Siyasî
Boyutlarıyla Türkiye’de İslâmcılığın Doğuşu (1989), Şerif Mardin / Bedizzaman
Said Nursi Olayı (1991), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar
ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Üstad Said Nursi
(5. bas. 2012) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
1-
Her türlü noksandan beri olan Allah'ın adıyla.
2-
Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3-
Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi gece ve gündüz devam ettikçe, sabah ve
akşam birbirini izledikçe, ay ve güneş devam ettikçe, ferkadan denilen iki
kutup yıldızı doğdukça, ikinizin ve kardeşlerinizin üzerine olsun.
Gayretli
kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı
tesellilerim,
Madem
Cenab-ı Hak sizleri, fikrime ihsan ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette
hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir etmemek
için, gurbetdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip, bir kısmını sizlere
hikâye edeceğim. Şöyle ki:
Şu
iki-üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş-yirmi günde bir defa misafir
yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar
(da) yakınımda yok, dağıldılar.
İşte
gece vakti, şu garibane dağlarda, sessiz sadasız, yalnız, ağaçların hazinâne
hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde
gördüm.
Birincisi:
İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve
akaribimden (akrabalarımdan) yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i
berzaha gittiklerinden neşet eden hazin bir gurbeti hissettim.
İşte,
şu gurbet içinde ayrı, diğer bir daire-i gurbet açıldı. O da, geçen bahar gibi,
alâkadar olduğum ekser mevcudat beni bırakıp gittiklerinden hasıl olan firkatli
bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde bir daîre-i gurbet daha açıldı ki,
vatanımdan ve akaribimden (akrabalarımdan) ayrı düşüp yalnız kaldığımdan
tevellüd eden firkatli bir gurbet hissettim. Ve şu gurbet içinde, gecenin ve
dağların garibane vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi. Ve şu
gurbetten dahi, şu fani misafirhaneden ebedü'l-âbad tarafına harekete âmâde
olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden, “fesübhanallah” dedim! Bu
gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır?
Düşündüm, Kalbim feryad ile dedi:
Yâ Rab! Garîbem, bîkesem, zaîfem,
natüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem,
meded-hahem zidergâhet ilâhî! (1)
Birden
nur-u iman, feyz-i Kur'an, lûtf-u Rahman imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı
gurbetleri, beş nuranî ünsiyet dairelerine çevirdiler. Lisanım, “Allah bize
yeter, o ne güzel vekildir” (Al-i İmran:173) söyledi. Kalbim (de):
Eğer
onlar senden yüz çevirirlerse de ki, Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur.
Ona tevekkül ettim. Yüce arşın sahibi odur (Tevbe: 129) ayetini okudu. Aklım
dahi ızdırabından ve dehşetinden feryad eden nefsime hitaben (şöyle) dedi:
Bırak bîçare feryâdı, belâdan kıl
tevekkül. Zîra feryad belâ-
ender, hata-ender belâdır bil.
Belâ vereni buldunsa eğer, safâ-ender
vefa-ender, atâ-ender
belâdır bil!
Madem öyle, bırak şekvâyı, şükret; çün
belâbîl, demâ
keyfinden güler hep gül mül.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender,
fenâ-ender,
heba-ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne
bağırırsın küçücük bir
belâdan, gel tevekkül kıl.
Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da
gülsün. O güldükçe
küçülür, eder tebeddül.
Hem
üstadlarımdan Mevlâna Celâleddin'in nefsine dediği gibi dedim:
“O ‘Ben senin Rabbin değil miyim?’ dedi. Sen:
‘Evet, rabbimsin’ dedin. Evet demenin şükrü nedir bilir misin? Belâ çekmektir.
Belâ çekmenin sırrı nedir? Allah'a karşı hiçliğini ve fakrını bilmen,
dergâhının kapısının halkasını çalan benim, demektir.” (Mevlâna Celaleddin-i
Rumî, Divan-ı Kebir; Gazel. 251).
O
vakit nefsim dahi; "Evet, evet! Acz ve tevekkül ile fakr ve iltica ile nur
kapısı açılır zulmetler dağılır. İman ve İslam nurundan dolayı Allah’a
hamdolsun. dedi
Meşhur
Hikem-i Atâiyye'nin şu fıkrası, "Cenab-ı
Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?" (Şeyh
Ataullah el-İskenderî, Şerhu Hikemi'l-Atâiyye: 208)
Yani
“Onu bulan her şeyi bulur. Onu bulmayan
hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur"
ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve “Gariplere
ne mutlu!” (Müslim, iman: 232;
Tirmizî, iman: 13. İbn Mâce, Fiten: 15) hadisinin sırrını anladım, şükrettim.
İşte,
kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler çendân nur-u imanla nurlandılar; fakat
yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler:
''Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim; acaba şu
misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki sizleri ve Sözleri tevkil etsem ve
bütün bütün alâkamı kessem" fikri hatırıma geldi. Onun için sizden
sormuştum ki, “Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı? Yani, vazifem
bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalble kendimi nurlu, zevkli, hakiki bir gurbete
atıp, dünyayı unutup Mevlânâ Celâleddin'in dediği gibi,
“Semâ (Mevlevilerin zikir ve musikî eşliğinde
dönmeleri) nedir, bilir mısın? Varlıktan vazgeçip mutlak fanilik makamında
ebedilik zevkini tatmaktır.”
deyip, ulvî bir gurbeti
arayabilir miyim?” diye sizi o sualler ile tasdi’ etmiştim.
El
Bâkî, hüvel Bâkî (2)
(Mektubat’tan)
_________________________
(1)-
Yâ Rab! Garibim, kimsesizim, zayıfım, çaresizim, hastayım, âcizim, ihtiyarım.
İrademi
kullanamıyorum; aman diliyorum, bağışlanmak istiyorum, katından yardım talep
ediyorum ey Allah'ım.
(2)-
Baki olan Yalnızca Allah’tır
Said'in müridi, bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif.
Ağaçlar kaynaşmış birbiriyle. Ve bağrından adsız bir uğultu yükseliyor... Bir
fırtına rüzgârına benzeyen Nur risalelerinin zaman zaman boğuk, zaman zaman
heybetli yankısı.
Said,
dağbaşında va'z eden bir mürşit. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler,
mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın.
Nass'ların
yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu:
kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o
konuştukça gerçekleşti. Yani, Nurculardan önce kelâm var.
O konuştukça,
laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık
düzeyi (!) ile Anadolu, tereddütle inanç... karşı karşıya geldi.
Nurculuk, bir
tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın,
Batı'ya. karşı Doğu'nun isyanı. Her risale bir çığlık, şuuraltı'nın çığlığı.
Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevî ses böyle sayhalaşır mıydı?
Tanzimat'tan beri her hisarı deviren
teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu
kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi
yüz karaları bu. Nurcuları yok farzetmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi
hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez.
Aydının görevi, fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına
basmak, acısını anlamağa çalışmak.
Said Nursî,
bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok
îman. Said’in kavgası, Yogi ile komiserin kavgası.
Kaynak: Cemil
Meriç / Bu Ülke (1974), s.216-217
Bediüzzaman
Said Nursi, yaşadığı toplumda gelişen batılılaşma yönelişini dikkatle
gözlemleyerek, bu yönelişin beslendiği düşünce kaynaklarını çözümlemeye büyük
önem verir. Bu iki uygarlığın temelde hangi farklı prensiplere dayandığı
konusuna özellikle dikkat çeker. Said Nursi’ye göre bu iki medeniyet arasındaki
farklar özellikle beş maddede toplanabilir:
"1 - Batı medeniyeti kuvvete dayanmaktadır,
İslam medeniyeti ise hakka dayanır. Bu hak duygusu adaleti netice vermesine
karşı, kuvvet zulmü netice veren bir mahiyete sahiptir.
2 - Batı medeniyeti menfaati gaye
almıştır. İslamiyet ise fazileti ve Allah'ın rızasını esas almıştır. Menfaat
menfi rekabeti; çekişme ve boğuşmaları davet ederken, İslamın gösterdiği gaye
cemiyette dayanışmayı netice verir.
3 - Batı medeniyeti, hayatın mücadeleden
ve yaşama kavgasından ibaret olduğu prensibine dayanır. İslam medeniyeti ise,
hayatta yardımlaşma düsturunu esas alan bir tesanüd, bir dayanışma ve
birbirinin imdadına yetişme anlayışını netice verir.
4 - Batı medeniyeti kitleler arasındaki
bağlayıcılık faktörünü, tecavüzü davat eden unsuriyet (ırkçılık) ve
menfi-milliyet olarak kabul etmesine karşılık, İslamiyet, din, sınıf ve vatan
müşterekliğini kitleler arasındaki rabıtada temel unsur olarak kabul eder.
5 – Batı medeniyeti, nefsin
bütün gayr-ı meşru heveslerinin tatminini ve beşerin zaruri olmayan
ihtiraslarının arttırılmasını gaye almasına
karşılık, İslamiyet nefsin meşru olmayan arzularına set çekip, ruhu yüksek
hislere ye kemâlâta teşvik ve ulvi duyguları tatmin
eder."
Batı toplumlarında sosyal ilişkilerin çıkar dengesini temel
almasına karşılık, İslam toplumunda inanca dayalı bir sosyal dayanışmanın sağlanabildiğine
dikkat çeker:
"Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususen
millet-i İslamiye'nin üssül-esası, akrabalar içinde samimane muhabbet ve
kabileler ve taifeler içinde alakadarane irtibat ve İslamiyet milliyetiyle
mümin kardeşlerine karşı manevi muavenetkârane bir uhuvvet (kardeşlik) ve kendi
cinsi ve milliyetine karşı fedakârane bir alaka ancak İslamiyet dairesinde
temin edilebilmekte ve toplum, İslâmın bu konudaki değerleri etrafında birleşme
imkânına kavuşmaktadır. Böylece temin edilen içtimai birlik, her türlü bölücü
niyet ve faaliyetler karşısında teminata kavuşmaktadır."
Bediüzzaman,
iki medeniyet arasındaki farkı bir başka eserinde açıklarken şu hususları
vurgular:
“Birincisi,
medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zâhiri parlıyor, bâtını da
yakıyor. Dışı süslü, içi pis, sûreti me'nus sireti makûs bir şeytandır...
İkincisi, batnı nur, zahiri rahmet, içi
muhabbet, dışı uhuvvet, sûreti muavenet, sireti şefkat cazibedar bir melektir.
Evet mümin olan kimse, iman ve tevhid
iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla bakdığı gibi; bütün
mahlukatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de,
ancak uhuvvettir. Çünki, iman bütün müminleri bir babanın cenah-ı şefkati
altında yaşıyan kardeşler gibi kardeş addediyor.
Küfür ise, öyle bir burudettir ki
kardeşleri, bile kardeşlikden çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik
tohumunu ekiyor. Ve her şeyi herşeye düşman yapıyor.
Evet, hamiyyet-i
milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattır. Ve ezelî, ebedî iftirak ve
firak ile muttasıl ve mahduttur. Amma kâfirlerin, medeniyetinde görünen mehasin
ve yüksek terakkiyat-ı sanayi, (bunlar) tamamen medeniyet-i İslâmiyeden,
Kur’anın irşadatından, edyan-ı semaviyeden
inikas ve iktibas edildiği “Lemeat” ile “Sünûhat” eserlerimde istenildiği gibi
izah ve isbat edilmiştir.”
Bediüzzaman,
Batı medeniyetinin iki yüzlü bir medeniyet olduğuna, gerçekte insanoğlunun
huzurlu bir hayata sahip olmasını engellediği görüşündedir. Sosyal dengenin
büyük önem taşıdığına inanır. Batı uygarlığının sömürüye izin veren bir yapıyı
öngörmesine dikkat çeker. Bediüzzaman'a göre, eski Roma ve Yunan felsefeleriyle
Hıristiyanlığın sentezinden oluşan Batı'nın uygarlık anlayışıyla İslâmiyetin
hiç bir zaman uyum sağlaması mümkün değildir.
Bediüzzaman,
Batı medeniyeti hakkındaki görüşlerini açıklarken, bu medeniyetin gerek birey ve
gerekse toplum hayatı açısından çeşitli zararlar veren hastalıklı bir medeniyet
olduğunu savunur. Batı medeniyetine uyum sağlama eğilimine girenleri, batı
medeniyetinin hastalıklarına dikkat çekerek uyarır:
“Ey
fâsık! Bil ki medeniyet-i sefihe öyle müdhiş bir riyayı ibraz etmiş ve meydana
çıkarmış ki: Ehl-i medeniyetin ondan kurtulması mümkün değildir. Çünkü Ehl-i
medeniyet o riyaya şan, ve şeref namını vermiş. İnsanı şahıslara karşı
riyakârlığa bedel unsurlara ve milletlere ve devletlere karşı riyakârlığa
teşvik etmiş ve tarihi onlara müşevvik alkışçı ve cerideleri de yani
gazeteleri de dellâl yapmış. Ölümü unutturup (güya) unsurları içinde bir hayatları
var diye zaman-ı cahiliyetteki gaddar zalimlerin desiseleri nevinden bir desise
ile beşeri tasannu ve riyakârlığa, sevk etmişdir.”
“Fısk
çamuriyle mülevves olan medeniyet, insanları da o çamur ile telvis ediyor.
Ezcümle: riyayı, şan ve şeref ile telvis etmiş, insanları da o pis ahlâka
sevkediyor. Hakikaten insanlar o riyaya öyle alışmışlar ki, şahıslara yaptıktan
gibi milletlere alkışçı yapmışlardır. Bu yüzden şahsî hayatlar “Hamiyet-i
cahiliyye” ünvanı altında unsuri hayatlara feda edilmektedir.”
Bediüzzaman, 1918'de kaleme aldığı ünlü “Rüyâ”sında İslâm ve Batı
medeniyetlerini karşılaştırırken, şimdiki durumda İslam dünyasının daha geride
olmasına rağmen, ilerde Batı medeniyetinin İslamiyete muhtaç olacağını ileri
sürer. Bediüzzaman'a göre İslam medeniyetinin yeniden doğuşu çağdaş
uygarlığının “parlaması” sayesinde olacak; bununla birlikte İslam, bu
medeniyetin olumsuz ilkeleri yerine olumlu prensiplerini getirecektir. Batılı
değer yargıları, mesela kuvvet yerine hak, menfaat yerine fazilet,
milliyetçilik yerine din bağı, saldırganlık yerine savunma, mücadele yerine
yardımlaşma, çirkin arzu ve isteklerin yerine ruhsal doygunluk geçecektir. (…)
Bediüzzaman
"bir gün Ayasofya Camii'nde onbinlerce insana hitap eder. Namazdan sonra Ezher Üniversitesi hocalarından meşhur
Şeyh Bahid Efendi ile bir sohbette bulunurlar. Şeyh Bahid, Bediüzzaman'a:
Osmanlı ve Avrupa hakkında fikrin nedir, diye sorar. Bediüzzaman cevaben: “Osmanlı Avrupa'ya hamiledir, günün birinde
bir Avrupa devleti doğuracaktır. Avrupa da İslama hamiledir. Hem Şarkda hem
Garbda İslam devletlerini doğuracaktır”, der. Bu cevap karşısında Şeyh
Bahid: “Ben de böyle düşünüyorum. Fakat bu kadar veciz keskin ifade ancak
Bediüzzaman'a hastır, der.” (198)
Bediüzzaman,
toplumda gelişen batılılaşma eğilimini endişe ile karşılar, bu konuda gençleri
uyarma ihtiyacı duyar:
“Ecnebilerin tağutlariyle ve
fünûn-u tabüyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip
ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!
Ey bu vatan
gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!. Âyâ, Avrupanın size ettikleri
hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahat ve bâtıl
efkârlarına İttiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihane taklid edenler,
ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendinizi ve
kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba
ettikçe hamiyet dâvasında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibanız
milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!”
"Ey uykuda iken kendilerini uyanık
zannedenler! Umûr-u diniyede (dini emirlerde) müsamaha veya teşebbühle (benzemekle)
medenilere yanaşmayınız. Çünkü aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı
muvasalayı (birleşme çizgisini) temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak
edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz."
"Evet, millet-i İslamiyenin sebeb-i saadeti
yalnız ve yalnız hakaik-i İslamiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve
saadet-i dünyeviyesi şeriat-i İslamiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur.
Emniyet zir-ü zeber olur, ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder.”
“Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i
sefîhanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'an'ın zuhura
yakın geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez.
Menfice, tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslam zaten
muhtaç değildir.” (204)
Bediüzzaman,
toplum hayatında görülen düzensizlik ve sapmaların temel kaynağı olarak
inançsızlık ve inanç zayıflığına işaret eder. Toplumda fertlerin faziletlere
sahip olarak mutluluğa kavuşması için önce ahirete imanın gerektiği
görüşündedir:
“Memleket dahi bir hanedir. Ve vatan dahi bir
milli ailenin hanesidir. Eğer iman-ı ahiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden
samimi hürmet, ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve
enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayata inkişafa başlarlar. Çocuklara der:
'Cennet var, haylazlığı bırak!" Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere
der: 'Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin!', adalete başını eğdirir.
İhtiyarlara der: 'Senin elinden çıkmış bütün saadetlerden çok yüksek ve daimî
bir uhrevî saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya
çalış!', ağlamasını gülmeye çevirir."
Toplum
hayatında düzenin sağlanması için imana dayalı ahlak prensiplerine yönelmesinin
gereklilik olduğunu söyler:
“(Çünkü) hayatımızın bekası, imanın ve
sıdkın, tesanüdün devamiyledir.. Bize lazım olan doğruluk, yalan söylememek,
ihlas, sadakat, sebat ve tesanüddür."
Nursi,
toplumsal dengenin ancak adaletle kurulabileceğini, adaletin gerçekleşmesi için
ilahi iradeye, “külli akıla” muhtaç olunduğunu kabul eder.
“İnsandaki kuvvet-i şeheviye
ve kuvve-i gadabiye, Sani’ (Allah) tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın
cüz'i ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş
bırakıldığından, muamelatta zulüm ve
tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için cemaat-i insaniye,
çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lakin her
ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır
ki, fertler o külli akıldan istifade etsinler.”
(Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk)
“Bahtiyar
bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller
tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta
gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış... Allah'a!.. Alemlerin Rabb'ı olan
Allah'a...O'nun ulu Peygamberi'ne.. Onun büyük kitabına... Kur'ân henüz yeni
nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve
talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadette hissediyor.
Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvi,
sonsuz bir şeye bağlanmak, her yerde hazır nazır olana, âlemlerin yaratıcısına
bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak... Evet!... Ne büyük
saadet!
Said Nur,
üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir; Meşrutiyet,
İttihat ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler, yıkılışlar,
çökülüşlerte doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta...
Şark yaylalarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam.
İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı
bağrım siper etmiş. Allah! demiş, Peygamber demiş, başka bir şey dememiş; başı
Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu
yenememiş... Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade... Şimşekler gibi bir zekâ...
İşte Said Nur!... Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâblar... onun
için kurulan idam sehpaları... Sürgünler... Bu müthiş adamı, bu maneviyat
adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve
cesaretle karşı koymuş. Kur"ân-ı Kerim'de “İnanıyorsanız muhakkak
üstünsünüz.” (Al-i İmran sûresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki
Said Nur'da tecelli etmiş!
Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir;
büyük bir davanın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri...
Niçin
Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi?
Said Nursi en az bir Sokrattır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci,
bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak
gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu.
O, hapishanelerden hapishanelere atıldı; Hapishaneler, zindanlar onun
sayesinde Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur
eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin
karşısında eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü'minler
haline, hayırlı vatandaşlar hafine geldiler,.. Sizin hangi mektebleriniz, hangi
terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu diyar
diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu Nereye gitse, nereye
sürülse, etrafı saf, temiz mü'minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar,
yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları onu mü'min
kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına
yığılan bu maddi kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline
geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin
ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından
başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır
mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana
susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden
ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver,
sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı.
Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur
risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye
dönmüş olan körler; bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden
hiç eksik etmedikleri “İnkılâba - lâikliğe aykırı hareket ediyor.” diye,
tekrar tekrar mahkemeye verdiler; tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç
kere zehirlemek istediler. Ona zehirler, panzehir oldu. Zindanlar dershane...
O'nun nuru, Kur’an'ın
nuru, Allah'ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün Alem-i İslâmı dolaştı.
Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle
durması lâzım gelen bir kuvvet vardır. Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği
yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku
alâyişi, nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir
dâvaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.”
(Tarihçe-i Hayat)
“Risafe-i
Nurlar Kur'an tefsirleridir. Bu eserlerde İslama aykırı bir husus yoktur.
Bunlardan “Sözler” isimli eseri okudum. Faydalı bir kitap. Halkın anlayacağı
dille yazılmış. Basit temsili hikâyelerle İslamın meselelerini anlatıyor.”
İbrahim Elmalı (Diyanet İşleri Eski
Başkanı)
“Milyonlarca insanın okuduğu Risaie-i Nur, hem akla hitap eder,
hem ruha. Yani hem aklı tatmin eder, hem de insanın ruhî ve manevî ihtiyaçlannı
karşılar. Demek Nurculuk hareketinin yayılma sırrı burdadır. Yani Risale-i
Nur’un mezkur bu iki duyguya hakkıyla hitap edebilmesindedir. Said Nursi,
dinlerin en büyüğü olan İslam dinini, cemiyet hayatına hakim kılmak suretiyle
bütün manevi buhranlara son vermek istemiştir. Onun en büyük gayesi budur.
Hayatı boyunca bu kudsi gayeyi gerçekleştirmek için de çalışmıştır."
Sadreddin Yüksel
“Nurcular denilen zümre, politika ile asla
ilgisi olmayan, sadece Kur’an'ı ve onun tefsirlerini okumakla yetinen
kişilerdir. Bunların vatan ve millet aleyhine çalıştıklarına dair şimdiye kadar
hiç bir belge ele geçmemiş olacak ki, Türk hakimleri “oturup kitap okurken” yakalanan
bütün "Nurcuları beraat ettirmiştir."
Ahmet Kabaklı
"Said-i
Nursi bir havaridir. Bir mücahiddir. Bir dünya görüşünün yayıcısıdır. Bu dünya
görüşüne katılsın katılmasın, her namuslu insanın vazifesi; bu toprağın
bağrından fışkıran, sefabet, metanet, ciddiyet ve samimiyetini asırların
imtihanından geçerek isbat etmiş bulunan İslami düşünceleri tamim ve neşr
etmektir. Kanaatlarından emin olanlar, başka kanaatlardan nasıl endişe
edebilirler. Hristiyanları arslanlara parçalatmak, Roma'nın ne işine yaradı.
Zulüm her samimi düşünceyi kanatlandırır. Said-i Nursi'den niçin korkuluyor?
Işığa çıkan her düşünce isabetsizse başka bir düşünce ile cerh edilir. Tenkidin
yerini cerhe terk etmesi, aczimizin inkâr kabul etmez burhanı olur.”
Cemil Meriç
SAİD NUR ve
TALEBELERİ
OSMAN YÜKSEL
SERDENGEÇTİ
Bahtiyar
bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller
tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta
gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış… Allah’a!.. Âlemlerin Rabbı olan Allah’a…
Onun ulu Peygamberine.. Onun büyük kitabına.. Kur’an henüz yeni nâzil olmuş
gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve
talebelerini seyrederken, insan kendini âdeta Asr-ı Saadet’te hissediyor.
Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî,
sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hazır, nâzır olana, âlemlerin yaratıcısına
bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet!.. Ne büyük
saadet!
Said
Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir:
Meşrutiyet, İttihad ve Terakki, Cumhuriyet. Bu üç devir büyük devrilişler,
yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O
ayakta… Şark yaylalarından, Güneş’in doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir
adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı
imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka bir şey
dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir
âlim onu yenememiş… Kayalar gibi çetin, müdhiş bir irade… Şimşekler gibi bir
zekâ… İşte Said Nur!.. Divan-ı Harbler, mahkemeler, ihtilaller, inkılablar…
Onun için kurulan i’dam sehpaları… Sürgünler… Bu müdhiş adamı, bu maneviyat
adamını yolundan çevirememiş! O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve
cesaretle karşı koymuş. Kur’an-ı Kerim’de “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz”
(Âl-i İmran suresi âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da
tecelli etmiş!
Mahkemelerdeki
müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir; büyük bir
davanın müdafaasıdır. Celadet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…
Niçin
Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi?
Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci,
bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak
gerek. O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile hükmediyordu.
O
hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde
Medrese-i Yusufiye oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice
azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman abidesinin karşısında
eridiler; sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halîm selim mü’minler haline,
hayırlı vatandaşlar haline geldiler… Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye
sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?
Onu
diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse,
nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar,
yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min
kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına
yığılan bu maddî kesafetler; din, aşk, iman sayesinde letafetler haline
geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehdidleri, ruh âleminin
ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından
başlayarak, yer yer her tarafı sardı; üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.
Yıllardır
mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana
susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstad’ın Nur risaleleri elden
ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver,
sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı.
Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur
risaleleri binlerce defa yazıldı, teksir edildi.
Gözlerinin
nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler; bu
nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri
“İnkılaba-lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye
verdiler; tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kerre zehirlemek istediler.
Ona zehirler, panzehir oldu. Zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’anın nuru,
Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün Âlem-i İslâmı dolaştı. Şimdi
Türkiye’de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması
lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve Talebeleri. Bunların derneği yoktur,
lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırtısı, nutku, alayişi,
nümayişi yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir davaya
vermişlerin şuurlu, imanlı, inanlı kalabalığıdır.
Yıl
1992 olsa gerek, bir arkadaşımla birlikte Eskişehir'e gelmiştim. Merhum Molla
İzettin Yıldırım'ın ikamet ettiği Tanış
sokaktaki dört katlı Risale-i Nur
medresesinde; zat-ı aliniz, Urfalı şair
Atilla Maraş ve o zamanın et ve Balık Kombinası
müdürü Hasan Gençdal da sohbete
iştirak etmişlerdi.
Malumu
olduğu üzere yeme içme bahanedir asıl olan sohbettir. Öyle güzel bir ortamda zat-ı aliniz Risale-i
nur dersini can kulağıyla dinleyip Bediüzzaman Said Nurs'inin yazdığı eserlerin
muhteşem olduğunu ifade ettiniz.
Oslo
görüşmeleri ile başlayan, MİT tırları, ve nihayet onbeş temmuz darbesini yapmak
üzere vahşice kendi insanını bombalayan ekibin o gaddar ve mel'un yapısı gün
geçtikçe Feto ile bağlantılı olarak kabul edilen darbe girişiminden sonra, bazı yazar ve çizerlerin Feto’yu yerden yere
vururken ancak bunu başka bir mecraya sürükleyip ve adeta
fırsat kollar gibi Said Nurs'iyi de bu işin içine çekmeye çalışmak ve
suçlamak gizli bir projenin
parçaları olsa gerek.
Sayın
Müftüoğlu! Nerede ise bir ömür boyu Said Nurs'i hakkında en ufak bir menfi
söylemde bulunmamanız takdire şayan iken, Feto olayından sonra Said Nursi’yi suçlamanız
izahtan varestedir.
Sayın
Atasoy Müftüoğlu! Said Nursi'nin yazdığı
Zülfikar kitabının Hz. Ali (r.a.) tarafından kendisine yazdırıldığını iddia
ederken kitabın hangi bölümünün ve hangi sayfasında böyle bir ifadenin yer
aldığını yazmanız gerekirdi. Doğruyu
bilmek herkesin en tabii hakkıdır.
Bu hususta hiç bir şey belirtmeden sadece kitabın ismini vermek
hakkaniyete asla uygun değildir
Okuyucuyu yanıltmaktan başka..
Eğer
bu gün şeriat mahkemeleri olsaydı böyle bir beyanatın ispat edilmemesi halinde
mahkeme hakkınızda nasıl bir hüküm verirdi dersiniz?
Said
Nursi'nin gerek sağlığında ve gerekse vefat ettikten sonra en az bin defa
eserleri mahkemeye verilmiş din
adamları, uzmanlar, prof.lar tarafından mahkemelere ibraz edilen bilirkişi
raporlarının hiç birinde sizin iddianızı destekler bir tek cümle ye
rastlanmamıştır. Eğer öyle olsaydı rejimin uygulayıcıları yeri göğü
titretirlerdi. Mahkemeler bu eserleri
didik didik etti ve beraat kararı verdiler. Dünyada hiçbir eser bu kadar mahkemeye
sürüklenmedi ve bu kadarda tetkik edilmedi.
Malumunuz
günümüzde güya İslam adına çıkmış silahlı ve gaddar bazı örgütler var. Bunlar çıktı diye haşa
İslam'ı ve Hz. Muhammed’i (a.s.m.) mi
suçlamak gerekiyor?. Bunların
yanlışını İslam'a mal etmek hangi insafın eseri olabilir?
Said
Nurs'i hiç bir zaman Kur'an ve sünnetin
dışında her hangi bir yola gitmemiştir.
Bir
hakim bir dava dosyasını okumadan karar verse adaleti berbat eder. Bir avukat
dosyayı okumadan mahkemeyi takip etse aldığı davanın mahvolmasına sebep olur.
Ne
acı gerçektir ki günümüzün bazı aydınları tenkit ettikleri kitapları okumadan
ve anlamadan o kitap hakkında bazı dedikodularla amel ediyorlar. Eğer bu
hususta ciddi bir araştırmanız var ise,
hangi TV kanalında olursa olsun, Said Nursi'nin kitapları üzerinde
sohbet etmeye sizi davet ediyorum. İddiasını ispat eden haklı, edemeyen haksız
olacaktır. Aydın olmanın gereğini sizden istemek en tabii ve vazgeçilmez hakkımızdır.
KAYNAK:
Abdulkadir İkbal / Yazar Atasoy Müftüoğluna İtiraznamedir (şanliurfaolay.com, 26.12.2018).
Vefatının
62. yılında rahmetle andığımız Bediüzzaman Said Nursi’ye, yaşadığı devrin
âlimleri ve aydınları acaba nasıl bakıyordu?
Vefatının üzerinden tam 62 sene geçti. 1878
yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nur köyünde doğan Bedüzzaman, 23 Mart
1960 tarihinde Urfa’da vefat etti. Bereketli ömrünü mübarek vatanımıza ve aziz
insanlarımıza adayan Said Nursi’ye, yaşadığı dönemin âlimleri, aydınları,
yazarları, fikir ve sanat adamları nasıl bakmışlar, hakkında ne gibi
değerlendirmelerde bulunmuşlardır? Doğrusu kitaplık çapta olan bu konuyu
araştırırken şu sonucu görüp sevindim. Türkiye’de ve İslam âleminde yaşayan
insanlarımıza gönül bağlamış olan kalem erbabı, mütefekkirler ve tasavvuf
büyüklerinin neredeyse tamamı, Bediüzzaman’a hürmet etmişler, muhabbet hissiyle
bağlanmışlar, ulvi hizmetini takdir etmişlerdir. Tabii ‘kıymet bilenin kıymeti
bilinir.’ fehvasınca Said Nursi de bu gönül dostlarını çok sevmiş, onlara dua
göndermiş, dualarını talep etmiştir.
KÜTÜPHANESİ DAĞ VE DERELER
İslam dünyasının tanınmış âlimleri ve
düşünürleri Türkiye’nin son devrinde yetişmiş olan Bediüzzaman hakkında müspet
kanaatlerini çeşitli vesilelerle beyan etmişlerdir. Aralarında Ebu’l Hasen
en-Nedvî, Muhammed Hamidullah, Muhammed Ali es-Sâbunî, Said Havva, Muhamed Said
Ramazan el-Bûtî, Vehbe Zuhaylî gibi şahsiyetler vardır. Bunlardan yalnızca
Nedvî’nin tesbitini okuyalım, diyor ki: “Bizim telifimiz hakiki te’lif değil.
Milyonluk kütüphanelerin içinde otururuz, bir mevzu yazacağımız zaman, o
kitaptan çekeriz, yazarız, ondan sonra çeker yazarız bir kitap meydana gelir.
Hâlbuki Bediüzzaman’ın kütüphanesi dağ ve derelerdir. Asıl telif odur. O, bütün
müelliflerin, bütün hocaların üstadıdır, şeyhidir.”
Türkiye’nin
seçkin ulemasından Ömer Nasuhi Bilmen, Elmalılı Hamdi Yazır, Ahmed Hamdi
Akseki, Veyiszade Mustafa Kurucu, Mehmed Vehbi Efendi, Abdurrahman Şeref
Güzelyazıcı, Tahir Büyükkörükçü, Gönenli Mehmed Efendi, Sadreddin Yüksel, Emin
Saraç ve Halil Gönenç gibi hocalar da üstadın ilim ve fikir dünyamızdaki mümtaz
mevkiini işaret etmişlerdir. Tasavvuf dünyamızın seçkin simaları Ali Haydar
Efendi, Alvarlı Efe Hazretleri olarak bilinen Muhammed Lütfi Efendi, Esad Erbilî
Efendi, Mehmed Zahid Kotku, Mahmud Sami Ramazanoğlu gibi zatların da
Bediüzzaman’la ünsiyet ve ülfet ettikleri, ruh akrabalığı kurdukları açık.
Birbirlerine selam gönderip görüştüklerini ve müşterek dualarda bulunduklarını,
yazılan metinlerden öğreniyoruz.
ALİ ULVİ KURUCU’DAN ÖNSÖZ
Üstadın telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı
arasında bulunan Tarihçe-i Hayat’ın önsözü “Âkif-i Sâni” olarak bilinen âlim ve
şair Ali Ulvi Kurucu’ya ait. 14 sayfalık bu edebî metin Bediüzzaman’ın
portresidir. Azmini, gayretini,
hedefini, ideallerini, cihadını anlatır. Üstadın “Feragati”ni, “Şefkat ve
Merhameti”ni, “İktisatçılığı”nı, “Tevazu ve Mahviyetkârlığı”nı, “İlmî
Cephesi”ni, “Fikrî Cephesi”ni, “Tasavvuf Cephesi”ni ve “Edebî Cephesi”ni dile
getirir. Ayrıca mükemmel bir şiir kaleme alır. “Gönüller Fatihi Büyük Üstada”
başlığıyla neşredilen şiir, şu mısralarla başlar: “Nuruyla bütün gönlümü
fetheyleyen üstad / Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd / İlhamıma can
geldi beraat haberinle / Mü’minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle / Sıyrıldı
ufuklardan o kasvetli bulutlar / Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar”
MEDAR-I İFTİHARIMIZ
Büyükler birbirinin kadrini, kıymetini bilir.
Biz bazen cahillik edip onları yarıştırmaya çalışırız. Hâlbuki hepsi aynı
deryadan beslenen ve aynı muhabbet çeşmesinde sevenlerinin su ihtiyaçlarını
gideren gönül kahramanları, kutlu kişiler, ahlak ve fazilet abideleridir.
Mesela üstad Alvarlı’ya “Benden selam söyleyin. Bana dua etsin. Ben onu duama
aldım, dua ediyorum.” diye haber yollarken Efe Hazretleri de, “Bediüzzaman
bizim medar-ı iftiharımızdır. Biz onun duacısıyız. O da bize dua etsin.”
mukabelesinde bulunuyor.
“ÂKİFLER, NAİMLER, FERİDLER…”
Aynı devirde yaşayıp aynı ulvi maksatlar için
mücadele eden Mehmed Âkif, Bediüzzaman, Ahmet Naim ve Ömer Ferid Kam da
birbirlerini çok severler. Bu muhabbetlerini çeşitli vesilelerle ifade ederler.
Zaten ortak mekânlarda buluşur, aynı gazetelerde makaleler yazarlar.
Sebilürreşad çatısı altında mevcut meseleleri birlikte müzakere eder,
istişarelerde bulunurlar. Ali Nihad Tarlan’ın rivayetine göre Babanzâde Ahmed
Naim, “Bediüzzaman daima düşünür, daima tefekkür ederdi. Âdeta fevkalbeşer bir
insandı. Dârü’l Hikmet’te söze başladı mı biz hayran hayran onu dinlerdik.”
der. Eşref Edib de 1952’de yazdığı o güzel yazısında yârân arasındaki irtibatı
ve muhabbeti şu satırlarla ifade ediyor: “Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti.
O zamanlar hemen her gün idarehayene (Sebilürreşad) gelir. Âkifler, Naimler,
Feridler, İzmirlilerle birlikte saatlerce tatlı tatlı müsahabelerde bulunurduk.
Üstad kendisine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun
konuşmasındaki celadet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı.” “İstiklal
Marşı”mızın ve “Çanakkale”nin şairi, mustarip fikir ve dava adamı Âkif,
ediplerin olduğu bir mecliste “Victor Hugolar, Şekspirler, Dekartlar,
edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” tarzındaki
sözü bugün kayıtlarda yer almış bulunuyor.
SERDENGEÇTİ:
“BAHTİYAR İHTİYAR”
Cumhuriyet devrinin değerli fikir, dava ve
hareket adamı Osman Yüksel Serdengeçti, Bediüzzaman’ı şöyle anlatıyor:
“Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün
nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu
ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış. Allah’a! Âlemlerin Rabbi olan
Allah’a O’nun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Başı Ağrı dağı kadar dik
ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş, kayalar gibi
çetin, müthiş bir irade… Şimşekler gibi bir zekâ… İşte Said Nursi!.. Divan-ı
Harbler, mahkemeler, ihtilâller, inkılâblar, onun için kurulan idam sehpaları,
sürgünler, bu müthiş adamı, bu maneviyat adamını yolundan çevirememiş! O,
bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş!”
Serdengeçti’nin yanısıra Necip Fazıl, Ziya Nur
Aksun, Cevat Rifat Atilhan, Ali Fuad Başgil, İbrahim Hakkı Konyalı, Münevver
Ayaşlı, Münir Süleyman Çapanoğlu, Said Şamil, Tarık Buğra, Ahmet Kabaklı,
Yılmaz Öztuna, Muharrem Ergin, Sezai Karakoç, Mehmed Şevket Eygi, Süleyman Yalçın
ve Vehip Sinan gibi öncüler de, kaleme aldıkları makalelerde veya kendileriyle
yapılan röportajlarda üstadın hizmetlerinden, saygıdeğer oluşundan ve
talebelerinin iyiliğinden sitayişle bahsetmişlerdir.
HAKKINDA YAZILAN ESERLER
Bediüzzaman belki de hakkında en çok kitap ve
makale yazılan şahsiyetler arasındadır. Eşref Edib, Necmeddin Şahiner,
Abdülkadir Badıllı, Mehmed Kırkıncı, Bekir Berk, Ahmet Akgündüz, Şerif Mardin,
Cemal Kutay, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Yavuz Bahadıroğlu, Vehbi Vakkasoğlu,
İslam Yaşar, Mustafa Özdamar, İhsan Işık, Şakir Diclehan ve Sadık
Yalsızuçanlar, bu sahada kitap sahibi müelliflerden sadece bir kısmı. Meşhur
sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’e üstadı tavsiye eden ve hakkında kitap yazması
için teşvikte bulunan kişi, büyük mütefekkirimiz Cemil Meriç’tir.
Âlimlerin ve aydınların üstad hakkındaki
kanaatlerin tamamı, rahatlıkla birkaç cildi bulabilir. O yüzlerce görüşten bir
kaçını burada numune olarak takdim ederken, başta Bediüzzaman Said Nursi olmak
adı geçen ve geçmeyen muhterem zatların hepsini rahmetle, minnetle, şükranla
yâd ediyorum. Onlar Türkiye’nin maneviyat coğrafyasının sarsılmaz muhafızları
ve gönüller fethetmiş unutulmaz kahramanlardır. Hepimizin üstünde ödenmez
hakları vardır. Cenabı Allah bizleri bu öncü ve hayırlı rehberlerin yolundan
ayırmasın.
Cemil
Meriç: “Said Nursî bir havaridir. Bir mücahiddir. Bir dünya görüşünün
yayıcısıdır. Bir Türk aydınının bu büyük ve ulvi hazineden haberdar olmaması
düşünülemez. Bediüzzaman ve eserlerine olan alakasızlığımız tam bir yüz
karasıdır. Said Nursî, dağ başında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her
şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğneneler akın akın ona koştu. Bu ses, sanki
tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı canlandırdı.
Bu hayalî insanlar, o konuştukça gerçekleşti. Yakın tarihimiz tek mücahid
tanımıştır. Said Nursi! Altmış yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele
eden biricik dava adamı. Son elli yıl içinde çeşitli felaket ve musibetlerle
uyuşan geniş halk tabakalarına Hakk’ın, İslam’ın ve şuurun sesini haykıran tek
mücahid Bediüzzaman Said Nursî’dir.”
Münevver
Ayaşlı: “Kendileri tam bir Müslüman, tam bir iman sahibidir. İslâm ülkelerinin
müspet ilimlerden ve teknik bilimlerden geri kalmasından eza duyan ve
İslâmiyet’e en ufak gölge düşürecek fikir, düşünce ve hareketlerden kaçınılması
için çırpınan büyük bir insan, bir mücahid ve mücadelecidir. Ve davası uğrunda
en çok mücahede ve mücadele eden ve bundan dolayı da en çok gadra uğrayan, çile
çeken büyük bir insan, büyük bir mazlumdur.”
Prof.
Dr. Kemal Karpat: “Nursi’nin öğretilerinin geniş alanda yayılması, onun bir
şeyh olarak sayılmasına değil, fakat Gazali’ye ve Sirhindî’ye benzeyen ve
Abdülkadir Geylani’nin geleneğini sürdüren bir imam gibi olmasına dayanıyor.
Onun ilkesinin temeli Allah’a mutlak bir iman idi… Bediüzzaman, millet
kavramını kavmi dil ve bölge farklılıklarının üstünde, İslam imanına sahip
Müslümanların topluluğu olarak kabul etti.”
İbrahim
Hakkı Konyalı: “Mütarekeden tanırdım. İyi bir insan temiz bir Müslüman. Mahalli
Kürt elbisesiyle gezerdi. Şekerci Han’ında kalırdı. Onun fikirleri İslâmi
fikirlerdir. Elbette bu fikirler vatan ve millet için faydalı fikirlerdir. Said
Nursî bahtiyar bir adamdır. O burada kaldı, hiçbir yere gitmedi. Büyük hizmet
etti.”
Tarık
Buğra: “Said Nursi konusunda biz şimdiye kadar yanılmışız. Yanlış bilgi sahibi
olmuşuz. İslâmiyet’ten ayrı bir bid’a hareketi zannetmişiz. Said Nursi’yi çok
yanlış tanımışız.”
Ergun
Göze: “Said Nursî’nin ne yapmak istemesinden çok ne yaptığı mühimdir. Onun
eserlerinde ve hayatında bütün varlığını ve faaliyetini ifade edebilecek bir
nokta var; o da iman mevzuundaki ısrarı, tekrarı, tavizsiz, ric’atsız
mücadelesidir. O iman tavrı diyebileceğimiz hâl, O’nun başarısının en büyük
amilidir. Bu iman tavrını çok kuvvetli bir mantık ve tavra vakfedilmiş bir
hayat tarzı kuvvetle desteklemiştir.”
Ahmet
Güner Elgin: “Yılmaz bir mücadeleci, kıvrak bir zekâ, derin ve sağlam bir
muhakeme, çağının çok ilerisindeki görüşlere açık ve bunları halkın kültür
değerlerine dayanarak açıklayan bir zat. Said Nursi İslâmiyet’in prensiplerini
hatırlatırken, toplumumuzu ve devletimizi yanlış şartlandıranların karşısına
bir fikir ve eylem adamı olarak da çıkıyor. Ahmaklıkla, cehaletle, yobazlıkla,
müsamahasızlıkla, milletin her mevzudaki akıncı ruhunu, manevi sahadaki
coşkunluğunu dizginlemek isteyenlerle mücadele ediyordu. Said Nursi bir Osmanlı
idi.”
Milat
Gazetesi, 20 Mart 2022.